Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

91. Kaset

091 (30.07.1960) 70 dk. (36)

Aşktan doğan ahlakın da annesi kalp olduğunu, her konuşmamızda tekrar etmekteyiz. Bittabi ahlakın bahsettiği aşk romanda okunan aşk mânâsına değil. Onu da hemen hemen her konuşmada tekrar etmekteyiz. Yine bir nebze uğrayalım geçelim.

İnsan asûde kaldığı zaman, kendi enfüsü ile baş başa olduğu an, bir an içün hadisattan kendisini azâde kıldığı vakit, iç âlemiyle bir konuşma yapar, sorar. “Ben kimim?” der. “Nereden gelmişim?” der. “Bana bu kadar yük neden vurulmuş?” der. Çünkü malum ya herkes yüklü olarak buraya gelmiştir. Kudret, herkesi masiyetinden yakalamıştır.

İnsan, doğumu ile dalgasız denizden dalgalı denize düşmüş demektir. Âlem-i muhabbetten, mihnet âlemine geçmiş demektir. Burada işte görüyoruz. Muvakkat bir an, bir geçit yapıp, geçilip gidiliyor. Hemen hemen her konuşmamızda tekrar ettiğimiz gibi, bunun artık bir suali vardır. Dün nerededir? Durur birdenbire insan, değil mi? Dün nerede? Yok. Bugün de öyle değil mi ya? Bugün de soracaklar bize; yarın, dün nerede? Yok.  Dününün vücûdunu bulamayan bir kimse neden öyle uzun boylu madde âleminde bir saadet aramaya kalkar. Ebediyeti kabul etmeyen bir adam hiçbir vakit mesul değildir. Çünkü kabul etmedikten sonra gününü tutamamıştır, o hâlde saadet yoktur. Öyle değil mi?

İnsan doğumu ile dalgasız denizden dalgalı denize düşmüş, dedim. İşte kendisini yalnız maddesi ile bu denizde idare ederim diye yaşayan adam, boğulur boğulur. Boğulur, ben bu deryadan kendi kulaçlarımla yüzerde kenara çıkarım derse. Zira bu denizin iki dalgası vardır, birine celâl diğerine cemâl derler. Biri batırır, biri çıkarır. Sen, eğer oraya teslim edemezsen kendini, nihayet kesilir boğulursun. Herkes, bu denizin kenarına çıkacak. Kimi diri çıkacak, kimi boğulmuş çıkacak. Diri çıkanlar teslim olanlardır. Boğulup çıkanlarda: “Vicdanım hâkimimdir, aklım amirimdir.” deyip sahte benliğine mağrur olarak, zavallı hâlde yaşayanlardır. Bir şey yok. Gururlanacak insanın elinde hiçbir şeysi yok.

Nem var ki lâf edem özümden. Mahveyle beni benim gözümden

Fakat gaflet, insana bir sahte benlik gömleği giydirir, aldatır. Aldanıyoruz. Değil mi ya! Bunu insan düşününce anlıyor, amma az. Mesela parası olan bir adamın yürüyüşü ile olmadığı vakitteki yürüyüşü arasında fark vardır. Masası varken konuşması ile masadan düştükten sonra konuşması arasında fark vardır. Bu farklar nereden geliyor. Sonra bütün bütün iki âleme merbuttur[1]. Konuşmayı dağıttım toplayacağım inşallah.

Bir yüzü âlem-i hilkate bağlı, beşerin. Bir yüzü âlem-i kudrete bağlı. Hilkat âlemine bağlı olan veçhesinde; Kudret, ona akıl denilen bir cevher vermiş. Orada biraz işe yarar. Meçhulden malumu çıkarır, hissin galatlarını tashih eder. Fakat kudret âlemine taalluk eden kısmında akıl geçmez. Bizim de asıl varlığımız, kudret âlemine merbut olan kısımdır. Hilkat âleminde işte kaç yaşındasın?  Otuz. Daha ne kadar olabilir bu? Beş misli olsun. Olanı yok ya, şimdi pek ender. İkisi üçü nihayeti ya altmış, yetmiş, doksan, yüz. Ee gözünü kapa; otuzundan kırkından bir şey ortaya koy, koyamıyorsun. Bunu on misline çıkarsan yine koyamazsın. Bu âlem-i kudrete taalluk eden kısmında bir varlık göstermezse bir kimse, ne netice alınabilir?

Beşeriyet bugün niçün tedirgin inliyor? Mevzii konuşmuyorum. Bütün dünya sahnesi, öyle bir saha içün değil. Hamule-i irfaniye-i beşeriye, kaldıramayacak kadar insanlık âlemi yükselmiş. İlmi, akılları durduruyor. Fenni, fikirlere veleh veriyor. Felsefesi, zihinlerde hayret meydana getiriyor. Fakat ah sesi dinmiyor. Sonra o kadar beşer, hareket-i fikriyeden mahrum olmuş ki; Kudret, o kadar acip bir tecelliye mazhar kılmış ki, bu kadar irfana malik olduğu hâlde, vahşet-i müsannaya müsanna vahşete medeniyet diye de tapıyoruz.

Düğmeye basıyor, bir milyon adam ölüyor. Bu mu medeniyet? Medeniyet, bunu her vakit söylüyorum. İstiyorum ki yayılsın diyerekten. Vahşet devrinde bile bugünki medeniyetin yapmış olduğu vahşet yoktur. Tarihin mazbut olan kısmına bakın, gayr-i mazbut olan kısmını seyredin; bugünki beşerin vahşetini, ya medeniyet namına yapmış olduğu vahşeti, o vahşet devrinde bulamazsınız. Yok öyle bir şey! Yüzlerce sene harp olmuştur fakat netice, idama giden kısmı, yok olan kısmı ne kadardır?

Bugün basıyor düğmeye, başında tüyü bitmiş bitmemiş, piri fani hasta, zavallı aciz, hiçbir şeyden haberi yok. Bir anda imha ediliyor. Malum muydu bu olur. İki diplomat konuşuyor birbiri ile bir infial bir inkisar oluyor, birbirine karşı olan bir buğzundan dolayı; milyonlarla insan birbirinin yüzünü görmediği hâlde, o iki diplomatın birbirine olan infialinden birbirinin kanını içiyor. Bu medeniyet midir? Böyle medeniyet mi olur? Buna vahşet-i müsanna derler. Fakat Kudret, kendisi ile insanlık âleminin arası açıldığından dolayı: “Sizi birbirinize yedireceğim.” diyor. Siz yiyeceksiniz birbirinizi, diyor. Ve bugün insanlık âlemi öyledir. Yapmış olduğu şeylerden canavarlar dahi utanır. Utanır. Korkunç bir hâl, korkunç! Fakir zengine düşman, zengin fakire karşı hain.

Havas ile avam muvâzenesi yapılmadıkça insanlık âleminde ne kadar büyük kafa bir araya gelse, ne konuşsa insanlık âlemine felah veremez. Olmaz o. Bir kimse bir şeye ehil olmadan ona malik olursa o şeyin ona faidesi olmaz. Bir alet istediği kadar güzel olsun, o aleti kullanan insan o aletin ehli olmadıkça o aletin ne faydası olabilir? İşte faydası olmaz.

Âlem-i kudretle irtibatı var insanlık âleminin. Öyle yapmış, sen kendini kendin mi yaptın? Kendini kendin yapmışsan, diyeceğimiz yok. Kendisini kendisi yapan kimse, her şeyi yapar. Acısından tamamıyla ref[2] olur gider. E kendini kendin yapmamışsan, muhitin senden daha aciz, o hâlde niye yaratırım sevdasıyla yaşarda insanlık âlemini inletirsin?

Ne büyük küçüğü tanır ne küçük büyüğü tanır. Öyle bir şey kalmamış. Öyle bir şey yok şimdi. Havasında merhamet, avamında o merhamete karşı hürmet, bunun ikisi evlenecek izdivaç edecek; bir çocuk olacak, muhabbet. O vakit beşer felaha kavuşur. Yoksa, efendim iktisadı böyle yaparsak… Eee? Filan şeyi şu şekilde bir usul korsak... Tutturamazsın, yook. Usul onlarla değildir.

Servet bizâtihi nimet değildir iki gözüm, vasıta-i nimettir. Git filan yerde nimet ol derse, adama nimet olabilir, yoksa olmaz. Servet bizâtihi nimet değil ki, vasıta-i nimet. Dünyanın en büyük başları bir araya toplansın konuşsun konuşsun, konuşsun konuşsun, gene beşer huzura felaha saadete kavuşur mu? Hayır, kavuşamaz. Neden? Havas ile avamın muvâzenesi olmadı. Havas ile avamın muvâzenesi nasıl olabilir? Anlattık, bin defa söyledik. Olmaz. Havas ile avamın o muvâzenesi olmayınca beşeriyette öyle bir hâl gelir ki, zayıf kavîden hakkını alamaz. Alamayınca mânâ ile gönül rabıtası da olmayınca, mâfevkine karşı köpek, mâdûnuna karşı kurt olarak yaşar. Netice alınmaz.

Baksana tarihte dedene. Tarihin en eski efendisi olan dedeni bir mütalaa etsene. Var mı öyle bir dede dünyada? Ama belki beğenmezsin. Sakın beğenmemezlik etme. Hâlâ onun ekmeğini yiyoruz değil mi ya? Onun aldığı yerde oturuyoruz. Onun bıraktığı parayı harcıyoruz. Daha biz yerin dibinden bir kuruş çıkarmadık. Bu pencereyi buradan niye açmış diye kızmaya ne hakkın var? Sen bir ev aldın da kendin bir pencere yaptırdın mı? Hem sana ev alsın, penceresini buradan niye açmış diyerekten kız, hakaret et. Ne hakkın var senin? Dünyanın yüzüne sahip kılmış seni. Daha ne yapabilirdi deden?

Bütün dünya senin dünyanın yüzündeki varlığına, meftun. O mirasyedi şeklinde asırlarca üzerinde zahmetsizce yemiş içmiş, yaşamışsın. Devre kapamış, devre açmış. Bugün medeniyetini taklit etmiş olduğun âlemi, üç dört asır hâkimiyeti altında tutmuş. İlme mevzu, sanata model, zulmü gördüğü yere adil, cehli gördüğü yere ilim, inkârı gördüğü yere iman koymuş.

Biz her esası bozmuşuz. Samimiyet demişiz; hürmetsizlik, edepsizlik meydana getirmişiz. Samimiyet o değildir ki. Kudret bunlara gayet dikkat eder. Bunlar üzerinde durur. Çocuk okur, hocasıyla eğlenir. Oturur sırada onun şeklini yapar. İstihzâ-i mucib olacak şekilde. Daha olmazsa çakıyı çıkarır tak şeye, tahtaya saplar. Ruhunun babasıdır, kendi babasından üstündür. Kendi babası ölür gider ara yerde. Fakat o ruhuna ait bir babadır.

Bir adam ölür, bir evlâdı yetim kalırsa, ona kimse hizmet teklif edemez. Yani mecburi olaraktan. Mânâ medeniyetinde öyledir. Büyük bir kıymet alır. Kardeşi dahi, abisi dahi, o yetim olduğu için şunu yap diyemez. Yapmasını ister, usulü ile yaptırır, fakat böyle amirane yapamaz. Hiç kimse yapamaz. Ancak kim okutuyorsa o yapar. Ona müsaade verilmiştir. Bu kadar büyük bir hukuka malik olduğu hâlde, kendisinin ruhunun tekâmülüne hizmet ettirecek bir şahsiyete karşı böyle olursa, orada ilim olur mu? İrfan verir mi, Kudret? İmkânı var mıdır onun? Böyle bir şey yok. Sonra kendimizi ne diye aldatıyoruz. Niye aldatıyoruz. Yaratırım, şöyle ederim. Hangi ilime mevzû verdin de hangi kürsüde okunuyor? Hangi sanata model verdin? Sorar onu adama. Mirasın ne oldu? Kim çaldı mirasını?

Servet-i ilmisi tam olan milletlerin ölüsü de dirisi de nakıs[3] olan milletlerin merci-i medenisidir. Sen vakti ile öyleydin. Sen tetkik edersen medeniyet âleminde iyiliğe ait bir şey görecek olursa, dedenin malıdır o. Bu kaide-i külliyedir. Servet-i ilmisi tam olan milletlerin, ölüsü de dirisi de nakıs kalmış olan milletlerin medeniyetlerinin merciidir. Oradan alacaktır o. Senin deden öyleydi. Dedenin kitabını ister, medeniyetini taklit ettiğin adam, oradan lazım olan ihtiyacını görür. Fakat senin bir kitabını isteyen yok daha. Sen nasıl aleyhinde bulunabilirsin?

Evvela, birbirimizi sevmiyoruz. Birbirini sevmeyen camia terakki edemez. Kurmamış, Kudret böyle bir şey meydana getirmemiş. Yok. Neyse. Birbirini sevmeyen camia, ne teâli eder ne terakki eder. Sevmiyoruz biz birbirimizi sevmeyiz. Emniyet yok, itimat yok, ben sana inanmam, sen de bana inanmazsın, nasıl ilerleyeceğiz? Tek başına ilerlenmez. Olmaz, öyle bir şey yok ki. E birleşelim. Benim sana itimatım yok. Senin de bana. Neden yok? Onu sen bul. Neden yok?

Biz vaktiyle müteaddit vücûdlarda bir ruh olarak yaşardık. O yeni moda halinde çıkmış, “insan hakları” sözleri filan yok mu? Söylenir söylenir de hiç vücûd bulmaz. Feza kadar boş. Hiç! Onu,  senin nenen yok mu nenen? Köylü, çatısının üzerinde biçilmemiş ağaçtan, koca koca böyle çamur sıvalı filan, in gibi yerde oturur. Her cümlesinin altında, söylediği sözün altında bir vecize vardır. Dikkat edin bakın. Gez, senin kıymet vermediğin. Öyle değil mi? Muhakkak, öyle böyle sudan vecize değil. Muazzam.

O nenen: “Aman yavrum, memelerimin sütünü sana helal etmem, sakın kul hakkı olmasın.” İşte insan hakları. Taa asırlarca. Bunları biz yaşamışız ve yaşatmışız fakat sonra! Medeniyetin asıl samimi kısmı, bizdeydi bizde. Bizdeydi, görüşme konuşma. O, yalnız böyle otuz iki dişini sahte gülerekten, yalancı gülmekle değil medeniyet. Ee gülüyorsun işte! O iç gülmesi. Eleminde müşterek, sürûrunda müşterek, deden öyle yaşardı. Mevzûu çok dağıttım, oradan oraya uğradım amma öyle geldi, toplarız bakalım. Karşılaştığı vakitte bile bir, kıpırdanmasında dedenin bir kıymet vardır. Bir medeniyet eseri vardır, kıpırdanmasında.

Belki çok defalar söylemişimdir. Ama biz o ruhları kaybetmişiz, her şeyin ruhunu. Der, mesela bizde, eski anânede “musafaha” deriz. Garp âdetinde toka denilen şey. Bunun hakikati bizim dedemizden çıkmıştır. Ama ne biz onun hakikatına agâh olmuşuz, ne orası. O böyle bu, bu değil. Şimdi kaba sofu vardır, tutar burasını şurasını yoklar. Bizde bazı acayip insanlarda vardır. Ne o? Burada kemik olmazsa Hızır olurmuş. Hınzır olur yahu! Eksik azalı olursa Hızır olur mu? Hayır. Ne, Hızır ne?

Her hikmet söyleyen, Hızır’dır. Hepsi senin kendi mânânda vardır, hariçte bir şey arama. Bunu Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi talim etmişti. Şu parmak karşısındaki dostunun yahut dost tanıdığının, nabzına vuracak. Hani, “oo nasılsınız?” filan diyerekten şöyle bir görüşmeler filan vardır ya. Bu câli mi hakiki mi?

Bir kalıptan ziyade o insan nabızdan agâh olacak. Onun sevincinde, kalbinde bir değişiklik varsa, ona nabzına vurduğu vakitte onu anlayacak. Nerelere kadar düşünmüş, nerelere kadar. O inceliklere kadar düşünmüş. O en yüksek, en büyük ahlakçı, mürebbi-i ukûl, mahbubu’l-kulûb olan Zât-ı Alâ. 

Sonra o bizden almıştır, dedenden almıştır. “Bir yere gireceğin vakitte kapıyı çal.” Böyle vurur, kapıyı açar. Ne vuruyorsun açıyorsun? Bunu yapıyor, kapıyı açıyor. Bunu vuruyor ki içeriden cevap gelsin diyerekten. Sen böyle yapıyorsun, kapıyı açıyorsun. İçeriden cevap gelecek, diyor. Geldikten sonra Büyük Kitab bunu istînâs[4] kelimesi ile zikreder.

Niçin diyor, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Bu izni, izin kelimesi ile zikretmedi de Allah istînâs ile zikretti. Niye biliyor musunuz bu inceliği?

Soruyorlar, buyurun diyorlar.

“Nezaketen diyor, dostunuz size buyurun der, izin verir. Fakat siz o iznin bir suretini de o dostunuzun ruhundan almaya çalışın. Olur ki sizin o saatte geldiğinizi istemez. Sizi sevmediğinden değil, istemediğinden de değil. Size lazım gelecek hürmeti, o anda yapamayacağım, diye üzülür. Onun bir fevkalâde hâli olabilir. Sizinle, o hâlle mi sizinle mi hangisini ihya edeceğim diye sıkılır. Siz bunu anlayın, oraya sıkıntı vermeyin, diyerekten emreder.”

Anlatabiliyor muyum inceliğini acaba. Ne kadar düstur. 

Bir yere gittin de oturmak istiyorsun. Az az müddetlerle izin iste, o sana talipse seni oturtur, der. İstemediğinden de sana müsaade değil. İşin icabı olur, der. Öyle lenger-endaz[5] avamsaz olma, der.

Anlatabiliyor muyum acaba?  Bir yere gittin, diyor. Oturdun. Biraz oturup: “Efendim bana müsaade eder misiniz?” de. O seni, seni gayet, senin sevdiğin kadar belki seni senden daha fazla seven bir şey olur amma o an içün senin orada olduğunu istemez. Onları ruhundan anlayacaksın, diyor.

Biz, ne o kısmını biliyoruz, ne bu kısmını biliyoruz. Bir şey yok. Hepsi acayip. Ama Kudret’in açtığı mânâ-i hakikiye, insan gönül verir de girerse, bunlar kendi kendine olur. Kudret mânâ-i hakikiyi açmış. Bütün küll’ü isteyenlere kolaylaştırmış. Öyle bir hakikat mânâsı açmıştır ki, yıkmak dileyenlere karşı erkânını yıkılmaz bir hâle getirmiştir.

Hakikat hiçbir vakit yıkılmaz. Yıkmak isteyen çok olur ama yıkılmaz. Kendi yıkılır, o yıkılmaz. Zahirde kuvvetli gibi görünür, yıkmak isteyen. Nemrut, semavata kadar çıktı. Mesela Nemrut, o zamanın siz zannetmeyiniz ki öyle ufak tefek filan... Belki bugün o kadar bir havai kuvve yoktur. Zülkayneyn’in kullanmış olduğu yakıcı ayna bugün yoktur benim kanaatime göre. Süleyman’ın sarayındaki yapılmış olan fennin “Belkıs girdiği vakitte eteklerini topladı.” diyor. Öyle bir salondan içeriye giriyor ki derya geliyor. Bugün ne kadar yaparsanız yapın, hiç kimse ayağını toplamaz. Yani o ne varmış ki, ne kadar ilerlemiş? Fakat Kudret daima böyle siler, meydana getirir siler. Biz zannediyoruz ki her şey tamamen böyle olmuş. Öyle değil. Nemrut. Fakat netice ne? Netice Yok.

Hak ve hakikate karşı gelen, daima yıkılır. Hak ve hakikatın erkânını yıkılmaz bir hâle getirmiştir, Kudret. Onu yıkamaz kimse. Yalnız insafa gelir de o mânâ-i hakikiye kendi kendine sarılanlar, necata sokulanlara selamet, lisan-ı hikmeti söyleyenlere burhan, müdafasında bulunanlara şahit, ziyasına gelenlere nur, aklı olanlara idrak, düşünenlere dimağ, Hakk’ı arayanlara nişan, azim sahiplerine basiret, ibret alanlara intiba, tasdik edenlere halas, tevekkülde bulunanlara istinatgâh, tefviz[6] eyleyenlere rahat, sebat gösterenlere siper verilir. Acaba bir şey anlatabildim mi, bilmem? Bu böyle.

Şimdi ee, biraz evveli dediğim gibi; bir veçhi âlem-i hilkate bağlı, bir veçhi âlem-i kudrete bağlı. Bu kudret âlemine bağlı olan kısmıyla alakadar. O bağlıdır sen ister alakadar ol, ister olma. Olan kimse kendi kendine feragât ederse, tabi bunlar kendisine verilince neticede ne olur? Neticede, artık hükümler insafa bağlanmış şeylerdir. Ne olacak? Yalnız şu aşikâr görülüyor ki; öyle bu kadar zengin olmamıştır, o kadar müktesebata da malik olmamıştır, bu kadar da sefil olmamıştır. Neden bu tezat şeyler ama. Yazık günah değil mi? Biz, ne kadar zaten burada yaşıyoruz. Böyle hemencecik... Günah değil mi çocuklarımız var.

Hepimiz mesulüz. Çocuk semere-i fuâd, bir şeye benzemez. O kolay iş değil. O her insanın düşüneceği bir bahis. Bahis de değil, o kelime de küçük bir şey. Yok onun layığı ile kullanılacak kelimesi. Evlât. Bu âleme getirmişiz. Bu âlemde bir mevkii var, bunu Kudret meratib-i erbainden geçirmiş. Öyle diyor, Allah. “Kendi öz elimle yoğurdum, diyor. Ruh-u menfûh ile tekrim ettim.”  diyor. Öyle değil mi ya?

Şöyle bir misal vereyim de daha zevkli anlaşılsın. Şöyle bir misal vereyim. Mevzûmuzun harici de olsa misal olduğu içün anlaşılmak sebebi ile ehemmiyeti var. Hayâ ilminden misal veriyorum. Günahkâr bir anne baba. Doğdun mu bir defa tutuldun kardeşim. Faydası yok, hiç fayda yok. Doğdun değil mi ya, tutuldun. Ne yapsan böyle gider o. Kudret bir şeyi emretsin onu yerine getirtmesin, ona imkân yoktur. Kendisi için zaman mekân olmadığından dolayı bize verilen mehil, mühlet yani ya, onu biz bir şey olmayacak zannederiz. Onun için öyle bir mühletin, zaman yok ki kendine mekân da yok. Bizim için var olduğundan, o mühleti biz böyle başımız boş bırakılacak gibi gelir, birdenbire uyanırız. Günahkâr bir anne baba...

Hayat bitmiyor ki, ölümle bitmiyor. Zaten öldükten sonra başlar hayat. Nasıl insan mektebe gider de işte okur; tekmil-i[7] merâtib[8] eder, tekmil-i nüsah[9] eder. Devre devre tahsilini ikmal eder, ihtisasını yapar. Şunu yapar bunu yapar. Ondan sonra hayata atıldım der, değil mi ya? Örfün ağzında.

Şimdi bizde Kudret’in asıl hayata atılma mektebindeyiz. Ölünce tahsil bitti, hayata atıldık. Neler ettik? O hayat-ı berzâhiyeye gitmiş, insan yani ölünce berzâh âlemi var. O ne demek? Ee ölünce görürsün ne bileyim ben ne demektir. Öl, gör. Sen şimdi annenin karnındaki âlemi de inkâr edersin. Çünkü görmediğin içün. Ama şöyle bir düşün, öte gelemezsin. Kaç âlem geçirdin sen? Üüü ne acayip yerlerden geldin, acayip. Kudret ders kaçırmıştır, onlar hep Kudret’in birer dersidir. Seni anne karnına uğratmadan getirebilirdi. Getirdikleri var. Getirebilirdi.

Her hadisede bir şahit vardır. Deve kuşu yumurtasına baka baka yavrusunu çıkarır. Ne var o nazarda? Neyse, şimdi onları anlatacak değiliz ya. Hayat-ı berzâhiye de bu imtihan sahnesinde yapmış oldukları seyyiatının cezası ile azabı ile müellem[10]. Elemi ile müellem. Bir çocuk bırakmışlar buraya. O çocuğa Hak ve hakikate taalluk eden, o mânânın ilmini mini miniyken öyle küçücük daha, başlatmak üzere almış birisi önüne. An bakayım Allah’ın ismini, demiş. O yavru boynunu bükmüş, o ismi anarken, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi o sahneyi seyretmiş de âlem-i mânâda miraç da haber veriyor.

Hudâ diyor ki: “Bir evlat bırakmış. Benim ismimi öyle bir masumâne andı ki, onun hâline karşı ben bu anaya babaya artık, kendimden sıkılırım, azap edemeyeceğim.” Anlatabiliyor muyum acaba? Bir şey anlaşılmıyor mu? Yaa! E bu daha muazzam, daha layığı ile yetişir de hadim-i insaniyet olursa, insanlık elinden dilinden, hâlinden işinden, ahlakından ne bileyim mânâsından faziletinden hissedar olur da birçok insanlar yetişirse artık nokta nokta nokta, devamı gene insafa. Bırakınız. Ama onu biz yalnız üç günlük hayatının istikbali içün, öyle başıboş, kendi kendine kazık gibi... Olmaz.

Mirasyedi şeklinde mânâya sahip olunmaz. Hiçbir mimarın çocuğu, o mimarî tedrisatı bilgiyi edinmeden, babası bunun mimardı oğlu da mimar, böyle bir şey yok. Hiçbir tabibin oğlu, o sahadaki varlığa sahip olmadıkça, o bunun babasının hazakası[11] bu kadar yüksekti filan, o da beyaz gömleği giysin de... Ee dünyadaki şeyde, maddedeki şeyde dahi olmayınca, mânâda da olmaz. Emek verecek ve bir de zevk alacak. Öyle cebr-i nefs ile de olursa o da olmaz. Zevk alacak.

Emirlerde ve nehiylerde hem kabul ve hem tahsin şarttır. Yalnız kabul etmek değil. Bir de tahsin edecek. Aman ne güzel, diyecek. O olmadıkça olmaz.

Buraya nereden girdik? Dedim ki, her insan asûde kaldığı zaman kendi kendisiyle görüşür. Mevlidini maâdını mebdeini arar. Bu kâinat nedir, der. Ben neden yüklü gelmişim, der. Bu cümleden girdik ve onun üzerine dedik ki, doğumun tarifini yaptık, buralara kadar girdik. Yoruldunuz mu keseyim mi? Sorar kendisine: Beni kim getirdi, kim çıktı? Nerden geldim, nereye götürüleceğim?  Elindeki müspet ilim mevzûatı buna cevap vermeye kalkarsa, müspet ilim olmaz. Mevzûatı harici, sahası değil. Her şeyin kendine ait mevzûu var. 

İnsan, insan olması hasebiyle, hikmetsiz yaşayamaz. Hikmet ise ona bu suali sordurur. Bu sualden kendini aramaklık zevki gelir. Ve o vakit anlar ki, benim asıl bu âleme gelmekteki gayem... Fakat furuat bunlar, bir de işin aslı var. Niye geldim buraya? Kendimi bulmaya geldim. Ne okuyorsun? Hakikatimi arıyorum. Bakalım bulabilecek miyim bulamayacak mıyım? 

İşte hakikatini bulma zevkinde bir yakınlık olursa, o yakınlığın adına aşk denir. Ahlakın bahsettiği aşk, bu aşktır. Bir şey anlatabildim mi acaba? Romanda okunan aşk değil. Buna insanın müptela olması şarttır. O dert kimde başlarsa, makam-ı âdemiyete kadem basmıştır, sonu muhakkak gelir. O dert başladı mı her anının bir neticesi olacağını idrak etmek başlar. Her anının bir neticesi olacağını idrak eden kimse, sana fenalık edebilir mi? Sende onu idrak etmişsen ona fenalık edebilir misin? Bu netice anlaşılınca havas ile avamın muvâzenesi yapılır değil mi? O muvâzene yapıldıktan sonra artık orta yerde ne çirkin nazariye kalır, ne şu kalır ne bu kalır. Yoksa beşer yakasını kurtaramaz. 

Her anının bir neticesi olacağını idrak eden, idrak ettikten sonra kendisine daha derin bir nazarla bakar. Görür ki; hissediyorum, der. Kendisi, anlar. Fikrini bulur. Bütün cevap bütün mesainin halli içün, o bulmuş olduğu fikri ile olmaya başlar. Nihayet, kendi aslına doğru keşfe zaferyâb olur. Her yıl daimi bir terakkide bulunur. Artık o inanan kendisine doğru, alettevâlî[12]  hücum eden kederler, o kederli hayatın hadiseleri karşısında, mağlubiyet katiyen göstermez. Bilakis kemâl-i celâdetini muhafaza eder. Nefsine şu sualleri irad eder. Biraz evveli söylediğim. Ben neyim, der. Nereden gelmişim, der. Hayat nedir, der. Memat nedir, der. Bu musibetler benim üzerime nereden tahsis edilmiş, der. Bu kâinat nedir, der. Benimle onun arasında ne münasebet var, der. Bunlara cevap almaya başlar. 

Fakat bugün beşer bunlarla meşgul değil. Tenekecilikte biraz ilerledi, kendisine yaratırım sevdası geldi. “Yaratırım!” diyor. Abidi, ibadetinin fevkinde değil. Cahili, cehlinin fevkinde değil. Gafili, gafletinde yüzdüğünün farkında değil. Böyle bir hâl geldi. Acayip! Bu merâtibden geçmedikten sonra hiçbirisinin hayrı görülmez. Bunu böyle geçecek gidecek nihayet kâh havas-ı zahiresinin bahşettiği ilm-i irfanın dalâleti ile kâh ayine-i ilm-i irfan olan, daha doğrusu Kudret’in nazargâhı olan, gönlüne aks eden envar-ı ilhamın hidayeti ile artık efkârını küçük görür. Fikirde der, bir kayıtmıştır, der. Oradan da bir merhale atlar. O atlamış olduğu merhalenin adına da aşk denir. Acaba anlatabildik mi? 

Bu suretle kıymet-i hayatı, hakikat-i kâinatı anlamış bir insan olur. İşte hakiki terakki ondan sonra başlar. Bunlardan evvel söylenen terakkiler dırıltıdan ibarettir. Yorgunluktur. Biraz misal kaba olur amma affınıza mağruren.[13]  Bostan dolabında suyu çıkaran beygirin, gözüne bir bağ bağlarlar. O boyuna döner, yol kat ediyorum zanneder. Yürür boyuna döner o. Suyu çıkarır çıkarır, yolu kat ediyorum, diyerekten. Gözlüğü önünden açın gene yerinde sayıyor. Terakkisi öyle olur. Bir şey olmaz. Ne teâli olur ne terakki olur. 

Ondan sonra, edep gelir. Edep biliyorsunuz ya edep. Eskiden büyük büyük yerlere büyük levha yaparlardı, insanlar uyansın diyerekten. Kapıdan içeri girerken “Edep Yahu” derdi. Derhal insan derlenir toplanır. O vakit benlikten soyunur, çünkü Hakk’a karşı hüccet serdedilmez, daima ihtiyaç söylenir. Değil mi ya? 

Bir mürşitten gaye ondan murat, ancak irşat ve hidayettir. Keşif aranmaz. Mâlâyâni terk eder. Ciddiyet-i hâl hareket meydana gelir. Ciddiyet, iyi hâl ve hareket meydana gelirse, kavaid-i medeniyenin esası kurulmuş olur. O vakit medeniyet vahşet-i musannadan kurtulmuş olur. Öyle olursa olur. Yaa! O vakit muhabbet meydana gelir, biraz evvel söylediğim gibi. Buna ait bir şey okuyayım, biraz daha zevk alabilirsiniz kanaatindeyim. Şimdi şurayı anlatmak içün, vücûd bir vücûda münhasırdır. 

Vücûd, bir vücûda münhasır. Fakat gaflet kalbin kararması, bu hakikatten beşeriyeti uzaklaştırmıştır. Amma eserinden anlaşılır. Hudâ ne kerde/Allah göstermesin, şuradan giderken bir vasıta birisine çarpsa, düşerken sen böyle yaparsın. Ona çarptı sana ne? O bir ders-i ibrettir. Yabancı değil, diyor. Bir vücûtsunuz diyor. Anlatabildim mi acaba? Ayy, dersin. Biraz daha tahammülü az olursa, düşer bayılır. Fenalık geçirir. Canım elli metre aranızda saha var. Anlatma anlatma dersin, fecia bir şey anlatırsa. Ya anlattın tam yemek yiyecektim tıkandım kaldım, dersin. Canım yüzünü görmedin, sözünü işitmedin ama birisi bir rezil, bir cinayet yapmış, sana anlatırken birdenbire yiyemeyeceğim arkasını, der sana. Bir vücûd bir vücûda münhasırdır. Eğer o tekâmül eder de kesâfetini letâfete inkılap ettirecek olursa, yalnız böyle aynen, yahut tıkandım demekle kalmaz. Orada olan aynı sahneyi kendi vücûdunda da tadar. O böyledir o. Şimdi diyor ki bu işin erbabı: 

Ehl-i vahdet zümresinin cism ü cânı nûr olur
Her neye baksa tecelli durduğu yer Tur olur
Cümle eşya heb cemâline mezâhirdir anın
Bunda Hak'dan dür olanlar yarın anda da dür olur [i]

Eğer insan burada Hak ile bir ünsiyet tedarik edemezse… Efendim derler ki, bu bahis gayet zor bir bahistir. Şimdi girdim. Bu layığı ile anlaşılmazsa, insanın ayağı kayar. Bütün varlık Hakk’ın. Dikkat edin, muazzam bir yere girmişim. Evet.

Şöyle bir misal vereyim size. Bir kayısı çekirdeğini alınız ele. Bu kayısı çekirdeği nâmütenâhi kayısıdır. Bu kayısı çekirdeğinde nâmütenâhi kayısı ağacı vardır, bilkuvve.[14] Bu kayısı çekirdeğini diktiniz yahut bir şeftali çekirdeğini diktiniz. Oldu, çıktı filiz verdi. Dikkat ediyor musun? Bu kayısı çekirdeği ağaç oldu, bu ağacın neresindedir? Bu kayısı çekirdeği bu ağacın neresindedir? O ağaç, o kayısı çekirdeğindedir. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Verdi. O ağaç, o kayısı çekirdeğinin haricinde midir? Ondan başka bir şey midir? Hayır efendim. O hâlde? İşte al bak. Bu ağaç, bu kayısı çekirdeğinden değil mi? Evet. Ondan hariç midir? Ondan başka mıdır? Hayır. Fakat o kayısı ağacı verdiği vakitte; çırpı verir, dal verir, budak verir, diken verir, bir de kayısı verir. Onun kayısısı yenir, dikeni yanar. Anlatabildim mi?

Bazı böyle vahdete dalıp da bunun hakikatini anlamayanlar anlasınlar ki, o ağacın çırpısında dalında kalmayıp, yemişi olsunlar. Bir şey anlatamadım mı acaba? Yoksa o, o onda o, ama kayısısını yiyorsun. Çalıyı çırpıyı ağzına verdiğin vakitte, batar yiyemezsin. Onun da yeri var. Ne? O da yanar. Sen gel bunun kayısısı ol. Anlatamadık galiba gene!

Her neye baksa tecelli durduğu yer Tur olur.

Cümle eşya heb cemâline mezâhirdir anın
Bunda Hak'dan dür olanlar yarın anda dür olur

Levh-i mahfuz-u Hudâ oldu kulûbu bunların
Cümle esrâr-ı hakâyık anda hep mastur olur

Li ma'AIlah remzi ancak bunlara da'im durur
Sanma bunlar bir nefes tevhidden mehcür olur.

Câmi'ül-ezdâd olur bil bunlara feyyaz-ı Hak
Nice bilinür bunlar kim zâkir u mezkûr olur 

Zakir de mezkûr da bunlar. Anlatamadık galiba. Ama ilk önce misali verdim de ondan sonra bugünkü biraz acayipdir de onun içün okuyorum. 

Kavlu fi'li pak evsâf oldu bunlar daima
Anın içün zahir u batınları ma'mûr olur

E kusura bakmayın geç geldik amma gene biz saati doldurduk. E ne yapalım? Belki uzak yere gidenler olacaktır. Burada keselim. İşte bu sabaha kadar sürer o. O mânâ zevkine girdin mi, ahlakın zevkine girdin mi sabahlara kadar sürer. Hulâsa:

Hakikat sırrına vâkıf olan geçmez mi kavgaden
Temâşa-i Cemâl lazım ne hâsıl kuru davaden.

Hüvel Evvel, Hüvel Âhir, Hüvel Zâhir, Hüvel Bâtın
Hemen bir zât-ı mutlaktır görünen bu merayâdan

Şimdiye kadar söylemiş olduğum şeyi, bunu söyleyen zât, bu cümlenin içerisine sokmuş. Barekâllah. Benim şu kadar dakikadan beri söylediğimi, bu zât-ı alî şu cümlenin içerisine sokmuş işte.

Hakikat ehli geçmez mi kavgaden. Bu kavga, bizim bildiğimiz sokak kavgası değil. Ben bilirim sen bilirsin, o olur şu olur bu olacak, şu yapılacak bu yapılacak, bu bunundur şu onundur, hani var ya hadisat-ı kevniye. Hepimizi aldatır. Öyle diyor. Ama bunu da söylerken insan, ters anlama sakın ha! İşini gücünü bırak mânâsına değil. Öyle öyle nazik yerler ki insan konuşmaya da korkuyor. İşine gücüne bak mânâsına değil. Öyle değil.

Ahlak evvela zenginliğe amirdir. Pek zengin olun, der. Niye? Ahlaksızın elinden ahlaksız yapmaya çalışan, söylemeye ne demek istediğimi anladın. Ahlaksızın elinden, bir kimseyi kurtarmanın çaresine bak. Para ile kurtar, ne ile kurtarırsan kurtar. Kendin. Dinde de öyledir ya, mânâda da öyledir. Değil mi? Dinde de öyle. Veren el alan elden efdaldir, der.

 الْيَدُ الْعُلْيا خَيْرٌ مِنَ الْيدِ السُّفْلَى  Mesela zekât müessesesini koymuş, beş umdenin içerisine. Var olursa koyabilir, infak müessesesini koymuş. Neyden infak edebilirsin.

Tebük Gazvesinden geliyordu Fahr-i Âlem, Hazreti Muaz’a rast geldi, Muaz. Karşılaştılar, çok sever Muaz’ı musafaha ederken, şöyle Hazreti Muaz’ın elleri nasırlanmış.

Okşadı, dedi ki: “Avucunuzun içerisinde nasır olmuş.”

“Evet, Ya Rasulullah, dediğin şekilde, alnımın teri ile çalışayım da evlâd-ı iyâlime bakayım diyerekten çok çalışıyorum dedi, böyle ellerim oldu.”

Fahr-i Âlem, hemen öptü. Dedi: “Gelin öpün bu eli, Allah’ın yakmaktan hayâ ettiği bir eldir.”

Böyle, çok çalışacak. O geçmez mi kavgaden, yani tembel oturur böyle o mânâya değil. Kalbi ile kalıbının vazifesini ayırır. Kalıbını madde üzerinde yorar yorar, yorar yorar, koşar, eder. 

Lâ keffârete mine’z-zunûb illâ emrü’l-mâişetin

Ne kadar müjdeli şeydir. “Size bir şey söyleyeyim mi, diyor. Bir adamın bir suçu olsa, öyle bir suç ki, milyonlar infak etse affedilmez. Alnı secdede çürüse yine Hudâ affetmez. Her gün oruç tutmaktan kıl kadar incelse yine olmaz. Bütün ömrünce Hacca gitse gitse yine olmaz. Ne olabilir diye söyleyeyim mi size, diyor. Evlâd-ı iyâlinin nafakasını meşru bir şekilde, kimsenin içerisinde bir şeyi bulunmaksızın, çalışmak hususunda yorulur da şöyle bir, “ohh” der ya, diyor. İşte bu demesi kefarettir.” diyor. Anlatabildim mi acaba? Lâ keffârete mine’z-zunûb illâ emrü’l-mâişetin

İki gününü birbirine müsâvi eden aldanmıştır. Dün on kuruş kazandın, bugün de on kuruş kazandın mı? Aldanmış adamsın. Dün şu kadar Hakk’a karşı kulluk yaptın, bugün de o kadar yapmışsan, gene aldanmışsın. Muhakkak bir fark göreyim, der. O kanaat demiş olduğu; âharın varlığında gözü olmaksızın çalışmak, demektir. Kanaat demek bizim bildiğimiz şekilde miskin oturmak mânâsına değildir. Yok, öyle bir şey yok. Öyle bir şey yok. Çalışacaksın.

Evet. Hakikat sırrına vâkıf olan geçmez mi kavgaden. Bu şekilde o. Ayıracak, kalbi ile kalıbının vazifesini. Kalbi Habib ile meşgul, korkmuyor. Her ne olursa olsun. Ayrı vazifesi, diyor. Maşukuma ait. Ver bütün yükü, kalıbımda ne yapmak lazımsa yapayım. O ayrı.

Temaşa-i Cemâl lazım ne hâsıl kuru davaden. Sen bu âlemde cemâl seyrine gelmişsin. Kimi? Kendini. Kendini bul, kendini gördün mü zaten başını secdeden kaldıramazsın. İlk âşık olacağın kendi varlığındır. Sen, ben filanı sevdim diyorsun, onda biraz aksini bulmuşundur da kendi varlığının oraya bir tecellisini görmüşsündür de onu sevdim zannedersin sen. Orda görmüş olduğun kendindir. Kendinin de kendisi O’dur. Anlatamadık galiba. Sen onun eğer etinde kanında kemiğinde bir şey arıyorsan, o gittiği vakitte hemen hiçbirisini tutmuyorsun ya. O değil o. Oraya bir akis vardır o. Duvara güneş aks eder, aman güneş var şu duvarda dersin, hop çekildiği vakitte duvar kalır. O senin sevdiğin mevdiğin de hep o aksin şeysidir o. Kendini bul.

Temâşa-i Cemâl lazım ne hâsıl kuru davaden. Hüvel Evvel, evvel O, yani Allah. Hüvel Âhir,  âhir son yine O. Hüvel Zâhir, zâhir yine O. Hüvel Bâtın yine O. Hemen bir zât-ı mutlaktır görünen bu merayâdan.

Hazarât-ı Hamse-i İlâhiye[15] derler. Beş Hazarât. Onu da anlatayım da, ya olur mu yarım saatte öyle şey? Yarım saatte Hazarât-ı Hamse-i İlâhiyeyi anlat. Yok, olmaz. 

Hüvel Evvel, Hüvel Âhir, Hüvel Zâhir, Hüvel Bâtın. Hemen bir zât-ı mutlaktır görünen bu merayâdan. Bu aynalardan görünen hep Hakk’ın zâtıdır, diyor. Oldu işte Hazarât-ı Hamsenin remzini veriyor, bu da hazreti insanın…

Hulâsa, ruh-u menfûh ile tekrim edildiğimizi bilelim. Ona sahip olalım. Tenzib-i ahlak edilmedikçe, ruh-u izâfî ile baki kalınmaz. Yani, ruh-u izâfî ile baki kalamayız. Belki bu cümleyi anlatamadım. Geçen konuşmada dedim ki, insanda üç ruh var, sair hayvanat ile müşterek. Ruh-u tabii bir, yeri beden. Ruh-u nebatî, yeri ciğer. Ruh-u hayvanî, yeri kalp. Ruh-u insanî, nefs-i natıka-i kâinatın, nefs-i natıka, yani ruh-u izâfî deniyor ona. O ne demek?

Hudâ diyor ki: “Ben sizin kalıbınızı tesviye ettim de sonra  [16] وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي  Kendi ruhumdan ruh verdim.

Şimdi siz onu böyle tecezzi ettirtmeyin. Parçalatmayın. Öyle, Allah aldı da böyle bir şey… Keyfiyeti bizce meçhul. O hâl bizde tahakkuk ettiği vakitte, o ruh-u izâfînin ne olduğu... İşte bütün dert, bu ruh-u izâfîyi bulmak ve bu ruh-u izâfînin azameti ile yaşamak. Anlatabildim mi? Kendini aslını bulmak dediğimiz maksatta bu. Şimdi geldik burada bunu böyle bağlayaraktan konuşmaya nihayet verdik.

Bugünkü konuşma bu kadar.


[1] Merbut: Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik.
[2] Ref: Ortadan kaldırmak.
[3] Nakıs: Eksik, noksan, kusurlu.
[4] İstînâs: Ünsiyetli olmak. Alışma, yakınlaşmak. Yadırgamamak. Ürkekliği gidip ünsiyet peydâ etme.
[5] Lenger-endaz: Demir atan, demir atmış gemi (mec.) Bir yerde uzun süre kalan, uzun uzun oturan kimse.
[6] Tefviz: Bir iş veya şeyi bir kimsenin üstüne bırakma, ihâle. Her işini Allah’a bırakma ve O’nun yaptığı her şeyi gönül hoşluğu ile karşılama.
[7] Tekmil: Tamamlama, bitirme.
[8] Merâtib/Merâtip: Mertebeler, rütbeler, dereceler.
[9] Nüsah: Nüshalar, sahifeler, yazılı şeyler.
[10] Müellem: Elemli.
[11] Hazaka: İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak. Uzmanlık. Ustalık, uzmanlık.
[12] Alettevâlî: Arası kesilmeksizin, birbiri ardınca, arka arkaya. Peşpeşe
[13] Affınıza mağruren: “Affınıza sığınarak" demektir. "mağrur" kelimesi, "gururlu" yaygın anlamının dışında "bir şeye inanan, güvenen”mânâsına da gelir. Dolayısıyla "mağruren" de "güvenerek, inanarak" demektir.
[14]Bilkuvve: Düşünce ve fikir hâlinde, iş hâline geçmeden, fiil durumuna gelmeden.
[15] Hazarât-ı Hamse: Mutasavvıfların, varlığın beş küllî mertebesini ifade etmek için kullandıkları bir tasavvuf terimi.
[16] Hicr Suresi 29.Ayet-i Kerime    فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي فَقَعُوا لَهُ سَاجِد۪ينَ . Meali: Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın."


[i] Gaybi Divanı

1 Ehl-İ vahdet zümresinin cism u canı nur olur
   Her neye baksa tecelli durduğu yer Tür olur

2 Cümle eşya heb cemâline mezahirdir anın
   Bunda Hak'dan dür olanlar yann anda dür olur

3 Levh-i mahf uz-u Huda oldu kulübü bunların
   Cümle esrâr-ı hakayık anda hep mastur olur

4 (Li ma'AIlah) remzi ancak bunlara da 'im durur
    Sanma bunlar bir nefes tevhldden mehcür olur.

5 Câmi’ül-ezdâd olur bil bunlara feyyaz-ı Hak
   Nice bilinür bunlar kim zâkir u mezkûr olur

6 Kavlu fi'li pak evsâf oldu bunlar daima
   Anın içün zahir u batınları ma'mûr olur

7 Raz-ı tevhidi bular çün açmadılar âleme
   Vahdet-i Hak cümle halkdan da'ima mestur olur

8 Neyler isen eyle cânm âşık eyle bunlara
   Bunlara âşık olanlar da'ima mesrur olur

9 Bunları her kim ki sevmez oldu şeytan-ı lâ'în
   Kim ki Hakdır diye bunlar akıbet mansûr olur

10 Sohbetini bunların her kim ki başa tâc eder
     Gün gibi başa çıkar ol âleme meşhur olur

11 Bunlann yüzin görüp sözün işiden can ile
     Gaybîya dergâh-ı Hakda şüphesiz mağfur olur

 

 

1 yorum:

Ne kadar müjdeli şeydir. “Size bir şey söyleyeyim mi, diyor. Bir adamın bir suçu olsa, öyle bir suç ki, milyonlar infak etse affedilmez. Alnı secdede çürüse yine Hudâ affetmez. Her gün oruç tutmaktan kıl kadar incelse yine olmaz. Bütün ömrünce Hacca gitse gitse yine olmaz. Ne olabilir diye söyleyeyim mi size, diyor. Evlâd-ı iyâlinin nafakasını meşru bir şekilde, kimsenin içerisinde bir şeyi bulunmaksızın, çalışmak hususunda yorulur da şöyle bir, “ohh” der ya, diyor. İşte bu demesi kefarettir.” diyor. Anlatabildim mi acaba? Lâ keffârete mine’z-zunûb illâ emrü’l-mâişetin

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017