084 (69) 55 dk (28.09.1960)
Akıl öyle bir nur-u Rabbanidir ki; hissin galatlarını tashih eder, meçhulden malumu çıkarır, yalnız âlem-i hikmette geçer. Beşer ise yalnız âlem-i hikmetle alakadar değil. Âlem-i kudretle de alakadar olduğu içün, akıl onun bütün ihtiyacına kâfi gelmediğini anlattık. Tabi âlem-i hikmet dendiği vakit; bu üstünde bulunduğumuz, dünya denilen dirliği kısa, ikbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenmiş olan sahne. Daha doğrusu üç günlük hayatın, ebedi hayata vasıl olabilmesi içün bir iskele. Öyle değil mi? Bunları söylemekten maksat insan mefhûmuna geçmek içündir.
İnsan... Senelerden beridir
konuşuyoruz. İnsan nedir? Gelişindeki ve gidişindeki hikmet nedir? Hilkatindeki
gaye nedir? Elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret olan vücûd-u
sahibisi, nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığar da içinde sessiz
sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan mânâsı bütün kainata muhit olan bu varlık nedir?
Asıl mevzûun an yeri bu:
Niye gelmişiz, nereye götürülüyoruz, nereden gelmişiz, ne yapacağız? Dört tane
şey: Nereden geldik, niye
geldik, ne yapacağız, nereye götürüleceğiz?
Bugünkü Hürriyet gazetesinde bir
yazı var, okuyun. Müspet ilim mevzûuna girdi, diyor. Uzun boylu izahını
yapıyor. Ölüm asıl doğmakmış, diyor. Orada birçok tarifler var. Bizim
senelerden beri konuştuğumuzun bir noktasını, müspet ilimle açıklamaya
çalışıyorlar. Daha çok açıklanacak şeyler var ya! Ee, o hâlde artık insan seciye-i
insanisini ayakaltına almamalı. Pek
ucuz satılmamalı. Zalime uşak olmamalı. Hayat-ı ebedisini, nefsinin semen-i[1] kalîl[2]ine[3] adi bir mataha değişmemeli, faniyi baki ile
değişmenin çarelerini aramalı. Evveli bir parça acaba filan, varsa da
acaba girmez ya. Artık bunlara da yer kalmamıştır.
Mânâ âlemi Allah’ın merhameti ile
tecelli etmiş, herkese elini açmış ve “İnanın artık!” diyor. İnan! Zira imanda ümit, imansızlıkta ümitsizlik vardır. Ümitsiz
adam yaşıyor muyum zanneder hayatta? Meyus insan sayılı nefesini verirken acaba
hayatta mıdır o. Ümitsiz kimse hayatta mı kendisini zanneder. İnsana hayat
veren bir müessesenin aleyhinde bulunmak kadar divanelik var mıdır? Hayat
veriyorsun.
Yine her hafta tekrar ettiklerimizi
biraz daha izah edelim. Hepimiz itiraf ederiz ve biliriz ki, bizim gelmemizde
gitmemizde ihtiyârımız yok. Yani sormadılar. “Beyefendi hanımefendi, bir âlem-i
şuhûd vardır. Dünya denilen bir sahne vardır, siz oraya teşrif eder misiniz?”
Kezâ burada da emir olursun, âlim olursun, memur olursun, sâni[4]
olursun, tacir olursun, herhangi bir sahada Kudret seni kullanır, bir şey
olursun. Yine sormazlar. Evet, gelmede gitmede ihtiyâr yok.
O hâlde mahz-ı[5]
esirsin? Fakat insana esir olma, Allah’a
Allah’a... Ve O’nun namına çalışacak olursan kârın çok olur. Anlatabildi mi
acaba? Bir adamın gelmede gitmede ihtiyârı olmazsa nedir o? Hakkın esiridir.
Fakat Hakk’a esir olurken nefsine esir olur da kalırsan, hüsran-ı ebedi
gayyasında cayır cayır yuvarlanır gidersin. Şu üç günlük hayatın içerisinde
büyük bir sahaya kavuşmak var.
Allah zevkini tadan kimselere,
diğer zevkler azap gibi gelir. Zapt et bu cümleyi. Anlatabildim mi acaba?
Bu cümleyi söylemek içün geldim bugün. Allah
zevkini tadan kimselere, diğer zevkler zevk değil de azap gibi gelir. El verir
ki o zevki tatmalı. Hilkatin müntehâ-i[6]
vücûdu bir yeredir. Sen düşün taşın ilme vur, nereye vurursan vur, bütün
hilkatin nihayet vücûdu birisine gider.
Devşirilmiş otur. Pek başını
yukarıya kaldırma. Devşirilmiş elbiseye iğne batmaz. Hakk’a esir olursan, Hakk’ın esiri
olduğunu anlarsan, Hak senin vicdanına bir hürriyet bahşeder. Hakk’a esir
olmadıkça vicdanen hür yaşayamazsın. Anlatabildim mi acaba, en ince
noktayı? Hakk’a esir olduğun andan itibaren, Allah senin vicdanına hürriyeti
kabul eder. Sana o vakit, o hür damgasını vurur. Başka türlü olmaz.
Vicdanlara zevk-i
hürriyeti tattıran müessese imandır. Ondan gayrısı hiçbir şey tattıramaz. O
laftır o. Çok hürriyetler, çok keyif için harcanır gider. Çook. Bu işin de
zevkini anlamak içün de yalnız daima topraktan çıkan gıdayla beslenen vücut
anlamaz. Birazda gönülden çıkan gıdayı yiyecek ki, vücûd-u ruhânisi bu işin
zevkini alabilsin. Boyuna topraktan çıkan gıda ile tenini besler de ruhunu
beslemezse gelir gider, göçer geçer. Bir şey yok orta yerde.
Kâr-ı Hak, bütün kârların üstündedir. Bizi,
bu âleme kazanmak için
getirmiştir. Anlatabildim mi acaba? Şimdiye kadar söylemedim. Gelmişiz,
niçün gelmişiz? Kazanmak içün. Bu âleme gelişteki gaye kazanmak. Hem manen hem
maddeten, kazanacak. Maddeten kazanacak Allah’a teslim edip geri gidecek.
Herkesin hizmeti O’na. Kendisine hiç kimse çalışmaz. Çalıştırtmaz ki! İnanan da
inanmayan da O'na. Üç Dört ders evveli konuşmuştuk.
وَنُم۪يتُ
وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ [7]
diyor, kendisi. Mirasçı Benim, diyor. Çalıştıracağım çalıştıracağım, Bana
bırakacak. Sonra beyan eder kendisi, üç beş haftadan beri tekrar ediyorum,
bu cümle çok zevkime gidiyor da sizinde zevkinize gider diyerekten tekrar
tekrar söylüyorum.
“Ehl-i inkâr diyor, maddenin kesâfetinde
kalanlar, inananlarla eğlenirler. Sizin cemiyette ne mevkiiniz var, derler.
Bizim yaşayış tarzımıza bizim debdebemize, bizim tantanamıza bakın, bir de
sizin şu mütevâzı hâlinize bakın. Bir mânâ demişsiniz, bir Allah demişsiniz, gönül
vermişsiniz ama siz zavallısınız. Bak biz gerim gerim geriliyoruz. Saha bizim!”
Böyle derler, diyor Allah Büyük Kitap’ta. Onlara kendi cevap veriyor. Diyor ki:
“Habibim biz böyle mühlet veririz, bunları söylerler. Bu mühleti biz kendi
irademiz dâhilinde veririz. Bu mühleti vermekle bizim tecelliye-i kahriyemizden
kurtulmuş değillerdir. Bizim hududumuzun haricinde bir hudut yok ki. Bizim
hududun dâhilindedirler. Yalnız onlara şimdilik; de ki: “Sizden daha muazzam
kavimler geldi, sizden daha mutantan yaşayanlar geldi, sesi geliyor mu? Sesini
işittirebilir misiniz?” Bir şey anlaşılıyor değil mi bu cümlelerden? Elbette,
insan bir şey anlar. Sesi geliyor mu, diyor. İşittirebilir misiniz?
Bunlar böyle aşikâr olduğu hâlde
niye birbirimizi sevmiyoruz? Neden hâlâ birbirimizi imha etmeklik ihtirası ile
çalışıyoruz. Ne vakit seveceğiz? Sevmiyor beşeriyet, birbirini sevmiyor. Onun
için huzursuz yaşıyor. İşte, ihtirâsât-ı nefsaniye ile kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirâsât-ı nefsaniye ile yıkılıyor. İlim marifet kötülüğü
önler, diyorlar. Allah’sız önlenmiyor kardeşim. Kötülük önlenmiyor. İlim
marifet önleyemiyor. Kötü Allah’sız olursa ilim marifetlen kötülüğü artıyor.
Eksilmiyor.
Ne irfandır veren ahlaka ulviyet ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdan'ın
Ne irfanın tesiri kalır katiyen ne vicdanın
Ne güzel söylemiş. Tabi buradaki
irfan, örfün irfanı. Bir de ahlaka ait olan irfan değil buradaki irfan. Bizim
bildiğimiz, beş on sayfa bir şey bilir, birkaç şeyler öğrenir filan, ona ait
olan irfan. Bir de irfan var o ayrı. O, Hakk’ı kabul ettikten sonra hâsıl olan
bir mânâ. O, ayrı o. Buradaki irfan cemiyetin kullanmış olduğu tabir. Efendim
ilm-i irfanı var onun, der. Şu kadar müktesebât-ı ilmiyesi var, bu kadar şusu
var busu var, fakat Allah’sız mı? Önleyemiyor, kötülük önlenmiyor. Bir şey
okuyacaktım da gelmedi hafızama.
Kimin var ise zâtında şerâret küfrü
Her kimin var ise zâtında şerâret küfrü
Istılâhat-i ulûm ile müselman olmaz
Ger kara taşı kızıl kan ile rengin etse
Rengi tağyir olur ama lâl-i Bedehşan olmaz
Eylesen tuti’ye talim-i edâ-yı kelimât
Nutku insan olur amma özü insan olmaz
Gelelim mevzûun gene bıraktığımız
noktasına. Demek ahlak iki kısma ayrıldı; birine vazifeden doğan ahlak,
diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye edildi. Vazifeden doğan ahlakın menşeinin
akıl olduğunu, ışktan doğan ahlakında mastarının kalp olduğunu söyledik.
Tarihin en eski efendisi olan;
inkârı gördüğü yere imanı, zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi va’zeden
ve asırlarca medeniyetini taklit ettiğimiz âlemi, adaletle kendi hâkimiyetinde
tutan deden, bu ahlakın hangi kısmına sahipti? Aşktan doğan ahlaka mı vazifeden
doğan ahlaka mı? Aşktan doğan ahlaka sahipti. Bire on dövüşür, evvela canan
sonra can diye yaşar, berikinde evvela can sonra canan. Fakat bizim dedemiz
öyle değil. Evvela canan. Öbürkünü tenkit ediyor mânâsına değil, bugün hepsine
biz razıyız. Sertac-ı ibtihâcımızdır. Fakat şu deden neylen hangisi ile hilkat etmişti.
Aşktan doğan ahlak ile. Hâlen gine öyledir o. Bizim damarımızda da o vardır.
Dünyanın her tarafında manevi
zehirli gaz sıkıldı. Herkes istîdâtı nispetinde bir şey aldı. Tabi bütün dünya
üzerinde tesiri görüldü. Bizde de görülmüştü fakat bizim nakış çok güzel olduğu
için ufacıcık bir şeyle süpürüldüğü vakitte, yine altındaki o senin dedenin
büyük mânâsı pırıl pırıl parlar. Gel bunu muhabbet süpürgesi ile süpür, yine
aynı satveti al. Verir Allah. Bizâtihi ona varis ol.
Terakkinin tarifi, lafla
değildir. Terakki şöyle tarif edilir; servet-i eslâfa[8]
servet-i ahlâfı[9]
ilave etmekle olur. Babanın malına evlat mal koyması ile olur. Baban
karadan gemi yürüttü. Muhâli mümkün yaptı. Değil mi? Hakiki medeniyeti kurdu.
Aman, diyene kucağını açtı. Sen öyle bir sonradan olma bir camia değilsin ki.
Kökün çok kuvvetli. Yaa, kökün çok kuvvetli. İyi duymuşsun, bende emanet-i Hak
var diyerekten. Mesele bunu duyabilmekte. Değil mi ya? Bende Hakk’ın emaneti
var. Onu idrak etmiş deden. Öyle yaşamış. Bunu duyduğu dakikadan itibaren
insan yol alır. İşte onun için dost aramış hayatta.
O cahili tarif ederken, doğru
histen mahrum adam diye tarif etmiş. Kestirme yollarla yürümüş. Hangi adam
doğru histen mahrumdur, cahildir demiş. İsterse bir hayvan yükü kitap okusun.
Doğru histen mahrum, diyor. Cahildir. Sonra hiçbir vakit zulme divan durmamış.
Ruhunda daima istiklale ait büyük bir neşe taşımış. Hiç kat’iyen, boyun
kesmemiş. Minnetle yaşamamış. Belvâya girmiş çıkmış. Zülfe toz kondurmamış,
ruhsara el sundurmamış. Zulme divan durmamış. Bilmem bir şey anlatabiliyor
muyum? Sûrî hayata kıymet vermemiş. Allah var ben ölmem, demiş. Ölen
zalimdir, demiş. Ölen münafıktır, demiş. Ölen insan haklarını çiğneyendir,
demiş. Ölen insanları inletendir. Ben hakperestim hodperest değilim. Nefsime
tapmadım, Allah’a taptım, bu zevk ile yaşamış, hür yaşamış. Hiç kıymet vermez.
Ama sen mesela bazen tenkit
edersin. “Canım şehrin en güzel yerinde de bir kabristan yapmış. Bu da ne
biçim, ne ruhsuzmuş!” dersin. Ben kulağımla işittim de söylüyorum.
Ruhsuzluğundan değil, tam ruha sahip olduğundan dolayı. Ondan büyük bir şey yoktur
ki, insanı ibrete sevk edecek. Ondan değil o.
Beşer, hâl-i gadabında
hayvandan aşağıya düşer. Anlatabiliyor muyum acaba? Beşer, hâl-i tagaddubunda[10]
hayvandan aşağıya düşer. İnsanda bu boyuna birçok devreler vardır. Çirkin
niyetle pür heyecan giderken karşısına gelir. “Yahu dünkü dostum burada, değer
mi ya?” Anlatabiliyor muyum acaba? “Dün ölümle tebdil ettiğim dostum burada,
bak şurada babam var, netice ne? Bana da bir kumanda verildi, gitti çukura!”
Derhal dizginlerini çeker. Nefsinin dizginlerini çeker, huzur olur. Kan emmez.
Onu bilmez değil. Onların hepsini bilir. Onun bilmediği şey yok. Onun her hâlinde
hikmet vardır.
Cenazesini götürüşünde bile
hikmet vardır. Hiçbir sahada yoktur o incelik. Her hâlinde. İnsan bu âlemden
diğer âleme geçtiği vakitte bu anâsırla alakası kalmaz. Onunla alakası yoktur.
Ama e bak ne güzel yıkıyoruz bilmem şunu yapıyoruz, böyle ediyoruz, onlarda
incelikler var. Onunla alakası yok. Vücûd-u müktesebe-i maneviyesi neyse ona
girer. O, ne demek? Hayatında bütün işleri ile vücûd dokumuştur. Burada
konuşuyorsun, dünyanın bir köşesinde dinliyorsun, değil mi ya! Demek ki bir şey
zayi olmuyor. Ef’ali, sözleri hareketleri, a’mali, niyeti, ona bir yeni vücûd
yapmıştır Kudret. Giy bakalım, der. Anlatabildim mi? Artık hangi cins vücûdsa o
cinse girer. Gir!
Ef’alinden, a’malinden, halk
olunan ona vücûd-u müktesebe-i maneviye denir. Gider onun içerisine… E bu, bu ne oluyor? Öyle diyor, Hazreti Muhammed. “Ruhun
gelini” diyor. Sana elli sene, atmış sene, yetmiş sene hizmet etti. Köpek ölüsü
gibi orta yerde bırakma, vefakâr ol. Seni taşıdı, gezdirdi, birçok yerlerde
kullandın. O, senin varlığının bir vesikasıdır, o. Nasıl ceketin dendiği
vakitte, bu gömleğin dendiği vakitte, bu gömleğin bu tenden haberi yoksa (Bin
defa söyledim) bu tenin de benim mânâmdan haberi yoktur. Bu, nasıl bu tenime
gömlek olmuşsa, bu da benim mânâma gömlek olmuştur. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Ahmet isminde biri sevkiyat âleminden,
dünya denilen sahaya geldi. Ne malum? İşte vesikası. Kendisi bu değil mi,
kendisi bu değil. Kendisi ne? İşte kendisini bulmaya gönderdiler ya, onu
kazanacak. Ne içün? Demek ben bu değilim. Hayır, bu değilsin sen! Senin
varlığının, senedi o, vesikası o. Hüviyetin, zahiri hüviyetin. İşini bitirirler
kasaya tıkarlar. O hüviyet o topraktan gelmiştir, gene o toprağa. Ya mânâ? Mânâ
artık senin kazancına bağlı.
كُلُّ
نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ رَه۪ينَةٌۙ [11] Herkes
kendi kazancına rehin edilmiştir. Terhin edilmiştir.
Bir anda şöyle bir hesap
yaparsın, hayatının teklifin vaki olduğu andan şu ana kadar ne ile vaktini
geçirmişsin? İyilik mi galip kötülük mü galip? Kendin derhal hükmünü verirsin.
Ömrümüz çukur tarafına geçti. Anlatabildim mi acaba? Ömür çukur tarafına gitti.
Gurub da yaklaştı, hâlâ birbirimizi yiyoruz. Ne hırstır ne tûl-i emel anlamam.
Ömür, çukura yaklaştı. Çaha, çah[12]
kuyuya. Öyle değil mi? Dün bugün için rüya,
bugün de yarın için rüya. Gurub da yaklaştı, onun için yalnız bu
zahir gözün ile bu işleri göremezsin.
Allah’tan bir şey istiyorsan, “Hakikati
görecek bana göz ver.” diye yalvar. Başka bir şey isteme. Kısalt. İsteyeceğini
Allah’tan kısalt. Uzun boylu değil. “Ne olursun bana bir göz ver de göreyim.”
de. İnsan kendisine Rakip[13]
olanın gözüyle yürürse görür, yoksa bu zahiri kafa gözü, beygirin gözüne
benzer. Anlatabildim mi? Fakat o beygirin üzerine temiz bir kumandan, iyi bir
süvari verir de gözünün nurunu, beygirin gözüne eklersek, o beygir nereye
gitmez. İnsanlığı zulmetten nura çıkarmaklık içün, nefsinin hayrını ayakaltına
alarak çalıştığı zaman, ücretsiz külfetsiz minnetsiz.
Davenport[14]
öyle der. Onun bir harika, bir mucize olmasına, delil mi ararsınız, der. Bir
defa ilk iman edeni karısıydı. Bir adam hariçte kendisini şöyle böyle
tanıttırabilir. Fakat kendi karısına tanıttıramaz. Ben seni bilirim, der.
Anlatabiliyor muyum acaba? Sonra ne de olsa, der. Beşeriyette bir hâl vardır.
Genişledikçe saha değişler, genişler. İnsan pişirici iklimden tek başına açmış
olduğu davayı hangi evden açmışsa tekrar bütün mukadderat eline teslim olunduğu
vakit bir saraya kurulmadı, der. Yine o mütevâzı evine geldi oturdu. Çok
insanlar gelip karşısında el pençe divan durup yarı yerlerine kadar eğildikleri
vakitte yüzü kızarır ve terler, “Yapmayın, yapmayın, ben çömlek içinde et
yiyen kadının oğluyum” der, reddederdi der. Biz züğürtken başka türlü
konuşuruz, paramız varken başka türlü konuşuruz, rütbemiz varken başka türlü
anımız olur, düştüğümüz vakitte başka türlü anımız olur. Anlatabiliyor muyum
acaba işin inceliklerini?
Sen o Firavunu çok ayıplama.
Firavuna yapılan şeyler bize yapılsa acaba biz firavun olmaz mıyız? Allah
merhamet etmiş de o sahayı bize vermemiş. Firavun, firavun olmazdan evvel öyle
değildi ki. Muhiti firavun yaptı onu. Ne söylediyse evet efendim dediler. Ufak
bir işaret ettiği vakitte hemen karşısında el pençe divan durdular. Şöyle bir hâlinde
en nihayet dediler ki: “Sen rabsin yahu!” dediler. O da kendi kendine insan da
öyle bir hâl vardır acaba öyle miyim dedi. Nihayet [15] اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ dedi.
Âcizi bulduğun vakitte tahakküm
ettin mi işte firavunluk neşesi vardır, demektir. Ufak bir kendini kontrol et.
Kime dişin geçiyor da onun üzerinde duruyorsan, firavunluğun var. Mâfevkine
karşı köpek, kendinden bir numara yukarısına karşı köpek, bir numara aşağısına
karşı kurt olarak yaşıyorsan, mahz-ı firavun namzetisin. Sahayı bulamamışsın. Saha
müsait gelmemiş. Ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz hiçbir şey beklemek yok. Ücret
yok, külfet yok, minnet yok. Hısımlar hasım, bütün medeniyetler hasım. Biz
zannediyoruz ki o şöyle ufacık Ceziretü'l-Arab'da şu kadarcık bir insan. Yoook.
Bütün dünya, bütün dünya bir şahsa cephe almış. Ama Allah’ın Kudret’i her yerde
beyan olur, aşikârdır.
Dünya daima iki hâkimiyetle gider.
Âdet-i İlâhi öyle, biri celal biri cemal. Her zaman iki büyük varlık olur,
ufaklar o varlıklara istîdâtları nispetinde uyarlar. O vakitte iki büyük varlık
var; Kisra hâkimiyeti, Kayser hâkimiyeti. Kisra’da hasım, Kayser’de hasım.
Hısımlar da hasım. Tek başına; ordu yok, masa yok, kasa yok, bir şey yok. Esbap
yok, yalnız esbabı yapan Müsebbib var. Yani Allah var. İrade-i İlâhiye
esbaba muhtaç değil. Esbap irade-i İlâhiyeye muhtaç. Acaba anlatabiliyor
muyum? Mesele burada.
Nihayet ana vatanından hicret etti. Bir kerimesi vardı,
baba aşkı ile nısfü'l-leyl[16]de
“Dayanamayacağım, babama gideceğim.” dedi.
Nasıl rencide edebiliriz dediler, hasımlar.
“Büyük bir para verelim, yolda kızı öldürsünler. Ondan
çok müteessir olur.” dediler.
Hazreti Fahr-i Âlem çok müteessir olur.
Güzel deveye biniyor, iyi hecine biniyor Peygamber’in
kızı. Çok süratli böyle, ok gibi gidiyor. Arkadan yetişen de haddizatında o da
iyi binici ama yetişemiyor. O daha kuvvetli gidiyor.
Nihayet bir mızrak fırlattı, deveden düştü. Hamileydi,
ıskat-ı cenin oldu ve onun neticesinde de âlem-i cemâle gitti.
Zaman geldi Kudret, dünya mukadderatını o bir avuç
insanın eline koydu. Allah’ın ağası değilsin ya. İstediğim gibi tasarruf ederim,
der. Bir avuç insanın içine koydu. Katil müteessir oldu, çok. Anladı, ağlaya
ağlaya geldi. Böyle oturuyorlardı. Birçok dostları ile beraber, girdi içeriye,
gözleri kan çanağı içinde: “Bu alçağı imha edin!” dedi, kendisi içün. Kendisi
söylüyor.
“Yalnız bir niyazım var, huzurunda dostlarının yanında ikrar ediyorum: Ve dina billahi ve bil İslami dinel ve bil Muhammedîn Nebiyyen.Razı olmuşum, teslim olmuşum. Bu imanımı kabul et ve beni imha et!”
Sordu Cenab-ı Peygamber, dedi ki: “Niye böyle ısrar
edersin?”
“Ben imha olacak bir adamım!”
“Biz dedi, imhaya memur değiliz, ihyaya memuruz.”
Anlatabildim mi acaba?
Bak şimdi medeniyetin esasına bak.
“Biz imhaya memur değiliz, (Yanlış anlaşılan nokta
bu) Biz hayat vermeye, hayat almaya memur değiliz. Biz hayat vereceğiz.
Benim nefesim atiye-i rahmettir.”
“Bilseydi yapmazdı, diyor. Verme bir ceza Ya Rabbi, diyor.
Bilmiyor da yaptı. Beni senin tarafından böyle tamamıyla bir merveani fekat
enel hak nutkunun hakiki sahibi olduğumu bilseydi, yapmazdı. Yapma ceza,
bağışla bana.”
Pek azdır yani ya. Bir damatlarından Ebu Leheb’in oğullarına inkisâr etmiştir, bir de bir yerde gücüne gitmiştir, inkisârda bulunmuştur.
من کنت مولا فهذا علي مولا Ben
kimin efendisiysem Ali de onun efendisidir, dedi bir uzun hutbede. Veda
hutbesinde… Bu âlemden çekileceğine işaret verdiği hutbede. Bir daha
buluşamayız, dediği hutbede.
Orada: “Ben kimin efendisiysem Ali de onun efendisidir.” dedi.
Biri kalktı küstahça. “Sağlığında kendini bize kabul ettirdin,
şimdi de gidiyorsun, amcanın oğlunu mu kabul ettiriyorsun!” dedi.
Gücüne gitti. “Çıkamazsın inşallah buradan!” dedi.
Çıkarken binanın üst eşiği üzerine düştü ve orada imha
edildi.
Bir de Ebu Leheb’in oğulları, Peygamber’in iki kızını almıştı.
Eve geldiler, babası ve annesi…
(Bir ana baba içün bâhusus kız evlat -kız da erkek de- bâhusus kız evlat, masum olarak atılırsa
hayatında çok büyük rahne olur, diyor Peygamber. Eğer o ana baba hakikatten bir
anne baba ise. Bilmem anlatabiliyor muyum inceliğini?)
Dediler ki: “Hiçbir şeysini vermeksizin hava karardıktan
sonra kapıdan dışarıya bunları atacaksın. Boşayacaksın.” Aynen yaptılar. Masum.
“Hayır ne?”
“Baban Allah dedi”, diyor. “Zayıf kavîden serbestçe
hakkını alacak. Aciz insana tapılmayacak. Biz memleketin ileri gelen rüesasındanız,
bizim nüfuzumuz kırıldı.”
Anlatabiliyor muyum acaba? Binaenaleyh ona işkence
olacak. Onu rencide etmek için.
Ağlayarak geldiler. Anlattılar.
“Ya Rabbi! Senden ben böyle acı şeyler temenni etmem ama
artık içime dayandı bu, dedi. Canavar parçaladığını işiteyim.”
Ve onun üzerine: Yahtezzü'l arşı mine'l talak.[17]
“Yahtezzü'l arşı mine'l talak. Sebepsiz olarak
boşanmadan Allah titrer. Bunlar arş-ı İlâhiyi titrettiler. O titremeden benim
gönlüm titredi, nihayet böyle dedim.” dedi.
Zaman geldi hakikaten bir seyahatlerinde bir yerde
kaldılar, bir yerde kaldılar. Toplu bir vaziyette kalabalık, böyle. Bir aslan
geldi, hepsi uyuyor, hepsini kokladı, kokladı kokladı; onları buldu, parçaladı,
geçti, gitti.
Söyleyeceğimiz yer burası değil. Buraya uğradık. Yani imhaya değil, ihyaya gelmişine, misal veriyorduk.
O ısrar ediyor. “Ferşten arşa kadar benden alçak adam yok,
diyor. Bana hayat vermeyin, ben o hayata layık adam değilim.”
“Nedir senin suçun yahu bu kadar ısrar ediyorsun?”
“Sormayın, dedi. Yalnız benim imanımı kabul edin, imha
edin.”
“Yok! Söyle bakalım.”
dedi.
“Ben öyle bir caniyim ki, sizin cüz-ü pakiniz olan,
sizden bir parça olan o masum kızınızı şehid eden alçağım!” dedi.
Onun üzerine başladı Resul-ü Zişân ağlamaya.
Yanındakilerine dedi ki: “Evlâdımdır, yanarım. Ciğerpâremdir severim fakat bunun hâline ondan
fazla yanarım.”
Ve herkes bakıyor ki ne yapacak, ne diyecek diyerekten.
Mübarek ellerini kaldırdı: “Ya Rabbi, bana bağışla. Bu
hakkı ondan isteme!”
Ve onun üzerine böyle buyuruyor: “El-İslâm yecubbu mâ kablehû[18]
Bu samimi imanından sonra evvelkileri mahvedilmiştir. Hesaba katılmayacak.”
Anlatabildim mi acaba? Hani yapabilir misin? Bunlar öyle
pek yapılacak işler değil bunlar. Oraya ait işler.
Gelelim insana... İnsanın tarifini yapıyorduk ya. İnsan ne? Zahiri malum. Elli atmış kiloluk kan ve kemik torbası. Mânâsı. Bende dinleyenin mecmûuna insan denir. Yahut bende konuşanla sizde dinleyenin mecmûuna insan denir. Cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd[19] buyurulmuştur.
İnsan insanın ayinesidir, deniyor değil mi ya? Bazen misal veririm size. Netice itibariyle
beşeriyetimizin galebesi ile herkeste bir emel vardır. Bir şeye sahip olmaklık.
Bunun ifratı ihtirasa çıkar, hırsa çıkar. Hırs, haseti meydana getirir. Hırs
ateşi ile haset nârı ile bir insan, büyük bir azaba nail olur. İfratından bir
tarafa gelecek olursa, eh nispeten makbul olabilir. Fakat şöyle bir şey olsa,
Kudret dese ki: “İşte bütün mevcûdâtı varlığı ile beraber, arşı ile seması
ile ne kadar var ettiğim varsa sana verdim. Fakat insan sınıfını kaldırıyorum,
tek başına bulun. İster misin?” Tevahhuş[20] eder,
yaşayamazsın bir defa. Hiç imkânı yoktur. O hâlde demek ki, insan insana
muhtaç.
Geçen konuşmamda tekrar ettiğim gibi: Ruh-u menfûh ile tekrim edilmiş
insan. Bir ruh-u izâfimiz var bizim. O tekrim dolayısı ile bize irade verilmiş.
Anlatabiliyor muyum acaba? İrade. O iradenin birçok imtihanları yapılmış.
Teklif vaki olmuş. Şu hayırlarda bulunacaksınız, şu kötülüklerden
kaçınacaksınız. Buna şöyle bir misal vereyim, dini bir misal vereyim de daha
iyi anlaşılsın. İster misiniz? Yoruldunuz mu yoksa? Dini misalde bu mevzû daha
iyi anlaşılacak. İrade mevzûu. O misali vermezden evvel şöyle bir misal vereyim.
Şuradan kaynar bir su döktünüz mü taşın üzerine, şu pencereden dökün, taş
yerinden kıpırdamaz. Durur değil mi ya. Bir hayvan olsa şöyle bir kaçar. Bir
insan olsa kaçar, arkası gelecek mi daha takip edilecek miyim, diyerekten şekiller
düşünür. Şimdi şu mevzû şöylece bir toplu hâlde zihninizde dursun. Ondan sonra
yine buna ait misalleri verir anlatırız.
Bir Berât denilen bir gece vardır din de. Berât gecesi derler ki,
geçti. Onu ekseriyet tuhaf anlatır. “Efendim eğer berâtınızı soldan
verilerse o sene ölürsün, sağdan verirlerse yaşarsın.” İnsansan hiç
ölmezsin. Bizde birçok şeyler tersine anlatılmış. “Soldan verirlerse
ölürsün, sağdan verirlerse yaşarsın.” Sen onu düşünme. “Acaba bana
berat verildi mi?” de.
Berât. Mümkünü'l-vücûd ile vacibü’l-vücûd arasında, Fahr-i Âlem veter[21] gibidir.
Biraz kelime mustalah[22] oldu,
belki anlatamadım. Mümkünü'l-vücûd: Mevcûdât, âlem-i imkân ne varsa. Vacibü’l-vücûd:
Vücûdu kendisinden olan, Allah. Takdim eden, … Fahr-i Âlem. İradesine sahip
olan… Bu hâlen iki şeye çok sadıktır,
diyor. Malum ya insanı en büyük vasfı, uzun boylu tarife lüzum yok.
Kim ki: Et-ta'zîmü li emrillah veş-şefekatü alâ halkıllah. Yani mahlûk-u
Hudâ’ya karşı kalbi rikkatle çarpar, o insanda berât var. Yok, suret-i insan
artık sireti neyse ne? Anlatabildim mi acaba? En mühim şey. “Bu seni kabul
etmiştir, bu kabulünün ameli olarak mevcûdâta kalbi tir tir titrer. Ya Rabbi,
buna insanoğluna ait bir berât ver.” der. Herhalde bir şey anlaşıldı değil mi?
Bunun eline bir berât ver.
Rubbe saimin hazzuhû min-sıyâmihî el-cu’ş vel'atş.[23] Birçok
aç susuz duran kimseler vardır ki yani oruç tutmuş, bu zavallıların alacakları
ecir yalnız aç ve susuz kalmaktır. Ağır değil mi acaba? Oruç amma alacağı ecir bu.
Ya kazancında bozuk vardır veyahut o gün bir gönül kırmıştır. Mesela bizde
adettir, filan adam oruçludur, derler. Ne olacak? “Yanına gitmeyin, kafasına
vurmuştur sizi haşlar.” Kim dedi ona “oruç tut” diyerekten. Oruç, Hazreti
İnsana mahsus bir şeydir. Hayvaniyet makamından çıkmamış, hâl-i gadap da
yaşıyor. Gadap demek, hayvaniyet
demektir, o adama oruç filan, böyle bir emir yoktur ki o.
Oruç, Hazreti insanadır. Allah sıfatı olacağım diye, aşk ile yalvarır: Bana layık gör. Yoksa
hanımın yanına gitmeyeyim, şimdi size sert bir muamele eder. Beyin yanına
çıkmayın, oruçludur, kafasına vurmuştur. Onlara bir şey emir olunmamıştır ki.
Ne diye tuttun sen? Oruç, Hazreti insana ait bir şey. Rikkat kesilecek,
açlığın zevki ile aç aramaya başlayacak.
Mesela emr-i Nebi’dendir. “Oruçlunun ağzının kokusunu Allah sever.”
Açlık kokusu çirkin bir şeydir, Allah öyle şey sever mi? Onda mecâzi bir mânâ vardır.
O adamın sayılı nefesi; Latif, Rahman, Rahim, Kerim ismi ile tecelli eder. Benim
sıfatımda yok oluyor, diye sever. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Yoksa,
yaklaşmayın etmeyin! Kim dedi ona. Değişecek!
İbadetler, aynen ilaçtır, ilaç. Doktora gidersin, kalbinde rahatsızlık var. Dinler filan, verir damlayı her
ne ise, iğneyi. Başlarsın tatbikatına gine kendini dinlersin. Fayda var mı yok
mu? Yoksa bir daha gidersin, bir daha. Yahut bu doktor anlamıyor dersin,
doktoru değiştirirsin. Anlatabiliyor muyum acaba? E oruçta filan bütün, Kudret’in emretmiş olduğu ibadetler de
insanın ahlakındaki çirkinlikleri tasfiye eden şeylerdir. Sen oruç tuttuğun
hâlde tutmazdanki vaziyetindeki çirkinliklerinden birisini atmamışsan ilacın
faydasını göremedin, demektir. İyi yaptıramıyorsun. Ya ilaç bayat, eczacı şimdi
adettir, bakarsın ki, üç tane ilaç yazarsın bir tanesi yok, aldırış etmez, onun
yerine bu gider der, onu kor. Ya bunun yerine bunu gider, Koyma işte, onu
koysana. Anlatamıyor muyum acaba? İbadetler taatler hepsi, insanı…
Bazısı der ki: “Efendim Allah’ın ihtiyacı mı var?” Allah’ın hiçbir şeye
ihtiyacı yok. Senin, ihtiyacın var, benim var. Benim ihtiyacım var. O'nun ihtiyacı
yok, ona şüphe yok.
Bir batıl söz daha vardır. “Allah’ın bildiğini kuldan niye saklayalım!”
Allah’ın bildiğini kuldan saklamazsak, biz burada toplanamayız. Allah’ın en
büyük merhameti de seni benden, beni senden gizlemesidir. Eğer O’nun bildiklerini
biz saklamazsak burada oturamayız yan yana. O merhameti ile bizi Settar ismi
ile bizi setreder; seni benden beni senden gizler. Ve en büyük ibadet de
Kudret’e karşı çirkinliğini de gizlemektir. Allah bilir ama gizlendiği için
ibadet, der. Bir şey anlatamıyorum galiba? Ona ayriyeten büyük bir…
Hatta ibadetin fevkinde bir ibadet kaydeder. Mesela öyle diyor. “İradesini
kullanamadı, henüz makam-ı insaniyete çıkmadı. Verdiğim sıfatların kıymetini
bilmedi, tutmuyor. Güzel. Adam sen de dedi mi Benimle alay etti, diyor. Bu çok
gücüme gider, diyor. Bu beni çok ziyade rencide eder.” Allah’ın kendi sözü. Çok
gücüme gider. “Duramadı gizli yedi. Gizli yemesi için çekintiler yaptı. Bana
saygısı var. Cezası var ama saygısı dolayısıyla o kadar ağır değil.”
Anlatabildim mi?
Ham sofunun anladığı gibi de değil. Zira bazıları derler ki, mevzû mevzûu
açtı da konuşuyoruz. İstemiyorsanız bırakayım. “Efendim üç defa bayılıncaya
kadar tut!” Hiç öyle bir emir yok. Adam zaten bir defa bayılır ayılır, bir
daha bayılır ayılır, üçüncüsünde ayılmaz artık, öldüreceksin herifi! Bir
bayıldı ayıldı, bir daha ayıldı bir daha... O, oyuncak değil ayılmaz, gider.
Öyle değil.
Oruç tutmak dolayısı ile zaaf-ı umuminin gelmesi muhakkak olan kimseler
oruç tutmazlar, der Allah.
Bir. Vaziyeti müsaitse, servetçe müsaadeliyse, yerine bir günlük nafakası, her
gün için bir günlük nafakasını bir fakire verir. En yakın akrabasından da
başlayabilir. Nafakası üzerine vacip olmayacak; anasına veremez, babasına
veremez, amcasına veremez. Kardeşine verebilir, nafakası üzerine vacip değil.
Kardeşinin çocuğuna verebilir. Şuna verebilir, yani ben misal getiriyorum.
Teyzesine verebilir, nafakası üzerine vacip değil. Amcasına veremez, nafakası
üzerine vacip.
Bir günlük nafakası ne kadar, ölçüsü yok. Onu da hâlâ yanlış verirler;
üzümden, arpadan, hurmadan. Bırak şimdi, öyle değil o. Herkes vasâti kendi
masrafını bilir. Günde elli kuruştan oluyorsan her gün, tarz-ı hayatından elli
kuruştan verirsin. On lira ile oluyorsan on lirayla verirsin. Beş lirayla
oluyorsan beş lira, beş kuruştan oluyorsan beş kuruş. Yüz lira ile oluyorsan
yüz liradır, senin fidyen, bedelin. Anlatabildim mi? Yaşayış tarzında günlük
vasâti masrafın, zâtına ait olan masrafın, kendi şahsına ait olan masrafın, kaç
kuruşsa onu verir. Bir.
Yok, parası yok. Meccâni[24]
oruca girer, diyor Allah Kerim. Ben öderim. Yalnız senin o çırpındığını
göreyim. Ah olsaydı yapsaydım olmaz mıydı? Verseydin bana bir sıhhat da
tutsaydım olmaz mıydı? Yahut hadi o olmadı şu servetim olsaydı da şu fakiri
sevindirseydim. “Onu göreyim, meccâniyim, Ben.”
Emzikliler, harp cephesinde bulunanlar, hamileler,
hastaya bakanlar, bu dediğim tarife girerler.
Gayet güzel bir şey vardır, bir defa daha söylemiştim
size.
Bir iftar vakti huzur-u Nebi’ye biri gelmiş, demiş:
“Ya Resulullah, çok sıcaktı, biz rençperiz, toprakla
meşgulüz. Sıcak, ağır hizmet, bitâp kaldık, biz mâaile[25] orucu bozduk.”
“Atmış gün tutacaksınız.” demiş.
“Bunun bir gününü tutamadık, bozduk.”
“Köle azat edeceksiniz, demiş. Hizmetçiyi bırakacaksınız.”
“Kendimiz köle vaziyetindeyiz.”
“Fakir it’am edeceksiniz.” demiş.
“Akşamın nafakası yok!” demiş.
İmam-ı Ali’ye diyor ki: “Ahkâm tatil olmaz. Git beytü’l-malden
iki zembil hurma getir bunlara ver, tasadduk etsinler.”
Hurma geliyor. “Buyurun diyor, alın bunları beldenin fakirine tasadduk
edin.”
Aldıktan sonra boynunu büküyor. “Bu belde de bizden daha
fakiri yok, kendimize tasadduk edeceğiz.”
Ne olur ne olmaz, hiçbir şey söylememişler. Yalnız böyle
uzuun merhamet nazarıyla bakıp tebessüm etmişler. Şimdi, burada çok büyük
incelikler vardır. Herkes kendi irfanına göre, neticeler alabilir, hüsn-i niyet
eshabı.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Semen:
Fiyat, değer, bedel
[2] Kalil:
(Ar. ḳillet “az olmak”tan) Çok olmayan, az. Karşıtı: KESİR
[3] Semen-i
kalil: Az bir bedel, az bir değer...
[4] Sâni:
Sanatkâr. Yapan
kimse.“Yaratan, halkeden” anlamında
Allah için kullanılır: “Sâni-i
hakîkî.Sâni-i kâinat.”
[5] Mahz/Mahz-ı:
Saf, sırf, hâlis. (Farsça
usûlüyle yapılan sıfat tamlamasının birinci öğesi olarak) Bir şeyin tâ kendisi,
aslı. Mahza: (Ar. maḥż'ın tenvinli şekli maḥżan > maḥżā) Yalnız, ancak,
sâdece, sırf
[6] Müntehâ:
Son, en son derece, en son yer, nihayet. Son uç.
[7] Hicr
Suresi 23. Ayet-i Kerime وَاِنَّا
لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Elbette
biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin
varisleri de biziz.
[8] Eslâf:
(Ar. selef’in çoğul şekli) Bizden öncekiler, bizden evvel geçmiş kimseler,
eskiler. Karşıtı: AHLÂF
[9] Ahlâf:
(Ar. ḫalef “sonradan gelen kimse, babanın yerine geçen
oğul”un çoğul şekli aḫlāf) Gelecek
nesiller, sonradan gelip öncekilerin yerini alacak olanlar.
[10] Tagaddub-Tagazzub-Teğazzub:
(ﺗﻐﻀّﺐ) (Ar. ġażab “darılmak,
öfkelenmek”ten teġażżub) Gazaba gelme,
hiddetlenme, öfkelenme.
[11]
Müddessir Suresi 38. Ayet-i Kerime كُلُّ
نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ رَه۪ينَةٌۙ
Meali: Her
nefis kendi kazancına bağlıdır.
[13] Râkib-Rakip: (Esmâül Hüsna’dan, Rakîb): “Görüp gözeten, bütün varlıklar üzerinde gözcü durumunda olan, bütün işler murâkabesi ve kontrolü altında bulunan” anlamında. (Ar. rukūb “binmek”ten rākib): Binen. Binici. Herhangi bir nakil vasıtasına binmiş olan. (Rekabet’ den, Rakib): Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalışanlardan her biri
[14] Lord John Davenport: (1597-1670), İngiliz Püriten din adamı ve Amerikan kolonisi New Haven'ın kurucu ortağı.Şarkiyatçı. “Hz. Muhammed’den Özür Diliyorum” kitabını yazmıştır.
Meali: Ben sizin en yüce Rabbinizim" dedi.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ... Ve nihayet Kâinattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.
[20] Tevahhuş: (ﺗﻮﺣّﺶ) i. (Ar. vaḥşet “ürkmek; çok tenhâ olmak”tan) Korkma, ürkme
[21]Veter: Yay kirişi. Yayın çilesi. İp ve kiriş.
[22] Mustalah: Istılahlı. Garib ve az kullanılır kelime ve terimlerle dolu olup pek anlaşılmayan.
[23] Hadis-i Şerif. İbn-i Mâce, Sıyâm, 21 ) (Rubbe kaimin hazzzuhü min kıyamihi, ve Rubbe saimin hazzuhü es-sıyamihi el-cu’ş vel'atş.
[24] Meccânî: (Ar. meccān “bedelsiz verme” ve nispet eki -і ile meccānі) Parasız olarak ücretsiz, bedâva
[25] Mââile: Âile ile birlikte, âilece, çoluk çocuk.
1 yorum:
Bir iftar vakti huzur-u Nebi’ye biri gelmiş, demiş:
“Ya Resulullah, çok sıcaktı, biz rençperiz, toprakla meşgulüz. Sıcak, ağır hizmet, bitâp kaldık, biz mâaile[25] orucu bozduk.”
“Atmış gün tutacaksınız.” demiş.
“Bunun bir gününü tutamadık, bozduk.”
“Köle azat edeceksiniz, demiş. Hizmetçiyi bırakacaksınız.”
“Kendimiz köle vaziyetindeyiz.”
“Fakir it’am edeceksiniz.” demiş.
“Akşamın nafakası yok!” demiş.
İmam-ı Ali’ye diyor ki: “Ahkâm tatil olmaz. Git beytü’l-malden iki zembil hurma getir bunlara ver, tasadduk etsinler.”
Hurma geliyor. “Buyurun diyor, alın bunları beldenin fakirine tasadduk edin.”
Aldıktan sonra boynunu büküyor. “Bu belde de bizden daha fakiri yok, kendimize tasadduk edeceğiz.”
Ne olur ne olmaz, hiçbir şey söylememişler. Yalnız böyle uzuun merhamet nazarıyla bakıp tebessüm etmişler. Şimdi, burada çok büyük incelikler vardır. Herkes kendi irfanına göre, neticeler alabilir, hüsn-i niyet eshabı.
Yorum Gönder