Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

88. Kaset

088 (089 ve 090) 47 dk (27.03.1960)

İnsan kendi mânâsı ile baş başa kaldığı zaman, hilkatindeki gayeyi düşünür. Bugünkü beşeriyetin dünya üzerinde huzursuz yaşamasındaki en büyük amil, hilkatindeki yani yaradılışındaki gayeyi unutmasından ileri gelmiştir. Hilkatindeki gaye unutuldu mu muvâzene-i hâl olmaz. Muhasebe-i nefis de kalkar. Ee muhasebe-i nefis kalkınca tabiatıyla kâinat; kavî, zayıfı ezmeye başlar. Allah’a sarılmaz, kuvvete sarılır. Hedefi fazilet saymaz, menfaat kabul eder. Hayatın sermaye-i Hak olduğunu bilmez, cidal diye tarif eder.

Hâlbuki hayat; insana, Allah tarafından verilmiş en büyük sermayedir. Ve ariyettir. Bir gün alır. Ve bunu hiç vermeyen de bidâyet-i hilkatten bu ana kadar görülmemiştir ve görülmez. Hiç kimse kabrin kapısını kapayamaz. Ölümü öldüremez. Demek oluyor ki; sayılı nefes diye, Hakk’ın en büyük nimeti olan o varlık, Allah’ın bize bahşettiği büyük bir sermayedir. Ariyettir, ariyet alınır -müstear tabi- biter, tükenir.

Tekrar edelim mevzûu. Hemen hemen her konuşmamda tekrar ettiğim gibi; bugün insanlık âleminin, zahiri ilmi, bu kevn-i fesada taalluk eden bilgisi, tenine ait olan varlığındaki malumatı… Bilmem anlatabiliyor muyum? Malumatı, gözleri kamaştıracak kadar ilerlemiştir. Fennide o kadar terakki etmiştir. Fakat çi-faide ki; bu varlık, bu bilgi, gönlünde bir huzur meydana getiremiyor. Masası olan da huzursuz yaşıyor, kasası olan da huzursuz yaşıyor. Havası da avamı da herkes, afakî bir derde müptela olmuş, enfüsî olsa kıymetlidir fakat afakî bir derde müptela olmuş, böyle göçüp, çöküp gidiyor. E bunun için mi geldik ya? Gelmemizdeki hikmet bu mu idi? Sayılı nefes daima böyle mi tükenecek? Tükendikten sonra ne olacak?

Kemâ teîşune temutun ve kemâ temutune tubâsun.

Emr-i Muhammedi böyle. Yaşadığınız şeklin suretiyle öleceksiniz. Ne şekilde ölmüşseniz, o şekilde de dirileceksiniz. Bu ufak bir cümledir amma binlerce sayfalık ciltleri doldurur, eğer üzerinde işlenecek olursa. Tekrar edeyim. Kemâ teîşune temutun... Hayatınızı ne şekilde bitirmişseniz, yaşamışsanız, o şekilde öleceksiniz. İnsan suret yaşamışsanız insan gibi ölürsünüz. Gadapla hırsla bitirmişseniz, ona ait mevcûdun rengi ne ise o şekilde gider. 

Ve ikinci hayatta da tabiatıyla nihayet yok. Ölümler doğumdur. Asıl hayat, ölüm denilen doğumdan sonra başlar. Buna hayat denmez. Bunun, dirliği de az ikbali hud’a, idbarı fecia, dedikodu hâlinde. Böyle idi, şöyle idi, öyle idi, gözünü aç kapa. Kaç yaşındasın? Birdenbire bakarsın ki; ne kadar seneler ilerlemiş, dersin. Bir anda da gel derler, hepsi gider. Orta yerde bir şey yoktur. Onun için Büyük Kitap, o kadar ince bahislere girer ki; bak, bir tanesini söyleyeyim hoşunuza gidecek ve bugün bunu söylemek içün çıktım. Çok güzel ama. 

[1]  اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا 

Şu kıpırdanma bir türlü kesilmez. Hiç amma. Sıhhatim zaten müsait değil. Ya kıpırdanır, ya fısıldar, ya işaret eder.

 اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا   Ben nâs’a yeryüzünü beşik yaptım, diyor.

Bunun inceliğini söyleyeyim mi? Nâs’a. Buradaki incelik şu. İnsan kemâle ererse, sinnen büyürse beşik ona dar gelir, dar. Anlatabildim mi? Seni şimdi iki aylıkken, üç aylıkken, dört aylıkken yatırmış oldukları beşiğe korlarsa dar, fırlarsın.  Hani şöyle tıksalar girsene filan, diyerekten. Dar gelir.

Hakiki insana da bu kâinatın ziyneti dar gelir. Bir şey anlatamadık mı? Dar gelir. Hakiki insana, ricale, kemale ermiş olan hazreti insana; bu afaki depdebeler, tantanalar, bunların hepsi birer ariyet nimettir, olmasın mânâsına değil. Konuşurken de insan korkuyor. Neden korkuyor? Ters anlarsın da: “İnsanı çalışmadan mı alakoyuyor?” gibi mânâ, öyle değil. 

Kalbinle kalıbının vazifesini ayır. Kalbin bir yerin muhabbeti ile bir yerin zevki ile bir yerin heyecanıyla çarpsın, o çarpmanın adına aşk derler. Kalıbın da bu mazâhir ki Hakk’ın bir tezgâhıdır. Bilir misiniz herkes kime çalışıyor?  Yani hepimiz, bütün mevcûdât. Sen zannedersin ki, ben kendime çalışıyorum. Böyle böyle yağma mı var, kendisine çalışacak. Kim kendisine çalışacak! Hiç kimse kendisine çalışmaz, o öyle zanneder. 

İnanan da inanmayan da, tasdik eden de inkâr eden de yalnız Bir’e çalışır. Mülk Allah’ındır. Çalıştırır çalıştırır, ondan sonra: “Hadi bakalım, hayattan azl oldun!” emri gelir. Bırakır gider. Ee faydası? “Benim mülkümü benim istediğim şekilde çalıştığından dolayı, hizmet bana aittir. O imtihanda alın akı ile çıktın, gel.” der. “Sana lazım gelen, Benim şanıma yakışan, neyse onlarla ikram edeyim.” der. Kâm alırsın. Öyle değil mi? 

Suret harap olduktan sonra, bu varlık viran olur. Ne kireci kalır, ne kerpici kalır.  Anlatamıyor muyum? Ne kireci kalır, ne kerpici kalır. Sen de mâdâmı ki, bu vücudunda kireç kerpiç, sıfat-ı nefsanidir. Nefsine ait olan bütün çirkinliklerini önce harap et de misafir sana kendisini versin.

Yazılmış olan bir kâğıdın üzerine yazı yazılmaz. Kalp mâsivâ ile dolmuş yazılmışsa, Hak muhabbeti içine gidilmez. Adi bir malumat bile yazılı bir kâğıdın üzerine yazılıp okunmuyor da gönül âlemi Hakk’ın nazargâhıdır, orayı başka şeyle karalamışsan,  orada muhabbet-i İlâhiye karargâhı kurulur mu? Muhabbet-i İlâhiye karargâhı kurulmadıktan sonra beşer de inler. 

Geçen konuşmam da söylemiştim. Malum ya muhabbet ne yapıyor? Muhabbet; şahı, geda yapar. Misal, İbrahim İbn-i Ethem’i yaptığı gibi, öyle değil mi? Mahmud-u Gaznevi’yi Ayaz’a bende ettiği gibi. Mahmud-u Gaznevi. Koca hükümdar. Debdebesi var, tantanası var, şevketi var, saltanatı var, birçok vükelası var, vüzerası var.  Bir de kölesi var. Fakat zahirde şah o, köle Mahmud-u Gaznevi.

Kimin gönlünde gizli sultan oturmuşsa, hakikatte var olan odur. Kimin gönlünde. Birkaç sefer bu misali getirmiştim, münasebet aldı tekrar söyleyeyim. 

Mahmud-u Gaznevi; tabi köleye köle olmuş, kimse farkında değil. Çekemiyorlar. Haset eden de çok olur. Başlamışlar kundak sokmaya. Kundak sokmaya. Biçimine getiriyorlar. “İşte şöyle fena adamdır, böyle fena adamdır. Şöyledir, böyledir...” Kâh dinlememiş gibi oluyor, kâh dinlemiş aldırmamış gibi oluyor. Kâh tebessümle karşılıyor.

Bir gün bu işe nihayet vereyim diye karar vermiş. Toplamış bütün erkânını, o kölenin aleyhinde bulunanları da bilhassa.
Büyük bir inci çıkarmış. Kürede yalnız onda varmış, o büyüklükte inci.
Tıbb-ı atik de, eski tıpta, bilmiyorum yeni tıp da belki kullanır mı kullanmaz mı? Bazı madeni şeyleri kullanıyor ya. Böyle inciden, onun tozuyla muâlece[2] yapıyorlar. O en kıymetli ilaçlar yapıyorlar. O vakit.
Demiş ki: “Ben bir ilaç yaptıracağım. Şu inciyi, maharetle içinizde hanginiz döversiniz? Böyle dövün, zerresi belli olmayacak derecede.”
Kime uzattıysa herkes, demişler ki: “Efendim, bu yalnız sizin hazine-i hümayununuzda bulunan bir mücevherdir. Ona fiyat biçilmez. Kimsede yok. Bu ilaç ufak inci parçalarından da olur. Mesele inci olması. Bu giran-bahâ şeye yazıktır.”
Hiç kimse, hepsi öyle...
“Çağırın şu bizim köleyi bakalım!” demiş. Çağırmışlar.
“Şunu gayet iyi bir şekilde döv, ilaç yapacağım.”
“Baş üstüne!” demiş.
Hakikaten gayet mahirane dövmüş, getirmiş. Bırakmış, çekilmiş.

Şimdi başlamışlar, demişler ki: “Efendim, biz daima işaret ederdik, zat-ı şevket penâhilerine[3] ki, bu insan sizin için muzırdır. Bu, size yıkımdan başka hiçbir şey düşünmeyen bir şahsiyettir. İşte görüyorsunuz ki hiçbirimizin kıyamadığı ve hakikatte kıyılamayacağı, belki siz de bunu imtihan için tevcih ettiniz. Hiçbirimiz elimizi sürmedik fakat buna söyler söylemez bir heyecan ile bir zevk ile sizin hazinenizden bir şeyi eksilteceğim gayesiyle düşünmeden, düşündürtmeden, işte toz gibi getirdi.”

“Bir de kendine soralım, demiş. Siz böyle tefsir ediyorsunuz amma kendilerine soralım bir de.”
Çağırmış. Bu uzun bir bahistir de ben şöyle kısaltıyorum. Vakit geçmesin, içinden lazım olan yeri alalım diye.
“Böyle diyorlar.” demiş. Gülmüş. (Biraz evveli okuduğum şey)
“Onlar çocuk daha, demiş. Beşikte yatarlar kalkarlar. İncinin ne olduğunu bilmezler. Onlar inciyi işte o âlemin ziynetlerinden, halkın vermiş olduğu hükümlerden çıkarılan varlıktır, demiş. Benim içün inci, sizin fem-i saadetinizden çıkan sözdür. Ben onu kırmayayım da, demiş. Daha neler kırarım. Benim içün kırılan inci, sizin mübarek ağzınızdan çıkan incidir. Eğer onu ben yapmam dersem, o vakit o inci kırılmıştır.” Bir şey anlatabiliyor muyum?

Bunu ben size anlatmıştım ama beşiği ile anlatmamıştım. Daha bunun anlatılacak yerleri var. Başka bir sefer o da. Anlattım ama beşiğiyle anlatmadım.

جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدً  Büyük Kitab, çok incelikleri bahseder. “Ben size, nâs’a bu arzı beşik yaptım.” diyor.  Bunda birçok mânâlar tahsil olunduktan sonra, içten alınacak olan mânâ da. Henüz makam-ı insaniyete tamamıyla tekâmül etmeyen insanlar, bu varidatın suver-i[4]  zahirisine kalplerini satarlar. Kalpleri ile meşgul olurlar. Bunun yeri ayrı. Kalıp bununla meşgul olacak. Yokla kendini, eğer kalbinin vazifesi ile kalıbının vazifesini ayırarak yaşıyorsan, muhakkak senin akıbet gözün iyi görüyor. Malum ya insanda iki tane göz vardır. Bir, his gözüdür ki ona mânâ ilminde, mânâ bilgisinde his gözüne kör derler. Kitab öyle der. 

يَسْمَعُ اِلَّا دُعَٓاءً وَنِدَٓاءًۜ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ [5] İşte sana büyük senedini de vereyim. Bir misal vereyim daha iyi anlaşılsın. Bağuban, bahçe ilminde tekâmül etmiş olan bir insan, bir acı yemiş veren yabani bir yemiş veren ağaç ile tatlı bir yemiş veren ağacı, çiçeğini vermeden anlar. Böyle bakar, bu ağacın yemişi acı olur, bu ağacın yemişi tatlı olur, der. Çiçek verilmeden ben anlamam onu. Benim nazarımda ikisi de müsâvi ağaçtır. Anlatamıyor muyum acaba? Ben bilmem onu. Fakat onun mütehassısı olan, onu anlar. Meyvasını vermeden anlar. Bu böyle meyva verecek, bu böyle meyva verecek.

Mürebbi-i Kâmil olan, Naib-i Hak olan insan da, insan ağacına baktığı vakitte -o nazar-ı akıbetle bakar- bu şakidir, bu saiddir, der. Anlatamadım mı acaba? Bu saiddir, bu şakidir. Tatlı su ile berrak bir kuyudan çıkarılmış acı su ile taşdelen suyu, iki tane berrak bardağın içerisine konduğu vakitte ikisi de birdir. İkisini de fark edemez. Ağzını alır, yudumunu yuttuktan sonra bu tatlı bu acı der. Ehli, o Hakk’a ait nazar-ı akıbete sahip olan insanlar var ki, bardakta dururken anlar. Bu tatlı sudur, bu acı sudur.

Mevzû neredeydi? Hilkatteki gayeyi insanlar unuttuğundan dolayı… İşte hemen her konuşmada tekrar ediyoruz ya. Huzur içinde yaşayamıyor. Ve o gayeyi bulmadıkça da huzura kavuşamazlar. İstediği kadar göğe çıksın, semada gezsin, güneşte arsa alsın, kamerde saray yaptırsın, zühalde vesait nakletsin. Yook! Burada burada, burada olacak. Burada olabilmesi içün de kalıpla kalbin vazifesi ayrılacak. Kalp; mahall-i muhabbet olacak, kalıp da mahall-i ruyet-i meşakkat olacak. Kalpte muhabbet olursa, kalıp ne kadar meşakkat ve mihnet içerisinde kalırsa kalsın, arada sırada muhabbet kalıba şöyle bakınca yorgunluk geçecek. Hoop geçer o. 

İnsan hakiki birisine âşık olur da, maşukunu gördüğü vakitte uykusu gelir mi? En soğuk yerde otursa üşür mü? Dikene batsa ayağında acı duyar mı? Ama makam-ı aşktaki insanla konuşuyoruz. Duymaz. Onu, Hakk’a ait bir devreye inkılap ettirir. Hiç gelir, bütün hayatın yüküymüş!  Çünkü neden? Arada sırada kalıpta ki muhabbet kalıba bakıyor, oradaki eriyiveriyor. Bir şey kalmaz, hiçbir şey kalmaz. Onun için öyle demiş.

Ey dil sen o dildâre lâyık mı değilsin ya
Dâvâyı muhabbette sâdık mı değilsin ya
Özrü nedir Azrâ’nın Vâmık mı değilsin ya
Bu gâm ne gezer sende âşık mı değilsin ya[i]

İnsana; gam, keder, yeis, acı, aciz kalınca da zulme başlamaklık hisleri, hep mânâsı ile olan irtibatının kesilmesi, o kesilince de gayesini unutmasıdır. Gelişteki gayeyi unuttu insanlar. Niye geldi? Gelmede gitmede ihtiyarı yok. Nereye götürülecek?   Bununla alakası yok. Bununla alakası olmadıkça, hissine esir olur. Hisse esir olanlar da, mânâ halindeki varlığı, yalnız madde olarak görmeye başlar. Onlar hakkında göz olduğu halde, Cenab-ı Hudâ:

وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ [6] der. Gözleri var ama göremiyorlar, der. Anlatabildim mi? Demek ki his gözü, o kadar insan da iş görmüyor. Kestirmesi bu.

Bak bakalım, his gözünün haricinde akıbet gözün var mı yok mu? Yok. Daha vakit erkendir. Dudakların sağlamdır. Veren yer, gayet cömerttir. Senin temiz niyetini görsün, güzel ihlasını görsün, haberin yokken birdenbire gelir. Onu sen kendin alamazsın, niyetinle ihlasın alır. Anlatabildim mi? Kendin sen böyle yüz sene çalışsan yine vermezler. Fakat şuradaki niyet, kalbindeki ihlası, Kudret görür görmez: “Sen buna muhtaçsın. Al minnetsiz al!” der.

O öyle bir şeydir ki, yalnız kuru ibadetle de alınmaz. Vardır bazı adamlar. Öyle nefsine eziyet eder. Nefsini öldürmeye çalışma, nefsini insan etmeye çalış. Edemezsen öldür, der. Anlatabildim mi acaba? Burası gayet nazik bir yerdir.

Nefsini imhaya çalışma, o nefsinle sen bütün mevcûdâttan üstün oldun. O bir cihetten çok kötüdür ama bir cihetten seni, Kudret yanında kıymetli yapan odur. Meleğin nefsi yoktur, kaç para eder, senden çok aşağıdır. Nefsin sebebiyle, iradeni kullanmana amil nefsindir. Onunla tutuyorsun onu. Onun için öyle der Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Hazreti Muhammed: “Nefsinizi öldürmeye çalışmayın, -pek adam olmayan cinsindense, o ayrı- nefsinizi öldürmeye çalışmayın, teslim almaya çalışın.” der. Nefsi teslim alın. Çünkü onunla Hak alınır. Allah öyle diyor.   

 [7]    اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ.  “Ben inananlara ve istikbal inananların olduğuna inananlara, şöyle bir şeyim var, teklifim var. Tenezzülat-ı sübhânimle tenezzül ederim. Sizinle alışveriş yapayım, diyor. Gelin siz, sizi izaç eden nefsinizi bana satın. Ben de kendimi size vereyim.”

O, o kadar kıymetli bir şey ki iyi kullanabilirsen. Bak bu güne kadar buralarını söylememiştim. Daima zem ediyorum değil mi? Gene zemme layık amma iyi kullanılırsa adama Hakk’ı verir. “Verin onu bana, diyor. Ben kendimi size vereyim.” Biz gideriz o nefsi kötü bir zalime veririz. Nefis zalim, zalim zalim, zalimin zalime haf-ı darbı yine zalim. Mahvolur, geçer gider. Ayır. 

Eski konuşmalarımda şöyle bir misal vermiştim. Şımarık çocuk olur bazı insanlarda. Vurur kırar, duvara çıkar, anası babası da bakar güler. Bakarsın ki bir yetim kız alırlar, o da beraber büyüsün diyerekten. Tekme ile merdivenden vurur yuvarlar, kırar devirir. Ne yapıyorsun, dese kız. “Ee ne olmuş gebermedin ya!” Ben bunları görmüşüm de söylüyorum. Hikâye değil bunlar. Böyle dostun oldu mu derhal hukukunu kes. Sana zararı olur. Hiç, öyle dostun lüzumu yok. Kes! Hain adamdan insana hayır gelmez. Adam edebileceksen devam et, fakat edemeyeceksen kes. Hiç, hain insandan adama hayır gelmez.

İşaret-i Nebi’dir: “Kalbime toz arız oluyor. Gubâr-ı manevi manevi leke, onun içün günde yetmiş defa istiğfar ediyorum.”  Hazreti Peygamber. Peygamberin kalbinde öyle şey olur mu!? “Yetmiş defa istiğfar ediyorum.” Buradaki incelik, hadisatta diğer insanların yapmış olduğu seyyiattan onun gönlüne akseden gölge. Sen birçok kesif zalim adamlarla hukuk tedarik etmişsin, onların zulümlerinin sana zararı olmaz mı zannedersin? Evvela hafızan ihtiyarlar. Ölçüsü budur. Daha neler neler? Ki Sadr-ı İslam’ın o büyük insanlarında dahi böyle bir hâl tecelli eder de, büyük bir kalp de bir renk meydana getirirse, ya bizim gibi insanlarda neler yapmaz?

Onun için öyle demişlerdir. Zalime ufacıcık meyledeni, ateş kuşatacak. Sen alnını secdede çürüt. Kudretin olsun da saha da müsait olsun da bir milyon sene de ömrün olsun, her senesinde de git, Beytullah’ı ziyaret et.  Her gün de oruç tutmaktan kıl kadar incel, fakat bir günde bir zalimle beraber adımını at yürü, hepsi yandı gitti, çürüdü. Hiçbir tanesi yok. Bir nokta kalmaz mı?  Hayır, kalmaz, hepsi gider! Bunlar ince yerlerdir.

Yine beyanatta buyurulur ki: “Bir insan, dârü’s-selâma girmesine yani Hakk’ın hususi ayırmış olduğu mevkiye girmesine bir karış yer kalır, der. Fakat bir rüzgâr eser, âlem-i nâra tarh edilir. Âlem-i nâra tarh edilmesine atılmasına bir karış yer kalır; yine bir cemâl rüzgârı eser, dârü's-selâma tarh edilir.”

Onun içün hayatın her dakikası, her anı imtihanla geçiyor. Hiçbir şeye güvenmeye gelmez. Görürsün sefaya taalluk eden şeyler meydanda olur; bir an ufacıcık bir menfaata nefsin esir olur, geçer gider yuvarlanırsın. Ömrünün elli senesini, atmış senesini, saadetle geçirirsin, bir gün bir şakiye gönlünde muhabbet beslersin, onun şekâvetine yardım edecek şekilde iki adım atarsın, doğrudan doğruya eşkıyanın başında bulunursun.

Sonra öyle yerlerde de, Hudâ hiç mazeret kabul etmez. Zaten Allah’ı en ziyade gadaba getiren şey mazeretmiş. Ahirette; şöyle oldu öyle söyleme, diyor. Burada lüzumsuz konuşma kalkmıştır, der. Hiç yok. Konuşulmaz öyle. “Ben Hazreti Muhammed’i göndereyim, Kitab-ı Hitamı göndereyim, bütün şeyleri açık bir vaziyette beyan edeyim, ondan sonra sen gel nefsine satıl! Bana bunları oku, anlat. Dinlemem!” der.

   [8]  فَاعْتَرَفُوا بِذَنْبِهِمْۚ فَسُحْقًا لِاَصْحَابِ السَّع۪ير . “Kendi ağzıyla yaptıklarını söylüyor, perde kapansın görmeyeyim!” Dinlemez. Bunlar vücûdunu insanlığa vakfetmekle meydana gelecek şeylerdir. Şemmeyi koklamak, şemme-i[9] marifeti istişmam[10] öyledir. Bazı insanlar bunu yanlış anlarlar. Böyle oturur, riyazat yapar, efendim bir köşede ibadet eder. Ee, o iş olmaz. O ayrı iş.

Bir gün Medine sokaklarından geçiyormuş,  Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. Bir adam kendisine eza verecek, e bugünkü tabiri getirelim de bir teneke üzerinde diyelim. Eza verecek, ufacıcık bir tahta parçasının üzerinde hiç uyumazmış. Öyle uyusa da öyle şey edermiş. Sultan-ı Resul diyorlar ki: “Bu adam ömrü boyunca böyle yaşamıştır ve bu yaşayışından bir şey ümit etmiştir. Fakat hâlâ beni koklayamamıştır.”  Sormuşlar niye? “Hiç insanlığa bir hizmeti olmadı.” Anlatamıyoruz galiba? “Hiç insanlığa bir hizmeti olmadı.”

Evet, nefsin teslim olması hususunda konuşuyorduk da bir misal veriyorduk değil mi? Bazen dedik, şımarık çocuklar olur. Ne “dur”dan anlar -ne bileyim- ne insaftan, ne merhametten, bazen de üzerine lazım gelen terbiye şekillerinin azlığından. Çocuk,

Peygamber der ki: “Beşikteyken asabi olmaya başlar. Dikkat edin, der. Beşikteyken başlar. Daha çocuk anne karnındayken, iyi ve kötü huyları almaya başlar.”
Anasının karnındayken olur mu?
Evet, der. “Eğer ana baba birbirleri ile soğuk, kavgalı, ne bileyim geçimsiz bir vaziyetteyken, çocuk tekevvün etmeye başlamışsa, çocuk çok hırçın olur, der. Cemiyete çok zararlı olur, der. Çocuk muhabbet mahsulü olacak olursa, o vakit cemiyet üzerinde insanlar hayır görebilir.” der.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
“Merhamet ölçüsü de çocukta doğmasının, annesinin babasının birbirine ait olan muhabbetine bağlıdır, der. Sermaye o olduğu için bütün iyilikler muhabbetten doğar. Binaenaleyh ikisinde de muhabbet olmazsa, çocukta merhamet olmaz.  

Şimdi o şımarık çocuk... Ben bu misali çok verdim size ya burada münasebet aldı da tekrar ediyoruz. Nefsi öldürmek hüner değil nefsi teslim almak bahsine, misal veriyoruz. Kaybetmeyin yerini.

Yemek getirirsin, tekmeyi vurur. “İşte yapma çocuğum, etme yavrum, mini mini paşam.” Yazık, çocuğa da yazık, sana da yazık, cemiyete de yazık. Bir tane daha getirirsin, yemem. Yahut iki lokma yapar, iter böyle.

Yahu bir nimetin bir insana kavuşması için verilen haber-i manevide, bir beş bin senelik devresi vardır. Öyle çabucak da olmuyor. Sen bile üç yüz bin senelik devreden sonra bu taayyüne[11] çıktın.

Bir de üç yüz senede gelenler var onlar ayrı. Onları da anlatsana. Hepsini nasıl anlatayım beş dakikada. Her nimetin bir insana mülâki olabilmesi için beş bin senelik devresi vardır, diyor Hazreti Muhammed. Ya! Ve kendi hâliyle: “Ne olur ben bir insanda fani olayım.” der. Zaten onu sen yiyememişsin kalmış bir kısmı, o anda. O kendi hâline göre görüyorsun ki:

Müspet ilim bile cansız bir şey olmadığını artık ispat ediyor. Bütün varlık can içerisinde kıvranıyor. Hakaret etmeye ne hakkın var? Bunlar hep hilkatteki gayeyi duymakla olur.

Sen her zerrenin Kudret tarafından sana hadim olduğunu idrak edersen, hiçbir zerreye kötü bir nazarla bakabilir misin? Ne varsa sana hizmet için yaratılmış. O kadar adi bir nankör olabilir misin? Her ne varsa hepsi sana hizmet içün yaratılmış. Senin hilkatini, ufacıcık çamurunu, yaradılışındaki cesedine kıymet verdiğinden dolayı Hudâ, -yoksa kıymetin yoktu- melekler secde etti. Demek ki sana hususi bir kıymet vermiş. Sana kıymet verdiğinden dolayı da bütün mevcûdâtı sana hadim etmiş.

Sana hizmet eden şeye ne diyerekten hakaret edersin! Ettikçe inlersin.

"İnlemem efendim, benim milyarlarım var.”  Öyle inlersin ki, o milyarlar içerisinde inletir, nispet verir. Kendini bilmezsen o bakarsın ki, “Yahu benim ne’m yok, şu var bu var fakat patlayacağım!” Patla! Öyle gerilirsin gerilirsin kendi kendine.  “O her şey var ama ne var bunun içinde.  Çatlayacağım ben!” der. Çatla! 

Deden, iç âlemini bilirdi de böyle sıkıntı çekmezdi. Hani senin bir deden var ya, tarihin en eski efendisi olan deden. O kıymetli adam. O kadar zulümden çekinirmiş ki hayret edersin. Öyle vakıfnameler vardır ki; bir semt de bir semtin konağında, bir hizmetçi bir tabağı kırmış, dövmüşler. Diğer konaktaki adam onun hıçkırığını duymuş, servetini tespit etmiş götürmüş. Vakfetmiş milyarlarını. Herhangi bir kimse, bir hizmetçisinden bir zarar görürse gelsin bu vakıftan ödensin, denmiş. 

Sen şimdi evladına bakmazsın. Yahut anana bakmazsın. Yahut babana bakmazsın. Var mı böyle bir tarih bir millette var mı? Bulabilir misin böyle bir şey. Ne görüyordu da nerden geliyordu, bu kalp nasıl oluyordu. Dünyada ne yaparsan yap; gönül kırma, ah alma. Ahlı günahlar af olmaz. Ettiremezsin. Ah olmasın. Diğerlerinden rücû edersin biraz ağlarsın siler amma fakat ahlı olan yerlerde yoktur. Sonra bazı ahlardan “Efendim ben hakkımdan vaz geçerim, olur.”  Yook! Nasıl dünyada usul-ü kanunda, hukuk-i amme derler, silah çektiğin vakitte silahı çektiğin adam “Ben affettim” der ama “Yok efendim!” der, hukuk-i amme vardır. Anlatabildim mi acaba? Yaa, kurtaramazsın. Şayet affetse de gene affolunmaz. Ne lüzumu var, ah almadan yaşa. 

Yemem der, gene gelelim. Vurur kırar filan yahut tutturur şunu getireceksin. Sonra onun ilk arzularına ram olmaya başladın mı, seni yendi o. Geçti artık. Niçün derlermiş, dedelerimiz: “Çocuğu uyurken sev. Uyurken.” O her çocuğu değil, bazı insan hilkaten acip olur. Evladındır tabi seveceksin. O bir ibadettir. Bir insanın kendi yavrusuna merhametle bakması, ibadetin en büyüğüdür. Öyle diyor. Yavrusunda cennet kokusunu duyamayan adamın burnu kurusun, diyor. Anladın mı acaba? Yavrusunda cennet kokusunu duyamayan adamın burnu kurusun, diyor. Adam değil ki o, diyor. Ne lüzum var onda buruna. 

Senin, onun o şımarıklığını önlemeklik, ona merhametsizliğinden dolayı değil, o adam olsun diye ona merhametinden dolayıdır. Ters anlamayın yani anladın mı?

Böyle bir şey oldu mu: “Ben onu yemem!” “Onu yiyeceksin!”

Evet, zararı yok. Bir iki öğün aç kalmakla ölmez, merak etme. Arzu ettiğini vermedin, bir vermedin, iki vermedin, üç vermedin. Nihayet açlık malum ya, Kudret bile insanları en son terbiyesi açlıktır. Muhafaza etsin, yaa bir şeye benzemez o. En son terbiye öyle. Bu sefer kendi kendine yaklaşır, yemeğe doğru şöyle. Yavaş yavaş etrafında gezinir.  Usulcacık yanaşır, bir de şöyle bakar yani artık yiyeyim mi gibilerden. Hiç aldırış etme, gülme. Neyse, razı olduktan sonra, bir iki üç, ondan sonra der ki: “Benim dediğim olmayacak.” Kafasına kor, şımarık çocuk. “Ben dediğimi kabul ettiremeyeceğim.” Ağzı ile değil ama hâli onun söyler. 

Nefis de öyledir, bir kötülüğü ister. Çekersin. İki defa ister, iyiliği verirsin. Üç ister, “Haa beni artık kullanamayacak, bende ruhun gittiği yola gideyim.” der. Anlatamadık mı? “Artık bende ruhun gittiği yolda gideyim. Bana başka bir gıda yok.” İşte onu teslim aldın. O vakit teslim aldın. İster o kötülüğü daima o. İşi o, onun.  Bir istedi çektin, iki, üç, bir daha, bir daha. Nihayet der ki: “Fayda yok, biz bu yolda aç kalacağız. Binaenaleyh ruhun gıdası nedir, Allah’dır. Ben de onun gittiği yola gideceğim.” der. 

Ama içini nefs-i emmarenin, nefsin gıdalarıyla doldurdun mu, orası Hakk’ın evi olmaz, İblisin yurdu olur. Dâr-ı İblis olur. Artık iblis de adamı ne yapar? Ne bileyim ben, onu da söylemeye hacet yok, onu herkes bilir. 

Nefis aç kaldı mı, bu sefer ruha verilen gıdayı öpmeden yemez. Anlatamıyor muyum? Çok aç kalan bir insana bilmem mi ki kaldın mı, kalmadınsa anlamazsın. Çok aç kalan insana, ekmek verildiği gün şaşırır. İlk önce ağzına almadan hup alnına bir vurur ondan sonra ağzına alır. Hiç görmedin mi? Bu mücerrettir. Haddinden fazla aç kalıp da kıvranıp da eline bir dilim ekmek verdin mi doğrudan doğruya ağzına atmaz o. İlk önce kafasına gözüne şöyle bir vurur, ondan sonra başlar şapır şupur yemeğe. Nefis de öyledir o.


[1] Taha suresi 53. Ayet-i اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا وَسَلَكَ لَكُمْ ف۪يهَا سُبُلًا وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۜ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ٓ اَزْوَاجًا مِنْ نَبَاتٍ شَتّٰى  Meali: "Yeryüzünü sizin için bir döşek yapan, oradan sizin için yollar açan ve gökten bir su indiren O'dur." İşte biz o su ile türlü türlü bitkilerden çiftler çıkardık.
[2] Muâlece: İlaç. Tedavi.
[3] Penâh: Sığınacak yer, melce
[4] Suver:  Suretler, Görünüşler, Biçimler. Şekiller. Görüntüler
[5] Bakara suresi 171. Ayet-i Kerime    وَمَثَلُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذ۪ي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ اِلَّا دُعَٓاءً وَنِدَٓاءًۜ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ 
Meali: O kâfirlerin hali, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyerek haykıranın haline benzer; onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl da etmezler.
[6] Araf Suresi 179. Ayet-i Kerime   وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ 
Meali: Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.
[7] Tevbe Suresi 111. Ayet-i Kerime.  اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِ وَالْقُرْاٰنِۜ وَمَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِه۪ مِنَ اللّٰهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذ۪ي بَايَعْتُمْ بِه۪ۜ وَذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ
Meali: Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır: Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler. Bu, Tevrat'ta da, İncil'de de Kur'ân'da da Allah'ın kendi üzerine yüklendiği bir ahittir. Allah'dan ziyade ahdine riayet edecek kim vardır? O halde yaptığınız alışveriş ahdinden dolayı size müjdeler olsun! Ve işte o büyük kurtuluş budur.
[8] Mülk Suresi 11.Ayet-i Kerime فَاعْتَرَفُوا بِذَنْبِهِمْۚ فَسُحْقًا لِاَصْحَابِ السَّع۪يرِ Meali: Böylece günahlarını itiraf ederler. (Artık) o çılgın ateş halkı (Allah'ın rahmetinden) uzak olsunlar!
[9] Şemm: Koku hissetmek, koklamak.
[10] İstişmam: Koklamak. Kokusunu almak.  Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak.  Uzaktan haber almak. Koklama, hissetme; ince meseleleri sezme, anlama.  Koklama.
[11] Taayyün: Tayin edilme, belirlenme.  Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak.


[i] Tedbiri terk eyle takdir Hudanındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümanındır

Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devran olalı devran erbab-ı safanındır

Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
 

Meyhaneyi seyrettim uşşak a mataf olmuş
Teklif ü tekellüften sükkan-ı mu'af olmuş

Bir neş'e gelip meclisbi-havf u hilaf olmuş
Gam sohbeti yâd olmaz meşrepleri saf olmuş 

Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır

Ey dil sen o dildare layık mı değilsin ya
Da'va-yı muhabbete sadık mı değilsin ya

Özrü nedir Azranın Vamık mı değilsin ya
Bu gam ne gezer sende âşık mı değilsin ya

Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır

Mahzun idi bir gün dil meyhane-i ma'nada
İnkâra döşenmiştim efkâr düşüp yâda

Bir pir gelip nagah pend etti ale'l-ade
Al destine bir bade derd ü gamı ver bada

Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır 

Bir bade çek kap mecliste zeber-dest ol
Atma ayağın taşra meyhanede pa-best ol

Alçağa akar sular pay-ı huma düş mest ol
Pür-cuş olayım dersen Galib gibi sermest ol

Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır

Şeyh Galip   

2 yorum:

Mahmud-u Gaznevi; tabi köleye köle olmuş, kimse farkında değil. Çekemiyorlar. Haset eden de çok olur. Başlamışlar kundak sokmaya. Kundak sokmaya. Biçimine getiriyorlar. “İşte şöyle fena adamdır, böyle fena adamdır. Şöyledir, böyledir...” Kâh dinlememiş gibi oluyor, kâh dinlemiş aldırmamış gibi oluyor. Kâh tebessümle karşılıyor.

Bir gün bu işe nihayet vereyim diye karar vermiş. Toplamış bütün erkânını, o kölenin aleyhinde bulunanları da bilhassa.
Büyük bir inci çıkarmış. Kürede yalnız onda varmış, o büyüklükte inci.
Tıbb-ı atik de, eski tıpta, bilmiyorum yeni tıp da belki kullanır mı kullanmaz mı? Bazı madeni şeyleri kullanıyor ya. Böyle inciden, onun tozuyla muâlece[2] yapıyorlar. O en kıymetli ilaçlar yapıyorlar. O vakit.
Demiş ki: “Ben bir ilaç yaptıracağım. Şu inciyi, maharetle içinizde hanginiz döversiniz? Böyle dövün, zerresi belli olmayacak derecede.”
Kime uzattıysa herkes, demişler ki: “Efendim, bu yalnız sizin hazine-i hümayununuzda bulunan bir mücevherdir. Ona fiyat biçilmez. Kimsede yok. Bu ilaç ufak inci parçalarından da olur. Mesele inci olması. Bu giran-bahâ şeye yazıktır.”
Hiç kimse, hepsi öyle...
“Çağırın şu bizim köleyi bakalım!” demiş. Çağırmışlar.
“Şunu gayet iyi bir şekilde döv, ilaç yapacağım.”
“Baş üstüne!” demiş.
Hakikaten gayet mahirane dövmüş, getirmiş. Bırakmış, çekilmiş.


Şimdi başlamışlar, demişler ki: “Efendim, biz daima işaret ederdik, zat-ı şevket penâhilerine[3] ki, bu insan sizin için muzırdır. Bu, size yıkımdan başka hiçbir şey düşünmeyen bir şahsiyettir. İşte görüyorsunuz ki hiçbirimizin kıyamadığı ve hakikatte kıyılamayacağı, belki siz de bunu imtihan için tevcih ettiniz. Hiçbirimiz elimizi sürmedik fakat buna söyler söylemez bir heyecan ile bir zevk ile sizin hazinenizden bir şeyi eksilteceğim gayesiyle düşünmeden, düşündürtmeden, işte toz gibi getirdi.”

“Bir de kendine soralım, demiş. Siz böyle tefsir ediyorsunuz amma kendilerine soralım bir de.”
Çağırmış. Bu uzun bir bahistir de ben şöyle kısaltıyorum. Vakit geçmesin, içinden lazım olan yeri alalım diye.
“Böyle diyorlar.” demiş. Gülmüş. (Biraz evveli okuduğum şey)
“Onlar çocuk daha, demiş. Beşikte yatarlar kalkarlar. İncinin ne olduğunu bilmezler. Onlar inciyi işte o âlemin ziynetlerinden, halkın vermiş olduğu hükümlerden çıkarılan varlıktır, demiş. Benim içün inci, sizin fem-i saadetinizden çıkan sözdür. Ben onu kırmayayım da, demiş. Daha neler kırarım. Benim içün kırılan inci, sizin mübarek ağzınızdan çıkan incidir. Eğer onu ben yapmam dersem, o vakit o inci kırılmıştır.” Bir şey anlatabiliyor muyum?

O öyle bir şeydir ki, yalnız kuru ibadetle de alınmaz. Vardır bazı adamlar. Öyle nefsine eziyet eder. Nefsini öldürmeye çalışma, nefsini insan etmeye çalış. Edemezsen öldür, der. Anlatabildim mi acaba? Burası gayet nazik bir yerdir.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017