083 (292) 54dk (21.02.1960)
İçinde; sessiz sözsüz, bizsiz
sizsiz konuşan varlığı ile baş başa olduğu an, kendisine birkaç sual tevcih[1]
eder. Evvela; ben kimim, der. Nereden geldim? Nereye getirildim? Nereye
götürüleceğim? Gelmemdeki gaye nedir? Gelmede gitmede ihtiyârım yok. Benim,
benim diyecek elimde bir medârım yok.
Öyle değil mi, hiçbirimize sorulmadı. “Beyefendi bir sahne-i şuhûd vardır, dünya denilen bir dâru'l-belvâ[2] vardır. İkbalinde hud’a, idbârında fecia gizlenmiş olan o sahneye gider misiniz?” Burada da kâinatın serir-i saltanatına sahip olsa, gine götürülürken “Nasıl bir hayat-ı berzâhiye vardır, teşrif eder misiniz?” diye sorulmaz.
O hâlde benim suretim elli altmış
kiloluk, nihayet iki metre uzunluğunda bir çukuru kaplayabilirse de mânâm, vicdan-ı
kibriyam bütün kâinatı muhit. Birçok varlık bana müsahhar kılınmış. “Acaba
ben neyim?” diye sualini önüne diker. Sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz
konuşan vücudu ile konuşmaya başlar. Biraz daha içeriye doğru gider. Konuşuyorum
ama konuşmanın ne olduğunu da bilmiyorum, der.
Var mı içimizde birisi konuşmayı tarif edebilecek? Birçok
varlığı Kudret elimize vermiştir. Tahlilinden aciziz. Onun içün bu âleme
gelmekten gaye; insan içün kendi aslını aramaktır, hakikatini taharri etmektir.
İşte bu taharrinin adına aşk derler ahlakta. Bilmem bir şey anlatabildim mi?
Ahlakın tarifindeki aşk bu. Kendi aslını, mebdeini, Rabbisini, maâdını bulmak zevkiyle, kendisinde hâsıl olan heyecanın adına aşk denir. O romanda okunan, o şehvet. Onun bu işle alakası yok.
Demek oluyor ki, insanlarda ahlak iki esasa ayrılıyor. Bir vazifeden doğan ahlak oluyor, bir de aşktan doğan ahlak oluyor. Tarihin
en eski efendisi olan, zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı
gördüğü yere imanı va’z eden bizim dedelerimiz, acaba bu ahlakın hangisinin
salikleriydi, diye bir sual sorulabilir. Aşktan doğan ahlaka salikler. Zira aşktan doğan ahlakta; evvela canan, sonra can kaidesi
başlar. En zor kısmı da bu.
Mesela bire on dövüşen bir
milletiz biz. Öyle değil mi? Cenâb-ı Hak bize hususi bir imtiyaz vermiştir.
Fakat biz kendi varlığımızı hor görmeye başlamışızdır. Dedemizi beğenmeyiz.
Onun aldığı evde oturur, pencereyi niye buradan açmıştır, diyerekten dil
uzatırız. Daha yeni ev almadık biz. Aldığı evde oturuyoruz. Senin mazini, dedeni
kim küçük göstermek isterse; kanından soyundan, sütünden, sulbünden şüphelen.
Şüphe et! Muazzam bir dedeye maliksin. İlme mevzû vermiş, sanata model vermiş,
muhâli mümkün yapmış. Karadan gemi yürür mü? Yürütmüş.
Her sene günü yapılıyor, mesela
Mevlana. Deden senin. Her sahada kemalini gösterdiği gibi maddi sahada da
göstermiştir işte. Muafiyet serumu, ilk söyleyen adam. Öyle dert vardır ki devası içinden çıkar, der. Medeniyetini taklit
ettiğin saha hürmet eder, sen alakadar
bile olmazsın. Geçen sene onun gününde
resmen Patrik dünyaya ilan etti: “O büyük adamın karşısında Hristiyaniyet
namına hürmetle eğiliyorum.” dedi. Allah dedirtir. Bilir misin ne iştir o?
O ufacık bir cümle ama ne mânâ gizlenmiştir. Mevlana’da görünen hüviyet
neydi? Hazreti Muhammed’di.
Taklit bizi imha eder, taklit.
İyi bir şey değildir taklit. Neyse, biz...
Aşktan doğan ahlaka salikti, onu tercih etmiş. Bire on
dövüşürdü, dedik. Evet, hiçbir tarihte göremezsin, evladını harp meydanına
gönderirken alnından öpüyor, anne: “Câm-u şahâdete nûş ettiğini işiteyim. Arkanı
döner, kaçarsan, göğsüm sana haram olsun!” diyor.
Ne gördü de bunu söyledi? O kolay kolay söylenmez. Ne görüyordu, içinde ne kaynıyordu? Gördüğü şu idi: O Hak muhabbeti ile dolu olan kalbi, nokta-i istinâdı kuvvet olarak kabul etmiyordu. Nokta-i istinâdı kuvvet olarak kabul etmiyordu.
Şimdi insanların yıkımındaki en
büyük amil… Görüyorsunuz artık semavata çıkılıyor. Bugün başlangıcı, fakat bir
gün olacak, çıkılacak. Elimizdeki Büyük Kitap onu haber verir, aya maya. Ay
filan onlar ufak istasyon olacak. Daha bilemediğimiz avâlim seyredilecek,
beşeriyet oralara uzanacak.
اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ
وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ [3]
Bizim daima iman edenlerin ölüye
okumuş olduğu -ki, o Kitap, diri kitabıdır- öyle ya bizim en büyük kusurumuz da
odur. Biz Kur’an’ı ölü kitabı yapmışızdır.
Mezarlık içün okuruz, hâlbuki diri kitabıdır o. Mesela Ramazan gelmiş, birçok
insanlar onu açar okur. Eh güzel. Fakat “Niçün okursun?” dersen, “Ölüme
gönderiyorum” der. Ölü içün gelmedi. Dirim meşgul olsun diyen bir tek adama
hayatımda rast gelmedim. Belki de rast gelmeden öleceğim. Bir tek insana rast
gelmedim ki: Ben bunu okuyorum, ben buna hayatımı intibak ettireceğim. Bu hâli
duyacağım. Bu ahlak ile olacağım.
Sordular, Hazreti Aişe’ye:
“Fahr-i Âlemin ahlakı ne idi?”
“Hazreti Muhammed’in
ahlakını tabi en yakını sizsiniz, bilirsiniz. Kur’an okumuyor musunuz?” dedi.
“Okuyoruz.”
“İşte ahlakı o idi.”
Bir şey anlatamıyor muyum? İşte ahlakı o idi.
“Ölümüze okuruz!” Yanlış anlaşılmasın, acaba ona bir
faydası olmaz mı?
Sebebi, Kitabın sebeb-i nüzûlü, insanlara gelişi, diri içün. Bu âlemden alakasını kesmiş olan insana da tabiatıyla ruhunu taziz[4] makamında, eğer o kimse ahlakı Kur’an ahlaklı, hayatındayken insan incitmemiş, ah almamış, semayı deler gibi bakmamış, yeri ezer gibi basmamış, kırık kalp alacağım diyerekten çırpınmış da Hakk’a gitmişse elbette onun içün en büyük bir hediye-i maneviyedir. Fakat hayatında “Bırak şunları!” demiş, birikmiş ahlarla manevi vücudu kambur olmuş, bir milyar defa Kur’an oku! Kur’an sana lanet eder “Niye ona okuyorsun” diye.
[5] رُبَّ تَالٍ يَلْعَنُهُ الْقُرْأٰنُ Acaba anlatabiliyor muyuz? Yaa, diri amel edecek, hayatını uyduracak, oradan zevk alacak, o almış olduğu zevk ile o zevk onu, O'na sevk edecek. Oradaki insan da hayatındayken onu baş üzerinde taşımış, gönül vermiş olan adam olacak. Diri hissesini aldıktan sonra ona ait olan kısım da olabilecek. Fakat ilk önce Kitap diriler içün.
Buraya nereden girdik? Beşeriyet daha
başlangıçtadır, daha çok ilerleyeceğiz, dedik. Ve buna ait olan da bahsi Büyük Kitab’ın
neresinde o, hangi ayetinde olduğunu söylerken buraya girdik.
اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ
سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ
Allah öyle diyor ki: “Ben öyle bir Allah’ım ki, yer
üzerinde yarattığımın bir mislini semavatta da halk etmişimdir.”
Abdullah İbn-i Abbas Hazretleri, İmam-ı Ali’den
soruyorlar.
“Ben anlamadım bunun mânâsı ne demek? Yer üzerinde
yarattığımı...”
“Niye işte aşikâr, diyor. Niye anlamıyorsunuz?”
“Yine anlayamadım” deyince,
“Ne uzatıyorsunuz,
senin gibi bir Abdullah İbn-i Abbas, benim gibi bir Ali İbn-i Ebu Talib âlem-i
semada da mevcûddur.”
Hayat var mıymış, yok muymuş? Var, aşikâr. Hayat var mı yok mu bilmem. Hayatsız
bir yer yok zaten. Allah’ın bir ismi Hayy, binaenaleyh hayatsız yer yok.
Demek istiyorduk ki, beşer irfan yükü ile göz kamaştıracak bir sahaya çıktı. Yerin dibinde gezer, semavata çıkar. Kudret’in sermayesinden gözle gözükmeyecek ufacık bir maddeyi ortaya kor. İklimin havasını değiştirir. Onları yapan hep Allah’dır. Hindistan cevizi kadar mahfazanın[6] içerisinde gözünle göremediğin; eczanede mi bulunur, kimyahane de mi görülür, bakkalda mı satılır, idrak edemediğin cevher-i akıl diyerekten güvenmiş olduğun varlık, bizim bizâtihi malımız mıdır? Yooo, bizde bir şey yok. Bizim hiçbir şeyimiz yok! Hiçbir şey yok mu? Hiçbir şeyimiz yok! Ölümü öldürsene, kabrin kapısını kapasana! Beşerden aczi gidersene! Daha oraya kadar gitme, uyumasana! Uykudan daha büyük muazzam bir mürşit var mıdır insan içün?
[7]اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا İlâ âhirihî[8]. Hudâ, öyle diyor. “İyi düşünenlerinizle ben tenezzül ediyorum, bir an konuşacağım, dikkat etsinler, diyor. Azıcık iyi düşüneniniz varsa konuşacağım.” diyor. “Ben size uyku denilen bir hal veririm.”
Kim bana anlatabilir uykuyu?
Kimse anlatamaz. Hiç, anlatılmaz mı? Anlatılmaz. İstersen merak et bak, birkaç
gece tecrübe et. Bulabilir misin, iptidasını? Niye anlatılmaz? Alır, ilmini
alır, şuurunu alır. Karını alır kocanı alır, rütbeni alır, masanı alır, kasanı
alır, evlâd-ı iyâlini alır, bahr-ı umman-ı ehadiyyete atar.
Fakat öyle bir hâldir ki, kimseninki
kimseye karışmaz. Ne benim cehlim sizin ilminize, ne sizin ilminiz benim
cehlime karışmaz. Nüfus kâğıdı altta kaldı, arayalım bulalım filan yok. Hall-i hamur[9]
olur. Gene merhameten bir yakaza hâli tecelli eder. “Buyurun ilminiz, işte
rütbeniz, işte karınız, işte kocanız, işte çocuğunuz, şunu her gün alıp
veriyorum, bir gün vermesem!”
Hâkimle mahkûmu müsâvi kılar,
zalimle mazlumu bir yapar. Uyku değil mi ya! Zalim bir tarafta sızar, mazlum bir tarafta büzülür,
neticede bir olur. “Vermezsem ne yapabilirsiniz? O hâlde niçin inletiyorsunuz?
Niye insan haklarını eziyorsunuz? Neden birbirinizle sevişip yaşamıyorsunuz?”
Beşer bir cephesinde bu kadar
acizdir. Kendisinde olan varlığın birçoğunu tahlil edemeden gider. İlmen
yükseldi, irfanen gözleri kamaştırdı, fennen akla veleh verecek kadar ilerledi
fakat buraya huzur veremedi. Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sekenesi üzerinde
bugün huzur yoktur. Çünkü huzur kesbi değildir. İnsanın kendi elinde
değildir, kalbine vereceği huzur ve istirahat.
Bazı insan der ki: “Şu kadar
servetim olsa...” Hayır, servet bizâtihi nimet değildir, vasıta-i nimettir.
Bazen de bela olur. Kudret diyecek ki: “Ey nimet, git filan yerde nimet ol
da kal.” Bizâtihi nimet değil,
vasıta-i nimet.
Beşerin huzuru yok. Huzursuz
yaşıyor insanlık. Kalbi boş. Kalp âleminde bir şey yok. Şuna benzer, bir vakit
karanlığını izâle etmek için insanlar çıra yakarlardı. Hâlâ bazı yerlerde
vardır. Çıralı odunu yakar, ışığını etrafını onunla görür. Zaman geldi mumla izâle
etti, zaman geldi yağla izâle etti, zaman geldi petrolle izâle etti, zaman
geldi hava gazıyla izâle etti, aydınlığını buldu. Zaman geldi bugün elektrikle
ışığını yapıyor ki bu daha en basiti, bundan daha neler neler olacak. Elektrik
onun yanında çıra gibi kalacak.
Taştan topraktan yapılmış olan odasını, elektrikle aydınlattı ama candan
yapılmış olan kalp odasında acaba ne yakıyor? Hangi aydınlığı var? Bunu
düşünmedi. Kanaatime göre hiçbir ışık yok galiba. Işık olsa insanlar huzur
içerisinde yaşar. Karanlıktır huzurunu bozan. Bir şey yok. Sebebi, muvâzene-i[10]
âlem olmadığından dolayı.
İntizam-ı âlem, muvâzene-i
insan ile olur. Havas ile avamın muvâzenesi
yok. Sık sık bunu konuşurum, yayasınız diyerekten. Bugünkü beşeriyetin
yıkımı bu. İnsanlık burayı idrak etmedikçe ve buraya dönmedikçe katiyen huzura
kavuşamayacaktır. İmkân yok. Bütün diplomatlar toplansın, iri iri kafalar
birleşsin, en yüksek iktisatçılar içtima etsin, büyük büyük fikir erbabı bir
arada olsun yine beşerin inleyen sesini dindiremez ve dindiremeyecektir.
Dinmez. Sebeb-i hilkat anlaşılmadıkça, insandaki bu âleme gelişteki gaye
duyulmadıkça, çare yoktur. Hiç! Bulamazlar, çaresi yok.
Nokta-i istinâdı, bugünkü
beşeriyet kuvvet diyerekten tanıyor. Kuvvete taparım, diyor. Hepinizde
bu hâl gelmiştir. Bir şey yapacağız mı, “Hangi kuvvetin var arkadaş!”
dersin. Hah, Kudret bakıyor: “Sen buraya kadar düştün mü, diyor.
Kuvvetin şe’nin neticesi
boğuşmaktır. Boğuşun bakalım!”
Ahlakın medeniyetine, mânânın
sahasına girdiği vakitte: Nokta-i
istinat kuvvet değildir, nokta-i
istinat Allah’dır, Hakk’tır. Anlatabildim mi? Şu işi
yapacağım ama hangi hakka istinat ediyorsun, hangi kuvvete değil. Çünkü kuvvet
Allah’tadır.
[11]
لاحَولَ وَ لا قُوَّةَ إِلّا بِاللّه (lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh)
Kuvvet bir
sıfattır, mevsûlsüz[12]
orta yerde tutulmaz. Hak’sız kuvvete
taptın mı zalim olursun. Ona yapışırsın, insanlığı inletirsin. Her konuşmamda
dediğim gibi, bir düğmeye basıp da bir milyon adamı öldürmek medeniyet
değildir. On milyon adamın nefesini aldırtmamak medeniyet midir? Ne medeniyeti!
Hudâ vahşete medeniyet diye taptırttırıyor. Allah’ın cilvesine bak, acısın
beşeriyete.
Bas düğmeye on milyon adam gitsin! Sesi çıkmayan, kundakta olan, hasta olan, seksenlik pir, yetmişlik ihtiyar… Ne bileyim ben! Medeniyet mi bu!?
Acıma hissini zaaf diye tabir
ediyor, bugünkü beşeriyet. “Nedir diyor, acımak? Âsab
bozukluğu, diyor. Zâfiyeti var adamın!” Acıma hissine, zaaf! Oraya
kadar düşmüştür. Ki dünyada en acıyan millet senin dedendi. Bizde malum ya
merhamet, çok düşkün. Onun içün Hudâ, bize hususi muameleye tabi tutmuş. İnsanlığın da en büyük ölçüsü merhamettir.
Kimin merhameti bol korkmasın, muhakkak Allah ona sahip olacaktır. Merhameti
kimin bol, imkânı yok muhakkak tutar onu. Merhamet kimde fazla, o muhakkak
tutulur.
Vakfiyeleri açarsanız, görürsünüz
medeniyet neredeymiş. Deden gibi medeni adam gelmemiştir kâinata, hem gelemez
de. İnsanı bırak, hayvana. O vakıfnameleri karıştırın. “Filan semtin
köpeklerine şu kadar sırık ciğer, servetimden ayırdım. Filan yerin mahlûkatına
şu kadar şey servetimden ayırdım.” Daha daha hayret olunacak şeyler.
Semtinde gadr ile bir hizmetçi bir tabak kırmış diye dayak yediğini duyan adam,
servetinin bir kısmını vakfediyor. “Kimin hizmetçisi bir şey ziyan ederse, tahkir[13] etmesin
gelsin buradan onu tedarik etsin.” diyor.
Bu dedenin evladı; bugün kendi
evladının nafakasını vermiyor, annesine bakmıyor. Nereden geldi bu manevi zehirli
gaz da zehirledi? Kediye köpeğe kadar rikkatle kalbi çarpan insanın çocuğu,
kendi annesine bakmıyor. Kendi evladına bakmıyor. Nereden geldi bu!?
Medeniyetini taklit ettiğimiz
sahada deliyi “cin çarpmıştır” diyerekten yakıyorlardı. Hani bayıldığımız,
ağzımızın suyunun aktığı saha. Deliyi yakardı, cin çarpmış diyerekten. Batıl
bir itikattır. Bunu cin çarpmıştır, vücudu şeydir, der yakar. Dedene bak,
musiki heyeti tayin etmiştir tımarhaneye. Parasını çıkarmış koymuş “Deli
musiki ile nispeten tedavi olur.” demiş. Ve bugün fennin de en son bulduğu
çare o. En son bulduğu çare o. Göğsün kabarsın diye söylüyorum.
Ara yerdeki fark ne? Nokta-i
istinat ne vakit ki kuvvet olur, bir mataha tapar da bir hukuk tedarik edersen
yıkılırsın. Mesela o kadar incedir ki, Hazreti Muhammed öyle demiştir. “Bir
kimse bir kadını alacağı vakit, servetine tamah eder de alırsa, maddeten zelil
olmasa da ruhen muhakkak ona zillet verecektir Allah.” diyor. Gaye o olmayacak. Ama o olur başka. Fakat “Sırf gayesi,
ben şuradan şu matah-ı dünyaya sahip olacağım diye hukukunu tedarik ettin mi,
muhakkak zilletle mahkûm olacaktır.” diyor. Maddeten olmazsa daha fena
manen olacaktır. Ruh fakiri olacaktır.
Ruh fakiri ne demek? İmansız
geberir, demek. Ama o hukukun içerisinde, o servet de çıkmış başka. Gaye onu
ittihaz etmemiş. Gaye, ben Hakk’ın saltanatına, Hakk’ın azametine hizmet
edeceğim. O uğurda; bu memlekete, dine hadim olacak, mânâya hadim olacak,
ahlaka hadim olacak, insaniyete hadim olacak, benden bir yavru zahir olacak,
onun sesiyle ben ikinci hayatta da hayat alacağım. Bu aşk ile bağlamış
hukukunu. Anlatabildim mi acaba? O.
Onun biz tarihte şeyini de
görmüşüzdür. Deden öyle idi, değil mi? O ihlas ile olduğu içün, alacağı kadının
yüzünü görmeden alırdı. Hayret. Elli sene, yetmiş sene bir yastıkta başını
çürütür ve kendi hislerinin birbirine ait olan o ülfet, o muhabbetle bereket
ile o feyz ile o sızısızlıkla, ne bileyim kelimesi yok ki ben tarif edeyim. O
aşk ile yaşar ve neticede her bir ev sekiz tane, on tane memlekete evlat verir.
Omuzları bu kadar, boyları bir yetmişten yukarı bir saha. Öyle bugün evlendi,
bir hafta sonra boşandı, on beş gün sonra sulh teklifi yapıldı, yirmi bir gün
sonra ikinci teklifti filan. Böyle şeyler, bizim azametimizde, bizim
satfetimizde, bizim saffetimizde, bizim şevketimizde yok idi. Anlatabildim mi
acaba?
Bir evde ki huzur yoktur, huzur olmayan evde yetişen çocuk ahlaksız
olur, dedi Hazreti Muhammed. Onun raporu ne ise o olur, başka
bir şey de olmaz. Hiç. Güzel çocuk, iyi
geçinen evde çıkar. Güzel ahlaklı çocuk, temiz yuvada, birbiri ile merbut[14]
iki vücutta bir ruh olarak yaşayan ailede çıkar. Ve o gayede evladıydı.
Kapıyı kitlesin, çocuk içeride
yansın, onlar sinemada otursun. Ne ana baba, nasıl yuva! Kedi bile bırakmıyor
yavrusunu. Ağzında gezdiriyor oradan oraya. Gabî[15]
diye tarif ettiğimiz tavuk bile bırakmaz. Gıd, gıd, gıd, gıd diyerekten
içerisinde tutar, etrafında böyle tutar. Taak kendisi gibi oluncaya kadar.
Kimsenin zayi edemeyeceği
bir kanaat gelirse o vakit yavruyu bırakır. Sen üç yaşındayken kitleyip
gidiyorsun. Bir yaşındayken kitleyip gidiyorsun. Üç tane çocuğu bir, iki, üç dört
yaşındayken kitleyip gidiyorsun. Bu yavrunun yüzünden bir zevk alamadınsa
hiçbir sahadan zevk alamazsın kardeşim. Demek ki insan değilsin.
Bir kısmı öyle, bir kısmı başka türlü övünür. “Ben
çocuğu, der. Frenk mürebbiyesinin kucağında büyüttüm, o terbiyeyi aldı.”
Ne oldu, ne aldı, ne var yani ya? Bir
Türk kızı kendi evladını büyütemeyecek kadar küçüldü mü! O kadar aşağı mı? Üç
kıtada hükümdarlık etmiş, altı asır medeniyetini taklit ettiğin sahayı adli ile
hakimiyetinde tutmuş olan dedenin evladı, kendi yavrusunu büyütemeyecek kadar
küçüldü mü?
İntibak kaidesi vardır. O yuvada büyüyen oraya merbut olur. Çaldırdın çocuğu! Nedir yani ya, dört tane Frenk kelimesini bellemek mi? Marifet o mudur? O mu marifet?
Sebeb-i hilkat marifet, diye tarif eder ahlak. Allah da öyle tarif eder.
[16] وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Ben, hilkati bâhusus hilkat
içerisinde emr-i maişe-i niyâbetimi, bırakmış olduğum sınıf-ı insanı, ancak
marifet içün meydana getirdim. Hilkat-i sebebi budur.” der.
O marifette, dört tane Frenkçe kelime öğrenmek midir? O
sana tenezzül etmiyor, bir tek kelimesini bile kullanmaz. Ey tarihin
efendisinin çocuğu!
Ahlaka göre tarif öyle değildir.
Marifet. Sebeb-i
hilkat, marifet. Hayat sayılı
nefes. Hayatın sermayesi o. Şimdi şu iki tarifi ortaya alacak olursak, bak
ne çıkıyor?
Hilkatten sebep, bizim yani yaratılışımızdan bu âleme gelmemizdeki
sebep, marifet.
“Dünü bugünü ile müsâvi olan kimse aldanmıştır.” der.
من استوا يوماه فهو مغبونٌ (Men
istevâ yevmâhu fehüve mağbûn)[17]
Bunu ezberle, daima hafızanda bulunsun, hayatta hiçbir vakit sarsıntıya uğramazsın. İki üç şeyi ezberle. Ahlakçıların başı olan Hazreti Muhammed’den iki üç cümle öğren. Bir tanesi:
مَنْ تعَلقَ شَيْئًا وُكلَ إِليَهِ (Men tealleka şey'en vükile ileyhi) “Kişi güvendiğine terk olunur.”
Hayatta çok dövünürüz. Dikkat et
bak, güvenmişindir birisine seni bir tepelemiştir. Allah’a güven. İnsan güvendiğine terk olunur, diyor. Kime güvendin? Seni muhakkak, Kudret döndürecek
döndürecek, o güvendiğine bırakacak. O vakit çirkin çıktığı vakitte: “Ne
yapalım ona güvendin!” diyor.
Ya Hakk’a güven ya Hak da kendisini yok edene güven ki gene o da Hakk’dır. Bir defa zulme
hiç divan durma. Hiç. Değmez. O kadar süratle kumanda verilmiş ki “İstikamet
karşıki çukura marş marş!” denmiş. Veren kumandan Allah’dır, ölmez. Hepimiz
koşuyoruz. Süratinden koşuşumuzun şeklini tayin edemiyoruz. O kadar süratli. Ne
satılıyorsun? Satılma. “Kişi
güvendiğine terk olunur.” Belle
bunu. İkinci cümle-i ahlâkiye.
مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ (Men ayyera ehâhu bizembin lem yemut hattâ
yâ'melehû)[18]
Bir kimse, bir kimseyi nazar-ı
hakaretle ta’yib[19]
etse, üzülerekten değil de hakaret ediyor.
Hakaretle ayıplasa, o ayıpladığı şeyi kendi yapmadan gebermez. Ne yapacan
yapacan kendin onu irtikâp edeceksin. Çare yok.
Şimdi söylediğim cümle, onu da ezberle, tut gönlünde.
من استوا يوماه فهو مغبونٌ (Men istevâ yevmâhu fehüve mağbûn). “İki
gününü birbirine müsâvi kılan aldanmıştır.” der.
Maddeten de manen de. Dün on kuruş
kazandın, bugün de on kuruş kazandınsan aldanmışsındır. Dün mânâ ahlakındaki teâli
ile bugünkü teâli arasında hiçbir fark yoksa yine aldanmışsın. İkisi beraber
gider. Mebsuten mütenasip.[20]
Neden?
Zira sebeb-i hilkat marifet.
Hayatın sermayesi de sayılı nefes. O hâlde, dedikoduyu kes. Biz ömrü, dedikodu
ile geçiriyoruz. Öyle değil mi? İnsaf ile bak kendine. Filancaya gidelim biraz
konuşalım. Ne konuşacaksın? Hak sohbeti mi? Bir marifet mi? İnsaniyete hizmet
edecek bir şey mi? O sana birkaç dedikodu yapacak, sen de ona birkaç dedikodu yapacaksın.
Zaten ilme ait bir sohbet olsa uyuklarsın. Dedikodu olacak ki gözlerin böyle
açılsın. Daha nesi var gıdıkla, biraz daha gıdıkla!
Şimdi hilkatin sebebi marifet
olunca, insanın hayatının sermayesi de sayılı nefes olunca, ilk emir: Dediyi koduyu
bırak, diyor. İkinci emir: Bu iş yani dünya sahnesindeki hayat sözle biterse
yanarsın, işle bitir, diyor. Anlatabildim mi acaba?
Nenemiz öyle idi. Nenemiz.
Onların ördüğü kumaşı hâlâ bugün yapacak belki makine bile yok. İçinizde biraz
ihtiyar nenesine sahip olandan birkaç parça eşyası kalan varsa baksın. Bir bürümcük[21]
gömlek yaparlar, bugün öyle bir makine yok örebilecek. Onu ibadet diye yapar.
Ahlakım bozulmasın, diye yapar. Boynunu büker, gergefini[22]
eline alır, tığını parmağına geçirir, o el haddizatında hiçbir vakit bozulmaz.
Nurdan yapılmış gibidir. Seksen yaşında kadın, pembe beyaz yüzü, kendine mahsus
bir ân’ı, bir dumanı. Seksen türlü yağ,
doksan türlü boya, yetmiş türlü şey, bıçakla kazısan belki zor çıkacak, fakat
yine o ân yok, yine o ân[23]
yok. Niye? Ân'ı Allah verir.
Dilberde meram ân olur endâm değildir garaz
Keyfiyyet olur meyde câm değildir
Bedava söylenmemiş bunlar. Fantâzi hayatındaki rekabette de bir ibret var. Onda da bir ibret var. Orada da bir marifet var. Herkes cemiyetteki sahasına göre bir müsabakaya çıkar, birbirine rekabet yapar fakat çul üzerinde yapmaz. Filanda şu kadar boynunda altın vardır, filanın şu kadar karatta küpesinin elması vardı, o sahada çıkar. Nihayet bir sıkıntı günü geldiği vakitte, herkesin sandığının içerisi bir emniyet sandığı olur. Sıkıntılı zamanında çıkarır. Şimdi de çula inkılâp eder. Bine, bin beş yüze, iki bine mal olur, sıkıldığın vakitte on beş kâğıda satarsın. Netice yok. Netice yok.
Cahil bir camia, mütemeddin[24]
bir camiayı taklide başladığı gün ilk önce sefahatini alır. Sefahatinden
kurtulup da lazım olan şeyi alıncaya kadar kendisi mahvolur gider. Tutunamaz. Kudret’in emrine boyun kesmiş, hilkati marifet
tanımış, sermaye-i hayatı sayılı nefes demiş, o hâlde bunun teker teker
ilerlemek olmadığını anlamış. Binaenaleyh herkes “kün” emrinin merkezinin
haricine çıkmaya imkân bulunmadığını duymuş. O hâlde teâli terakki ancak
birleşmekle olacağını anlamış, “Birleşin” emrine boyun kesmiş.
Zaten hakikate boyun kesmeyenler, muhakkak zillet
yumruğu ile ezilir giderler. Hilkat-i Âlem böyle doğmuştur. Allah ilk önce
bir hakikati meydana getirir. Gel bunun karşısında boyun kes, der.
Kesmem! Bir zillet yumruğu gelir, tav’an[25]
kesmeyeni kerhen kestirir ama kendi orta yerde kalmaz. Çöker, geçer gider.
Bak tarihi seyret, hep öyle. Birleşin, diyor. Çalışın,
çalışmak içün birleşin, birleşin çalışın. Birbirini bağlıyor, anlatabiliyor
muyum? Bu birleşip çalışırsanız, fakr-ı iktisadiden, fakr-ı ahlâkîden
kurtulursunuz.
Birleşemeyen milletler daima iki fakra müptela olurlar. Bir fakr-ı iktisadi, bir de fakr-ı ahlâkî. Fakr-ı iktisadi de bir belayı mübremdir.[26] Fakr-ı ahlâkî zaten muhakkak surette bir hüsran-ı ebedi gayyasına[27] yuvarlanmaktır ki ka'rı[28] yok, dibi yok çıkamaz. Çünkü insanın istiklal-i maddisi elinden alınırsa, istîdâdı nispetinde daima meydana getirebilir. Elli senede yüz senede muhakkak o istiklal-i maddisine sahip olur. Fakat istiklal-i manevisini kaybederse bir daha ele geçmez. Çünkü o Allah’ın bir vergisidir, ikinci sefer vermez. Anlatabildim mi acaba? Âdeti öyle vermiyor.
İşte onun içündür ki: Kadel
fakr-u küfren denmiştir. Hazreti Muhammed öyle diyor. Fakirlik az kaldı
küfür oluyordu. Biz bunu da ters anlarız. “Yaa, fakirlik ne güzel şeydir!”
Kim demiş sana? Güzel olur mu fakirlik?
Canın sıkılır öf dersin, Allah’a isyan edersin. Güzel olur mu? Nereden çıkardın
bu güzelliği?
Ama ya, Peygamber’in bir emri
var. “Ene eftahirû bi fakrî diyor. Ben fakirlikle iftihar ederim.”
O bizim bildiğimiz dilencilik mânâsına fakirlik değil. Hiçbir gün Hakk’a
karşı ben varım diye gönlümden geçmedi. Bu fakrımla iftihar ederim.
Anlatabildim mi acaba? “Benim hiçbir an öyle bir şey mübarek gönlüme gelmedi ki
bende varım diye bu hilkatin içerisinde diye bir şey hissetmedim. Bu yokluğumla
iftihar ederim.” O ayrı, bizim fakirlik ayrı. O ayrı bir şey. Öyle bir şeyse
iftihar et.
... Yerlerini söylüyorduk. (Yoruldunuz mu?)
Dayandığın yer kuvvet olunca
böyle oluyor, dedik. Hak olunca Hakk’ın şe’ninin[29]
neticesi sarışmak. Beşerin inleme sebeplerini söylüyoruz. Üç sebepten dolayı
inliyor. Nokta-i istinâdı kuvvet tanıyor. Orada yanıldı. İkinci sebep,
hedefi menfaat diye kabul etmiştir bugünkü insanlık. Şu işi yapacağız ne
menfaati var, deriz. Menfaati ne?
Hah İhtirasat-ı nefsaniye hiçbir
vakit beşerde tatmin olmaz kardeşim. Bu bazı insanlar istisna, kaideye girmez.
Hüküm eksere göredir. Bugün hiç vaziyeti bozuk bir adam “On bin liram olsa,
der. Şöyle bir iş, şöyle bir şey...” der, olur. “Yüz bin” der. Yüz
bin olur “Milyon” der. Milyon olur “Milyar” der. Milyar olur,
nüvilyonlar olur yine o ihtirasât var, cibilli.
Demek ki menfaat hedef olduğu
vakitte, insanın ihtirasâtını durduramıyorsun. O durmayınca inlemek başlıyor. O
hâlde hedef fazilet olacak. Anlatabildim mi acaba? Dedende hedef faziletti.
Faziletin neticesi, ben bu işi yapacağım ama Kudret ve içimdeki vicdanım bu
işten ne dereceye kadar razı?
Menfaatte nefis önde gider. Gelir
adamın önüne bir milyon. O onun, ona ait olmadığı, gayr-i meşru, gayr-i vicdani
olduğunu idrak eder. Fakat nefis der ki: “Sen mi kaldın doğru! Al, bu fırsat
eline geçmez.” Daima öndedir o. Onu geriye çekip de fazilet: “Değer mi
yahu! Bundan bu kadar insan zarar görecek. Sonra akıbet ne, netice ne? Değer
mi?” Tutar. Derhal beşerde o vakit sema ayağına iner. İşi yapan Allah’dır.
Sendeki niyeti görecek, ona göre halk edecek.
Hayat cidal diye tarif ediliyor
bugün beşeriyette. Hepimiz bunu konuşuyoruz. Hayat mücadeleden ibaret
diyoruz! Ohh! Cidalin neticesi paylaşmak,[30]
diyor Allah. Paylaşın bakalım!
İşte beşeriyette birbirimizi paylaşacağız, diye herkes böyle tetikte. Senin bana emniyetin
yok, benim sana itimadım yok. İtimat olmayınca huzur olur mu? Bir evde on nüfus
var hepsinin kafası ayrı işler. Hepsinin. Çocuğunun kafası sana tabi olmaz.
Cebine parasını verirsin, ihtiyacını giderirsin, iki arkadaşı geldiği vakitte böyle
yapar. “Yapacağımızı biz biliyoruz!” der, aldırış etmeden. Peşinden
gelmez, ya!
... Bildiği içün Kudret,
beşeri günde beş defa felaha davet eder. Resmi davet, beş defa. Vicdanının
sesi ile uyan, der. Gafletten uyan yakalanıyorsun, der. Batıl
insanın emelinin gayesine satılma, der. Hürriyet ararsan Allah’tan gelir,
der. Acaba anlatabildim mi?
İrade ve hürriyet yalnız Allah’tan
gelir. Allah’sız ne irade vardır ne hürriyet vardır. Allah’sız oldu mu, ooo…
Sen beni yakarsın, ben seni yakarım. Ona hürriyet denmez ki. Hürriyet
adalet-i mutlakayla kayıtlandığı vakitte hürriyet olur. Tabirime dikkat et.
Bir adamın hür olabilmesi içün, nefsinin ahkâmına tabi olmaktan kurtulması
şarttır. O vakit sana hür denir. Yoksa şekâvetini irtikâp etmeklik içün ortaya
atılmışsın, sana hür adam denmez ki. Kopkoyu nefsinin esiri, böyle adi bir
vaziyette esir, zelil, hakir! Onun içün tam bir şekilde nefsinin ve
infialatının[31] ahkâmına
tabi olmaklıktan kendisini geriye çeken adama, asûde kalan insana hür adam der,
ahlak. Hürriyet o vakit gelir.
O hâlde ne oluyor? Hürriyet demek ki insana Allah’tan geliyor. Allah’tan, irade
ve hürriyet oradan geliyor.
Esas hatlar koydum bu hafta,
bunları açmaklık, sağ kalırsak haftaya başlarız.
Birleşmek ittihat güç, ayrılmak
kolay. Meydan boş. Meydanı doldurmak sözle olmaz. Yalnız tasavvurla iş
görülmez. Kudret’i ağzından bileğine çek, diyor Allah. Konuş boyuna
ne faydası var, koluna gelmedikçe. İrade. Hürriyet. Eski konuşmalarımda bir
misal vermiştim, yine o misali vereyim size.
Bir meyvanın çekirdeğini alın;
kiraz, vişne, şeftali, kayısı, her neyse bir çekirdek alın. Farz edelim ki bir
şeftali çekirdeğini aldık. Bu çekirdek ne vakit hürriyetini ilan eder?
Çekirdeği dikeriz. Lazım gelen hizmeti yapıldıktan sonra çekirdek ilk önce bir
filiz, böyle ipekten narin bir vaziyette ki, maddecilere bir tokat vuruyor.
Kazmanın, baltanın, yaramayacağı bir sahadan, Kudret’in kendi lisanıyla ismini
anarak: “Beni muhafaza et, çekil bakalım.” diyerekten böyle bir çıkar. Güneşe de
Hazreti İbrahim’e emir olunduğu gibi: “Ey nâr ne yak ne dondur.” Beni de
o Kudret ona vermiş olduğu tesbihatıyla: “Beni yakmadan barındır.”
Her saha bir mucizedir ama
gözümüzün önünde daima dolaştığı içün kıymet vermeyiz. Ne mucize arıyorsun?
Kendinsin! Gözünü çıkar bir dirhem yağ parçası, nur-u rüyet. Beyefendi neresine
taalluk etti? Nedir görmek, kim tarif edebilir? Efendim gözün şebekesi…
Ben gözü sormuyorum sana. Fiil-i rüyeti soruyorum.
Konuşursun da konuşmanın ne
olduğunu bilmezsin. O hâlde niye âlemi inletirsin? Neyine güvenirsin? Saydığın
bilgilerin sahibini ver bakalım. Bankanın veznedarına benzer; o birçok ilim
adamıyım, diye geçinenler de. Veznenin önünde paralar durur; o böyle sarar, kırmızı
kalemle işaret eder, öbürküyle böööyle... Fakat onun o bakış para tarzından
gene oturuşunda bir eda vardır, sanki onunmuş gibi. Sayar sayar da bir binlik ara yerden eksik olursa buradan
damarı fırlar. Para nerede, bir müfettiş gelirse ne yaparım, diye. Ya
Zavallının değil ki, kendinin değil ki o. Bizim de bildiğimiz konuştuğumuz
şeyler sorsalar, deseler ki: “Ver sahibine” orta yerde bir şey yok. O onun,
o onun... Neyine güveniyorsun o hâlde?
Herkese verdi, seninki nerede? Nerdesin?
Acz-i mutlak içerisindeyiz. Bir
cephemiz çok kavî. Evet, Kudret; bizi eşyaya, eşyayı bize musahhar kılmış, her
şey emrimize amâde. Fakat bir anda gelir, gözüyle göremediğimiz, mevcûdiyetini
sezemediğimiz ufak bir mahlûkun pençe-i kahriyesinde mahkûm olur, zelil olur,
geçer, gider. Bir şey yok orta yerde. Herkes birisine çalışır.
[32]
وَنَحْنُ
الْوَارِثُونَ diyor. O kadar güzel söyler ki. Söyler söyler
de: Mirasçı benim, der Allah(cc). Bana çalışıyorsunuz. İnanan
da inanmayan da.
Hani bazı adamlara derler ki: “Azizim nedir bu kadar,
bu kadar çalışırsın, kime bırakacaksın?”
Yahu aptal olma, cevap ver. Kime çalışacağım? Mal O'nun,
O’na çalışıyorum. Niçün çalışmadın diye tepeleyecek. Ne kadar güzel çalışırsan o
kadar ağır karşılayacak. Anlatamadık galiba.
Hani der ki bazı insan: “Canım sen de şu işi yaparsın,
bu işi yaparsın, kime çalışıyorsun? Ne olacak bunun sonu?”
Kime çalışıyorum? Aptal mıyım? O’na çalışıyorum. Ne olacak? Kurmuş, tezgâh böyle kurulmuş. Pazar böyle açılmış, çalışacaksınız, diyor.
Ama kimisi Hakperest çalışır, kimisi hodperest çalışır. Yine
O'na çalışır. Kimisi güzel bir meyva olur, kimisi o meyvanın etrafında kimse
girmesin diyerekten dikenden bir koruluk olur. İster meyva ol, ister dikenden
koruluk ol. Anlatamadık mı misali? İkisi de o bahçenin. Biri bahçede güzel bir
meyva olayım, Hazreti İnsana kavuşayım, hıhhıh diyerekten yesinler. Biri de bir
diken olayım, bi köpek möpek içeri girmesin diyerekten etrafında durur. Sen ya
diken ol yahut çalılık, çırpılık yahut bir meyva ol. Gene oranın. Hep O'na
çalışılır, başka yer yok. İnanan inanmayan, çünkü öyle diyor:
وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ Mirasçı Benim. Çalıştırır, çalıştırır, yalnız almadığı bir malı vardır. İyi muhafaza edebilirse: İman. “Ona ilişmem, o seninle gitsin. Onunla çık Benim huzuruma da sana kendimi vereyim. Vereyim kendimi sana.”
Şeftali cekirdeği; oldu filiz, büyüdü, ağaçlandı,
yapraklandı, çiçeklendi, nihayet şeftali çiçeği çıktı. Ay tohum çıktı filan,
nihayet şeftali meydana çıktı, oldu. Kopardın, ilk diktiğin çekirdeği
şeftalinin içinde buldun. O dikmiş olduğun çekirdek hürriyetini ilan etti.
Anlatabildim mi acaba? Onun aslını onda buldun.
Senin de arazi-i kalbiyene
Kudret bir tohum ekmiştir, o meyva verip de eğer Hakk’ı orada bulmuşsan hürsün.
Ve illâ, nefsinin karanlığında kalmış, mahkûm kötü bir esirsin. Bilmem
anlatabildim mi acaba?
İradeye hürriyete Kudret misal
vermek içün ve kâinata ilan etmeklik içün şimdi burada bir dini misal verirsem
daha iyi anlaşılır. Öyle değil mi, insanda irade var mı yok mu onu gösteren bir
imtihan. Birçok hikmetleri var ya, hikmetlerinden bir tanesi de o. Kolay değil
insan.
(Kaset bitti)
[1] Tevcih: Döndürmek, yöneltmek. Tefsir
etmek. Birisini bir tarafa göndermek. Rütbe vermek. Bir kimseye söz atmak. Edb:
İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak.
[2] Dâru’l-Belvâ: Dünya, imtihan yeri. Belâ ve
musibet âlemi
[3] Talak 12. Ayet-i
Kerime:للّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ
مِثْلَهُنَّۜ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ
عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا
Meali. Allah O'dur ki yedi göğü ve yerden de onlar kadarını
yarattı. Emir bunlar arasında iner ki Allah'ın her şeye kâdir olduğunu
ve Allah'ın bilgisinin, her şeyi kuşattığını bilesiniz.
[4] Ta'ziz: Bir adamı aziz kılmak. Hürmet
ve muhabbetle sevmek.
[5] Hadis-i Şerif.
[6] Mahfaza: (Hıfz.
dan) Saklanmak
ve korunmak istenen bir nesnenin içine konduğu kutu.
[7] Zümer Suresi 42.
Ayet-i Kerime اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا
وَالَّت۪ي لَمْ تَمُتْ ف۪ي مَنَامِهَاۚ فَيُمْسِكُ الَّت۪ي قَضٰى عَلَيْهَا
الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْاُخْرٰٓى اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ
لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Meali: Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri
de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkor,
diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda
düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.
[8] İlâ âhirihî:
"Aynı şekilde devam eder" mânâsına gelen bir ifade; sonuna kadar.
[9] Hall-i hamur:
İçinde bulunulan koşullara uymak
[10] Muvâzene: Ölçmek.
Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. Düşünmek. İki şeyin vezince
birbirine denk olması. Uygunluk.
[11]Hadis-i Şerif
Buharî, Ezan, 7; Müslim, Salât, 12)
Kuran-ı
Kerim Kehf 38. . Ayet-i Kerime:وَلَوْلَٓا اِذْ دَخَلْتَ
جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَٓاءَ اللّٰهُۙ لَا قُوَّةَ
اِلَّا بِاللّٰهِۚ اِنْ تَرَنِ اَنَا۬ اَقَلَّ مِنْكَ مَالًا وَوَلَدًاۚ
[12] Mevsûl: Erişen.
Vasıl olan.
[13] Tahkir: Hareket
etmek. Hor görmek. Küçük görmek. Aşağı ve alçak addetmek.
[14] Merbut: Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş,
bitişik.
[15] Gabî: Anlayışsız, ahmak, bön.
[16] Zariyat Suresi
56. Ayet-i Kerime: وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ
اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
Meali:
Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.
[17] Hadis-i Şerif: Keşfü'I-Hafa,
11,323.
[18] "Kınamayınız,
kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz." Hadis-i Şerif
(Tirmizi,
Kıyamet, 53, no: 2507; Beyhaki, Şuabu'l-İman, 5/315, no: 2778; bk:
Keşfu'l-Hafa, 2/265)
[19] Ta'yib: Ayıplamak. Kötülüğünü söylemek.
[20] Mebsuten mütenasip: Doğru orantı; birbirine bağlı olan ve biri arttığında öteki
de artan iki büyüklük arasındaki nispet.
[21] Bürümcük/Bürüncek:
Bükülmüş
ham ipekten dokunan ince kumaş
[22] Gergef: Genellikle dikdörtgen biçiminde, üzerine nakış işlenecek
kumaşın gerildiği, iç içe geçebilen iki çerçeveden oluşan araç.
[23] Ân: (ﺁﻥ) i. (Fars. ān) Güzellik,
alım, câzibe [Daha çok hüsn ü
ân şeklinde kullanılır]: Ey bana ân-ı
yârdan söz açan (Rûhî-i Bağdâdî). Halk içre bir
âyîneyim herkes bakar bir ân görür / Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger
yaman görür (Niyâzî-i Mısrî)
[24] Mütemeddin: Medeni, görgülü, terakki etmiş. Şehirleşmiş olan.
Bedeviliği, göçebeliği bırakıp medenileşmiş olan
[25] Tav'an: İsteyerek.
Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
[26] Mübrem: Kaçınılmaz
olan. Vazgeçilmez olan. Acele yapılması lüzumlu bulunan. Elzem.
[27] Gayya: Cehennemin
beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamayacağı
korkunç yer.
[28] Ka’r: Deniz, kuyu vb. şeylerin
dibi, dip.
[29] Şe'n: İş,
yeni olan hal. Şan. Tavır. Hâdise. Vâkıa. Kasdetmek. Emr ü hal.
2 yorum:
Ama ya, Peygamber’in bir emri var. “Ene eftahirû bi fakrî diyor. Ben fakirlikle iftihar ederim.” O bizim bildiğimiz dilencilik mânâsına fakirlik değil. Hiçbir gün Hakk’a karşı ben varım diye gönlümden geçmedi. Bu fakrımla iftihar ederim. Anlatabildim mi acaba? “Benim hiçbir an öyle bir şey mübarek gönlüme gelmedi ki bende varım diye bu hilkatin içerisinde diye bir şey hissetmedim. Bu yokluğumla iftihar ederim.” O ayrı, bizim fakirlik ayrı. O ayrı bir şey. Öyle bir şeyse iftihar et.
Konuşursun da konuşmanın ne olduğunu bilmezsin. O hâlde niye âlemi inletirsin? Neyine güvenirsin? Saydığın bilgilerin sahibini ver bakalım. Bankanın veznedarına benzer; o birçok ilim adamıyım, diye geçinenler de. Veznenin önünde paralar durur; o böyle sarar, kırmızı kalemle işaret eder, öbürküyle böööyle... Fakat onun o bakış para tarzından gene oturuşunda bir eda vardır, sanki onunmuş gibi. Sayar sayar da bir binlik ara yerden eksik olursa buradan damarı fırlar. Para nerede, bir müfettiş gelirse ne yaparım, diye. Ya Zavallının değil ki, kendinin değil ki o. Bizim de bildiğimiz konuştuğumuz şeyler sorsalar, deseler ki: “Ver sahibine” orta yerde bir şey yok. O onun, o onun... Neyine güveniyorsun o hâlde? Herkese verdi, seninki nerede? Nerdesin?
Yorum Gönder