Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

85. Kaset

 085 (52) 87dk (06.03.1960)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın mastarı, membaı, annesi, akıl olduğunu; aşktan doğan ahlakında neşet ettiği yer, kalp olduğu söylenmişti. Gerek akıl -ki, hissin galatlarını tashih eden kuvveye denir- gerek aşk, tabi bu ahlakın bahsetmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk mânâsına değildir. (Ses oluyor ben konuşamam.) Ahlakın bahsetmiş olduğu aşk romanda okunan aşk mânâsına değil.

İnsan asûde kaldığı zaman, nispeten şu sahne-i şuhûttaki alakalarından bir an ayrılıp, kendi içindeki sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdu ile baş başa kaldığı vakit, bazı sualler tevcih eder. Hilkatine nazar eder. Kimim ben, demeye başlar. Gelişimde gidişimde gayem yok, der. Benim, benim diyecek elimde hiçbir medârım yok amma mevcûdât da bana musahhar kılınmış. Benim zahirimdeki elli, atmış, seksen, yüz, her neyse kiloluk kan ve kemik torbamın içerisine taalluk etmiş bir mânâm da var. Fakat bu mânâmı ben elimle tutamıyorum, henüz gözümle de göremiyorum. Benim dış âlemim, nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığabiliyor. Fakat mânâma ait olan vücûdumda kâinatı muhit bulunuyor. Ben böyle acib bir varlığım. Acaba ben nereden geldim? Nasıl oldum? Bidâyetime elimi atıyorum, nâmütenâhiye gidiyor. Nihayetime elimi atıyorum; üüüü bende vicdan denilen bir nur, vücûd denilen bir bulunuş, bunun ittisalinden meydana gelmiş bir hâl, diye sualler sorar. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Biraz karışık amma misaller verildikten sonra anlaşılır.

Nereden getirildim? Niye getirildim? Nereye götürüleceğim? Neticesi çıkarılır. Hilkatteki gaye duyulur. Bu gaye duyulmaya başladıktan sonra, insanlar vazifelendiğini anlar, ah sesi dinmeye başlar. Bugünkü beşeriyet... Bunu her konuşmada tekrar ediyoruz ve tekrar edilmesi de lazım. Herkes yaymalı.

Hazreti Muhammed der ki: En iyi kimdir, der. “En iyi” Böyle bir sual sormuşlar.
Tabi edeben herkes dinliyor “Bakalım ne çıkacak?”
Cevaben diyor ki: “En iyi, Allah.”
İkinci bir sual soruyorlar: “O’ndan sonra en iyi kim? En iyi kim olabilir?”
Bakın ne güzel cevap veriyor. Bize ne kadar büyük bir ibret verir.
“İnsanlığa nâfi olan, insanlığı kurtarmaya ait olan bilgiyi yayan adama, denir.” Anlatamadım mı?
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi evvela sordu, böyle kıymetli dostları ile beraber otururlarken, bir an dedi ki: “En iyi, kimdir, en iyi?”
Sükût ediyorlar. “Allah”
O’ndan sonra en iyi kimdir, diye sordular.
İnsanlığa nâfi. Seciye-i insaniyi ayakaltına salmamak hususunda bilgiyi yayan kimseye derler, dedi.
Eee insan, iyi insan olmasını istemez mi? Bu da pek zor bir şey değil. Öyle diyor ama pek zor. Pek zor. Fakat olur şey. Çünkü o bilinen yayılırken, bilenin onunla âmil olması şarttır. Kendi âmil olacak ki hariçte tutabilsin. Tutmak zor.

Gelelim gene biz mevzûumuza. İnsanların irfan yükü çok ilerlemiş, bunu artık herkes kabul eder. Daha da ilerleyecek, semalara kadar çıkıyor. Zaman mefhûmu kalkmış, senelerdir gidilen yere bir anda gidiliyor. “Ben senin içini dışını görürüm.” demiş Allah. Canım nasıl, diyemezsin bugün. Senin kafanla, Hindistan cevizi kadar muhafazasının içerisinde cevher-i akıl diye taşıyıp da ne olduğunu bilemediği, bu kadar da zavallıyız. Nedir o? Kim bana gösterebilir? Efendim dimağın filan hücresinde bak. Sayfa numarasını söyle. Elimizde ama bilemezsin, göremezsin gösteremezsin. Eczanede mi bulunur, bakkal dükkânında mı satılır, sergide mi bulunur? Her neyse, o cevher-i aklınla ihtira etmiş olduğun vasıta ile roop çekiyorsun; ciğerinin şurasında şu var, kalbinin bu tarafı genişlemiş, burnunun öbür tarafında bir şey çıkmış. Kudret, ders kaçırıyor: “Ben ism-i zahirimle tecelli ettim, senin elinle, sen bile içindekileri görmeye başladın, ya ben Allah’ım! Sana bunları yaptırdım da inkâr etmeyesin. Acıdığımdan dolayı.” Allah’ın âdeti öyledir. Bir kimseye acır, milyarlarca insana ait olan bir şey meydana gelir. Muhakkak o bir tek insanı sevmiştir, onu yola getirmeklik için üüü ne sa’y,[1] Allah işi.

İnsan azizim insan, muazzam bir şey. El verir ki o hüviyeti muhafaza edebilmeklik de. İnsan eğer evsâf-ı beşeriyesini izâle eder de Hakk’ın ahlakı ile tahalluk edecek olursa, evvela kendisinde rahmaniyyet sıfatı başlar. Bütün mevcûdâta karşı kalbi rikkatle çarpar. O vakit kendisi, nasıl söyleyeyim. Vahdaniyette iki şeyde caiz değildir. Ama melâikeyi Âdem’e secde ettirdi. Bu bahsi bir gün size açarım ben. Uzun bir bahis, değil mi? İblis bunun farkına varamadı. Âdemin siyah çamurunda karanlık gördü. O, çamurun içerisinde oturanı göremedi de, zavallı yuvarlandı gitti.

İblis-siret olanlar da Hazreti İnsanı göremezler. Onun için insanların cinsiyeti; su, toprak cinsinden olmakla değildir, mânâ iledir.  Cinsiyet, kulûbun[2] teşâbühü[3]ervâhın taarrüfü,[4] akılların tenâsübü[5] ile olur. Hakikatte. Evet, surette hepimiz şöyle işte, et filan filan cinsiyet bu ama mânâ cinsiyeti öyle değil. Mânâdaki cinsiyet, tekrar edeyim. Kulûbun-kalplerin teşâbühü, birbirine benzemesi, ervâhın taarrüfü. Senin ruhun benim ruhumla ünsiyet etmişse, senin kalbin benim kalbimle ünsiyet etmişse, senin aklın benim aklımla beraber münasebet teşkil etmişse, biz ikimiz bir cinsteniz. Ayrı olduktan sonra o faydası yok. İşte ahlak insanı böyle yetiştirir. Kalplerde teşâbüh, ervâhta taarrüf, ukulda tenâsüb, anlatabildik mi?

Beşer terakki ediyor ediyor da, burada terakkisi yok. Altı aydan beri konuştuğum konuşmanın bugün bir şöyle hafif toplantısını yapıyorum. İhtira’lar muazzam, icatlar mükemmel. Her şey göz kamaştıracak şekilde. Fakat öyle şeyler icat ediliyor ki soluyor. Hep icat edilen şeylerin rengi solacak. Onların hepsi olsun. Onların hepsi insanlığa zevahirde lazım olan birer şeydir. Kudret’in malıdır, onlar da O’nundur. Fakat insan daima solacak renkli şey giymemeli. Din, solmaz bir renk. İman, solmaz bir renk. Ahlak, .solmaz bir renk. Anlatamıyor muyum ya. Takva, yakîn, irfan solmaz bir renk. Bu renk.

Yoksa konuşmakla insan, insan olmaz. Konuş. Beşerdir, seyyiat irtikâp edebilir. Fakat mukabilinde nedâmeti koymuştur, ilaç olaraktan. Anlatamadım mı acaba? Nedâmet. Hakk’ın istediği bizden, evvela saygıdır. İnsanların saygısı kalktı. Ne küçük büyüğü sayar, saygı yok. Saygı kalkınca feyz-i bereket yok. “Efendim o da ne demek, feyz-i bereket? Hissi bir söz, bereket neymiş! Kuvvet, kuvvet!”  Ama kuvvet ama bir şey yok orta yerde. İnliyor insanlık âlemi. Mevzii konuşmuyorum, şöyle bir saha değil, bütün dünya üzeri. Kuvvet olur mu? Öküz benden çok kuvvetli, benim yaptığımı yapabilir mi? Öyle değil mi? Öküz, ne kadar kuvvetli benden? Saygı.

Bir imtiyaz vermiş. Sen ok olma, avcı ol. Avcı, okla avını avlar fakat avladığı şeyin oka hiçbir faydası yoktur. Hiçbir faydası yoktur. Satılma yani ya! Onu anlatamadık mı? Satılma! Değer mi? Değmez ki! Dün bugün içün rüya, bugün de yarın içün rüya. Bunu her gün söylüyoruz. Kaç yaşındasın? Yirmi beş.  Koy bakalım ortaya bir şey. Yok ki, koyasın. O vaktiyle nenenin bir varmış bir yokmuş diye söylemiş olduğu masalı; masal diye dinleme, hakikat olarak dinle. Bir varmış bir yokmuş. O öyle bir varmış bir yokmuş, hemen var olan Allah imiş, der. Çok güzel o. Yaa, öyle süratli gidiyoruz ki, istikamet karşıki çukura marş marş!

Söz değildir, insanı diğer sınıftan ayıran. Kendisinde emanet vardır, o emanetin muhafazasıdır. Hepimize Allah emanetini vermiştir. Onu kim bozmadan giderse kâm alır. Sen zanneder misin ki öyle zahir de insana görünür, efendim işte şöyle şöyle şöyle şöyle... Yoook!

Yine en rahat eden dünyada gariplerdir. Rikkatamizdir amma hâlleri, içlerindeki sükûn, içlerindeki vakar, içlerindeki tefhim[6] kâinatın en büyük saltanatına sahip olanlardan daha fazla içinde huzur vardır. Ötekinde tûl-i emel[7] vardır; şöyle mi olacak böyle mi olacak, bir yudum suyunu huzurla içemez. Öteki belki altın sahanlar içerinde, billur kâseler içerisinde içer, beriki de kırık kaplı kulplu, bir toprak testiden içer amma içerken şakır şakır şakır içer, zevkini alır. Anlatamadık mı acaba? O ayrı iştir o.

Huzuru veren Allah’tır. Kâse, bardak, çanak filan değil. Onun için nâhak yere seciye-i irfanını hiçbir şey mukabilinde verme. Zira insanın elinden parasını zorla alırlar. Tesadüf eder bir eşkıya çıkar alır. Elbisesini zorla çıkarırlar, malını zorla alabilirler. Dünya bu; seyirler olur, hadiseler olur fakat faziletini zorla alamazlar. Onun için Huzur-u İlâhiye bir insan çıktığı vakitte: “Ne yapayım zaman şöyleydi de böyleydi de ben de böyle...” hiç dinlemez. “Malını mı aldılar. Alabilirler, der. Ahlakını alamazlar, der. Bana karşı muhabbetini sen gösterseydin Ben tutardım. Nasıl alabilir, der. Benim elimden bir şey çıkar mı!” Onu almıyor. Orada mazeret kabul etmez.

Sordu kendisine: “Kimim? Nereden geldim? Ne olacağım?” Bu suallerin cevabını vicdanından almaya başlar. İlk önce mutlak bir cevap gelir. Ebed ebed, derler ona. Onun zevkinden müstağrak kalır. Demek ki ben böyle hemen gelip gidip mahvolacak bir varlık değilmişim. Esasen enfüsünden bu sedayı duyamayan bir adam, hiçbir vakit hakikaten hadim-i insan olamaz. Bunu duyacak ki: “Ben yok olmayacağım, ben nasıl olmuşsam, nasıl konuşursam, beni konuşturan benimle konuşacak. Bana benden daha yakîn...” buna inanmadıkça bir adam ne vakit, nasıl olur da eline milyarlar geldiği vakitte fedakârlık etmesin. Derhal döner. Buna inandığı gün...

Onun içün ahlak mefhûmu, iman mefhûmu ile ebed mefhûmu ile kuvvetli alakadardır, birbirinden ayrılmaz. Ahlak demek, Hak demek. Hak demek, ahlak demek. Anlatabildim mi acaba? Hakk’sız adam ahlaklı olamaz. Ahlaklı adam Hakk’sız olamaz. Birbirinden katiyen ayrılmaz. Efendim Hakk’ı tanıyor ama ahlaksız. Ağzından tanıyor, içinde bir şeysi yok onun. O kendisini aldatmış, tanıyorum diyerekten. İmkân yok ona. İşte abittir, zahittir, şöyle ama. Yook!

Her kimin var ise zâtında şerâret küfrü
Istılâhat-i ulûm ile müselman olmaz

Ger kara taşı kızıl kan ile rengin etse
Rengi tağyir olur ama lâl-i Bedehşân olmaz

Eylesen tuti’ye talim-i edâ-i kelimât
Nutku insan olur amma özü insan olmaz

Papağanı getir, çalıştır. Nasıl yapıyorlar? Başlar insan gibi konuşmaya. İnsan mı diyelim şimdi ona! Simsiyah bir taşı gidelim boyayalım kırmızıya, bu lâl-i Bedehşân mı diyelim, bir mücevher mi diyelim? Yook.

Her kimin var ise zatında şerâret küfrü. Kimin ki batılı, Hak suretinde göstermeklik içün kurulmuş mayesi daima insanlığa zulmedici bir varlık olaraktan tecelli etmişse -kim olursa olsun- o ne kadar ilim okusa, ne kadar imana ait olan, irfana ait olan asâr okusa, onların hepsini okur sana anlatabilir amma o ıstılâhat ile adam olmaz o. 

Ger kara taşı kızıl kan ile rengin etse
Rengi tağyir olur ama lâl-i Bedehşân olmaz.

Eylesen tuti’ye talim-i edâ-i kelimât
Nutku insan olur amma özü insan olmaz

Burda ne kadar vücûd var? Hangi vücûdunla gideceksin? Bilir misin onu? Öyle diyor, Sultan-ı beşer. Yaşadığınız gibi ölürsünüz, diyor. Üzerinde çok durulması lazım gelen bir emirdir. Nasıl yaşıyorsanız, hayatınız nasıl geçiyorsa, ölürken de öyle öleceksiniz. Ama bu öyle bir şey değil ki, böyle hemencecik hübbedek biten bir hayat değil ki bu. Hiç ünsiyeti olmamış, hiiiiç! Bu âlemde görmüş olduğu varlığa benzemeyen bir gurbet âlemine geçmek, geçtikten sonrada bütün efâli vücut verilerek.

Ne demek o efâli? Evet, burada bile veriyor da insanlar inkâr etmesin diyor, Kudret. Dünyanın bir ucunda konuşuyorsun, bir tarafında dinliyorsun.  Hem zamansız mekânsız dinliyorsun. Anahtarı aldın, kapıyı açıyorsun, bööyle. Elin mi önce hareket etti, anahtar mı önce hareket etti, kapı açılırken? Anlatamadım mı acaba? Aldın anahtarı kapıyı böyle açıyorsun, elin mi önce hareket etti, anahtar mı? İşte elinle anahtarın arasında ne kadar mesafe varsa, Kudret bu şekle soktu bu kâinatı şimdi. Nasıl bu fezada sözünü muhafaza ediyorsa, bütün işlerini de öyle muhafaza ediyor. Onların hepsine birden şöyle ruup top halinde buyrun, malın budur senin arkadaş.

Kemâ tâişûne kemâ tekûnu. İşte, netekim yaşadın, yaşadığın gibi de getirdin. Gelişin gidişin bundan ibaret. Buyrun hesabına bak, denilir. Sonra değmez.

Onun içün dedelerimiz, aşktan doğan ahlaka saliktiler. Dedik ya, vazifeden doğan ahlak var, bir de aşktan doğan ahlak var. Vazifeden doğan ahlakın annesinin akıl olduğunu söyledik. Şimdi sorarlarsa; tarihen bizim dedemiz, şu medeniyetini taklit ettiğimiz âlemi altı asır hâkimiyetinde tutan, adl ile tutan dedemiz, ilimlere mevzûu veren, zulmü gördüğü yere adli, inkârı gördüğü yere imanı, cehli gördüğü yere ilmi va’z eden dedemiz. Acaba bu ahlakın akıldan doğanına mı, yoksa aşktan hâsıl olanına mı? 

Aşktan doğan ahlaka saliktiler. Bire on dövüşürdü, yemez yedirir, giymez giydirir, içmez içirir ve ondan zevk alır. Çünkü dünyada iki büyük zevk var, dünyevi zevk olarak. Öbür zevklerin hepsi geçer. Hatta bazı zevklerin önünde insan hüngür hüngür de ağlar. Hepsi geçer. Asıl zevk o ayrı o. O pek ender insanlarda bulunur. Onu konuşmayalım o dursun. Fakat umumi olaraktan iki mühim zevk vardır. Biri infak zevki diğeri de iffet zevki. Anlatamadım mı? 

İki mühim zevk. İnfak, düşeni kaldırmak. İffet, şeref fazilet. Afif olmak. Onun içün Büyük Kitab’da onu Sure-i Yusuf’la misal getirir Allah. Onu anlamayan der ki: “Ne olmuş canım. İşte Büyük Kitap Büyük Kitap, dersiniz. Yusuf’un, bir genç oğlan bir genç kız, birbirine taaşşuk etmiş de şey olmuş bir roman değil mi ya!”  Yook! Senin Anladığın gibi değil. Ona zincir-i aşk derler, her itin boynuna takılmaz. Senin anladığın kadar basit bir şey değil ki o. Daha muazzam incelikler var. Bahsedeyim mi inceliklerini, ister misiniz?

Birçok hikmetler gizlenmiş amma insanın teâli terakkisine ait olan, çabuk yükselmesine ait olan, üç mevzûu birden gösterir. Biri sabır, ikincisi af, üçüncüsü iffet. Bir adam ne vakit sabırlı olabilir? Fırsat eline geçmemiş, acezeden, miskin. Her şeye malik, de ona misal getiriyor. Nasıl affedebilir? Tarihen bilirsiniz ki; işte Yusuf denilen zât-ı âlî, mahbûbu'l-kulûb, ıstıfâ[8] kanununa tabi. Allah’ın bir hususi kanunu var, onun adına ıstıfâ denir. O kanuna dâhil. Ezelde muhabbetine, likâsına[9] müşâhadesine layık kıldığı adam. Allah’ın ağası değiliz ya! Niye beni karakaşlı ötekini sarı gözlü yaptın, diyebilir misin? De! Dinler mi? Hiiç dinlemez. Buna tabi.

Dünya üzerinde de semada da, beşerde ilk fitne haset yüzünden çıkar. Hasetçi adam daima mahrumdur. Hasetçi adam Sultan-ı kaderle boğuşmaya çıkmış adamdır ki, boğulur kalır. Allah’ın taksimatını beğenmiyor. Herkeste nispet dâhilinde vardır. Beğenmiyor Allah’ın taksimatını! Kaç defa söyledik. Ne istersin yahu? “Bak filanın şeyi. Sana da verelim.” “Hayır!” “Ne istersin?” “Neyse ondaki, zail olsun!” Taksimat-ı ezeliyeye razı değil. İblisi iblis yapan sıfat, çok fena.

Kardeşleri haset ettiler değil mi? Biliyorsunuz tarihi. Nihayet kuyuya attılar. Uzatmayalım mevzûu, çok sürer. Kuyudan çıkardılar. Bir kervan sahip oldu, rast geldi, o çıkardı. Kardeşlerinden bir tanesi her gün gelip bakıyordu. O nispeten alakalı. Öldürülmemesine hizmet etti.
“Mâdâmı ki istemiyorsunuz, öldürmeyin de bir kuyuya atın.” dedi. “Kör bir kuyuya atın, dedi. Bırakın.”
Kör bir kuyuya bıraktılar, nihayet çıkardı. Kardeşimiz yok dedi, geldi haber verdi.
“Haa, şimdi buradan bir zengince bir kafile geçti, onların oradan geçme ihtimalleri vardır, belki çıkarmıştır. Önleyelim kölemizdir, diyelim. Birçok para alırız.” dediler. Önlediler, hakikaten.
“Bu bizim kölemizdir.” dediler. Bizden kaçmış, gizlenmişti, nerede buldunuz filan. Verirsiniz vermezsiniz, nihayet epeyce bir para aldılar. Onlara göre.
O kafile dedi ki: “Bir senet verin bakalım bir kâğıt verin, daha ilerde birisi daha çıkarsa sizin gibi, biz bilmiyoruz size verdik amma.”
Verdiler, işte kölemizi şu fiyata sattık, diyerekten. 

Şimdi bunun anlatması biraz kolay gibi gelir. Siz Yusuf mevkiine düşün de kendinizde böyle sahneye bakın. Bir annenin babanın en kıymetli bir evladı, masum, istikbalin Peygamberi, ıstıfâ kanununa tabi. Birkaç kardeşi tarafından böyle işte; köleydi satacaktı, şu kadar vereceksin, bu kadar vereceksin diyerekten bir pazarlık üzerine bir tarafa ayrılmış, boynu bükük bekliyor. O beklerken sema da boynunu büker. Çünkü mazluma karşı bütün âlem titrer. Eşya konuşur. Bazen gizli konuşur, biraz da aşikâr konuşur.  Mesela ekseriyetle katiller eşyadan bulunur. Neden? Konuşuyor eşya. Vak’a, onu bulanda bir kudret bir kuvvet, hususi bir sıfat varsa da o sıfata yardım eden eşya konuşur, bakar adama. Hepsi konuşur, mevcûdât. 

Aldılar gidiyorlar, bir an durdu Yusuf. Koştu, geldi şeye kendisini satın alan kafilenin reisine.
“Müsaade edin, dedi. Eski efendilerimle helallik almadan ayrıldım. Gitmediler, koşa koşa gideyim bir helallik alayım da geleyim.”
“Hay hay”, dedi. Hoşuna gitti.
Daha pek şebabet[10] sinnindeydi[11]. Koştu.
“Durun biraderler.” dedi. Durdular.
“Esrar-ı kaderden hiçbirimiz agâh değiliz. Bana bunları layık gördünüz fakat bir babanın zahrında yaşadık, o zahırdan geldik. Aramızda bir karâbet[12] var. O hak namına bana hakkınızı helal ediniz.” dedi.

Nasıl yapabilir misin böyle şeyler? Yapabilir misin? Cevap versene. Yapabilseydin ıstıfâ kanununa girerdin. Hudâ diyor ki: Ben sabırlıyım diye geçiniyorsun değil mi? Böyle bir şey geldiği vakitte yapabilir misin?  Bak sabrın imtihanı budur, diyor. Anlaşılıyor değil mi?  Sabrın imtihanı bu. Gördün mü, diyor. Numune veriyorum sahnede.

Zaman geldi, o günün iki büyük kuvveti var; bir Bizans kuvveti, bir de Zerdüşt hakimiyeti. Öyle gidiyor, omuz başı gidiyorlar. Diğer milletlerde, diğer ufak hükümetlerde onların birine tabi, her birisi. İstîdâtı hangisini kabul ediyorsa, o ona, o ona, gidiyor.

Kisranın kızı rüyasında Yusuf’u gördü, bir alaka peyda etti. Günden güne erimeye başladı. Bir tane kızı var, tir tir titriyor Kisra. Bütün etıbbayı[13] topladı.

“Tedavi edin kızımızı yoksa dedi, sizin hepinizin diplomasını filan yırtarım, atarım. Sizin hepinizi kovarım. Yoktur burda bu sahada adam der, imha ederim!” dedi.
Hepsi korkmaya başladılar. Bir son toplantı oldu, o günün reisü'l-etıbbası dedi ki:
“Bu adamın şakası yok, bizim hayatımızla da oynar, bir kızmasına bakar. Biz buna diyelim ki, bunun rahatsızlığı maddi bir rahatsızlık değil, bizim sahamız dahilinde değil. Onda manevi bir hâl var. Kendisi iç âleminden öğrensin. Şöyle yaparız böyle yaparız amma o vakit geçmez.” dedi.
Dediler, aynen. “ Çağırın dadılarını dedi. Kızımın böyle ruhi bir hastalığı varmış. Öğrenin bunu.”
Çok sevdiği bir dadısı varmış. “Kıyma bize, demiş. Nedir derdin söyle.”
“Valla dadı, demiş. Benim derdim söylenen dert değil. Deli dersiniz.” demiş.
“Evladım söyle, demiş. Baban işte kâinatın bir tek hükümdarı.”
O vakitte her şeye galip. Tek başına gibi bir şey.
“Ben rüyada Mısır azizine taaşşuk ettim.”
O vakitte Mısır İran’ın bir vilayeti. Emr-i tahtında. Babasına söylemişler.
“Niye söylemiyor evladım, şimdiye kadar niye bu kadar uzattı bunu? Ne demek demiş, pekâlâ. Emrediyorum Azize kızımı verdim gelsin, saltanatla alsın.”
Şimdi Mısır Azizi de böyle kendisine, tabi olduğu bir büyük yerden bir şey. O da şaşırmış. Adamcağız sevinç içerisinde, iki taraf hazırlanmış filan. Allah’ın cilveleri, hikmet-i meskûtun anh.

 [14]   يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ  . فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍۜ    Ben diyor, herkese bu âlemde, imtihan numarasını söylemem. Meçhulde bırakmayacağım, bir gün gelecek bütün sırların, her şeyin içi dışına çıkacak. Kuvveti nasır olmayacak, o vakit anlayacaksınız.

Birçok insanın buradaki hikmetleri, esasen burada değil de orada anlayacak. Fakat bize lazım olan yerleri var. Bugün de, adam bu rüya ile olur muymuş filan diyemezsin. Niçün? Medeniyetini taklit ettiğin ve kocaman kâinatı idare edeceğim diye yaşayan Amerika’nın reis-i cumhuru: “Filan harpte bir uykuya dalmıştım, piri fani geldi. Sakın şimdi asker çıkarma mahvolursun, filan vakit çıkaracaksın, dedi. Gözümü açtım ne olduğunun farkında değilim, dediği gibi yaptım, muzaffer oldum, diyor. Eğer çıkarmış olsaydım ordu mahvolacaktı diyor. Öyle dedi de bir şey oldu.” diyor. Yaa, bilmediğin misalini de vereyim de. Hani bu uykuylaymış bilmem, öyle değil.

O âlem de âlem-i misaldir. Nasıl sen bu âlemde yaşıyorsun. Allah’ın birçok âlemleri var. Sen uykuya gittiğin vakitte iç vücûdun âlem-i misale gidiyor. Seni çok yerde çalıştırır Allah. Sonra bu birdenbire değil, oradan buradan gittikten sonra hemencecik böyle âlem-i ahiret olup da böyle dârü’l-sürûr, dârü’l-azab filan böyle hemencecik değil. Dur bakalım daha, âlem-i berzâh da kaç nüvilyon sene yaşayacağız. İşin ağırı o. En ağır tarafı o.

Okudun değil mi gazete de, öyle dedi adam. Halledemediğimiz şeyler, bazen rüyada kendini görürsün. Kaç vücûdun var senin? Şöyle oldu böyle oldu! Sonra bazen rüyada öyle işler yaparsın ki, o yapmış olduğun işleri bu âlem-i şuhûdda yapmış olsan, elli sene sürer. Orada azami sekiz saniyedir. Neler kaçırmış Allah. Durur bu kafa. Küçük dilini yutmadıkça zaten Hakk’ı kabul edemezsin.

Hazırlandı, Mısır’a gitti. Mısır Azizi diyerekten istikbal eden adam; gayet abûsü'l-vecîh[15] acep[16]  arbet[17] bir acayip bir şey. Gördü Zeliha, dadısı lalası yanında. “Yandım ama kaderin hikmetidir, dedi. Dönmek olmaz. Benim gördüğüm Aziz bu değil. Fakat böyle...” Girdi odaya. 

Az bir vakit geçtikten sonra Yusuf’u da Mısır’da insan pazarında satmaya getirdiler. Akın oluyor boyuna, bir akın. Hatta nükteli bir şeydir; bir ihtiyar kadın, piri fani, birkaç yün yumak almış elinde süratle gidiyor yuvarlana yuvarlana. Öyle beli bükülmüş, sütlaç olmuş suratı, elleri titriyor.

“Nene nereye gidiyorsun?” demişler.
“Buraya bir Hazreti İnsan gelmiş. Bugün pey[18] vermenin son günüymüş, pey vermeye gidiyorum.”
“Ne götürüyorsun?” demişler.
Yumakları böyle tutmuş. Gülmüşler.
“Bilirim demiş, bilirim. Bununla verilmez amma pey de kim ne verirse geriye çevrilmez. Bu bahane ile gireceğim de göreceğim de yarın Allah niye gelmedin görmedin derse, ne cevap veririm!” demiş.
Saraya haber verilmiş, kimsenin bahası yetişmiyor. Böyle bir arttırma vardır, diyerekten. Zeliha saltanat arabasına binmiş, doğru o insan satılan pazardan içeriye girmiş. Bakmış ki rüyada görmüş olduğu zât. Sahne kapansın, demiş. “Sahne kapansın, saraya gelin ne isterseniz alın. İnsana bu kadar hakaret olmaz.” Azıcıkta irfanı var işte tabi Allah’ın işleri. Şöyle bir yüz sayfa geçelim, mevzû çok uzayacak. Bir sual sorulursa dünyada altı tarafı ayna olan saray hangi saraydır? Zeliha’nın sarayıdır. Tavan, taban, duvarlar, böyle her taraf tamamıyla. Sebebi; ne tarafa bakarsam onu göreyim. Öyle yaptırmış.

Misal veriyorduk değil mi ya? Ahlak mefhûmundan sabıra, affa, iffete. Bir gün yalnız kaldırmış, o şekilde bir teşkilat yaptırmış.

“Bana niye rağbet etmezsin?” diyor.
“Sana senden yakın, bana benden yakın birisi var. O'na bir perde yapabilir misin sen bu sözleri söylemek içün?”
“Kim o?” diyor.  “Allah!”
Şimdi işte, Cenâb-ı Hudâ bunu Büyük Kitab’ında beyan etmesiyle bu incelikleri anlatıyor. “Afif adamım diye geçiniyorsun, yüzüne bakılmazdı, paran yoktu, züğürttü, sümüğünü silecek mendilin bulunmazdı. Kimse de sana rağbet etmezdi, bir kenarda kaldın. Ben, böyle yaparım seni, böyle bir imtihana tabi ederim. Malı var, câhı var, güzelliği var, hüsn-ü ânı var, her şey elinde olduğu hâlde ‘Bana rağbet etmez misin?’ dediği vakit, Allah var dersen sana afif adam derim.”

Anlatamadım mı acaba? Yaa, kolay iş değil ki o.
E affini söylemedin, demediniz. Sabrını söyledim, affi?
Zaman geldi, Mısır’a aziz oldu. Mısır Azizinin makamına kendi sahip oldu. Kıtlık oldu. Kardeşleri de oradan, böyle iki yüz sayfa atlayarak söylüyoruz. Nihayet mustar kaldılar. Bilmiyorlar, Yusuf’un orada olduğunu.  Seneler geçmiş, sonra her şey Hakk’ın elinde. O şekli ondan almış. O başka daha bir an gelmiş. Müracaat etmişler, bizim de ihtiyacımız var diyerekten. İşte birçok şeyler verilmiş.Nihayet diyor ki: “Tanımadınız mı beni?”
“Hayır!” demişler.
O vaktiyle bir senet yapmışlardı ya bir satış muamelesi. O Aziz’den ondan ona, ondan ona intikal ederek, azizin kasasına aziz kendi olunca kendi kasasına, çekmiş.
“Bu imzalar sizin mi?” demiş.
O vakit: “Ay sen Yusuf musun?” demişler.
“Evet, ben Yusuf’um.”
Başlamışlar ağlamaya.
“Hiç müteessir olmayın, demiş. Sizi affettim. Allah’ın yanında da size yapmış olduğunuzu size unutturacağım. Çünkü unutmazsanız o vicdan azabı ile yaşayacaksınız. Yalvaracağım Rabbime kaldırsın size, unutun.”  Anlatabildik mi acaba? Yaa!

Bir de bunun iç mânâsı vardır, size bir de onu anlatayım. Dinler misiniz? İster misiniz? Ne bileyim? Kudret, bu varlığının içerisinde; arşında, semasında, ferşinde, yaratmış olduğu hilkatte ne varsa insan kendisinin naibi olması hasebiyle, onların birer numunesini insana rekz etmiştir. Mesela senin arşın var mı? Var. Kalbin. Levh-i mahfûzun var mı? Var. Dimağın. Bir ufak misal veriyorum. Herhangi bir şey kalbe hutur eder, kalp onu dimağa havale eder. O da icra memurlarına havale eder; ya göze ya kulağa ya ele, tatbikat başlar, icraat başlar. Bu icra işlerini yapan başta el gelir. El. El dünyadan kalksın, her iş durur. Öyle değil mi basit gibi gözükür amma. El.

On bir kardeş; beşi, havas-ı hamse-i zahire. (dış hisler mi dersin, neyse) Beşi, havas-ı hamse-i batına. (iç hisler) Bir de kuvve-i mütefekkire. Oldu on bir. Bir de Yusuf var, kalp. Nefis var, burada anne makamında bulunuyor. Ruh var, baba makamında. Nefis ne kadar çirkinlik varsa bunlara yaptırmak ister, hislere havasa.

Onlar şikâyet ediyorlar: “Bu kalp bizi bırakmaz. Bu kalp bulunduğu müddetçe, biz hiçbir şeyde muvaffak olamayız. Ölürüz.”
Kuvve-i müfekkire, o on bir kardeşten bir tanesi:
“Siz buna karar verdiniz, bunu öldüreceksiniz amma kalp ölürse siz de yaşar mısınız? Sizin yapmış olduğunuz şey hepimizin ölümüne sebep olacak!” “Yaa?”
“Siz gelin bunu beşeriyet zindanına atın. Beşeriyet kuyusuna atın. Hiç olmazsa öldürmeyin.”
O kuyuya atıyorlar. Ruh inlemeye başlıyor.
Yakup. Yakub’un mânâsı alınacak olursa, lügatten soyularak mânâsı; takip edendir, anlatabildim mi acaba. Bak takipten, takip ediyor. Neyi takip ediyor? Hepsini yarım saatte nasıl söyleyeyim ben sana?
İnlemeye başlıyor. Ona deniyor ki: “Aşk kovası tedarik et. Sıdk ipliği bul, bağla beşeriyet kuyusuna sal. Yusuf derhal yapışır çıkar.”
Öyle yapıyor, Yusuf makamına çıkıyor. Çıkınca Mısır’a Aziz oluyor.
Bu inceliği ben size iyi anlatamadım, şurasını söylersem iyi anlayacaksınız.

Mesela Büyük Kitap metheder. Onun ahlakı şöyleydi, sabrı böyleydi, iffeti şöyleydi, şu kadar istikameti vardı filan, nihayet bunlar boşa mı gitti. Mısır’a “Aziz” oldu. Acaba bizim bildiğimiz bu Mısır mı? Buraya bir vakit Kral Faruk da aziz olmuştu. Firavunlar da aziz olmuştu. Nemrutlar da aziz olmuştu. Kavalalı Mehmet Ali Paşa da Mısır’ın azizi. O kadar Allah’ın methedeceği kadar bir şey mi bu? Ne kıymeti var onun? Bu Mısır değil kardeşim, bu suretteki Mısır. İnsanın…

Dünyada her şeyin hududu vardır. Amerika; bir hududu vardır, mesai-i sathiyesi. Avrupa; bir hududu vardır, mesai-i sathiyesi. Türkiye; bir hududu vardır, mesai-i sathiyesi. Asya; bir hududu vardır, mesai-i sathiyesi. Sema; bir hududu vardır, Allah’ça malum. Arş; bir hududu vardır, Allah’ça malum. Sidretü'l-müntehâ; bir hududu vardır, Allah’ça malum. Yalnız hudutsuz devlet, insandır. 

Mihen geçer dedik ammâ hakikat öyle değil
Zevâli yok gâm-ı aşkın bu mihnet öyle değil
Hudûtsuz düvel olmaz fakat senin hüsnün
Hudûda sığmıyor asla, bu devlet öyle değil. Anlatamadık mı?

Olur mu hiç girân ser piyâle nûş-i cemâl
Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil
Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır
Dokunma gönlüme şart-ı muhâbbet öyle değil.

Onun içün insan; hudutsuz bir devlet olduğundan dolayı, onun gönlü de Allah’ın nazargâhı olduğundan dolayı, kırılınca bağlanır amma düğümlü. İşte, kendi Mısır’ına, kendi şehrine sultan oldu anlatabildim mi acaba? Kendi şehrine. Kendi Mısır’ına. Onun hududu yok. Levf[19] de içerisinde, kürsü de içerisinde, arş da içerisinde, ferş de içerisinde. Yaa, Allah kısmet ede. Biz yalnız yiyip içip, yatıp gidiyoruz. Hayvan da yer içer tenasül eder, insan da yer içer, tenasül eder. Ayıracak sıfatımız orta yerde kaybolmuştur. Bütün beşeriyet böyle inleyip gidiyor.

Demek ahlak, insanı kendi iklim-i vücûduna sultan kılar. O iklim-i vücûduna sahip olan insanın nazarında, onun kulağına Rahman’dan bir küpe takılmıştır. Ferşten arşa kadar olan saha sivrisineğin kanadı kadar gelmez. Rahmaniyet sıfatı tecelli eder. Bilir ki, sohbet muhabbet bir kuzu gibidir. Benim beşeriyet sıfatım bende kalır da ben gadabımla tecelli edecek olursam, onları yer, orta yerde mahrum kalırım, der. O hâlde muhasebe-i nefis ile yaşarsın.

Muhasebe-i nefis demek; ya her gün yapmış olduğu iyilikle kötülüğü, ortaya koyarak, hesabını yaparak uyumak, demektir. Ahlak da öyle bir ders vardır, bir sınıfında. Uyuyacağına yakın hesabını yap öyle yat, der. Belki sabaha kadar kalkamazsın. Hesabını yap. Kötülük galip gelmişse, o anda nadim ol ve “Yarına ömür ver de Ya Rabbi, bu kötülüğü kaldırabilecek sıfatlarla çalışayım.” de. Nerdee!?

Hakiki insan sıfatlarıyla bir insan muttasıf olursa, Hakk’ın ayinesi olur. Bir insan Hakk’a ayine olması, bir zalime uşak olmasından elbette hayırlıdır değil mi ya? Bir insanın Hakk’a ayine olması, bir zalime uşak olmasından elbette hayırlıdır. Niçün yapmayız? Niye birbirimizi sevmiyoruz? Kaide-i külliye: Birbirimizi sevmedikçe Allah bize hiçbir şey vermeyecektir. Sevmiyoruz biz birbirimizi, bize bir manevi hastalık geldi, birbirimizi sevemiyoruz. Tûl-i emel mi sevdirtmiyor? Nedir bilmem ki. Tûl-i emel.

İlm-i ledün vâkıfıyız nüsha-i irfan okuruz
(Öyle demiş dedelerimiz. Bak ne kadar güzel)
Söylemeyiz nâ-halefe böylece erdik biz şerefe
Birbirini sevmeyenin kendi özün bilmeyenin
İsmini şeytân okuruz [i] 

Onun neticesi mahrumiyettir. Niye sevmiyoruz birbirimizi. O bahse ait bir şey okuyacaktım ama bulamadım.

Bilesiniz, dedi Peygamber. Hazreti Muhammed öyle dedi. Dârü’s-selâma, hani Sure-i Yasin’de var ya. Cenab-ı Hak:  [20]  سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ   diye selam verecek bize. İnşallah biz gireriz, diyelim. Temenni edelim hiç olmazsa değil mi? İnanmadıkça giremezsiniz, diyor. Birbirinizi sevmedikçe de inanmış olamazsınız, diyor. Bu altındaki kayıt çok ağır. Böyle ağızdan sevmek değil. Böyle sevginin bir tarifi var biliyor musun? 

Muhabbet kimin kalbinde karargâhını kurarsa, ondan mâadâsını kaldırır gider. Sevdin mi kendinden feragat edeceksin. İş değişiyor.  Öyle yoksa örfün yaptığı gibi, güler yüz bööyle buraya kadar güler. Fakat hiç gülmüyor o. Mahsustan ağzını buraya kadar açıyor. Belli de oluyor. Bunu ihtiyarlar da yapıyor. Ha, de ki öteki gençtir, çoluktur çocuktur diyelim. Heves etmiştir, keskinlikle yapıyor bunu. Hiç içinden gelmiyor ama hiç alakası bile yok. 

Zülvecheyn lâ yekûnu indâllahi vecihâ. İkiyüzlü insanın benim yanımda yüzü yoktur, dedi Allah.  Yüz vermem ona, surat vermeyeceğim yani. Zülvecheyn lâ yekûnu indâllahi vecihâ. İkiyüzlü insanın suratı olmayacak. Bilmiyorsun, gülme dur. Gülüyorsun, gül dur.

Kişi güvendiğine terk olunur, dendi. Ana kaideler veriyorum. Bir tane verdik, bugünkü konuşmanın hulâsası. Zülvecheyn lâ yekûnu indâllahi vecihâ. Daima kendini kontrol et. Acaba ben ikiyüzlü müyüm? İçim başka dışım başka mı? Hak yanında yüzün yok. 

مَنْ تعَلقَ شَيْئًا وُكلَ إِليَهِ     (Men tealleka şey'en vükkile ileyhiKişi güvendiğine terk olunur. Ve bu hayatın programıdır. Bu ufak bir cümledir amma kendine dikkat et. Kime güvenmişsen Allah seni ona terk eder. Sonra yanarsın o başka. Güvendiğine terk olunur. Çünkü güvendiğin netice itibariyle bilmem ki Hak değilse, Hakk’ın yakını değilse orta yerde kalırsın. Kişi güvendiğine terk olunur. Kime güveniyorsan hayatında Allah seni ona terk eder. Onu muhakkak eder. 

Men el-barrat kademahu fî sebillillah, haremahullahu alen-nâr. “Hangi adamın ayağı Hak yolunda tozlanmıştır.  Ben Allah’ım, ona mahrumiyeti kapamışım. Hasret, hicran, nâr, ona haram kılınmıştır.”

E Allah yolunda adamın ayağı nasıl tozlanır? İnsanlığa hizmetle tozlanır. İvazsız garazsız.  Adam şimdi de sırası mı, dedin mi çürür. Zevk ile şevk ile belki bizim de ayağımız tozlanabilir. “Hatırını kıramadık da bu işleri yaptık ama keşke beni görmeseydi, filan olmasaydı...” Berbat, bedava uşaksın. Yapıyorsun gene amma hiç olmazsa, bir karşılığı da yok. “Kudret bana göndermiş, demek ki, daha benim yüzüme bakıyor.” Tabi bu işler yürürken belalara tesadüf edilir. 

Bela, her musibet bir muhabbetin mukaddimesidir. Anlatabildim mi acaba? Büyük bir nimetin kapıcısıdır. Her çirkinliğin altında bir güzel yatar ki senin bildiğin güzel gibi değil. Her çirkinliğin. Birçok insanlar inler, inledikleri vakitte “Allah” der. İnlemeseydi belki diyemeyecekti. Sonra inlediği vakitte demeninle sürûr vaktinde demenin arasında çok fark vardır. Sen o çok bunaldığın vakitte Hakk’a sarıldığın gibi çok vaziyeti müsait olduğu vakitte de sarılsan, sema ayağına terlik olur. O başka türlüdür o. Kendi de öyle diyor zaten. “Beni diyor, çok sıkıldığınız vakitte andığınız gibi bol vaktinizde de anın bak neler yaparım, diyor. Bir musibet size temas ettiği vakit de siz bana dönersiniz. Ben sizi bilmez miyim!”  diyor. O mâmafih efendi işi onlar ya. 

Sa’d İbni Vakkas. Aşere-i mübeşşeredendir. Ne demek o? Biz de bir 10 adam var, sonra bir 313 şahıs var, bunlara Allah hususi imtiyaz vermiş. İymelü maşi’tün diyor. İstediğini yap, sormam senden, diyor. İstediğini yap senden sormam. Ben öyle olamaz mıyım? Olursun, onun gibi olabilirsen olursun. Her insan da olur, Allah fakir değil. Ama olabilir misin? E onlar nasıl? Mesela ona diyor ki, gel buraya, diyor. 

Onlardan bazısını misal vereyim. Seni filan yerde filan müşrik parça parça edecek, der demez zevkinden “Ben o câmu içeceğim mi?” diyerekten şakır şakır, şakır şakır, içi coşaraktan sema ediyor. Sana desem ki: Senin şurada bir milyon liran var, bir hakikat meydana gelecek, için yanıyor değil mi? Hakikat göremiyorum diyerekten. Şunun yarısını ver bakalım. “ıııh...”  Öyle değil mi çok ince yere temas etti. Zor şeyler bunlar, ah. Onlar öyleymiş. Öyle demiş Allah. “İstediğini yap, sormayacağım.” 

Şimdi bu misal de daha güzel size, sizi tembih edecek. Uhud harbinde Sa’d İbn-i Vakkas ok atıyor düşman tarafına. Her attığı ok isabet ediyor. Saymışlar, bin ok atmış, biri boş gitmemiş. Şöyle bakıyormuş, zât-ı Peygamberi de. “Yaa, Sa’d, annem babam sana feda olsun. (Ne büyük rütbe bu) Ne istersen Hak reddetmesin.”  Boyuna, rikkatle söylüyor. Gün olmuş ki herkes, Sa’d’i acaba bir parça incitir miyiz, diyerekten tir tir titriyorlar. Sinni terakki etmiş, zahiri baş gözlerine âmâ gelmiş, görmüyor.

Dostları diyor ki: “Sa’d, sen mücerret ve mümtaz bir şahsiyetsin. Göz nimetinden mahrum oldun, şunu iste Allah’tan.”

Gülmüş. “Bin gözüm olsa, bini de kapansa, Allah’ın kazasını gözümden çok fazla severim. Ki, o binden birinin açıldığını istemem. Kaza-i İlâhi bence o kadar sevgilidir.”

Böyle olabilirsen ve bu sözünde hakikaten içinde duymuş bu samimiyeti taşırsan, aynen o rütbe sana da verilir. Ama nerede, bizim potinin bağına bassalar gözlerimiz bu kadar açılır. Şurada bile birbirimize yer vermeyiz. 

Demire benzeriz biz. Demiri götürürsün, bir ateşin içerisine verirsin kuvvetli körüğü nâr-ı beyzâ hâlinde çıkar. O dakikada demir diyemezsin ona. Neden?  Sıfat aldı yakıyor, ateştir. Fakat biraz sonra, şöyle gittikten sonra bir kırmızılık, loşluğa, loşluk nihayet demir olur gider. Bunu da bazen dinliyoruz dinliyoruz, hakikaten bir letafet geliyor, kapıdan çıkarken hüüüp, soğuyor ondan sonra hüüüp tekrar eski hâl geliyor. Öyle olmasa... Sedeften maksat inciyi ihtiyâr etmektir, iki gözüm. 

Yoruldunuz herhalde. Toplayalım, nihayet verelim.

Bizim ecdadımız, dedelerimiz hilkaten, ahlak-ı hamide ile doğarlardı. Tarih bunu böyle ispat eder. Böylece gösterir. Hüküm ekseredir. Onların bu şekilde olmalarına illet, onlar muhabbet çocuklarıydı. Cemiyetin en büyük yarası budur. Muhabbetli ailenin çocuğu, insanlığa hadim olaraktan yetişir. Bizim ilk yapacağımız tashih, ailelerde muhabbeti tesis etmektir. Anlatamadık galiba. İlk yapılacak iş bu. Neden biz tarihte çok ünsiyetli, çoook camialı bir kavimdik? Bizim annemiz, nenemiz, dedemiz, muhabbetli ocak kurmuşlardı. Bir hastalık geldi Allah izâle etsin, ne yapalım? Çok fena.

Peygamber der ki:  [21] Yehtezzü'l arş mine't talak. Boşanmadan Allah titrer. Allah’ın arşı titrer. Allah’ın arşı titrer dendiği vakitte, diğer bir Nazm-ı Kerim’de Allah arşa istivâ etmiştir der, Allah titrer.

Bu o kadar basit bir şey değil. Fakat ufak ufak hadiseler, fındıkkabuğunu doldurmaz, incir çürüğünü sığdırtmaz, cayır cayır, çocuklar diri diri yetim kalır. O sevgi, muhabbet olmadıkça yetişen çocuk hunhar olur. Kestirmesi bu. Cemiyete yaramaz. Kendine de tabi yaramaz, cemiyete yaramayan.  Çünkü Hakk’ı siyânet[22] etmez. 

Bir cemiyette Hak siyânet edilmedi mi medeniyet yoktur. Eğer hakiki medeniyet aranıyorsa. Medeniyetten gaye nedir? Hakk’ın muhafazası değil mi? Bunun haricinde bir şey mi söyleyeceğim? Medeniyetin, hakiki medeniyetin, medeniyet-i fazılanın gayesi, muhafaza-i Hak değil midir? Muhabbetsiz aile de muhafaza-i Hakk’ı tecelli ettirebilecek evlat gelmez. Ve gelmez. Olmaz.

Yüzünü görmezdi. Hâlbuki İslam ananesine göre görmesi esastır. Onu sonra dedelerimiz, böyle yapmayalım demişler. Mesela Hazreti Muhammed: “Alacak adam alacağı kadını, varacak olan kadın veya kız alacağı adamı görsün.” der. Fakat gördükten sonra, kısmet olmamışsa, ketmetsin[23] der. Ketmetsin, gizlesin gördüğünü söylemesin.  Evet, bidâyetde, mutekaddiminde bu böyleydi. Görür başka bir bahane ile şey eder. Sonra “İyi ama kafasının uç tarafı sivri. Kulağının evsafı şöyle. Burnu böyle...” Bu hem Hakk’ı gücendirecek bir hâl hem bir ahlaksızlık.

Söz tohumdur, o söylenen sözler diğerinde fena tesirler yapar.

Cemiyet içün onu nâfi görmedi. Deden dedi ki: “Hayır, görmeden alsın.” Annesini gösterirken, aptallığına hüküm etme demek istiyorum, anlatabildim mi? Nezaketinden dolayı onu yaptı. Çünkü çok kalbi rikkatle çarpardı. Kimsenin evladının zem olunduğunu istemezdi. Onu bağrına basardı. O da benim canım, derdi. Ayrı görmezdi çünkü seveceğim, derdi. İnsanlığı ben seveceğim, diye yaşardı. Kimsenin evladının öyle hakaretle anılmasını istemediğinden dolayı fedâ etti onu. Yoksa aptallığından dolayı, bak bak ne gabi adammış, ne ahmak adammış, görmeden almış da öyle değil kardeşim, bir cemiyeti kurtarmak içün. Sen onu öyle şey etme, öyle anlama sen. O mânâya değil. 

Fakat Allah’ta o niyete göre, öyle bir ihlas verirdi. Hani “Nikâhta uğur vardır.” sözü belki sizin tuhafınıza gider. Allah’ın o ihlasa karşı vermiş olduğu bir sıfattır. “Bu, bu yuvayı kurdu. Buradan insan dokuyacak. Bu eğlenmek içün değil, evlenmek içün. Evlenmek ise Benim emrime intisâldir. Ben bu saltanatı bu sahada böyle tecelli ettireceğim dedi, bu yuvayı kurdu. Vaktiyle gönlünden geçirmiş olduğu şekillerde bir şahıs yahut bir varlık karşısına çıkmadı ama Ben ona beğendirtecek işler yaparım.” der Allah. O hususi hususi beğenmeler başlar.

Bakarsın ki elli sene bir yastıkta çürümüş, çıt yok. Şimdi evlerin içerisi cehennem. Rap, rup  giriyor, bir odaya o çekiliyor, rıp rup  gidiyor o bir tarafa çekiliyor, öbür tarafta işte bir adamı madamı varsa filan, bir tuhaf. Hiçbir şey yok. Kanaatle elzem birleştirilmiyor, değil mi? 

Kanaatle elzem birleştirilecek. İnsan için en büyük gıda muhabbettir.

Vaziyet müsait değil; para hâsıl olmamış, parayı israf etmemiş, hariçte yememiş, meşru şekilde kazanmış. Sen bin liralık elbise istiyorsun, yüz liralığını yapabilmiş. Muhabbetin varsa o sana haddizatında on milyon liralık gelir. Yoksa on milyon liralıkta alsan yine burnunu bu tarafa bükersin. Öbür tarafta iki türlü pişirecekmiş, sıhhati müsait olmamış, bir türlü pişirebilmiş. İki türlü pişirecektin, diyerekten sabahtan akşama kadar boyuna söylen dur. Muhabbet olmuş olsa o lokmanın içerisinde... İki taraflı bu. Kadın tarafı da bir tuhaf, adam tarafı da bir tuhaf. Dedemiz böyle değildi ki. Onun için çocukların rengi solgun, ölgün, bitap veyahut huysuz. Olmuyor, olmuyor! 

Bugünkü mevzû da evvela iç âlemimizi tashih etmek; hatalar nereden başlıyorsa, baş başa vererek gel anlaşalım demek lazımdır. Anlatabildim mi? Davayı uzatmamalı. Gel yavrum, senin bende istemediğin sıfatlar var mı? Söyle bakayım, nelerimi istemezsin sen benim? Ben düzelteyim. Benim de sen de istemediğim şeyler var, sende düzeltebilir misin? Derhal iş olur. Allah hemen şey eder. Elini kor. Bunların niyetleri güzelleşmiş, der. 

Yoksa “Efendim kültürü yükselsin!”  Kültürü yükseldikçe aşağıya düşer. Kültürü yükseldikçe hiddeti çoğalır. Kültürü yükseldikçe dalavere büyüyor. Yanlış anlama, kültürün aleyhine bulunuyor mânâsına değil. Ahlaksızda kültür zarardır. Ahlaklıda kültür nurdur. Bir adam ahlaksız mı kültür onun cemiyet için en büyük zarardır, ahlaksız adam.

Onun için İmam-ı Ali öyle der. Lâ tuallimu evlâde sefele. Ahlaksız insanın ahlaksız çocuğuna öğretme. Sivrilirse büyük bir makama gelir, bir tekmeyle bir camiayı yakar. Yanlış anlama, kültür ahlaksız da üüü zehir! Ahlaklıda nur. 

Evvela birbirimizi seveceğiz. Sevmek aileden başlayacak. Anneden, babadan, evladından, ailenden, ailesinin kocasından böyle başlayacak. Bunlar eksik mi vallahi ne Allah yanında ilerlemek vardır, ne dünya üzerinde ilerlemek vardır. Daima tepetaklak gelmek vardır. Hiç imkânı yok. İmkânı yok.

Gelmiş huzur-u Peygamberiye birisi: “İnliyorum!” demiş.
“Evli misin sen?” demiş.
“Evet”
“Çoluğun çocuğun senden memnun mu?”
“Hayır!”
“Daha inleyeceksin.” demiş. “Hadi git. İlaç yok ona!” demiş. İnleyecek.

Fakat ne yapalım ki toprak ehli, ehl-i dil'in şeysinden haberdar değildir. Ben sizi inanmış bir zümre diyerekten, inananlar üzerinde konuştum. Ama bir de vardır ki, maddenin kesâfetinde kalmış. Fakat aksini de ispat edemez.  Gene ayrı o. Sorarım mesela, neden bu kadar hamule-i irfaniye-i beşeriye yükseldiği halde insanlık inliyor? Senin dediğin gibi olmuş olsa, insanlık inlemeyecek. Ya, Hakk’ın dediği gibi de inliyor. Senin ki tutmuyor işte.

Daha ne yapacaksın, semaya çıkıyorsun. Neden buraya bir huzur veremiyorsun? Demek ki huzuru vermek senin elinde değil. Birisi verecek o huzuru. O huzurun verilmesi içün de yollar var. Onlarla gidilecek. Buradan başlayacak. Tabi o ufak teşkilattır. Şey etti mi, harice sirâyet edecek, sirâyet edince cemiyete huzur gelecek.

Biz zannederiz ki, huzur para olursa olur. Hayır hayır! Para vasıta-i nimettir. Bizâtihi nimet değildir servet. O nimet olabilmesi içün, Allah’ın “Git servet, şurada nimet ol!” demesi şarttır. O’nun “Nimet ol!” demesi içün de sendeki vasıfların olması şarttır. O vasıflar olmadıkça o nimet meydana gelmez. İstersen milyarların içerisinde otur böyle. Vasıta-i nimettir o.

Bundan yirmi beş otuz sene evveli, belki sizin de elinize geçmiştir, içinizde yetişenleriniz bilir. Bir yazı yazmıştı, Amerika’da bir lord. Yerin dibinde bir kasası varmış. Yazdı, gazetede okumuştum. Senede bir defa kasasını ziyaret edermiş. Öyle muazzam, nasıl kasaysa? Daire, parayla dolu. Her sene bir defa gider bakarmış, seyredermiş. Bir gün açmış, anahtarı dışarda bırakmış kapıyı kapamış, içeride kalmış. Çıkmanın imkânı yok. Kimsenin de aklına gelmiyor. Arıyorlar tarıyorlar yok. Haftalar geçmiş yok. Nihayet açlıktan ölüm anı gelmiş. Şöyle bir kâğıt çıkarıyor, kâğıdın üzerine diyor ki: “Eyy beşeriyet, sakın gafil olmayın. Benim şu göz kamaştırıcı servetimi, şu anda kırık yarım lokma ekmeğe terk edebilirdim ama fayda yok!” Allah diyor, kafasını koyuyor, ölüyor. Anlatamadık mı acaba?

Bugünkü konuşma bu kadar yeter.


[1] Sa’y: Çalışma, çalışıp çabalama, emek sarf etme, ceht.
[2] KulûbKalpler.
[3] Teşâbüh: Benzeşme. Birbirine benzeme.
[4] Taarrüf: Tanışma, tanıma.  Karşılıklı anlaşma, tanışma.
[5] Tenâsüb: Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma. Aralarında uygunluk bulunma, birbirine uyma, yakışma, uygun ve güzel oranda olma.
[6] Tefhim: Anlatmak. Bildirmek. Tâzim.
[7] Tûl-i Emel: Uzun emel; zevk ve safâ sürmek için çok yaşama arzusu. So­nu gel­mez ar­zu, tü­ken­mez hırs, ta­mah. Resûlul­lah, “Üm­me­tim hak­kın­da endîşe et­ti­ğim hu­sus­la­rın en kor­kun­cu hevâ ve he­ve­se uy­mak ve tûl-i emeldir. Hevâya tâbi ol­mak in­sa­nı hak yol­dan sa­pı­tır. Tûl-i emel ise âhi­re­ti unut­tu­rur.” bu­yur­muş­lar­dır. (Ku­şeyrî Risâle­si Terc.)
[8] Istıfâ:  (ﺍﺻﻄﻔﺎﺀ (Ar. safâ “saf, temiz olmak”tan) En saf ve temizini seçip alma, seçkin duruma getirme,getirilme, seçilmişlik, seçkinlik. Ayıklanma, saflaşma gibi anlamlara gelen Istıfâ, ıstılâhi olarak; Allah'ın bazı kullarını hususen de Peygamberlerini seçip mevcûdât üzerine üstün kılmasını ifade eder.
[9] Likâ-Lika: Kavuşmak. Buluşmak. Görüşmek. Yüz, çehre
[10] Şebabet: Gençlik
[11] Sin-Sinn: yaş
[12] Karâbet: Soyca yakınlık. Akrabalık. Hısımlık.
[13] Etıbba: Tabipler doktorlar.
[14] Tarık suresi 9 ve 10. Ayet-i Kerimeler. 9 يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ  .  10 فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍۜ .    
Meali. O gün bütün sırlar yoklanıp, meydana çıkarılır. İnsanın o gün ne bir gücü vardır, ne de bir yardımcısı.    
[15] Abûsü'l-vecîh: Asık suratlı
[16] Acep-Aceb: Garip, acâyip, tuhaf, şaşırtıcı. •Şüphe, tereddüt, hayret ifâde eden soru zarfı, acaba
[17] Arbet: Çok çirkin, biçimsiz. Garip, tuhaf. Acayip. (Muhtemelen “Garabet” kelimesinin yöresel ağızla söylenişi)
[18] Pey:  Bir sözleşmede anlaşmayı kabul ettiğini göstermek üzere taraflardan birinin diğerine verdiği para, kapora.
Pey sürmek: Müzayede (Arttırma) ile satılacak bir şey için fiyat teklif etmek.
[19] Levh: Görünen ibretli manzara.  Üzerinde yazı veya şekil çizilebilir düzlük.  Seyredilen yerin çizili sureti.
 Ayet, hadis veya büyüklerin ders verici sözleri. Yazılı şey.  Şimşek çakmak.  Susamak.  Zâhir olmak.  Çalıp almak. Levha, yazı, resim, manzara.  Levha.
[20] Yasin Suresi 58. Ayet-i Kerime سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يم
Meali: (Onlara) Rahîm olan Rab'den "selâm" sözü vardır.
[21] Ebu Davut ibnül-Humam, Fethul Kadir. c.2 sh.22, Muttakî, lX, 661
[22] Siyanet: Koruma, muhafaza, hıfz.
[23] Ketmekmek: Söylemeyerek gizlemek, üstünü örtmek.


[i] Güftesi Rufai onu Şeyhi Ahmed Vehbi Antakyavi'ye ait ilahinin tamamı

Mekteb-i irfâna gidip âyet-i Kur’ân okuruz
İlm-i ledün vâkıfıyız nüsha-i insan okuruz

Söylemeyiz nâ-halefe böylece erdik şerefe
Vâkıf olup “Men aref”e nükte-i pinhân okuruz

Gelse güzel bezmimize yâd gelmese yanımıza
Münkir ermez sırrımıza böylece irfan okuruz

Her güzelin dengine biz boyanırız rengine biz
Düşmanının cengine biz tîg ile çevgân okuruz

Birbirini sevmeyenin kendi özün bilmeyenin
Âdeme baş eğmeyenin ismini şeytân okuruz

Aşk ile sevda ile biz derd-i dilârâ ile biz
Tabla-i şeyda ile biz böylece dîvân okuruz

Vehbiyâ mestiz ezeli biz severiz her güzeli
Anda görüp Lem Yezel’i ismini cânân okuruz

Aşk ile sevda ile biz derd-i dilârâ ile biz
Tabla-i şeyda ile biz böylece dîvân okuruz

Vehbiyâ mestiz ezeli biz severiz her güzeli
Anda görüp Lem Yezel’i ismini cânân okuruz


0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017