Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

87. Kaset

087 (315) 83 dk (20.03.1960)

Bir veçheside mânâ âlemine teveccüh eder. Yani insan âlem-i hikmetle, âlem-i kudrete taalluk ettirilmiş bir can. Suret itibariyle elli atmış kiloluk bir kan kemik torbası. Fakat iç âlemine girildiği vakitte, bütün varlık onun içerisinde zerre kadar kalıyor. Onun içün kendisine Naib-i Hak denmiş. İşte zor yeri burası. Bu mevzûun en zor yeri bu. Bunu lisan ile kelime ile harf ile elfaz ile anlatmak pek beşeri takatin dâhilinde değil.

İnsan bazen ufak bir şeyi meydana getirmekle, “Oldum!” sevdasına bürünür. İçinde bir varlık görür,  “Yaratırım!” der. Yarayı görür de yaranın ölçüsünü yapamaz. Bu kadar da acizdir. Acaba anlatabiliyor muyum? Şurada ıstırap veren bir çıban var; onun sahasını ölçer, işte şu kadar kısımdır, şudur, budur. Istırabını ölç bakayım! Mânâ ile maddeye misal veriyorum. Canlı dinleniyor. Hani bazı insanlar: “Efendim, maddeden başka bir şey yok!” Ama pekâlâ işte maddesi çıban, şu kadar yeri kızardı, şu kadar yerinde iltihap var, şunu şöyle ölçtük, sahayı gösterdik... Istırabı? Istırabı ölçülmüyor. Neden? Mânâ avuca sığmaz. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Daha neyi söyleyeceksin! Daha henüz vücûdunda çıkardığı çıbanın ıstırabını ölçemeyen beşer, nasıl Kudret’le azamet yarışına kalkmaya kalkar!? O da bir mesele. O kadar da acizdir.

Evet, semaya çıkar, denizin dibinde gider, akılları durduracak kadar şeyler yapar. Bunun arasında: “Ne oldu bilmedim; kapının dibinde oturdum, anahtar deliğinden bir rüzgâr geldi, beni tepeledi!” Yaa, Kudret öyledir. Çok kavîyi çok zayıf ile tepeler. Daima âdeti öyle. “Efendim, keşfedilemedi mikrobu!” Niye keşfedemedin? Yaratırım, diyordun ya? Keşfetsen de ne yapabilirsin? Nereye kadar kullanırsın? O da bir mesele. Onun içün, işte bu insanda aşk dedik ya, buralara, buraları hâlleden yer o. Akıl buralarda tıkanır. Tıkanıverir akıl.

Tahkîk yolunda akıl n’etsün
A’mâ vü garîb kande getsün
Meğer sen olasın refîkim
Tâ sehl ola tarîkim[i]

Zor olan yerleri bunlar. Daima, çok kavîyi çok zayıf ile tepeler. Kudret’in âdeti bu ki, beşeriyet kendine gelsin. Sahte benliğinin karanlığında kalmasın. İnsanlara kibr-i gurur satmasın. Yeri ezer gibi basmasın. Semayı deler gibi bakmasın. Ah almasın, gönül kırmasın. Huzuruma dürüst gelsin.

Dönecek, dolacak dolaşacak, neticede herkes bir merci-i külliyeye gidecek. Onun içün de uzun boylu bir zaman yok. Zaten zaman denilen şey yok. Zamanın mevcûdiyeti zaten yok. Yok, olduğu ispat edildi değil mi ya? Yok. Elli sene evveli bir yere giderdin beş senede; şimdi gidersin beş saatte, beş dakikada şuyla, buyla. Zaman yok orta yerde. Zaman bana göre bir emr-i itibari. Öyle değil mi? Şu misali unutmayın. Bazı insanlar şöyle maddenin kesâfetinde kalırda mânâyı inkâra kalkar ama sıkışınca gene  “Allah” der. O da gene ayrı bir mesele. Sonra Hakk’ın bir gizli ismi vardır, Esmâ-i Hafîye. Allah’ın gizli bir ismi var. Bak böyle içimizde nefesi çekiyoruz, “Hay” veriyoruz, “Huu” Bak, nedir o? “Hû” değil mi, o? Onun içün öyle der.

[1] وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ Beni tesbih etmeyen hiçbir zerre bırakmadım ben. Öyle kurdum.

“Nefes almayacağım!” Patlar geberirsin. Hayatını öyle bir yere bağlamış ki, o hayatının işleme tarzı Beni anacak. İçine çektiğin vakitte onun Esmâ-i Hafîyesi, dışına çıkardığın vakitte de onun Esmâ-i Hafîyesidir. Sen şunu gel tav’an teslim olda, sıkışmadan Allah de de sıkıştıktan sonra tutmaz. Tutmaz, çünkü kendi öyle diyor. “Ne yapacak! Bocalar, bocalar, bana gelir.” diyor. Bocalar, bocalar… Sıkışmadan, en serbest zaman. Öyle der kendisi:

 سبعة يُظِلُّهُمُ اللَّهُ فِى ظِلِّهِ يَوْمَ لاَ ظِلَّ إِلاَّ ظِلُّهُ  [2]

Bak nasıl akıntısı ne kadar güzel. İçinde mânâsını bilmeyenlerinizde de bir şey yapar o.

سبعة يُظِلُّهُمُ اللَّهُ ظِلِّهِ يَوْمَ لاَ ظِلَّ إِلاَّ ظِلُّهُ الإِمَامُ الْعَادِلُ وَشَابٌّ نَشَأَ

 بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ وَرَجُلٌ مُعَلَّقٌ قَلْبُهُ فِى الْمَسَاجِدِ وَرَجُلاَنِ تَحَابَّا فِى اللَّهِ اجْتَمَعَا عَلَيْهِ وَتَفَرَّقَا عَلَيْهِ ٌ فِى

İlâ âhirihi. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, bir gün dostlarını toplamış, böyle.

Sormuşlar: “Gelişten, gidişten gaye ne? Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Ne olacak? Hayat bundan ibaret midir?”

“Hayat ebediyette başlar.” diyor.

Şimdi ilmen, fennen, rüyayı söyledikten sonra, yarın hayatta… Anlatamadım cümle bozuldu. Bir rüya görürsün, elemli sürûrlu her neyse. Rüyayı gördüğün vakitte o âlem-i misaldir. Buradasın, madden burada. Mânâna gelince mânân, âlem-i misalde. Âlem-i misalde olmazsan onu şey edemezsin.

(İyice, iyi dinlemiyorsunuz. Nazarlar sönük. Hava sıcak, sıcak vakti bıraktık, serinleştiği zamanda konuşmaya başladık. Bir daha söyleyeyim. Şöyle biraz geri çekil Fahrettin, kapının önünü kesmeyin.) 

Kalıbın bu sahne-i şuhûtta. Rüya gördüğün vakitteki, içindeki iç âlemindeki vücudun burada mı? Burada olsa aynı odada aynı rüyet olacak. Anlatabiliyor muyum acaba? Burada oldu mu burada ne varsa onu görürsün. Öbür tarafını görebilir misin? Rüyet kanunu var. Göremezsin. Fakat sen bakıyorsun ki buradasın, dünyanın bir ucunda. Amir olursun, memur olursun, zalim olursun, mazlum olursun, hâkim olursun, mahkûm olursun, şekilden şekile girersin, âlem-i misalde. Kudret, ebediyete ait olan bütün dersleri insana kaçırmıştır.

“Hiç kimse mazeret serdedemeyecek Benim huzurumda, diyor. Ben seni insan yaptım. İnsan haklarını muhafaza etmeklik içün seni âlem-i şuhûda sevk ettim. Bunu rüyanda da gösterdim, eline bir de harita-i kutsiye-i lahûtiye verdim. İyiyi kötüyü gösterebilecek tarafımdan insanlar da gönderdim. Semavi rekz[3] ettiler, ayak kayacak yerlerde büyük işaretler koydum.” Şurası sokak ya birdenbire taksi önüme çıktı yok. Koydum diyor, basarsa ilk önce ses alırsın sonra yürürsün, diyor. Nereden alırsın sesi? Vicdanından. Daima tehlikeli yere geldiği vakitte semavi işaret rapp der, basar. Yapma alçaksın, der. Anlatabiliyor muyum acaba?

Zalime  “zulmetme” der, mazluma da “uşak olma” der, sana layıktır der. Büyük Kitap daima -dikkat ederseniz, Büyük Kitab’ın içerisine girerseniz- kavînin hukukundan ziyade zayıfın hukukunun meydana gelmesini arar. Tabire dikkat et. Bak, bir tek cümledir.  Dünyanın bugün iyi yaşayamayışındaki hikmet-i illet. Allah öyle diyor: “Kavînin hakkından ziyade zayıfın hakkını arayın, iş düzelir.” diyor.

Zayıfın hakkı aranmadıkça bütün kafalar toplansın; en zekisi, en diplomatı, en iktisatçısı, en siyasisi, en kıyasisi, ne bileyim ben, ne kadar kelime, o işin sahasında bulunan varlık varsa, kelimeye sok, ortaya koy, fayda yok. İnleme geçmez. “Ben düzelteceğim, diyor. Benim düzeltebilmekliğim içün de insanlar, zayıfın hakkını kavînin hakkından daha önce arayacak.”

Bugün beşeriyetin, bir iki buçuk milyar mıdır, üç milyar mıdır insan, şu küre besler. Heyet-i umumisinde ekseriyet itibariyle huzur yoktur. Neden yoktur? Zayıf kavîden hakkını serbestçe alamadığından yoktur. İşte ahlak; insanı çalıştıra çalıştıra böyle kemâle getirttirir ki, zayıf kavîden hakkını serbest serbest alır. Anlatabiliyor muyum bir şey? Bugünkü konuşmanın an yeri bu. Buradan öbür tarafı caba. Bunu söylemek için çıktım. Kudret’in insanlık üzerine yapmış olduğu vazifelerin başında bu geliyor. Bu düzelmedikçe insanlar rahata kavuşamaz, diyor. Yok, kapı kapalı!

Onun içün Büyük Kitap; -tekrar ediyorum cümleyi- zayıfın hakkını kavînin hakkını arama üzerine tercih eder. Taraflı görmez. Bir tarafın menfaati üzerine yürümez. Daima menfaati sonraya bırakır, fazilet peşinde koşturur. Fazilet peşinde koşunca, zayıf kavîden hakkını serbestçe alır.

Dünyada huzurun kalkması, inlemenin ilerlemesi ve daha da ilerleyecek. Dönmüyor beşer. Hastalık teşhis edilmiştir. İlacını yapmıyor. İki türlü hasta olur; biri hastalığını bilmez, muzır olan şeyleri yer, hasta olduğunun farkında değildir. Dinliyor musunuz iyi? Hasta olduğunun farkında değil. Yiyiş tarzında hep yediği, hastalığının farkında değil, hep daima lehine çıkıyor. Bir de hasta, hastalığını biliyor, perhiz söyleniyor. Hastayım, diyor. Buna böyle perhiz yapmaklığım lazım diyor, fakat yine yiyor. O bilmeyenle perhizi bilip dinlemeyen arasında bir fark var mıdır, hastalığın şiddetlenmesinde? Hiç fark yoktur. Anlatabildim mi? Beşer biliyor da amel etmiyor. Bela burada. Biliyor, evet doğru diyor, fakat amel etmiyor.

Buraya nereden girdik? Hayatın başlangıcını söylerken girdik. Rüya dedik, âlem-i misalde, kaç âlem var? Üüü! Birkaç tanesini söyler misin? Söyleyeyim. Ayan-ı sabite âlemi. Buraya gelmezden evvel, sevkiyat dairesinde durduğun yer. Şimdi öyle bir yerlere girdik ki anlatması zor. Atlayayım oradan da… Kaçayım yani ya. Nasıl anlatayım? Beş dakikada anlaşılmaz ki. Şöyle bir şeyle belki bir şey anlaşılabilir.

Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu reh-i seng-sâre düştü
O zamân ki bezm-i cânda bölüşüldü kâle-i kâm
Bize hisse-i mahabbet dil-i pâre pâre düştü[ii]

Bir ezel âlemi var, onu tasvir ediyor, büyük adam. Zevrak biliyorsunuz değil mi zevrak? Böyle denizde bir ince bir sandalımsı, zevrak o. Sandal değil, kayık değil, denizde böyle narin bir şey vardır. Konuşma tarzımdan ne olduğunu anla. Yer onun, diyor. Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü. Kırıldı diyor, parçalandı, bir kenara düşü. Neden? Bu sahne-i şuhûd öyledir.

Yusuf aleyhisselamı, kardeşlerinin kuyuya atmasındaki hikmeti sen bilir misin? Atlaya atlaya konuşuyorum ama birbirine bağlanıyor. Kendin bağla yahut ben bağlayayım gene sana vereyim. Kardeşleri zalimdiler, fasiddiler. Hudâ ona dedi ki: “Zalimin arasında oturmaktansa kuyuda otur.” Onların hepsinde incelik vardır. Bütün umum beşeriyete birer ders-i ibrettir. Zalim insanların arasında, gaddar, hunhar, hain insanların arasında oturmaktansa, böyle yer saray da olsa, bağ-ı cennet de olsa oturma orada. Kuyunun dibinde otur. Onun için onu oraya Hudâ tıktı. Daha çok mânâ size verdim ben birkaç türlü mânâlar ya, bir tanesi de bu. Tatlı mânâlardan, maddi mânâlardan birisi de bu.

Zalimlerin arasında oturmaktansa git kuyunun dibinde otur. Görme zalim yüzünü. Kudret’e isyan etmiş, insanları inletenlerin arasında oturma. Kuyunun dibinde otur, daha rahat. Sen zulümden nefret eder, haksızlıktan çirkinlikten kaçar, ihlas ile gönül ile kendini bir yere sığdırmak istersen, Cibril’i Allah sana hizmetçi yapar. Yusuf’u kuyuya atarlarken öyle şangır, şungur atamadılar. Yusuf, kuyuya inerken Cibril karşısında resmi selam durdu.  “Emr-i amadeyim, hizmete geldim.” Hadi mânâya girerekten tarif edeyim de belki içinizde hoşuna giden olur.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, Namus-u Ekber Hazretlerine soruyor.

Kim Namus-u Ekber? Cibril işte. Hükümet-i İlahiye’nin büyük sefiri. Niçün   “Namus” denmiş? Allah ile onun mazhar-ı tammı olan Zât-ı Alâ arasındaki sırrı kimseye ifşa etmemiş. Namus: Hakk’ın vermiş olduğu büyük mânâyı lekelememek mânâsınadır. Anlatabildim mi acaba?

“Vazife-i sefaretinde bunaldığın zaman oldu mu?” diye sordu, Sultan-ı Resul.
“Oldu” dedi.
“Anlatır mısın bana?”
“Dört yerde olmuştur.” diyor kendisi.
“Biri cedd-i âlân İbrahim, Nemrut ile Hak ve hakikat uğrunda çarpışırken, Nemrudun kendisini ateşe tarh ettiği vakitte, ateşe attığı zamanda emir aldım. Git muhafazasına, dendi. O heyecanı, o inceliği, o anı hâlâ unutamam.” der. Bir.
“E ikincisi?”  (Geçen konuşmada söylemiştim ya, teslimiyet makamına işareten)
“Oğlu İsmail’in zebhi hususunda yatırılıp da bıçağı tam onun üzerine va’z ederken ‘Bıçaktaki kesme hassasını kaldır.’ emrini aldım. Bir de mahbub-u cihan olan Yusuf’un kuyuya atılmasında, kuyuya atılmasında, burnu dahi kanamayacak, hissetmeyecek, gayet güzel bir nüvâzişle[4] kendisini indir emrini aldım. Bir de, Zât-ı Risalet Penâhınızın, meydan-ı Uhud’da yüzünüze ok saplandığı vakitte:
‘O kanı durdur, yere damlarsa yakarım kâinatı!’ emrini aldım. Bunlar hiç benim şeyimden çıkmaz.” der. 
Bu mevzû ile alakadar değil ama Yusuf’u sahnede misal getirdiğimden dolayı; zulme divan durmamanın, remz-i âlemi olduğuna misal getirirken bunları da anlatmak lüzumunu kendimce hissetim, söyledim.

 Ya, böyle bir kuvve-i hafîye var mı yok mu? İçinizde meydan-ı harpte bulunanlar bunu tasdik etmemezlik edemezler zannederim. Meydan muharebesi. Siperde durur; kendimi iyi muhafaza ettim, der. O kurşun nereden gelir kendi de bilmez, orada kalır. Öbürü sahnenin orada şırt vırt, şırt vırt, kulağının kenarından saçının ucundan, çünkü orada memur vardır, ilişemez. Anlatabiliyor muyum acaba? Canlı misalidir o.

Kâinat hilkat, öyle acayiptir ki. Bir sefer daha söylemiştim yahut birkaç sefer. Muhyiddin namında bir zât-ı âli gelmiş. Beş yüz küsur kitap meydana getirmiş. Bir Fütuhat’ı var şu boyda. Ne bileyim ben, o akılla hal olunmaz iş.  Onun hepsini okumak değil, o beş yüz küsur eserin on tanesine bir adama yüz sene ömür versek şunu yaz desek, yazamaz. Bu kitapların en zengini Fransız kütüphanelerindedir, İngiliz kütüphanelerindedir. Endülüs yağmasından en kıymetlileri oraya gitmiştir. Hatta bir vakitler Fransızlar: “Üç dört eserini tetkik ediyoruz. …. Meydana korsak, dünya başka bir âlem olacak.” Böyle acip. O der ki...

İşte ayan-ı sabite dedim ya -hani âlemleri sayarken- bazı insanlar, oraya girip çıkıyor, burada yaşadığı hâlde. Acayip, evet. Hukuk tedarik etmiş Kudret’le, mabeyne[5] giriyor çıkıyor. Muhyiddin de onlardan biri. Nereden biliyorsun girip çıktığını? Mesela o beş yüz tarihinde yaşamış. Hicri, İslami tarih beş yüz, beş yüz küsurla altı yüz arasında. Altı yüz doksan dokuzda Osmanlı İmparatorluğunun kurulacağını söyler.  Daha o vakit, insanı meydanda yok. İnsanı yok ki meydanda. Haa, sevkiyata gidiyor, filanca filanca işi yapacak, diyor. Anlatabildim mi acaba? Ayrı bir iş.

Sonra bunlardan, çok okumayanı da vardır. Kalbinin kitabını okumuş. Malum ya kalbinin, öyle der büyük insanlar: “Gönül kitabından bir tek harf okuyaydım da keşke yetmiş hayvan yükü kitap okumayaydım.” der. Evet, böyle yüz hayvan yükü kitap okudum amma gönül kitabını açıp da bir tek harfini daha okuyamadım ki.

Fatih kütüphanesinde divanı vardır, Müştak divanı. Müştak Baba namında bir zât. Seksen sene evvel Ankara merkez-i hükümet olacak diyor. Seksen sene evvel birisi çıksa böyle söylese, bir tuhaf derler adama değil mi ya? Seksen sene evvel. Neden? İşte o Mabeyn ile alakadar.

İnsanların çeşidini anlatıyorum, insan tarifinden de böyle bir hikâye gibi dinleme. İnsanın tarifi güç dedim. Şimdi bir insan var, daha henüz maddesi modeli yok iken filan şey olacak diyor, iki hafta sonra oluyor. Bir insan var, önüne koyuyorsun “Şuna bak” diyorsun. “Ne var orada? Bilmem!” diyor. O da insan, etiketinde o da insan. Tarifi onun içün güç. Bazı insan beş metreden görüyor, bazısı ondan görüyor, bazısı yüz metreden görüyor, bazısı iki metreden görüyor, gözler bir amma haddizatında rüyet ayrı. Mânâ da bu şekilde.

O, der ki:  “Gençtim, seyahatteyim.”
Zaten bizim büyüklerimiz hep dünyayı gezmişler. Bize sonra atalet gelmiş. Bize emir öyledir. Gezin, der.

 [6] س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَاَ الْخَلْقَ  Yer üzerinde gezin, nasıl hilkate başlanılmış öğrenin, der.
 [7]  سَّمٰوَاتِ  اِلَى   فَانْظُرُو   Semâvâta bakın.

Ee böyle bakmak değil ya hayvan gibi. Böyle bakacak değiliz ki, orada ne lazımsa onları bilin öğrenin, dedi. Bak böyle değil ki. Acayip bir tahsil usulü var o vakitte. Mesela alıyor bir ilim adamı elli tane talebesi var, yüz tane. “Filan kitabı okuyacağız, nasıl okuyalım? Altı aylık dünyada bir tur yapalım, hem okuyalım, hem gezelim, o işi tamamıyla mal ederek, iyi öğrenerek dönelim.”  

Güzel usuller. Müfredat programı başka. Tabiatı ile istîdâtlar ayrılıyor.

Bazı adam gayet güzel mühendis oluyor. Bazı adam gayet iyi doktor olur. Bazı adam gayet güzel işte ilmin bir sahasında tekâmül eder. Fakat lüb[8] istîdâda ait olan şeyi verdiğin dakikada ne olur, ne olur, ne olur? Ara yerde istisnalar vardır ki, onlar da kaideye girmez. Acaba anlatabiliyor muyum? O adam mühendis olacak kabiliyeti var; ona haddizatında başka bir ilmi yüklediğin vakitte bu yarım kalır, öteki de olmaz, ötekine zıt düşer, almıyor. Tabiatı almıyor, öteki almıyor. Deden öyle okumamış. “Benim istîdâdım bunda.”  “Gel, diyor. Onun mütehassısı var. Bunu okuyacağız seninle.”

Ama onların içerisinde bazı istisnalar var, Fahreddinler gibi, Muhyiddinler gibi. Onlar kaideye girmez ki. Fahreddin doktor, Fahreddin hey’et-şinâs[9], Fahreddin tabakatcı, Fahreddin kimyager, Fahreddin haddizatında ilm-i simya bilir, ilm-i kimya bilir. O ayrı, onlar müstesna hilkatlerdir.

Umuma bakıldığı vakitte herkesin istîdâdı neredeyse, onun mütehassısı var gel, der. Ondan sonra bakıyorsun ki o daha büyük bir varlık bırakmış, o daha büyük bir varlık bırakmış. Nihayet o varlıkla raap Garb’a mal olmuş, herif kendi milletine zam etmiş, bir de yaldızlamış.

Bazen iyi bir şey gördün mü o dedenin malıdır; doğru, de. Benim o. O vakit ahlak da daha düzgün oluyor; çünkü ilim, adamı cehilden kurtardığından dolayı.

Cehildir insana fenalığı yapan. Sonra o ilim, bizim bildiğimiz gibi değil. İvazlı garazlı ilim değil. Şöhret için değil. Onun içerisinde Allah’ın rızası var. Şöhret için olan masada, şöhret için olan kasada, şöhret için olan rütbede, şeytan vardır. Ben bu kasaya sahip olacağım ama benim şöhret ile alakam yok. Mal Allah’ındır, O'nun namına kullanacağım. Orada Allah vardır. Anlatabildim mi? İmkânı var mıdır bir adam beş yüz küsur eser meydana koysun, içinde Allah’ın eli olmasın da? Ne mümkün?

“Seyahat  ediyorum”, diyor gençliğinde, bir gemide. Geminin güvertesinde birisi oturuyordu, diyor. Gece. Mehtaplı da değil, zifiri karanlık. Bir dalga geldi, o da muvazenesini kaybetti, geminin kenarına ruup, dedi. Ay dememe kalmadı, baktım ki bir latif, gayet munis bir mahlûk çıkardı, koydu. Kulağına da bir şey dedi. Bana bir hayal mi filan gözümü filan sildim, diyor.  Baktım, yaklaşayım bari temas ettim, su içerisinde. “Yapıştım.” diyor.

“Nedir o? Düştün biri çıkardı seni, bana da söyleyeceksin!” Toyum diyor, Gencim.

 “Dedi ki: Vallaha ben de bilmiyorum, diyor. Ben bilmiyorum. Yalnız, ben o şeyimi kaybedip, muvazenemi kaybedip denize düştüğüm vakitte, bir an-ı gayrı münkasımde zamansız bir muhakeme geldi bana: Öyle bir yere müracaat edesin ki, şimdi sen tam bir yere düştün. Hiç kimsenin kudreti yetmez. Öyle bir yere müracaat edesin ki, müracaat ettiğin yerin, kudreti aya da geçsin, suya da geçsin, denizin dibine de geçsin, üstüne de geçsin. Bu muhakemenin esnasında, yanarak:

[10]  ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِ dedim.’ Tam bir teslimiyetle. Dememle, işte senin görmüş olduğun, ben de henüz daha layıkıyla elimle teşahus[11] edip meydana getiremediğim o varlık çıkardı ve bana dedi ki: Yabancı değilim, okuduğun o mânânın suretiyim ben.” Anlatabiliyor muyum acaba?

Bugün fennen de bunu inkâr edemezsin. Çünkü neden? Amerika’da konuşuyorsun, burada dinliyorsun, dünyanın bir ucunda. Demek ki ona hariçte bir vücut verilmiş. Senin sözünün vücudu olursa, Allah’ın sözünün vücudu olmaz mı? O vücut icabında böyle işler de yapar. Fakat bizim maddemizle bu işlere girilmez. Bunda, bunu söylemekten maksadım, hilkat mânâ ile dolu. Bildiğimize karşı bilmediğimiz, nâmütenâhi. Nâmütenâhi. O kadar âlem çok ki. Birkaç tanesini söylemedim değil mi? İşte söyledik. Onu anlatırken bir de şey okuduk.

Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı ya şîşedir bu reh-i seng-sâre düştü.

Misal getiriyor, şişenin ne kıymeti var? Yani onun gibi çabuk kırılır gönül âlemi. Latif bir insan, bir şekâvet meydanında bulunursa.

Garip kime denir? Garibin mânâsı nedir ahlakçılara göre garip? Böyle, bir yerden gelmiş, bir yerde o değil. Garibin mânâsı: Ruhuna muhatap bulamayan adama denir. Bilgisine, ilmine, karşısında adam yok, güzel bir varidat var. Anlatayım da şu insanlığa bir hadim olsun, bir iş meydana gelsin. Yok mu adam? O adam gariptir, siz de ona acıyın, der Peygamber. En acınacak adamdır, der. Garip bu. Yoksa bir memleketten bir memlekete, üç gün sonra gariplikten çıkar. Boyuna adam buluncaya kadar gariptir bulamaz, öyle de gider. En zor şey. Garip.

Kimi zîn-i serde desti kimi ayağ-ı koltuğunda
Düşe kalka haste-i beste der-i lûtf-ı yâre düştü  

O âlemde, diyor. Sevkiyat âleminde; herkesin eli bir şeyde, kiminin ayağı koltuğunda, düşe kalka hasta beste, öyle değil mi? Bu âlem öyle değil mi ya?  Bir taraf, bir tarafında gönül yaralanmış, bir tarafında gönül sevinmiş, hep öyledir burası. Söyleyen zât, gayet güzel söylüyor da diyor ki:

O zamân ki bezm-i cânda bölüşüldü kâle-i kâm. Herkes kısmetini alıyor.
Bize hisse-i mahabbet dil-i pâre pâre düştü. Bize ne masa verdiler, ne kasa verdiler, ne rütbe verdiler, ne câh verdiler. Al şurada birkaç tane kırık kalp var, şurada da bir muhabbet hazinesi var, işte al bunları git. Senin de kısmetin bu, daha ne istiyorsun?

Meh-i burc-ı ârızında gönül oldu hâle mâ`il
Bana kendi tâli`imden bu siyah sitâre düştü.

Âşık adam, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisini gözünün önüne getirmiş. Onun vech-i saadetinde bir ben vardı, gayet latif, ona işaret ediyor. Meh-i burc-ı ârızında gönül oldu hâle mâ`il. Anlıyorsunuz tabi. Bana kendi tâli`imden bu siyah sitâre düştü. Ne güzel koydurmuş, ne güzel va’z etmiş.  Siyah sitare, siyah yıldız. Bana da diyor. Herkese onları verdiler filan, “Şurada bir siyah Sitare var alır mısın?” dediler. Ben de onu aldım geldim, diyor.

İşte, âlem-i ervâh, ayan-ı sabite, âlem-i ervâh, âlem-i eşbah, âlem-i ecsâd, sahne-i şuhûd. Bundan sonra bir âleme gideceğiz, ona da âlem-i berzah denir. Âlem-i misal, rüyada gezdiğimiz âlem. Kapının aralığından gösteriyor Kudret, bir parça bir şey. Rüya nedir? Kudret’in levh-i mahfuzdan insanlara inkâr etmesin diye sevdiği insana... Herkes görür ama onu bir kişi içün yapmıştır O. Allah’ın öyle işleri vardır ki. Bir adamı sever, bir adama bir şey öğreteceğim diye bütün kâinat istifade eder. Yaa, sonra böyle olduğu gibi icabında bir adama gadap eder, bütün dünyayı yakar.

Necmeddin-i Kübra. O, ne demektir o? Necmeddin bu. Muazzam bir insan-ı kâmil. Muazzam. Dostları ile beraber otururlarken bir gün birdenbire, konuşuyorlar tatlı tatlı, boynunu bükmüş. Gözü yaşlı bir vaziyette kaldırmışlar.

“Hayır mı efendim recanız mı var.?”
“Hayır, demiş. Melun bir herif var musallat olmuştur. Zulm ile bir nazlı insanı gadren katletti. Katlonulan kimse mahbub idi. Bir irade-ilâhiye çıktı; buraları kan götürecek, kendi kellemi kurtaramadım!” diyor. Benimki de kurtulmaz, diyor, ben de gidiyorum, diyor.

Hülagu istilasında onun da kellesini almışlardır.

Meh-i burc-ı ârızında gönül oldu hâle mâ`il
Bana kendi tâli`imden bu siyah sitâre düştü
Reh-i Mevlevîde Gâlib bu sıfatla kaldı hayrân
Kimi nâm u şâne kimi it`ibare düştü

Bir şey anlatabildik mi acaba? Bilmem ki? Ahh.

Şimdi ona uyandıktan sonra rüya diyoruz. Yahu neler yedik, nerelerde gezdik filan rüyaymış. Bu yaşayış tarzının rüya olmadığını bana ilmen ispat edebilir misin? Ne malum bu da rüya değil? İşte bu da bir rüya. Nasıl rüyada görmüş olduğun, âlem-i misaldeki şeylere rüya diyorsan, yarın öldüğün vakitte uyanacaksın: “Haa onların hepsi rüyaymış!” diyeceksin, hayata atılacaksın. Anlatabildik mi acaba? Bu da rüya. Sen bana ilmen bunu “Hayır bu rüya değil!” diyerek ispat edebilir misin? Hayır edemezsin. İmkân yok. Hah, onun içün:

سبعة يُظِلُّهُمُ اللَّهُ فِى ظِلِّهِ يَوْمَ لاَ ظِلَّ إِلاَّ ظِلُّهُ الإِمَامُ الْعَادِلُ وَشَابٌّ نَشَأَ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ وَرَجُلٌ مُعَلَّقٌ قَلْبُهُ فِى الْمَسَاجِدِ ٌ

İlâ âhirihi...

Soruyorlar, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin dostları, öyle bir sohbet esnasında. “Geliş gidiş... İnsanlar bu âlemde, diyor. Dayanmalı, bu çok geçici bir şeydir.”

Hakikaten de öyle değil mi ya? Şöyle düşün bir; elli yaşında, kırk yaşında, filan… Bir an içün şöyle düşün! Ömrün tatlı zamanı gitmiştir. Atmış, tatlı zamanı gitti.

Hâkim’in dediği gibi. “Niye önüne bakarak yürüyorsun?” demişler.“Böyle boynun bükülmüş.”
“Gençliğimi kaybettim arıyorum ama bulamıyorum!” diyor.
O kadar çabuk gider ki o. Ortaya bir şey koyamıyor insan. Gitmiş!

Nem var ki laf edem özümden,
Mahveyle beni benim gözümden
.

Bir şey okumak istedim de bulamadım, getiremedim hafızama. Burası dâr-ı imtihan. Said olanlar, iyi insan olanlar, kerim olanlar. Sizi kemale ermiş diyerekten konuşuyorum burasını. Biz burasını son sınıf insanlara söylemek mecburiyetindeyizdir. Ama aklınıza bir şey gelmesin. Sen öyle bir insan mısın ki? Hayır. Ben gramofonun plağı, nakil. İçinizde en aşağısı ben. Öyle bir dava yok. Hani plağa nasıl verir? Biz de aldığımızı veririz. Onun içerisinde, sizler onları ayırır, sınıflandırırsınız. Şimdi bu söylenecek söz de henüz bidâyette bulunan, hani ne gibi biliyor musunuz? Canlı bir misal vereyim. Mesela ilk mektebin ikinci sınıfındaki bir talebe, ona bir cebir muadelesi yaptıralım, sin müsavidir filan, o müfettiş gelirse: “Ne yapıyorsun sen, der. Sen çocuğu gabi edersin. Senin eline bir müfredat programı verilmiştir. Bunun dersi; iki, iki daha üç, beş daha dört, ikiden çıktı, bunlardır. O sınıfı yükseldikten sonra dedik.” Ben de sizin sınıfınız yükselmiş diyerekten söylüyorum. Epeyi konuştuk, dünya seneler geçti. Azıcık maddenin ıstırabı bizde o kadar olmaması lazım.

Şimdi diyor, üç tane şey, çok inananlardan, said olanlardan kerim olanlardan bu üç şeyden biri eksik olmaz. Bir insan; Hak yanında kurbiyet kesbetti mi, Hakk’a karib oldu mu, onun ya maddesi eksik olur veyahut bir maraza müptela olur. Veyahut masum olduğu hâlde beşerin eşkıya tarafından tecavüzüne maruz kalır. Anlatabiliyor muyuz acaba? Bu diyor bir işarettir. Nasıl?

Hadi şurada bir sır daha size söyleyeyim. Biri öldüğü vakitte der, hayatını değiştirdiği vakitte, şurası şurası boncuk gibi terledi mi, korkmayın, der. Bunu da söylemek istemezdim ama söyledim. Şurası terledi mi, Korkmayın, iyi bir ele teslim edilmiştir o. Üç şeyden hâli[12] olmaz, diyor. Eğer birinci sınıf insan ise, üçü birden bulunur. Dayanması tabi o vakit zor olur. Ama maddi misal verelim; süfli değil de nezih bir sevgi ile iki kişi birbirini sevmiş. Süfli değil, bir de onun süflisi… Odabaşı’nda sever, Fatih’te terk eder, o değil. Süfli değil. Mânâyı görerek, insanlık hakkını görerek, bu iki ruh. Şurada kar yağıyor, ne bileyim ben, oturacak yer yok, diken. O diken ve o kar, ona kalorifer gibi gelir. Diken ona haddizatında en güzel havalı koltuk gibi gelir. Hani şimdi havalı doldurma koltuk var ya, onun gibi gelir. Neden? Muhabbette fani olmuştur. Hak'ta fani olan insanda dünyadaki mihnetin hiç kıymeti olmaz. Anlatabiliyor muyum misalden bir şey? Ondan sonra diyor ki: “Bunlar, kıymetsiz şeyler” diyor. Bir âlem vardır, gölgesi olmayan bir gün vardır.”

سبعة يُظِلُّهُمُ اللَّهُ فِى ظِلِّهِ يَوْمَ لاَ ظِلَّ إِلاَّ ظِلُّهُ

Gölgesiz. Şuradan köprüyü geçerken “Güneş vurdu” diyoruz. Ufacık bir, yarım saat durduğumuz vakitte, eve gelince bir tuhaf olduk diyoruz. Akabede[13] durmak çok zor şeydir. Ahlaksız ölenlerin akıbeti kötüdür. Kestirme. Cümleyi uzatmayalım, çok uzatmayalım. Fena.

O gün diyor ki, Sultan-ı Resul: “Yedi sınıf insanı Allah gölgesi olmayan günde kendi gölgesiyle gölgelendirecek.” diyor. Kendi gölgesiyle gölgelendirecek.

Sormuşlar: “Onlar kimler acaba?”

“Onların, diyor. Biri, öyle bir insan ki, milleti idare ediyor milletin başında, reis emir, her neyse. Milletin başı. Millet diyor ki: Allah ömür versin, mânâmız muhafaza edildi bu adam zamanında, teâli terakki ettik. Maddeten tekâmül ettik, manen tekâmül ettik. İmanımızı kalbimizden çalıcı insanlara fırsat vermedi. Milleti, raiyyesi[14], tebası kendisinden memnun olan baş. 

Bir sınıf da     رَبِّه۪ٓ وَشَابٌّ نَشَأَ فِى بِعِبَادَةِ 

Buradan buraya girdik biz. Hani dedik ya: Zamanında Allah deyin. Hatırlatabiliyor muyum konuşmanın giriş yerlerini? Unuttunuz siz hepsini. Buraya nereden girdiğimi unuttunuz. Onun içün böyle bir tuhaf bakıyorsunuz. Bu nereden geliyor bu diyerekten. Vaktinde Allah deyin, dedim ya. Ona misal getiriyorum.

Yine Muhyiddin’in sözünü söyleyeyim, Muhyiddin’in sözünü. Bu adamın hatemesinden[15] korkulur, derler. Mesela bir iş konuşulurken yani akıbetinden, ikinci âleme, asıl doğum anı -ki ölümdür- ondan sonra başlayacak âleme gittiği vakitte, bundan korkulur. Büyük adam diyor ki: “Hayır, bir adamın hatemesinden korkulmaz, fatihasından korkulur.” Yani başlangıcından. “Onun başlangıcı kötüdür de, fakat kötülük tarafı gizlenmiştir, gözükmemiştir, ölürken soyarlar meydana çıkar” diyor. Acaba anlatabiliyor muyum? Sual öyle bir de devir[16] veriyor ki, öyle bir devir, öyle bir burhan.

“Bir adamın diyor,  fatihası said olarak gitsin de, hatimesinde şaki olsun. Onu, Allah insanı zayıf zamanında hiç iblise teslim eder mi? diyor, o kadar Rahim olan Allah, onun bidâyetini oturttu da nihayetin de teslim etti.” Bir şey anlatabildim mi acaba? “Bidâyeti bozuk herifin!” diyor. Onun içün sonunda öyle gitti. Bidâyetine bakın.  Onlar iyi anlıyorlar. Fakat biz onlarla ünsiyetimizi ayırmışız, mukallit yaşamaya başlamışız, Garb’ı.

Bizi Garb’a izâfe edip, eritip o hâle sokmak isteyen insanlar vardır. Mahz-ı dalâldir o. Eğer insanî vazifesini yapmak istiyorsa bugün kürenin üzerindeki insanlar, “Hakikaten ben insanlığa çalışayım!” diyorsa, biz unutulmuş bir millet değiliz. Tarihimiz meydandadır. Bütün dünyayı dedemizin suretine sokmak mecburiyeti vardır. Oraya erit, ona mal et. Çünkü deden zayıfın hakkını iyi arardı. Biri de bu.

Deden zayıfın hakkını arardı. Zayıfın hakkını aramasaydı, haddizatında İspanya’da Yahudileri yakarken, bağrına basar mıydı? Kârını zararını bilmez mi zannedersin deden?  Viyana kapılarına gitmişken, Garp’tan yüzlerce kız getirip burada oynatamaz mıydı? O kudret yok muydu? Nesil otuz yaşında innin[17] olur. Doksan yaşında çocuğu olurdu. Daha musluk taşındaki çiçeği yapamazsın. Müzenin önünde duruyor toplar, elli dörtlüğünü, atmış dörtlüğünü, birinci cihan harbinde Almanlar, Alman müzesine götürmüşler ve  “O vakit bu topu dökecek bizde ocak yok.” demişlerdi. Deden dökmüş bunu, asırlarca evvel. Sen üç gün zorlandıktan sonra ilk önce karını boşamaya kalkarsın. Öyle değil mi?

Dedenin aleyhinde birisi konuştu mu şeceresinden şüphelen, “Kestirme lakırdı bu, bakayım ben senin şecerene!” de. Tarihin en büyük efendisi olan, en eski bir millet bulunan, Kudret tarafından ismi kendisine verilen, Türk diye hiçbir isim var mı? Türk ismini Allah vermiştir, fıtrat vermiştir, Peygamber vermiştir.  [18]  اتْرُكُوا التُّرْكَHHhhh   diyor. “Bırakın o necip milleti kendi kendine hakikati gösterince âşık olur.” İslam olmaları hususunda hiçbir cihat edilmemiştir, dedenle. Böyle bir şey var deyince, sarıldı ve bin, yüzlerce sene de hizmet etti. Ehl-i Salib[19] ordularını durduran o ecdadını sen biliyor musun sen! Onlar ne adam onlar? Öyle adam yok ki zaten. Onlar hususi Allah’ın ikramına mazhar olmuş, sen de onun çocuğusun.

Dünyanın her tarafına manevi zehirli gaz sıkılmıştır, biraz toz gelmiştir. Silkelen, şuuruna sahip ol. Açık söylüyorum. Zayıfın hakkını aramakla yaşayan deden. Yakıyorlardı İspanya’da adamları. Cayır, cayır. Aman diyene kılıç vurmazdı. Vurur mu? Vurmaz. Efendim vur temizle sonra şey olur! “Yok öyle, sonraya ben hüküm etmem.” dedi.

Malik İbn-i Eşter’e soruyor, Hazreti Ali. Malik İbn-i Eşter’e. O da ne adamdır, Malik İbn-i Eşter? İsmi zaten insanın vücûdunda bir şey yapar.  Tuhaf bir şey. Bunlar anlatılmaz madde ile. Bazı isim söylendiği vakitte insana kabz gelir. Diline sahip olmayan adamın sözü dikendir. Dinleme, gönül sahibi değilse bir adam. Diken, kasvet verir insana

Harpten sonra diyor ki: “Kimlere kılıç vurdun?” diyor Ali.
“Hangi hain geldiyse vurdum, yedinci batnında iyi insan çıkacak olan adama kılıç vurmadım!” diyor.
Demek onun gözü işte… Hani dedik ya; bakıyor, bakıyor, yedinci batnında, bir değil, iki değil, üç değil, dört değil, beş değil, altı değil, yedindi batında insanlığa nafi bir adam çıkacak bundan, kaldırdım kılıcı, diyor.

Yoruldunuz mu, keseyim mi?

Fatihasından dedik, başlangıcında. Oradan buralara giriyoruz. Birinci sınıfı söyledik. Bu birincilik yani böyle bir, iki, üç, böyle kıymet ifadeyle yani tekaddüm[20] tefaddullün[21] vücûdu değil. İlk önce söylediğim daha efdaldir mânâsına değil. Sıralanmış böyle.

رَبِّه۪ٓ وَشَابٌّ نَشَأَ فِى بِعِبَادَةِ    O gölgesi olmayan günde, gölgelendireceğim sınıfın biri de diyor ki Allah. Genç, diyor. Gençliğindeyken bana gönlünü vermiş, Masası var, kasası var, rütbesi var, güzelliği var, kuvveti var. Herkesin kendine ait bir sıfatı var ya gençliğinde, temyiz[22] ettirecek. O varken Benimle nispeti çok kuvvetli. İhtiyarlarsa Ben onu, mu’tak-ullah, azad ederim diyor. Bir adam, gençliğinde sağlam ihlas ile bağlanmış ve o hatır namına yaşamış. Altmışa geldikten sonra sual sormaktan utanırım, diyor Allah. O kadar nazik, Allah çok nazik. Allah kadar nazik hiçbir şey yok. Bana tam gençliğinde sığınmış, her şeysini bana vakfetmiş. Benim hesabıma yaşamış, o atmış yaşına gelsin ondan sonra ben ondan hesabı… Kalem kalksın, diyor.  Malum ya mânâ âleminde hep kalem işler herkesinkinin. “Kaldırın kalemi artık. Kalmayacak!” güzel değil mi? Tatlı değil mi? Kalksın.

Ondan sonraki sınıf: وَرَجُلٌ مُعَلَّقٌ قَلْبُهُ فِى الْمَسَاجِدِ

Kalıbı bütün işle güçle, şununla, bununla, gönlü mescide bağlı. O mescid dendiği vakitte, cami, şuradaki buradaki cami mânâsına değil. O mânâlar tahsil olur ama hakikatteki mânâsı o değil. Ya? Mescit Allah’ın evi değil mi, dini tabirle? Evet. Hakikatte Allah’ın evi, Kalb-i mü’min-i Beytullah. İnananın ve istikbal inananların olduğuna inananların, geliş ve gidiş de ki gayeyi duyup da Hak namına yaşayanların, gönülleri benim evim, diyor Allah.

O adam, maddi tekâmülde yürüyor amma gönlü de kırık kalplerde. Ben acaba hayatta kaç kalbi ihya edebilirim? Kaç kederli insanın kalbine sürûr yapabilirim? Kaç kimseye Hakk’ı tavsiye edebilirim? Kaç kimseye sabrı sevdirebilirim? Anlatabiliyor muyuz acaba? Bunu iş edinmiş. “Bu sınıfı ben hususi muameleye tabi tutarım.”

Sınıflardan biri; iki tane insan, birbirini seviyor, O sevgi esnasında “Eh bunda biraz servet var, günün birinde ihtiyacım olursa bir şey isterim!”  Bu yok. “Bunun bir rütbesi var. Belki bizim çocuk askere gidecek, ne olur ne olmaz, bir iltimas muamelesi bir mektup yazdırtırım!” Öyle şey yok. “Bunun câhı var yahut amcasının bir dayanağı var. Şununla hukuk tedarik edersek, içten içe işi fethederiz. Belki bize bir yer bulunur, bir iskemle bir sandalye bulunur!” Böyle şeyler yok.

Ya niye seviyor? Allah için seviyor. Niye gidiyor? Hak namına gidiyor. Toplanmalar, ayrılmalar, sırf Allah namına olan insanları “Ben gölgesi olmayan günde kendi gölgemle gölgelendireceğim.” diyor Allah.

Bilmem bu günde böyle bir hukuk tedarik eden var mı yok mu? Elbette vardır. Elbette, olmaz mı? İvazsız garazsız, hiçbir ivaz yok, hiçbir garaz yok, hiçbir şey beklemek yok. Yalnız ne var? Hak var. O nama gönül vermiş. Dedelerimiz böyle idi. Onlar öyle görüşürlerdi. Öyle konuşurlardı. O kadar da konuşma zamanları bol olurdu ki, ne biçim bilmem ki, üüüü… Dedelerimiz, hatta babalarımız da çok geriye gitmeye lüzum yok. İçimizde çok idrak edenlerimiz vardır bunu.

İhtiyar mahallenin hanımları, her birisi birer karz-ı hasen müessesesi. İman etmiş çünki, Allah öyle diyor. [23]  يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًا  

Sormuşlar Peygamber’e:

“Sadaka veren mi daha yüksektir, yoksa borç veren mi daha yüksektir?”
“Borç veren daha yüksektir.” diyor. Allah öyle diyor. “Karz-ı hasen Bana veriliyor.” diyor.

Niçün böyle diyor? Bankayı kaldırıyorsun da öyle diyor. Bankaya düşman Allah. Faize düşman. “Öff, gayr-i ahlaki bir müessese, düşmüş bekliyor!” der. “Düşmüş bekledikçe ihtiyacı şiddetlendireceğim!” der. Onu biz zannederiz ki ihtiyaç şiddetini kaldırıyor. Yoook. “İhtiyacını şiddetlendiririm!” diyor.

Ama cemiyetin tekâmülü şart, hepimiz oluyoruz. Ferdin tekâmülü ile olmuyor o. Cemiyete hepimiz başvuruyoruz, ben de sen de, o da bu da… Çünkü neden? O sahada cemiyet ipin ucunu kaybetmiştir. İpin ucu kaybettiğinden dolayı, o bir felaket-i umumiyedir, herkes uyar, uğrar faize. “Muhtaç olsun, bana gelsin. O çalışsın ben yiyeyim!” diyor. Bak tabirlere dikkat ediyor musun? O para duruyor, seni çalıştırıyor, yiyor. Faiz. O karz-ı hasen olduğu vakitte ona meydan yok, meydan olmayınca Allah: Bana veriyor, diyor. Anlatabiliyor muyum ahlakın ince yerlerini?

Ben yetiştim bilirim. Öyle hanımlar vardı. Filan adam biri ev alacakmış, ihtiyacı varmış amma yokmuş. Gelsin efendim, der. Çıkarır sarı sarı liraları; tık, tık, tık… Verirken de zevk alır. Niye? “Allah beni bu işte kullanıyor. İkincisi nasıl şükretmeyeyim, alan değilim verenim. Üçüncüsü O’nun verdiğinden veriyorum. Dördüncüsü, keyfine hizmet etmeyecek, çoluğu çocuğunu o yuvaya sokacak. Onlar orada barındığı müddetçe ben Hudâ’nın büyük bir hadimi oluyorum.”

Dikkat ediyor musun niyetlere, şekillere? Bunlarda iş var. İtimat var, emniyet var. Alan da diyor ki: “Benden bir şey beklemeden bunu bana Allah için verdi. Ya Rabbi, aman bana bunu ödet! Bunu bana ödet!”

Ee her şeyin de sahibi O değil mi? Ona ummadığı yerden kapılar açıyor. Dalavere etmemeklik, muhakkak ödemek niyetiyle alınan borçlar, katiyen ödenir diye emir var. Ama atlatırım, şunu şöyle yaparsam böyle yaparım, niyetinde ufacıcık bir acabalı rekâket oldu mu ödeyemez. Hiç. Hiç mi? Hiç ödeyemez. Ne olur ödeyemeyince? “Ödeyinceye kadar orada kelepçelerim” diyor Allah. Onun emri de vardır. E ödeyemez ki o nerede ödeyecek, orası pazar mı? Öyle kalır.

Niyet halis, ihlas olur. O kendi kendine bazı adam vardır, “Canım ben bu kadar bir yekünü almışım, bunu ödememin imkânı yok, ama ne yapayım işimi göreyim!” Hayır, imkânı yok olur mu? Mal hazine-i İlâhide dolu. Ummadığın yerden verir. Zaten emir de öyledir. Peygamber’e sormuşlar: “Nasıl dua edelim?” Mukannen[24] bir şey istemeyin Allah’tan” Ne kibar. Bilir misin sen isteyeceğini, diyor. Tahdid[25] etme.           

[26]    مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُۜ     اَللَّهُمَّ ارْزُقْنَا

“Ya Rabbi ummadığım yerden beni merzuk et.” Umduğun yerin tadı çıkmaz ki; buradan biliyorsun on lira, şuradaki yeri bana getirt. O biliyordun o, onun tadı yok. Hayalinde yok, hatırında yok, gönlünde yok, kalbinde yok, aklında yok, fikrinde yok, zihninde yok, al büyük bir nimet. Bundaki zevk başka zevktir. Acaba anlatabildik mi? Onun içün ticaretin kıymeti vardır. Ahilinde de ahlakta da. Ticaret rızk-ı mahdut değildir. Kisb-i mahdut değildir, ters söyledim. Maaş, bir milyon lira maaş al, aldığın gün bir parça yüzünde bir neşe olur. Bir milyon lira maaş alma da on kuruş kazan, her bir kuruşu aldığın vakitte: “Bana gönderdi Hudâ" dersin. Neşen başka olur, anlatabiliyor muyum?

Onun içün: El Kâsibu Habibullah [iii]  اَلْكَاسِبُ  حَبِيبُ  اللهِ   denmiştir. O görmüş olduğun şeyleri bedava vermez, kazanan Allah’ın dostudur, habibidir. Niçün? Kazandıkça hukukunu ilerletti. Ama bugünkü kazanca söylemiyor. Nispeti kesilmiştir. “Ben zekâmı kullandım!” der, ona da kudret vermiştir felaketi. İnim inim inler.

“Para adamın içerisine huzur vermez.” Yanlış düşüncedir onlar. Para bir nimettir, sünnetullahtır, tabiri caizse öyledir yani. Öyle olmasa mavi kâğıdın peşinden seni beni koşturur mu? Nedir o? Mavi kâğıdın peşinden sen mi koşuyorsun, ben mi koşuyorum. O onu dövüyor, bu onu kırıyor. Netice itibariyle Allah’ın hususi bir tecellisi olmasa sen onun peşinde koşar mısın? Ben onun peşinden koşar mıyım?

Karz-ı hasen, bizde vardı o. Son zamana kadar vardı. İtimat kalktı, emniyet kalktı, iyilik yapan adama ahmak denmeye başlandı. Yaa, felaket burada. Tut birisine iyilik yap, elinden tut. Sorsunlar seni ona; saf adam der, ahmak, aptal, der. Ama sen gene yap, desin varsın. Allah akıllı diyor. Bu işini bilen, diyor. Bu ne kurnaz diyor, bu işini biliyor, diyor. Boyuna beni satın alıyor, diyor. Sen yap. O, öyle der O. Bugün öyledir örf-i beldede, maalesef, çok acı. Git birisini kurtar, ihtiyacını gider, elinden tut, kaldır, kaldırdıktan sonra, sorsun birisi ona: Bu adam nasıl adam? “Tuhaftır der, ahmaktır, aptal,” der. Öbür tarafta vurur, kırar, paranı getir, der. Şunu et, der. Onu sorsun.“Eshab-ı kiyasetten, ne kafa var efendim onda!” der. Vah, vah vah ne kadar düşmüş. Acınacak yer işte. Ondan, ne diyeyim, cümle dursun. Öyle...

Hâlbuki hilenin en büyüğü nedir bilir misiniz? Doğruluktur. Kaç defa söyledim size. Yapın levha da her yere asın. Hilenin en büyüğü doğruluktur. Bir tuhaf geliyor size cümle. Değil mi ya, bir tuhaf, çirkin gibi geliyor. Hayır, vecize o. Hilenin en büyüğü doğruluk. Hile niçün yapılır, hileyi bir adam niye yapar? Kazanayım diye yapar. Ahmaktır. Hile ile kazanılmaz. Hile ile kazanılan yâr olmaz. Mal servet-i eslafa, servet-i ahlaf, ahlaf… Söyleyemedim.

Babanın malına evlat malı koymakla olur. Servet-i eslafa, servet-i ahlaf ilave edilmekle olur. Çocuğumuzda mal durmuyor kardeşim. Tapuyu tetkik et. Bir de dedenin zamanını tetkik et. Asırlar evveline dön, dedesinden, dedesinden, dedesinden kalmış. Kazanıyor, kazanıyor, kazanıyor; evladında, hüüp geçti gitti. Torununda muhakkak gitti. Neden? Temeli bozuk. Temel bozuk, temelde ah taşı var. Temelde inleyenin gözyaşı var. Temelin içerisinde ıstırap var. Yıkılıyor, evladında gitmiyor, torununda gitmiyor. Yaa, tarumar oluyor geçiyor, gidiyor. Onun içün hilenin en büyüğü doğruluktur. Niçün hile yapılır? Kazanmak içün. Kim kazanır? Doğru adam kazanır. Hile adamı kazanmaz. Acaba anlatabildik mi inceliğini de? Kim kazanır? O kazanır.

Zayıfın hakkı… Konuşmamızı toplayıp kesiyorum artık. Beş dakika daha söyleyeceğim, Kudret izin verirse. Zayıfın hakkını kavînin hakkından daha ziyade, ziyade eder. Dedenin bağlandığı yer. Misal vereyim size, daha canlı misaller vereyim. İnsan hakları, deden muhafaza etmiş, sonra onun şanında var o. Neden? Gönlü Allah’ın evi diye kabul etti ya. Mecbur. Hakikaten de öyle değil midir? Gönlün senin midir?

Ahlakçıların sözünü söyleyeyim. Elim der, kafam der, gözüm der, kalbe gelince kalbim demez. Kalbi, der. Tasarruf eden, O. Bir dostun olur, aranızda bir hukuk kırıklığı olur, kırılırsın. Kırılırsın. Gün gelir, seni barıştırırlar. Barışırsın. Yardım edersin, hastalanırsa doktor getirirsin, ilaç verirsin şeysi yoksa vaziyeti müsait değilse, bakarsın fakat daima içinde birisi ııhh, der. Daima hayır olmadı, der. Olmaz, bir türlü olmaz. Neden? Kalbi tasarruf eden sen değilsin. Olmaz. Ölür cenazesini kaldırırsın, götürürsün gidersin olmaz. Onun içün:

Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır.
Dokunma gönlüme şart-ı muhabbet öyle değil. Denmiş.

Onun içün, Hristiyaniyette, kilise dininde o ananede, kölelik fıtratın icabatındandır, derler. İnsana hor bakar. Bizde öyle değildir. İcabat-ı fıtriyedir der, köleye. Hakikatte bu müessesenin vücûdu yok ama tabi ilk bidâyetinde onu kaldıramazdı. On dört asır evvel dünyaya geçecek olursanız, dünyada yüz adam varsa bunun doksan tanesi köleydi. Onu kaldıramazsın, birdenbire. İslam, bizim mensup olduğumuz mânâ,  bunu başka türlü kaldırmıştır. Şöyle bir dön, on dört asır evveline dön.

Yaa, bir defa arazi hakkı vermiyordu. Çirkin nazariye ondan doğmuştur. Beş on tane kapitalindi dünyanın arazisi. İslam da öyle değil azizim. Bayılırsın amma ne yapayım ki, nasıl anlatayım ben sana hepsini? Bir ahlak mevzûunda neresine sığdırayım? Şimdi ama misalden iyi anlayacaksın.

Ne kadın hakkı var, ne bir şey var, bir tuhaf bir şey dünya. Hatta 1870 tarihine kadar, Garb'da kocaya vardığı vakitte kadın, malını tasarruf edemezdi. Bunu on dört asır evvel Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Ne demek kadın malını tasarruf edemez! Kadın, hibe eder, resmen alır, resmen satar.”

Hatta hatta, şimdiye kadar söylenmemiş bir yer, onu da söyleyeyim. Mesela orada derler ki: “Efendim, boşanmayı erkeğin eline vermiş.” Evet, kadın, çabuk infiâle[27] kapılır, çabuk kırılır. Birdenbire seri’ül-irtikaldir, seri’ül-infialdir. Çabuk kapar, çabuk yıkılır. Anlatabildik mi acaba? Hassası öyle, ne yapalım? Ama onun içerisinde istisnalar var, istisna kaideye girmez. Cenâb-ı Haticeler gibi, Sükeyneler gibi, Zeynepler gibi, Fatimeler gibi, Aişeler gibi, Sevdeler gibi… Ne bileyim? Rabia-ı Adeviyeler gibi… Daha birçok isim sayarım. Ama azıcık düşüneyim, yoruldum. Onlar ayrı. Satar alır.

İnsanlık haklarını O Zât-ı alî meydana getirdi. Kilise getirmedi. Şart korsa, hani itiraz edenler vardır ya. “Efendim, kadına hak vermemiş, talakı adamın eline bırakmış!”  Bırakmış ama öyle şekilde bırakmamış ki! Mezmum olduğu içün. Yani talakı bir mubah olaraktan koymamıştır. Allah’ın en kızdığı şey. Kızıyor. Neyse onun ben şimdi size hikmetini felsefesini anlatacak olursam çook konferans devam etmek ister. Yalnız bir yerini de söyleyeyim de. Bir yeri vardır orasını insanlar bilmez.

Eğer nikâhta, hani senin tenkit ettiğin o müessese, İslam’ın o müessesesini tenkit ettiğin vakitte, orada şeyler vardır. “Kadın derse ben de istediğim vakitte tatbik edeceğim.” caizdir. Şartını koymuşsa. Acaba anlatabiliyor muyum? Yaa, şart. Sonra Hanbeli mezhebinde muhakkak hâkim boşayacak, der. Uuu, geniş bir iş bu. Diğer mezheplerde niçün kocaya bırakmıştır? Orada incelikler vardır. Büyük incelikler. Neden? İşte görüyoruz, boşanma davalarının yüzde ellisi herif zalim çıkıyor, sebep arıyor. Evin içerisine bir adam koyacağım, diyor. Onu koyacağım, diyor. Fuhuş zina ediyor karıyı boşayacağım, diyor. Çocuk, orospu çocuğu olur sonra. İstemez Allah kimsenin yüzünün kızardığını. Anlatabiliyor muyum? Vicdanlarınızda kalır, çocuğu cemiyet içerisinde lekelemezsiniz, der. Sen onun kadar mı düşünürsün, o felsefeyi onun kadar mı bilirsin azizim. Allah, bu Allah! Ağlar adam içerisine girerse.

Kilise dininde, bak Hazreti İsa’nın dini demiyorum. Çünkü neden? Hazreti İsa’nın dini tahrif edilmiştir, dinin esası Kur’an da kalmıştır. Öbür tarafı kilise dini, beşerin dini. Söylediği, bir fıtrat der, fıtratın şekli öyle gelmiş, onun üzerinden. Onda insan hakkı yok. Bizim mânâmızda böyle değildir. Bugünün kölesi, yarının sadrazamı olur.

Zeyd köle idi, Peygamber’in azatlısı idi. Baş kumandan tayin etti, mahiyetinde ekabir-i [28] eshâb vardı. Anlatabiliyor muyum acaba? Oğlu Üsame köleydi. On sekiz yaşındaydı. Peygamber tayin etti, sonra Ebu Bekir teyit etti. Peygamber âlem-i Cemâle teşrif etti. On sekiz yaşındaydı. Ömer gibi şeriatın zaptiye nazırı mahiyetindeydi. Baş kumandan Üsame idi. Acaba anlatabiliyor muyum? Ebu Bekirler Ömerler Usame’nin mahiyetine verilmişti. Böyle köle.

Mahmud-u Gaznevi’nin babası, şöhret-i afak-ı cihan hükümdarın babası köleydi. Hindistan’da haddizatında o varlığı toplayan Kutbettin, köleydi. Kaç tanesini sana sayayım? Görüyor musun İslam nasıl zayıfın hakkını arıyor, icabında köleyi ne yapıyor ne ediyor?

Bilal... A’teke Ebu Bekir, Seyyidenâ Bilal, diyor. Anlatabildim mi? A’teke Ebu Bekir, Seyyidena Bilal. Kim diyor bunu? Ömer. Bu Ömer, kimseye ayağa kalkmaz filan, tuhaf adam o.  Şeriatın zaptiye nazırı. Bin dört yüz şehir fethetmiş. Her şehir bir eyalet, eyalet, bir tanesi haddizatında. Her şehir bir hükümet gibi bir şey. Bin dört yüz şehir fethetmiş, bu lafla olur mu azizim? Öyle olduğu hâlde: Bilal, diyor. Bilal Efendimiz, diyor. Tarif böyle: A’teke Ebu Bekir, Seyyidenâ Bilal. Bilal Efendimizi, Ebu Bekir şey etti, azat etti.

Köle ama nasıl köle biliyor musun? Muaviye’nin babası Ebu Süfyan geçiyormuş, Utbe şey de Ebu Süfyan mevzûu konuşulurken, bir yerde:

“Ahhh, demiş. Bu Ebu Süfyan, Ebu Süfyan. Hazreti Abbas bunu kurtardı, bu bir beladır bu İslam’a ama, demiş. Ebu Süfyan.”
Ebu Bekir de oradan geçiyormuş. “Bilal, Kureyş’in büyükleri hakkında dil uzatma! Olan olmuştur.”
Şöyle bir bakmış şeye, Ebu Bekir de onun efendisi, o azat etmiş. Şöyle bir manidar bakmış.
Gelmiş, vakayı Cenâb-ı Peygamber’e hikâye etmiş. “Böyle, böyle...”
“Eyvah, Ebu Bekir! Demiş, Bilal kırılmışsa vallahi yandın!”
Ebu Bekir’e diyor, bunu. “Bilal eğer kırılmışsa senin teklifinden, vallahi yandın!”
Yani o eda da -o kadar diyor ki- o eda da: “Ben de sana bir şey yapamam mânâsı var.” İşte o eda da.
“Git tatyib-i[29] hatır et!”
Koşmuş, gelmiş, sarılmış, öpmüş. “Ah bana kırıldın mı?”
“Hayır” diyor. “Yine, teminat ver diyor. Bana teminat ver.”

Anladın mı? Köle, sütlü kahverenginde rengi. Medeniyet âlemi diye taklit edilen yerlerde o renkte adamlarla sofrada oturmuyorlar. Sınıfında sırayla o renkteki insanı okutturtmuyor. İşte insan hakkı, senin ananende korumak şeysi vardır. Acaba anlatabildim mi? Canlı misalleriyle verdim sana. Sofrada oturmuyor kardeşim. Mektebinde, sırada oturtmuyor, yaa. Neden?

Hudâ her şeyi muhit. Bizim ananemizde Allah’sız zerre yok. Mesele, buraya gönül vermektedir. Bazı insanlar “Efendim ben Allah’ı arıyorum!”  Ne arıyorsun Allah’ı? Allah kayıp mı!? Allah aranır mı!? Söz, ne kadar çirkin söz o. Allah kayıp mı, kayıp mı Allah!? İnsan arıyorum desene?

Âdem olmak istersen Âdem ara Âdem’i bul Âdem ile Âdem ol.

Mesele insaniyette hâl olunacaktır.

[30]  اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ. diyor. İnsanı yer üzerinde kendi yerime kaîm kıldım. Geçen sefer okumuştum size:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen.

İnsan, insan. Hoşça bak ama insan. Bir de herdüpâ[31] vardır. İki ayağı üzerinde yürüyen herdüpâ değil, insan tarif ediyoruz. Tarif ettik ya insanı, vakit kalmadı bugün tarif etmeye.

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen.
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen. 

Kâinat bir vücûdsa , insan da o vücudun gözüdür. Gözsüz vücûd ne işe yarar? İnsan olmanın çaresi. Olursa ne olur? Ruhu’l-ekvân olur. Tarif edeceğim size. Kâinatın ruhu olur işte. Oradaki göz, ruh demektir. Kâinatın ruhu olursa ne olur? Gönül âleminde seyran eder.

Çok eskiden okumuş olduğum bir şeyden şimdi sana okuyayım, ondan sonra konuşmayı keselim. Olmaz mı? Yoksa istemez. Neşesiz davrandınız. Bir daha sefere, haftaya. Öyle değil, olur mu öyle? İki kişiye, yapıyormuş gayesiyle, bir şey diyor. Sağ kalırsak haftaya devam ederiz.


[1] İsra Suresi 44. Ayet-i Kerime تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
Meali: Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir çok bağışlayandır.
[2]Buhari, Ezan 36, Zekat 16, Rikak 24, Hudüd 19; Müslim, Zekat 91. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 53; Nesaî, Kudat 2  
سبعة يُظِلُّهُمُ اللَّهُ فِى ظِلِّهِ يَوْمَ لاَ ظِلَّ إِلاَّ ظِلُّهُ الإِمَامُ الْعَادِلُ وَشَابٌّ نَشَأَ بِعِبَادَةِ اللَّهِ وَرَجُلٌ مُعَلَّقٌ قَلْبُهُ فِى الْمَسَاجِدِ وَرَجُلاَنِ تَحَابَّا فِى اللَّهِ اجْتَمَعَا عَلَيْهِ وَتَفَرَّقَا عَلَيْهِ
Hadis-i Şerif’in devamı وَرَجُلٌ دَعَتْهُ امْرَأَةٌ ذَاتُ مَنْصِبٍ وَجَمَالٍ فَقَالَ إِنِّى أَخَافُ اللَّهَ. وَرَجُلٌ تَصَدَّقَ بِصَدَقَةٍ فَأَخْفَاهَا حَتَّى لاَ تَعْلَمَ يَمِينُهُ مَا تُنْفِقُ شِمَالُهُ وَرَجُلٌ ذَكَرَ اللَّهَ خَالِيًا فَفَاضَتْ عَيْنَاهُ
Hadisi şerif meali: Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: Yedi sınıf insan vardır ki yüce Allah onları, Ahiret’te kendi gölgesinde gölgelendirip himayesine alır. Bunlar şunlardır:
1. Adil yönetici. (Bunun içine aile reisi, işveren, öğretmen, başkan ve idareciler de girer).
2. Allah’a ibadet halinde büyüyen genç.
3. Kalbi mescitlere bağlı kimse. (Beş vakit namazı camide kılanlar ve camilerdeki ilim, irşat, imar ve temizlik gibi hizmetlerin peşinde koşanlar bu gruba girer).
4. Birbirini Allah için seven iki kimse. (Bu sevgi, ölene kadar korunmalıdır).
5. Kendisini günaha (zinaya) çağıran bir kadına, “Ben Allah’tan korkarım” diyen kimse.
6. Sadakasını gizli veren, öyle ki yaptığı iyiliği nefsine bile unutturan kimse.
7. Tek başına Allah’ı zikredip ağlayan kimse.
[3] Rekz: Dikme, yere saplayıp sabit kılma.
[4] Nevâziş-Nüvâziş: (nevāhten – nevāzіden “okşamak”tan) Okşama, gönül alma, iltifat etme
[5] Mabeyn: Ara. Aradaki şey. İki şeyin arası
[6] Ankebut Suresi 20’nci Ayet-i Kerime قُلْ س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَاَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللّٰهُ يُنْشِئُ النَّشْاَةَ الْاٰخِرَةَۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۚ
Meali: De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır." Gerçekten Allah her şeye kadirdir.
[7] Şemseddin Efendi Kur’an-ı Kerimde geçen birkaç kelimeyi zikrederek “Semaya bakmaz mısınız” mealindeki ayetleri işaret ediyor diye yorumladık. 
Kaf Suresi 6.Ayet-i Kerime اَفَلَمْ يَنْظُرُٓوا اِلَى السَّمَٓاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا وَمَا لَهَا مِنْ فُرُوجٍ Meali: Artık üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve süslemişiz, onun hiç bir çatlağı yoktur.
Araf Suresi 185.Ayet-i Kerime  اَوَلَمْ يَنْظُرُوا ف۪ي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍۙ وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ
Meali: Allah'ın göklerdeki ve yerdeki mülkiyet ve tasarrufuna, Allah'ın yaratmış olduğu herhangi bir şeye ve ecellerinin gerçekten yaklaşmış olması ihtimaline hiç bakmadılar mı? Artık bu Kur'ân'dan sonra başka hangi söze inanacaklar.
[8] Lübb: İç. Öz. Her şeyin iyisi, hülâsası. Akıl, içli şeyin içi.
[9] Heyetşinas/Hey'et-şinâs: Sema ve ecramın ahvâline vâkıf olan. Astronomi bilgini. Gökbilimci.
[10] Yasin Suresi 38. ayet-i Kerime Meali:وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ
Meali: Güneş de bir delildir ki kendi yolunda akıp gidiyor. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.
[11] Teşahus: Deprenmek. Muhtelif etmek, çeşitli yapmak.
[12]Hâli: Boş. Sahipsiz. Issız. İçinde bir şey olmama. Tenha.
[13] Akabe: (C.: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş. Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz. Muhatara, tehlike.
[14] Raiyyet:        Bir hükümdar idaresinde olanlar, birinin idaresine bağlı olanlar. Devletin idâresindeki umum insanlar.
[15] Hateme: "Allah, sona erdirsin." meâlinde bir dua.
[16] Devir: Dönüp dolaşıp başlangıç noktasına gelme. Dönme, dolaşma, aktarma. İki şeyden her birinin varlığının diğerine dayanması.
[17] İnnin: İktidarsız, güçsüz, âciz Cinsi münâsebete muktedir olamayan, cinsi iktidarı olmayan. Kısır
[18] Hadis-i Şerif دَعُوا الْحَبَشَةَ مَا وَدَعُوكُمْ، وَاترُكُوا التُّرْكَ مَا تَرَكُوكُمْ Meali: Ebu Sekine (ki Muharrerlerden bir kimsedir) Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın bir sahabesinden naklen anlatıyor: “Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki: “Sizi bıraktıkları müddetçe siz de Habeşileri bırakın. Sizi terk ettikleri müddetçe Türkleri terkedin.”
Kaynak: Ebu Davud, Melahim 8, (4302)
[19] Salib: (C.: Sulub-Salbân) Haç.
[20] Tekaddüm:   Geçmiş bulunma.Öne geçme. İlerleme. Birine gelmesi muhtemel bir zararın def'i için evvelceden iş'ar ve tenbih eylemek. Fık: Mürur-u zaman olmak. Zamanı geçmiş bulunmak.
[21] Tefaddul: Ziletlilik iddiasında bulunmak. Üstünlük taslamak. Bir kimseyi inâyet, ihsan ve kerem ile memnun etmek.
[22] Temyiz: Bir şeyi diğerinden seçip tarif etmek, ayırmak. Seçmek. İyiyi kötüden ayırmak.
[23] Hadid Suresi 11. Ayet-i Kerime: مَنْ ذَا الَّذ۪ي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ وَلَهُٓ اَجْرٌ كَر۪يمٌۚ
Meali: Kimdir o, Allah'a güzel bir borç verecek olan ki, Allah da onun verdiğini kat kat artırsın ve onun için şerefli bir mükâfat da versin.
[24] Mukannen: (Kanun. dan) Muntazam. Tertibli. Kanun ile vâcib ve mukarrer olan. Zaman ve miktarı hiç şaşmayan. Tertibe dahil olarak kararlaşmış olan.
[25] Tahdid: Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek. Tarif etmek. Bir şeyi kasdetmek. Keskin etmek. Bilemek.
[26] Talak suresi 3.Ayet-i Kerime وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُۜ وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُۜ اِنَّ اللّٰهَ بَالِغُ اَمْرِه۪ۜ قَدْ جَعَلَ اللّٰهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا
Meali: Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.
[27] İnfial: Gücenme. Darılma. Can sıkılma. Teessür. Hareketlenme. Harici bir sebeb ve te'sirle hâsıl olan hâl, te'sir ve hareket. Harici te'sire kabil olmak. Ruhun kabul ettiği tahavvülât.
[28] Ekabir: Önde gidenler
[29] Tatyîb-i Hâtır: Gönlünü hoş etme, gönlünü alma.
[30] Bakara Suresi 30. ayet-i Kerime وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ
Meali: Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.
[31] Herdüpâ: İki Ayaklı. İki ayağından başka bir şeyi insana benzemeyen mânâsında. (Kürtçeden Türkçe'ye geçmiş.) (Fuat Durgun)


[i] Leyla vü Mecnun / Fuzuli

Bu arsada her eser ki gördüm.
Sensen dedüm ol eser yögürdüm

Çün verdi hayâl ana ham ü pîç
Men münfa‘il oldum ol eser hîç

Men akldan isterem delâlet
Aklum mana gösterür dalâlet

Tahkîk yolında akl n’etsün
A‘mâ vü garîb handa getsün

Tevfîk edesen meğer refîkum
Tâ sehl ola şiddet-i tarîkum

Gör hırsumı istegünce ver kâm
Senden ikbâl ü menden ikdâm

îlmünde ıyândur i‘tikâdum
Sensen senden hemîn murâdum

Dünyâ nedür ü ta‘allukâtı
Endîşe-i mevtdür hayâtı

Ammâ demezem yamandur ol hem
Ser-menzil-i imtihândur ol hem

Bi’llâh ki bu dil-fîrîb menzil
Eyle mana verdi râhat-i dil

Kim eski makâmumı unutdum
Sandum vatanum makâm dutdum

Müşkil gelür imdi terkin etmek
Bir özge makâma dahi getmek

[ii] Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu reh-i seng-sâre düştü

O zamân ki bezm-i cânda bölüşüldü kâle-i kâm
Bize hisse-i mahabbet dil-i pâre pâre düştü

Gehî zîr-i serde desti geh ayağı koltuğunda
Düşe kalka haste-i gam der-i lûtf-ı yâre düştü

Erişip bahâra bülbül yenilendi sohbet-i gül
Yine nevbet-i tahammül dil-i bî-karâre düştü

Meh-i burc-ı ârızında gönül oldu hâle mâ`il
Bana kendi tâli`imden bu siyeh sitâre düştü

Süzülüp o çeşm-i âhû dedi zevk-i vasla yâ hû
Bu değildi niyyetim bu yolum intizâre düştü

Reh-i Mevlevîde Gâlib bu sıfatla kaldı hayrân
Kimi terk-i nâm u şâne kimi it`ibare düştü

Şeyh Galib

[iii]

Hadis-i Şerif; El-kâsibu habibullah. (Başkasına yük olmamak için çalışıp çabalayan, kendi eliyle kazandığını yiyen kişi Allah’ın muhabbetine mazhardır.)

Hattat Sâmî’nin Sultan Abdülhamid devri tamirinden sonra Kapalıçarşı’nın fesçiler kapısının üzerine yazdığı nefis talik kitabesi, bu Hadis-i Şerif’e nazarı dikkatleri celb etmektedir.

 


0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017