091 (30.07.1960) 70 dk. (36)
Aşktan doğan ahlakın da annesi kalp olduğunu, her konuşmamızda
tekrar etmekteyiz. Bittabi ahlakın bahsettiği aşk romanda okunan aşk mânâsına değil.
Onu da hemen hemen her konuşmada tekrar etmekteyiz. Yine bir nebze uğrayalım
geçelim.
İnsan asûde kaldığı zaman, kendi enfüsü ile baş başa olduğu an, bir an içün hadisattan kendisini azâde kıldığı vakit, iç âlemiyle bir konuşma yapar, sorar. “Ben kimim?” der. “Nereden gelmişim?” der. “Bana bu kadar yük neden vurulmuş?” der. Çünkü malum ya herkes yüklü olarak buraya gelmiştir. Kudret, herkesi masiyetinden yakalamıştır.
İnsan, doğumu ile dalgasız
denizden dalgalı denize düşmüş demektir. Âlem-i muhabbetten, mihnet âlemine
geçmiş demektir. Burada işte görüyoruz. Muvakkat bir an, bir geçit yapıp,
geçilip gidiliyor. Hemen hemen her konuşmamızda tekrar ettiğimiz gibi, bunun
artık bir suali vardır. Dün nerededir? Durur birdenbire insan, değil mi? Dün
nerede? Yok. Bugün de öyle değil mi ya? Bugün de soracaklar bize; yarın,
dün nerede? Yok. Dününün vücûdunu
bulamayan bir kimse neden öyle uzun boylu madde âleminde bir saadet aramaya
kalkar. Ebediyeti kabul etmeyen bir adam hiçbir vakit mesul değildir. Çünkü
kabul etmedikten sonra gününü tutamamıştır, o hâlde saadet yoktur. Öyle değil mi?
İnsan doğumu ile dalgasız
denizden dalgalı denize düşmüş, dedim. İşte kendisini yalnız maddesi ile bu
denizde idare ederim diye yaşayan adam, boğulur boğulur. Boğulur, ben bu
deryadan kendi kulaçlarımla yüzerde kenara çıkarım derse. Zira bu denizin iki
dalgası vardır, birine celâl diğerine cemâl derler. Biri batırır, biri çıkarır.
Sen, eğer oraya teslim edemezsen kendini, nihayet kesilir boğulursun. Herkes,
bu denizin kenarına çıkacak. Kimi diri çıkacak, kimi boğulmuş çıkacak. Diri
çıkanlar teslim olanlardır. Boğulup çıkanlarda: “Vicdanım hâkimimdir, aklım
amirimdir.” deyip sahte benliğine mağrur olarak, zavallı hâlde yaşayanlardır.
Bir şey yok. Gururlanacak insanın elinde hiçbir şeysi yok.
Nem var ki lâf edem özümden.
Mahveyle beni benim gözümden
Fakat gaflet, insana bir sahte
benlik gömleği giydirir, aldatır. Aldanıyoruz. Değil mi ya! Bunu insan
düşününce anlıyor, amma az. Mesela parası olan bir adamın yürüyüşü ile olmadığı
vakitteki yürüyüşü arasında fark vardır. Masası varken konuşması ile masadan düştükten
sonra konuşması arasında fark vardır. Bu farklar nereden geliyor. Sonra bütün
bütün iki âleme merbuttur[1].
Konuşmayı dağıttım toplayacağım inşallah.
Bir yüzü âlem-i hilkate bağlı,
beşerin. Bir yüzü âlem-i kudrete bağlı. Hilkat âlemine bağlı olan veçhesinde; Kudret,
ona akıl denilen bir cevher vermiş. Orada biraz işe yarar. Meçhulden malumu
çıkarır, hissin galatlarını tashih eder. Fakat kudret âlemine taalluk eden
kısmında akıl geçmez. Bizim de asıl varlığımız, kudret âlemine merbut olan
kısımdır. Hilkat âleminde işte kaç yaşındasın?
Otuz. Daha ne kadar olabilir bu? Beş misli olsun. Olanı yok ya, şimdi
pek ender. İkisi üçü nihayeti ya altmış, yetmiş, doksan, yüz. Ee gözünü kapa;
otuzundan kırkından bir şey ortaya koy, koyamıyorsun. Bunu on misline çıkarsan
yine koyamazsın. Bu âlem-i kudrete taalluk eden kısmında bir varlık göstermezse
bir kimse, ne netice alınabilir?
Beşeriyet bugün niçün tedirgin
inliyor? Mevzii konuşmuyorum. Bütün dünya sahnesi, öyle bir saha içün değil.
Hamule-i irfaniye-i beşeriye, kaldıramayacak kadar insanlık âlemi yükselmiş.
İlmi, akılları durduruyor. Fenni, fikirlere veleh veriyor. Felsefesi,
zihinlerde hayret meydana getiriyor. Fakat ah sesi dinmiyor. Sonra o kadar
beşer, hareket-i fikriyeden mahrum olmuş ki; Kudret, o kadar acip bir tecelliye
mazhar kılmış ki, bu kadar irfana malik olduğu hâlde, vahşet-i müsannaya
müsanna vahşete medeniyet diye de tapıyoruz.
Düğmeye basıyor, bir milyon adam
ölüyor. Bu mu medeniyet? Medeniyet, bunu her vakit söylüyorum. İstiyorum ki
yayılsın diyerekten. Vahşet devrinde bile bugünki medeniyetin yapmış olduğu
vahşet yoktur. Tarihin mazbut olan kısmına bakın, gayr-i mazbut olan kısmını
seyredin; bugünki beşerin vahşetini, ya medeniyet namına yapmış olduğu vahşeti,
o vahşet devrinde bulamazsınız. Yok öyle bir şey! Yüzlerce sene harp olmuştur
fakat netice, idama giden kısmı, yok olan kısmı ne kadardır?
Bugün basıyor düğmeye, başında
tüyü bitmiş bitmemiş, piri fani hasta, zavallı aciz, hiçbir şeyden haberi yok.
Bir anda imha ediliyor. Malum muydu bu olur. İki diplomat konuşuyor birbiri ile
bir infial bir inkisar oluyor, birbirine karşı olan bir buğzundan dolayı;
milyonlarla insan birbirinin yüzünü görmediği hâlde, o iki diplomatın birbirine
olan infialinden birbirinin kanını içiyor. Bu medeniyet midir? Böyle medeniyet
mi olur? Buna vahşet-i müsanna derler. Fakat Kudret, kendisi ile insanlık âleminin
arası açıldığından dolayı: “Sizi birbirinize yedireceğim.” diyor. Siz
yiyeceksiniz birbirinizi, diyor. Ve bugün insanlık âlemi öyledir. Yapmış olduğu
şeylerden canavarlar dahi utanır. Utanır. Korkunç bir hâl, korkunç! Fakir
zengine düşman, zengin fakire karşı hain.
Havas ile avam muvâzenesi
yapılmadıkça insanlık âleminde ne kadar büyük kafa bir araya gelse, ne konuşsa insanlık
âlemine felah veremez. Olmaz o. Bir kimse bir şeye ehil olmadan ona malik
olursa o şeyin ona faidesi olmaz. Bir alet istediği kadar güzel olsun, o
aleti kullanan insan o aletin ehli olmadıkça o aletin ne faydası olabilir? İşte
faydası olmaz.
Âlem-i kudretle irtibatı var
insanlık âleminin. Öyle yapmış, sen kendini kendin mi yaptın? Kendini kendin
yapmışsan, diyeceğimiz yok. Kendisini kendisi yapan kimse, her şeyi yapar.
Acısından tamamıyla ref[2]
olur gider. E kendini kendin yapmamışsan, muhitin senden daha aciz, o hâlde
niye yaratırım sevdasıyla yaşarda insanlık âlemini inletirsin?
Ne büyük küçüğü tanır ne küçük
büyüğü tanır. Öyle bir şey kalmamış. Öyle bir şey yok şimdi. Havasında
merhamet, avamında o merhamete karşı hürmet, bunun ikisi evlenecek izdivaç
edecek; bir çocuk olacak, muhabbet. O vakit beşer felaha kavuşur. Yoksa,
efendim iktisadı böyle yaparsak… Eee? Filan şeyi şu şekilde bir usul korsak... Tutturamazsın,
yook. Usul onlarla değildir.
Servet bizâtihi nimet değildir
iki gözüm, vasıta-i nimettir. Git filan yerde nimet ol derse, adama nimet
olabilir, yoksa olmaz. Servet bizâtihi nimet değil ki, vasıta-i nimet. Dünyanın
en büyük başları bir araya toplansın konuşsun konuşsun, konuşsun konuşsun, gene
beşer huzura felaha saadete kavuşur mu? Hayır, kavuşamaz. Neden? Havas ile
avamın muvâzenesi olmadı. Havas ile avamın muvâzenesi nasıl olabilir? Anlattık,
bin defa söyledik. Olmaz. Havas ile avamın o muvâzenesi olmayınca
beşeriyette öyle bir hâl gelir ki, zayıf kavîden hakkını alamaz. Alamayınca
mânâ ile gönül rabıtası da olmayınca, mâfevkine karşı köpek, mâdûnuna karşı
kurt olarak yaşar. Netice alınmaz.
Baksana tarihte dedene. Tarihin
en eski efendisi olan dedeni bir mütalaa etsene. Var mı öyle bir dede dünyada?
Ama belki beğenmezsin. Sakın beğenmemezlik etme. Hâlâ onun ekmeğini yiyoruz değil
mi ya? Onun aldığı yerde oturuyoruz. Onun bıraktığı parayı harcıyoruz. Daha biz
yerin dibinden bir kuruş çıkarmadık. Bu pencereyi buradan niye açmış diye
kızmaya ne hakkın var? Sen bir ev aldın da kendin bir pencere yaptırdın mı? Hem
sana ev alsın, penceresini buradan niye açmış diyerekten kız, hakaret et. Ne
hakkın var senin? Dünyanın yüzüne sahip kılmış seni. Daha ne yapabilirdi deden?
Bütün dünya senin dünyanın
yüzündeki varlığına, meftun. O mirasyedi şeklinde asırlarca üzerinde
zahmetsizce yemiş içmiş, yaşamışsın. Devre kapamış, devre açmış. Bugün
medeniyetini taklit etmiş olduğun âlemi, üç dört asır hâkimiyeti altında
tutmuş. İlme mevzu, sanata model, zulmü gördüğü yere adil, cehli gördüğü yere
ilim, inkârı gördüğü yere iman koymuş.
Biz her esası bozmuşuz. Samimiyet
demişiz; hürmetsizlik, edepsizlik meydana getirmişiz. Samimiyet o değildir ki.
Kudret bunlara gayet dikkat eder. Bunlar üzerinde durur. Çocuk okur, hocasıyla
eğlenir. Oturur sırada onun şeklini yapar. İstihzâ-i mucib olacak şekilde. Daha
olmazsa çakıyı çıkarır tak şeye, tahtaya saplar. Ruhunun babasıdır, kendi
babasından üstündür. Kendi babası ölür gider ara yerde. Fakat o ruhuna ait bir
babadır.
Bir adam ölür, bir evlâdı yetim
kalırsa, ona kimse hizmet teklif edemez. Yani mecburi olaraktan. Mânâ medeniyetinde
öyledir. Büyük bir kıymet alır. Kardeşi dahi, abisi dahi, o yetim olduğu için
şunu yap diyemez. Yapmasını ister, usulü ile yaptırır, fakat böyle amirane
yapamaz. Hiç kimse yapamaz. Ancak kim okutuyorsa o yapar. Ona müsaade
verilmiştir. Bu kadar büyük bir hukuka malik olduğu hâlde, kendisinin ruhunun
tekâmülüne hizmet ettirecek bir şahsiyete karşı böyle olursa, orada ilim olur
mu? İrfan verir mi, Kudret? İmkânı var mıdır onun? Böyle bir şey yok. Sonra kendimizi
ne diye aldatıyoruz. Niye aldatıyoruz. Yaratırım, şöyle ederim. Hangi ilime mevzû
verdin de hangi kürsüde okunuyor? Hangi sanata model verdin? Sorar onu adama.
Mirasın ne oldu? Kim çaldı mirasını?
Servet-i ilmisi tam
olan milletlerin ölüsü de dirisi de nakıs[3]
olan milletlerin merci-i medenisidir. Sen vakti ile öyleydin. Sen tetkik
edersen medeniyet âleminde iyiliğe ait bir şey görecek olursa, dedenin malıdır
o. Bu kaide-i külliyedir. Servet-i ilmisi tam olan milletlerin, ölüsü de
dirisi de nakıs kalmış olan milletlerin medeniyetlerinin merciidir. Oradan
alacaktır o. Senin deden öyleydi. Dedenin kitabını ister, medeniyetini taklit
ettiğin adam, oradan lazım olan ihtiyacını görür. Fakat senin bir kitabını
isteyen yok daha. Sen nasıl aleyhinde bulunabilirsin?
Evvela, birbirimizi sevmiyoruz. Birbirini
sevmeyen camia terakki edemez. Kurmamış, Kudret böyle bir şey meydana
getirmemiş. Yok. Neyse. Birbirini sevmeyen camia, ne teâli eder ne terakki
eder. Sevmiyoruz biz birbirimizi sevmeyiz. Emniyet yok, itimat yok, ben
sana inanmam, sen de bana inanmazsın, nasıl ilerleyeceğiz? Tek başına
ilerlenmez. Olmaz, öyle bir şey yok ki. E birleşelim. Benim sana itimatım
yok. Senin de bana. Neden yok? Onu sen bul. Neden yok?
Biz vaktiyle müteaddit vücûdlarda
bir ruh olarak yaşardık. O yeni moda halinde çıkmış, “insan hakları” sözleri
filan yok mu? Söylenir söylenir de hiç vücûd bulmaz. Feza kadar boş. Hiç! Onu, senin nenen yok mu nenen? Köylü, çatısının
üzerinde biçilmemiş ağaçtan, koca koca böyle çamur sıvalı filan, in gibi yerde
oturur. Her cümlesinin altında, söylediği sözün altında bir vecize vardır. Dikkat
edin bakın. Gez, senin kıymet vermediğin. Öyle değil mi? Muhakkak, öyle böyle
sudan vecize değil. Muazzam.
O nenen: “Aman yavrum, memelerimin
sütünü sana helal etmem, sakın kul hakkı olmasın.” İşte insan hakları.
Taa asırlarca. Bunları biz yaşamışız ve yaşatmışız fakat sonra! Medeniyetin
asıl samimi kısmı, bizdeydi bizde. Bizdeydi, görüşme konuşma. O, yalnız böyle
otuz iki dişini sahte gülerekten, yalancı gülmekle değil medeniyet. Ee
gülüyorsun işte! O iç gülmesi. Eleminde müşterek, sürûrunda müşterek, deden
öyle yaşardı. Mevzûu çok dağıttım, oradan oraya uğradım amma öyle geldi,
toplarız bakalım. Karşılaştığı vakitte bile bir, kıpırdanmasında dedenin bir
kıymet vardır. Bir medeniyet eseri vardır, kıpırdanmasında.
Belki çok defalar söylemişimdir. Ama
biz o ruhları kaybetmişiz, her şeyin ruhunu. Der, mesela bizde, eski anânede
“musafaha” deriz. Garp âdetinde toka denilen şey. Bunun hakikati bizim
dedemizden çıkmıştır. Ama ne biz onun hakikatına agâh olmuşuz, ne orası. O
böyle bu, bu değil. Şimdi kaba sofu vardır, tutar burasını şurasını yoklar.
Bizde bazı acayip insanlarda vardır. Ne o? Burada kemik olmazsa Hızır olurmuş.
Hınzır olur yahu! Eksik azalı olursa Hızır olur mu? Hayır. Ne, Hızır ne?
Her hikmet söyleyen, Hızır’dır. Hepsi senin kendi mânânda
vardır, hariçte bir şey arama. Bunu Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi talim
etmişti. Şu parmak karşısındaki dostunun yahut dost tanıdığının, nabzına vuracak.
Hani, “oo nasılsınız?” filan diyerekten şöyle bir görüşmeler filan vardır ya.
Bu câli mi hakiki mi?
Bir kalıptan ziyade o insan nabızdan agâh olacak. Onun sevincinde, kalbinde bir değişiklik varsa, ona nabzına vurduğu vakitte onu anlayacak. Nerelere kadar düşünmüş, nerelere kadar. O inceliklere kadar düşünmüş. O en yüksek, en büyük ahlakçı, mürebbi-i ukûl, mahbubu’l-kulûb olan Zât-ı Alâ.
Sonra o bizden almıştır, dedenden
almıştır. “Bir yere gireceğin vakitte kapıyı çal.” Böyle vurur, kapıyı açar. Ne
vuruyorsun açıyorsun? Bunu yapıyor, kapıyı açıyor. Bunu vuruyor ki içeriden
cevap gelsin diyerekten. Sen böyle yapıyorsun, kapıyı açıyorsun. İçeriden cevap
gelecek, diyor. Geldikten sonra Büyük Kitab bunu istînâs[4]
kelimesi ile zikreder.
Niçin diyor, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Bu izni,
izin kelimesi ile zikretmedi de Allah istînâs ile zikretti. Niye biliyor
musunuz bu inceliği?”
Soruyorlar, buyurun diyorlar.
“Nezaketen diyor, dostunuz size buyurun der, izin verir.
Fakat siz o iznin bir suretini de o dostunuzun ruhundan almaya çalışın. Olur ki
sizin o saatte geldiğinizi istemez. Sizi sevmediğinden değil, istemediğinden de
değil. Size lazım gelecek hürmeti, o anda yapamayacağım, diye üzülür. Onun bir
fevkalâde hâli olabilir. Sizinle, o hâlle mi sizinle mi hangisini ihya edeceğim
diye sıkılır. Siz bunu anlayın, oraya sıkıntı vermeyin, diyerekten emreder.”
Anlatabiliyor muyum inceliğini acaba. Ne kadar düstur.
Bir yere gittin de oturmak istiyorsun. Az az müddetlerle
izin iste, o sana talipse seni oturtur, der. İstemediğinden de sana müsaade
değil. İşin icabı olur, der. Öyle lenger-endaz[5]
avamsaz olma, der.
Anlatabiliyor muyum acaba? Bir yere gittin, diyor. Oturdun. Biraz oturup:
“Efendim bana müsaade eder misiniz?” de. O seni, seni gayet, senin sevdiğin
kadar belki seni senden daha fazla seven bir şey olur amma o an içün senin
orada olduğunu istemez. Onları ruhundan anlayacaksın, diyor.
Biz, ne o kısmını biliyoruz, ne
bu kısmını biliyoruz. Bir şey yok. Hepsi acayip. Ama Kudret’in açtığı mânâ-i
hakikiye, insan gönül verir de girerse, bunlar kendi kendine olur. Kudret mânâ-i
hakikiyi açmış. Bütün küll’ü isteyenlere kolaylaştırmış. Öyle bir hakikat mânâsı
açmıştır ki, yıkmak dileyenlere karşı erkânını yıkılmaz bir hâle getirmiştir.
Hakikat hiçbir vakit yıkılmaz.
Yıkmak isteyen çok olur ama yıkılmaz. Kendi yıkılır, o yıkılmaz. Zahirde
kuvvetli gibi görünür, yıkmak isteyen. Nemrut, semavata kadar çıktı. Mesela Nemrut,
o zamanın siz zannetmeyiniz ki öyle ufak tefek filan... Belki bugün o kadar bir
havai kuvve yoktur. Zülkayneyn’in kullanmış olduğu yakıcı ayna bugün yoktur
benim kanaatime göre. Süleyman’ın sarayındaki yapılmış olan fennin “Belkıs
girdiği vakitte eteklerini topladı.” diyor. Öyle bir salondan içeriye giriyor
ki derya geliyor. Bugün ne kadar yaparsanız yapın, hiç kimse ayağını toplamaz.
Yani o ne varmış ki, ne kadar ilerlemiş? Fakat Kudret daima böyle siler,
meydana getirir siler. Biz zannediyoruz ki her şey tamamen böyle olmuş. Öyle
değil. Nemrut. Fakat netice ne? Netice Yok.
Hak ve hakikate karşı gelen,
daima yıkılır. Hak ve hakikatın erkânını yıkılmaz bir hâle getirmiştir, Kudret.
Onu yıkamaz kimse. Yalnız insafa gelir de o mânâ-i hakikiye kendi kendine
sarılanlar, necata sokulanlara selamet, lisan-ı hikmeti söyleyenlere burhan, müdafasında
bulunanlara şahit, ziyasına gelenlere nur, aklı olanlara idrak, düşünenlere
dimağ, Hakk’ı arayanlara nişan, azim sahiplerine basiret, ibret alanlara
intiba, tasdik edenlere halas, tevekkülde bulunanlara istinatgâh, tefviz[6]
eyleyenlere rahat, sebat gösterenlere siper verilir. Acaba bir şey anlatabildim
mi, bilmem? Bu böyle.
Şimdi ee, biraz evveli dediğim
gibi; bir veçhi âlem-i hilkate bağlı, bir veçhi âlem-i kudrete bağlı. Bu kudret
âlemine bağlı olan kısmıyla alakadar. O bağlıdır sen ister alakadar ol, ister
olma. Olan kimse kendi kendine feragât ederse, tabi bunlar kendisine verilince
neticede ne olur? Neticede, artık hükümler insafa bağlanmış şeylerdir. Ne
olacak? Yalnız şu aşikâr görülüyor ki; öyle bu kadar zengin olmamıştır, o kadar
müktesebata da malik olmamıştır, bu kadar da sefil olmamıştır. Neden bu tezat
şeyler ama. Yazık günah değil mi? Biz, ne kadar zaten burada yaşıyoruz. Böyle
hemencecik... Günah değil mi çocuklarımız var.
Hepimiz mesulüz. Çocuk semere-i
fuâd, bir şeye benzemez. O kolay iş değil. O her insanın düşüneceği bir
bahis. Bahis de değil, o kelime de küçük bir şey. Yok onun layığı ile
kullanılacak kelimesi. Evlât. Bu âleme getirmişiz. Bu âlemde bir mevkii var,
bunu Kudret meratib-i erbainden geçirmiş. Öyle diyor, Allah. “Kendi öz elimle
yoğurdum, diyor. Ruh-u menfûh ile tekrim ettim.” diyor. Öyle değil mi ya?
Şöyle bir misal vereyim de daha
zevkli anlaşılsın. Şöyle bir misal vereyim. Mevzûmuzun harici de olsa
misal olduğu içün anlaşılmak sebebi ile ehemmiyeti var. Hayâ ilminden misal
veriyorum. Günahkâr bir anne baba. Doğdun mu bir defa tutuldun kardeşim.
Faydası yok, hiç fayda yok. Doğdun değil mi ya, tutuldun. Ne yapsan böyle gider
o. Kudret bir şeyi emretsin onu yerine getirtmesin, ona imkân yoktur. Kendisi
için zaman mekân olmadığından dolayı bize verilen mehil, mühlet yani ya, onu
biz bir şey olmayacak zannederiz. Onun için öyle bir mühletin, zaman yok ki
kendine mekân da yok. Bizim için var olduğundan, o mühleti biz böyle başımız
boş bırakılacak gibi gelir, birdenbire uyanırız. Günahkâr bir anne baba...
Hayat bitmiyor ki, ölümle
bitmiyor. Zaten öldükten sonra başlar hayat. Nasıl insan mektebe gider de
işte okur; tekmil-i[7] merâtib[8]
eder, tekmil-i nüsah[9]
eder. Devre devre tahsilini ikmal eder, ihtisasını yapar. Şunu yapar bunu yapar.
Ondan sonra hayata atıldım der, değil mi ya? Örfün ağzında.
Şimdi bizde Kudret’in asıl hayata
atılma mektebindeyiz. Ölünce tahsil bitti, hayata atıldık. Neler ettik? O hayat-ı
berzâhiyeye gitmiş, insan yani ölünce berzâh âlemi var. O ne demek? Ee ölünce
görürsün ne bileyim ben ne demektir. Öl, gör. Sen şimdi annenin karnındaki âlemi
de inkâr edersin. Çünkü görmediğin içün. Ama şöyle bir düşün, öte gelemezsin.
Kaç âlem geçirdin sen? Üüü ne acayip yerlerden geldin, acayip. Kudret ders
kaçırmıştır, onlar hep Kudret’in birer dersidir. Seni anne karnına uğratmadan
getirebilirdi. Getirdikleri var. Getirebilirdi.
Her hadisede bir şahit vardır.
Deve kuşu yumurtasına baka baka yavrusunu çıkarır. Ne var o nazarda? Neyse,
şimdi onları anlatacak değiliz ya. Hayat-ı berzâhiye de bu imtihan sahnesinde
yapmış oldukları seyyiatının cezası ile azabı ile müellem[10].
Elemi ile müellem. Bir çocuk bırakmışlar buraya. O çocuğa Hak ve hakikate
taalluk eden, o mânânın ilmini mini miniyken öyle küçücük daha, başlatmak üzere
almış birisi önüne. An bakayım Allah’ın ismini, demiş. O yavru boynunu bükmüş,
o ismi anarken, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi o sahneyi seyretmiş de âlem-i mânâda
miraç da haber veriyor.
Hudâ diyor ki: “Bir evlat
bırakmış. Benim ismimi öyle bir masumâne andı ki, onun hâline karşı ben bu
anaya babaya artık, kendimden sıkılırım, azap edemeyeceğim.” Anlatabiliyor
muyum acaba? Bir şey anlaşılmıyor mu? Yaa! E bu daha muazzam, daha layığı ile
yetişir de hadim-i insaniyet olursa, insanlık elinden dilinden, hâlinden
işinden, ahlakından ne bileyim mânâsından faziletinden hissedar olur da birçok
insanlar yetişirse artık nokta nokta nokta, devamı gene insafa. Bırakınız. Ama
onu biz yalnız üç günlük hayatının istikbali içün, öyle başıboş, kendi kendine
kazık gibi... Olmaz.
Mirasyedi şeklinde mânâya sahip
olunmaz. Hiçbir mimarın çocuğu, o mimarî tedrisatı bilgiyi edinmeden,
babası bunun mimardı oğlu da mimar, böyle bir şey yok. Hiçbir tabibin oğlu, o
sahadaki varlığa sahip olmadıkça, o bunun babasının hazakası[11]
bu kadar yüksekti filan, o da beyaz gömleği giysin de... Ee dünyadaki şeyde,
maddedeki şeyde dahi olmayınca, mânâda da olmaz. Emek verecek ve bir de zevk
alacak. Öyle cebr-i nefs ile de olursa o da olmaz. Zevk alacak.
Emirlerde ve nehiylerde hem kabul ve hem tahsin
şarttır. Yalnız kabul etmek değil. Bir de tahsin edecek. Aman ne güzel, diyecek.
O olmadıkça olmaz.
Buraya nereden girdik? Dedim ki, her insan asûde kaldığı zaman kendi kendisiyle görüşür. Mevlidini maâdını mebdeini arar. Bu kâinat nedir, der. Ben neden yüklü gelmişim, der. Bu cümleden girdik ve onun üzerine dedik ki, doğumun tarifini yaptık, buralara kadar girdik. Yoruldunuz mu keseyim mi? Sorar kendisine: Beni kim getirdi, kim çıktı? Nerden geldim, nereye götürüleceğim? Elindeki müspet ilim mevzûatı buna cevap vermeye kalkarsa, müspet ilim olmaz. Mevzûatı harici, sahası değil. Her şeyin kendine ait mevzûu var.
İnsan, insan olması hasebiyle, hikmetsiz yaşayamaz. Hikmet ise ona bu suali sordurur. Bu sualden kendini aramaklık zevki gelir. Ve o vakit anlar ki, benim asıl bu âleme gelmekteki gayem... Fakat furuat bunlar, bir de işin aslı var. Niye geldim buraya? Kendimi bulmaya geldim. Ne okuyorsun? Hakikatimi arıyorum. Bakalım bulabilecek miyim bulamayacak mıyım?
İşte hakikatini bulma zevkinde bir yakınlık olursa, o yakınlığın adına aşk denir. Ahlakın bahsettiği aşk, bu aşktır. Bir şey anlatabildim mi acaba? Romanda okunan aşk değil. Buna insanın müptela olması şarttır. O dert kimde başlarsa, makam-ı âdemiyete kadem basmıştır, sonu muhakkak gelir. O dert başladı mı her anının bir neticesi olacağını idrak etmek başlar. Her anının bir neticesi olacağını idrak eden kimse, sana fenalık edebilir mi? Sende onu idrak etmişsen ona fenalık edebilir misin? Bu netice anlaşılınca havas ile avamın muvâzenesi yapılır değil mi? O muvâzene yapıldıktan sonra artık orta yerde ne çirkin nazariye kalır, ne şu kalır ne bu kalır. Yoksa beşer yakasını kurtaramaz.
Her anının bir neticesi olacağını idrak eden, idrak ettikten sonra kendisine daha derin bir nazarla bakar. Görür ki; hissediyorum, der. Kendisi, anlar. Fikrini bulur. Bütün cevap bütün mesainin halli içün, o bulmuş olduğu fikri ile olmaya başlar. Nihayet, kendi aslına doğru keşfe zaferyâb olur. Her yıl daimi bir terakkide bulunur. Artık o inanan kendisine doğru, alettevâlî[12] hücum eden kederler, o kederli hayatın hadiseleri karşısında, mağlubiyet katiyen göstermez. Bilakis kemâl-i celâdetini muhafaza eder. Nefsine şu sualleri irad eder. Biraz evveli söylediğim. Ben neyim, der. Nereden gelmişim, der. Hayat nedir, der. Memat nedir, der. Bu musibetler benim üzerime nereden tahsis edilmiş, der. Bu kâinat nedir, der. Benimle onun arasında ne münasebet var, der. Bunlara cevap almaya başlar.
Fakat bugün beşer bunlarla meşgul değil. Tenekecilikte biraz ilerledi, kendisine yaratırım sevdası geldi. “Yaratırım!” diyor. Abidi, ibadetinin fevkinde değil. Cahili, cehlinin fevkinde değil. Gafili, gafletinde yüzdüğünün farkında değil. Böyle bir hâl geldi. Acayip! Bu merâtibden geçmedikten sonra hiçbirisinin hayrı görülmez. Bunu böyle geçecek gidecek nihayet kâh havas-ı zahiresinin bahşettiği ilm-i irfanın dalâleti ile kâh ayine-i ilm-i irfan olan, daha doğrusu Kudret’in nazargâhı olan, gönlüne aks eden envar-ı ilhamın hidayeti ile artık efkârını küçük görür. Fikirde der, bir kayıtmıştır, der. Oradan da bir merhale atlar. O atlamış olduğu merhalenin adına da aşk denir. Acaba anlatabildik mi?
Bu suretle kıymet-i hayatı, hakikat-i kâinatı anlamış bir insan olur. İşte hakiki terakki ondan sonra başlar. Bunlardan evvel söylenen terakkiler dırıltıdan ibarettir. Yorgunluktur. Biraz misal kaba olur amma affınıza mağruren.[13] Bostan dolabında suyu çıkaran beygirin, gözüne bir bağ bağlarlar. O boyuna döner, yol kat ediyorum zanneder. Yürür boyuna döner o. Suyu çıkarır çıkarır, yolu kat ediyorum, diyerekten. Gözlüğü önünden açın gene yerinde sayıyor. Terakkisi öyle olur. Bir şey olmaz. Ne teâli olur ne terakki olur.
Ondan sonra, edep gelir. Edep biliyorsunuz ya edep. Eskiden büyük büyük yerlere büyük levha yaparlardı, insanlar uyansın diyerekten. Kapıdan içeri girerken “Edep Yahu” derdi. Derhal insan derlenir toplanır. O vakit benlikten soyunur, çünkü Hakk’a karşı hüccet serdedilmez, daima ihtiyaç söylenir. Değil mi ya?
Bir mürşitten gaye ondan murat, ancak irşat ve hidayettir. Keşif aranmaz. Mâlâyâni terk eder. Ciddiyet-i hâl hareket meydana gelir. Ciddiyet, iyi hâl ve hareket meydana gelirse, kavaid-i medeniyenin esası kurulmuş olur. O vakit medeniyet vahşet-i musannadan kurtulmuş olur. Öyle olursa olur. Yaa! O vakit muhabbet meydana gelir, biraz evvel söylediğim gibi. Buna ait bir şey okuyayım, biraz daha zevk alabilirsiniz kanaatindeyim. Şimdi şurayı anlatmak içün, vücûd bir vücûda münhasırdır.
Vücûd, bir vücûda münhasır. Fakat gaflet kalbin
kararması, bu hakikatten beşeriyeti uzaklaştırmıştır. Amma eserinden anlaşılır.
Hudâ ne kerde/Allah göstermesin, şuradan giderken bir vasıta birisine çarpsa,
düşerken sen böyle yaparsın. Ona çarptı sana ne? O bir ders-i ibrettir. Yabancı
değil, diyor. Bir vücûtsunuz diyor. Anlatabildim mi acaba? Ayy, dersin. Biraz
daha tahammülü az olursa, düşer bayılır. Fenalık geçirir. Canım elli metre
aranızda saha var. Anlatma anlatma dersin, fecia bir şey anlatırsa. Ya anlattın
tam yemek yiyecektim tıkandım kaldım, dersin. Canım yüzünü görmedin, sözünü
işitmedin ama birisi bir rezil, bir cinayet yapmış, sana anlatırken birdenbire
yiyemeyeceğim arkasını, der sana. Bir vücûd bir vücûda münhasırdır. Eğer o tekâmül
eder de kesâfetini letâfete inkılap ettirecek olursa, yalnız böyle aynen, yahut
tıkandım demekle kalmaz. Orada olan aynı sahneyi kendi vücûdunda da tadar. O
böyledir o. Şimdi diyor ki bu işin erbabı:
Ehl-i vahdet zümresinin cism ü cânı nûr olur
Her neye baksa tecelli durduğu yer Tur olur
Cümle eşya heb cemâline mezâhirdir anın
Bunda Hak'dan dür olanlar yarın anda da dür olur [i]
Eğer insan burada Hak ile bir ünsiyet tedarik edemezse… Efendim derler ki, bu bahis gayet zor bir bahistir. Şimdi girdim. Bu layığı ile anlaşılmazsa, insanın ayağı kayar. Bütün varlık Hakk’ın. Dikkat edin, muazzam bir yere girmişim. Evet.
Şöyle bir misal vereyim size. Bir
kayısı çekirdeğini alınız ele. Bu kayısı çekirdeği nâmütenâhi kayısıdır. Bu
kayısı çekirdeğinde nâmütenâhi kayısı ağacı vardır, bilkuvve.[14]
Bu kayısı çekirdeğini diktiniz yahut bir şeftali çekirdeğini diktiniz. Oldu, çıktı
filiz verdi. Dikkat ediyor musun? Bu kayısı çekirdeği ağaç oldu, bu ağacın
neresindedir? Bu kayısı çekirdeği bu ağacın neresindedir? O ağaç, o kayısı
çekirdeğindedir. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Verdi. O ağaç, o kayısı
çekirdeğinin haricinde midir? Ondan başka bir şey midir? Hayır efendim. O hâlde?
İşte al bak. Bu ağaç, bu kayısı çekirdeğinden değil mi? Evet. Ondan hariç
midir? Ondan başka mıdır? Hayır. Fakat o kayısı ağacı verdiği vakitte; çırpı
verir, dal verir, budak verir, diken verir, bir de kayısı verir. Onun kayısısı
yenir, dikeni yanar. Anlatabildim mi?
Bazı böyle vahdete dalıp da bunun
hakikatini anlamayanlar anlasınlar ki, o ağacın çırpısında dalında kalmayıp,
yemişi olsunlar. Bir şey anlatamadım mı acaba? Yoksa o, o onda o, ama
kayısısını yiyorsun. Çalıyı çırpıyı ağzına verdiğin vakitte, batar yiyemezsin.
Onun da yeri var. Ne? O da yanar. Sen gel bunun kayısısı ol. Anlatamadık galiba
gene!
Her neye baksa tecelli durduğu yer Tur olur.
Cümle eşya heb cemâline mezâhirdir anın
Bunda Hak'dan dür olanlar yarın anda dür olur
Levh-i mahfuz-u Hudâ oldu kulûbu bunların
Cümle esrâr-ı hakâyık anda hep mastur olur
Li ma'AIlah remzi ancak bunlara da'im durur
Sanma bunlar bir nefes tevhidden mehcür olur.
Câmi'ül-ezdâd olur bil bunlara feyyaz-ı Hak
Nice bilinür bunlar kim zâkir u mezkûr olur
Zakir de mezkûr da bunlar. Anlatamadık galiba. Ama ilk önce misali verdim de ondan sonra bugünkü biraz acayipdir de onun içün okuyorum.
Kavlu fi'li pak evsâf oldu bunlar daima
Anın içün zahir u batınları ma'mûr olur
E kusura bakmayın geç geldik amma gene biz saati doldurduk. E ne yapalım? Belki uzak yere gidenler olacaktır. Burada keselim. İşte bu sabaha kadar sürer o. O mânâ zevkine girdin mi, ahlakın zevkine girdin mi sabahlara kadar sürer. Hulâsa:
Hakikat sırrına vâkıf olan geçmez mi kavgaden
Temâşa-i Cemâl lazım ne hâsıl kuru davaden.
Hüvel Evvel, Hüvel Âhir, Hüvel Zâhir, Hüvel Bâtın
Hemen bir zât-ı mutlaktır görünen bu merayâdan
Şimdiye kadar söylemiş olduğum şeyi, bunu söyleyen zât, bu cümlenin içerisine sokmuş. Barekâllah. Benim şu kadar dakikadan beri söylediğimi, bu zât-ı alî şu cümlenin içerisine sokmuş işte.
Hakikat ehli geçmez mi kavgaden. Bu kavga, bizim
bildiğimiz sokak kavgası değil. Ben bilirim sen bilirsin, o olur şu olur bu olacak,
şu yapılacak bu yapılacak, bu bunundur şu onundur, hani var ya hadisat-ı
kevniye. Hepimizi aldatır. Öyle diyor. Ama bunu da söylerken insan, ters anlama
sakın ha! İşini gücünü bırak mânâsına değil. Öyle öyle nazik yerler ki insan
konuşmaya da korkuyor. İşine gücüne bak mânâsına değil. Öyle değil.
Ahlak evvela zenginliğe amirdir. Pek zengin olun, der. Niye? Ahlaksızın elinden ahlaksız yapmaya çalışan, söylemeye ne demek istediğimi anladın. Ahlaksızın elinden, bir kimseyi kurtarmanın çaresine bak. Para ile kurtar, ne ile kurtarırsan kurtar. Kendin. Dinde de öyledir ya, mânâda da öyledir. Değil mi? Dinde de öyle. Veren el alan elden efdaldir, der.
الْيَدُ الْعُلْيا خَيْرٌ مِنَ الْيدِ السُّفْلَى Mesela zekât müessesesini koymuş, beş umdenin içerisine. Var olursa koyabilir, infak müessesesini koymuş. Neyden infak edebilirsin.
Tebük Gazvesinden geliyordu Fahr-i Âlem, Hazreti Muaz’a
rast geldi, Muaz. Karşılaştılar, çok sever Muaz’ı musafaha ederken, şöyle Hazreti
Muaz’ın elleri nasırlanmış.
Okşadı, dedi ki: “Avucunuzun içerisinde nasır olmuş.”
“Evet, Ya Rasulullah, dediğin şekilde, alnımın teri ile çalışayım
da evlâd-ı iyâlime bakayım diyerekten çok çalışıyorum dedi, böyle ellerim oldu.”
Fahr-i Âlem, hemen öptü. Dedi: “Gelin öpün bu eli,
Allah’ın yakmaktan hayâ ettiği bir eldir.”
Böyle, çok çalışacak. O geçmez mi kavgaden, yani tembel oturur böyle o mânâya değil. Kalbi ile kalıbının vazifesini ayırır. Kalıbını madde üzerinde yorar yorar, yorar yorar, koşar, eder.
Lâ keffârete mine’z-zunûb illâ
emrü’l-mâişetin
Ne kadar müjdeli şeydir. “Size
bir şey söyleyeyim mi, diyor. Bir adamın bir suçu olsa, öyle bir suç ki,
milyonlar infak etse affedilmez. Alnı secdede çürüse yine Hudâ affetmez. Her gün
oruç tutmaktan kıl kadar incelse yine olmaz. Bütün ömrünce Hacca gitse gitse
yine olmaz. Ne olabilir diye söyleyeyim mi size, diyor. Evlâd-ı iyâlinin
nafakasını meşru bir şekilde, kimsenin içerisinde bir şeyi bulunmaksızın,
çalışmak hususunda yorulur da şöyle bir, “ohh” der ya, diyor. İşte bu demesi
kefarettir.” diyor. Anlatabildim mi acaba? Lâ keffârete mine’z-zunûb illâ
emrü’l-mâişetin
İki gününü birbirine müsâvi
eden aldanmıştır. Dün on kuruş kazandın, bugün de on kuruş kazandın mı?
Aldanmış adamsın. Dün şu kadar Hakk’a karşı kulluk yaptın, bugün de o kadar
yapmışsan, gene aldanmışsın. Muhakkak bir fark göreyim, der. O kanaat demiş
olduğu; âharın varlığında gözü olmaksızın çalışmak, demektir. Kanaat demek
bizim bildiğimiz şekilde miskin oturmak mânâsına değildir. Yok, öyle bir şey yok.
Öyle bir şey yok. Çalışacaksın.
Evet. Hakikat sırrına vâkıf
olan geçmez mi kavgaden. Bu şekilde o. Ayıracak, kalbi ile kalıbının
vazifesini. Kalbi Habib ile meşgul, korkmuyor. Her ne olursa olsun. Ayrı
vazifesi, diyor. Maşukuma ait. Ver bütün yükü, kalıbımda ne yapmak lazımsa
yapayım. O ayrı.
Temaşa-i Cemâl lazım ne hâsıl
kuru davaden. Sen bu âlemde cemâl seyrine gelmişsin. Kimi? Kendini. Kendini
bul, kendini gördün mü zaten başını secdeden kaldıramazsın. İlk âşık
olacağın kendi varlığındır. Sen, ben filanı sevdim diyorsun, onda biraz aksini
bulmuşundur da kendi varlığının oraya bir tecellisini görmüşsündür de onu sevdim
zannedersin sen. Orda görmüş olduğun kendindir. Kendinin de kendisi O’dur.
Anlatamadık galiba. Sen onun eğer etinde kanında kemiğinde bir şey arıyorsan, o
gittiği vakitte hemen hiçbirisini tutmuyorsun ya. O değil o. Oraya bir akis
vardır o. Duvara güneş aks eder, aman güneş var şu duvarda dersin, hop
çekildiği vakitte duvar kalır. O senin sevdiğin mevdiğin de hep o aksin şeysidir
o. Kendini bul.
Temâşa-i Cemâl lazım ne hâsıl kuru davaden. Hüvel Evvel,
evvel O, yani Allah. Hüvel Âhir, âhir
son yine O. Hüvel Zâhir, zâhir yine O. Hüvel Bâtın yine O. Hemen bir zât-ı
mutlaktır görünen bu merayâdan.
Hazarât-ı Hamse-i İlâhiye[15] derler. Beş Hazarât. Onu da anlatayım da, ya olur mu yarım saatte öyle şey? Yarım saatte Hazarât-ı Hamse-i İlâhiyeyi anlat. Yok, olmaz.
Hüvel Evvel, Hüvel Âhir, Hüvel
Zâhir, Hüvel Bâtın. Hemen bir zât-ı mutlaktır görünen bu merayâdan. Bu
aynalardan görünen hep Hakk’ın zâtıdır, diyor. Oldu işte Hazarât-ı Hamsenin
remzini veriyor, bu da hazreti insanın…
Hulâsa, ruh-u menfûh ile
tekrim edildiğimizi bilelim. Ona sahip olalım. Tenzib-i ahlak edilmedikçe,
ruh-u izâfî ile baki kalınmaz. Yani, ruh-u izâfî ile baki kalamayız. Belki bu
cümleyi anlatamadım. Geçen konuşmada dedim ki, insanda üç ruh var, sair
hayvanat ile müşterek. Ruh-u tabii bir, yeri beden. Ruh-u nebatî, yeri ciğer. Ruh-u
hayvanî, yeri kalp. Ruh-u insanî, nefs-i natıka-i kâinatın, nefs-i natıka, yani
ruh-u izâfî deniyor ona. O ne demek?
Hudâ diyor ki: “Ben sizin
kalıbınızı tesviye ettim de sonra [16]
وَنَفَخْتُ ف۪يهِ
مِنْ رُوح۪ي Kendi ruhumdan ruh
verdim.”
Şimdi siz onu böyle tecezzi ettirtmeyin.
Parçalatmayın. Öyle, Allah aldı da böyle bir şey… Keyfiyeti bizce meçhul. O hâl
bizde tahakkuk ettiği vakitte, o ruh-u izâfînin ne olduğu... İşte bütün
dert, bu ruh-u izâfîyi bulmak ve bu ruh-u izâfînin azameti ile yaşamak.
Anlatabildim mi? Kendini aslını bulmak dediğimiz maksatta bu. Şimdi geldik
burada bunu böyle bağlayaraktan konuşmaya nihayet verdik.
Bugünkü konuşma bu kadar.
[1] Merbut:
Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik.
[2] Ref: Ortadan kaldırmak.
[3] Nakıs: Eksik, noksan, kusurlu.
[4] İstînâs:
Ünsiyetli olmak. Alışma,
yakınlaşmak. Yadırgamamak. Ürkekliği gidip ünsiyet peydâ etme.
[5] Lenger-endaz:
Demir atan, demir atmış gemi (mec.) Bir yerde
uzun süre kalan, uzun uzun oturan kimse.
[6]
Tefviz: Bir iş veya şeyi bir
kimsenin üstüne bırakma, ihâle. Her işini Allah’a bırakma ve O’nun yaptığı
her şeyi gönül hoşluğu ile karşılama.
[7] Tekmil: Tamamlama,
bitirme.
[8] Merâtib/Merâtip:
Mertebeler,
rütbeler, dereceler.
[9] Nüsah:
Nüshalar,
sahifeler, yazılı şeyler.
[10] Müellem:
Elemli.
[11] Hazaka:
İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği
gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak. Uzmanlık. Ustalık, uzmanlık.
[12] Alettevâlî:
Arası
kesilmeksizin, birbiri ardınca, arka arkaya. Peşpeşe
[13] Affınıza
mağruren: “Affınıza sığınarak" demektir. "mağrur"
kelimesi, "gururlu" yaygın anlamının dışında "bir şeye inanan,
güvenen”mânâsına da gelir. Dolayısıyla "mağruren" de "güvenerek,
inanarak" demektir.
[14]Bilkuvve: Düşünce ve
fikir hâlinde, iş hâline geçmeden, fiil durumuna gelmeden.
[15] Hazarât-ı
Hamse: Mutasavvıfların, varlığın beş küllî mertebesini ifade etmek için
kullandıkları bir tasavvuf terimi.
[16] Hicr
Suresi 29.Ayet-i Kerime فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي فَقَعُوا لَهُ
سَاجِد۪ينَ . Meali: Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan
üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın."
[i] Gaybi Divanı
1 Ehl-İ vahdet zümresinin cism u canı nur olur
Her neye baksa
tecelli durduğu yer Tür olur
2 Cümle eşya heb cemâline mezahirdir anın
Bunda Hak'dan
dür olanlar yann anda dür olur
3 Levh-i mahf uz-u Huda oldu kulübü bunların
Cümle esrâr-ı
hakayık anda hep mastur olur
4 (Li ma'AIlah) remzi ancak bunlara da 'im durur
Sanma bunlar
bir nefes tevhldden mehcür olur.
5 Câmi’ül-ezdâd olur bil bunlara feyyaz-ı Hak
Nice bilinür
bunlar kim zâkir u mezkûr olur
6 Kavlu fi'li pak evsâf oldu bunlar daima
Anın içün
zahir u batınları ma'mûr olur
7 Raz-ı tevhidi bular çün açmadılar âleme
Vahdet-i Hak
cümle halkdan da'ima mestur olur
8 Neyler isen eyle cânm âşık eyle bunlara
Bunlara âşık
olanlar da'ima mesrur olur
9 Bunları her kim ki sevmez oldu şeytan-ı lâ'în
Kim ki Hakdır
diye bunlar akıbet mansûr olur
10 Sohbetini bunların her kim ki başa tâc eder
Gün gibi
başa çıkar ol âleme meşhur olur
11 Bunlann yüzin görüp sözün işiden can ile
Gaybîya
dergâh-ı Hakda şüphesiz mağfur olur
1 yorum:
Ne kadar müjdeli şeydir. “Size bir şey söyleyeyim mi, diyor. Bir adamın bir suçu olsa, öyle bir suç ki, milyonlar infak etse affedilmez. Alnı secdede çürüse yine Hudâ affetmez. Her gün oruç tutmaktan kıl kadar incelse yine olmaz. Bütün ömrünce Hacca gitse gitse yine olmaz. Ne olabilir diye söyleyeyim mi size, diyor. Evlâd-ı iyâlinin nafakasını meşru bir şekilde, kimsenin içerisinde bir şeyi bulunmaksızın, çalışmak hususunda yorulur da şöyle bir, “ohh” der ya, diyor. İşte bu demesi kefarettir.” diyor. Anlatabildim mi acaba? Lâ keffârete mine’z-zunûb illâ emrü’l-mâişetin
Yorum Gönder