092 (10.12.1961) 75 dk (133)
Aslını görmeye mani olacak birçok şeyler vardır. O perdeleri yırtan şeyin adına ahlak denir. Herkes bir iptilaya müpteladır. Belayı bal yapamazsa zavallı olaraktan gider. Şöyle bir düşün kendi kendine. Ya elemin var ya emelin var, değil mi? Ya eleme sahipsin yahut emele veyahut her ikisine de. Bunun arasında insan bir şeye nail olmak, faniyi baki ile değiştirmek... Kâr edenler onlardır. Neden onlardır? Düşün, yirmi yaşındasın. Ortaya bir şey koy, yok. Elli, yine yok. Onu ne kadar yükseltirsen yükselt bir şey yok. O hâlde zavallılık değil midir?
Ömr-ü dünya bir dakika ömr-ü âdem
bir nefes. Sonra insanda emanet var. Hamil, yüklü. Hulâsa asûde kaldığı vakitte kendisine birçok
sualler tevcih eder. Bu suallerin içerisinde üç dört sual, esas sualdir.
Bunlara ait cevabı kendi vicdan-ı kibriyasından almayan kimse henüz makam-ı
insaniyete kadem basmamıştır, ahlaka göre. Bir an içün hepimiz bu dünya
denilen, ikbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenen, dirliği kısa, hiç kimseye
dostluğu uzun olmayan şu geçitte, bir an içün kendine gelir de: “Neyim?” diye
düşünmeye başlayınca, evvela kendisini sorar. “Ben kimim?” der. “Nereden
geldim?” der. “Ne olacağım, nereye götürüleceğim?”
Gelme de gitme de ihtiyârım yok.
Benim, benim diyecek elimde bir medârım yok. Ağaran saçımı geri çevirmeye
kudretim yok. O hâlde ne oluyor, akıbet? Bende kaç tane gözlük var. Gayb
gözlüğü var mı yok mu? Akıbet gözlüğü var mı yok mu? Bunlar üzerinde biraz durur, durunca onun mânâ-i
enfüsisinden sırrına bir hitap tecelli eder.
Dudaksız bir hitap, kulaksız bir
işitmeklik. Değil mi ya? Tabaksız yemek arar. Dudaksız yemek ister, ağızsız.
Ona Allah’ın nuru denir. O gıdayı tagazzi[1]
edemeyen adam daima… Ne bileyim kelimesi gelmiyor sen anlayıver benim hâlimden.
Daima zalim yaşar. Söylemek istemedim de onun için gelmedi. Daima zalim yaşar.
Zulmeder, evvela kendine zulüm eder. Sonra zulmü sirayet eder. Yangın gibidir, afaka.
İnsanlığı ayırmak ister, insan mefhûmunu kaldırtmak ister. Nihayet gayet
kıymetli olarak Hudâ tarafından verilmiş. Her kalpte bir misafir vardır, adına
iman derler; o da iğrenir, oturmam seninle, der. Çıkar gider, bir istiskal
kabul etmez. O da mahrum olur; geçer, göçer, gider.
Onun içün Kudret elden gitmeden,
perde-i gaflet açılmadan, insan zamanı fırsat bilmeli, ferdâ-i maâdı içün, yani
ikinci hayatı içün, biraz zâd-ı[2]
zahire toplamalı.
(5 – 9 dakika arasındaki ses kaydına aşırı
derecede gürültü müzik vs sesler karışmış olduğundan konuşmanın ancak bir
kısmını yazabildik. Hatalı, eksik olabilir.Afv)
İnsan, nihayet şu üç günlük hayatında
topraktan biten bir lokma şeyi bulamayınca kıvrım kıvrım kıvranıyor, fakat ikinci hayatında ruhuna hitap
eden gıdayı bulamadan gidiyor. Ne kadar fena bir şeydir. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Kıvranma, burada
aç kaldığına benzemez. ……… Nihayet
açlıktan sonraki ıstırabı da benzemez. Zira hasret ateşi, acip bir ateştir. ...
Bilmem anlatabiliyor muyum?
Bunların hususunda daima Hudâ, aleyhindedir. Daima Cenâb-ı
Hak, ... sultan olan Zât-ı zül-Cemâl, bir anda hayat baş başadır. Size geçende söyledim
ya ... tecelli ettiren, ufak bir misal vereyim. Cemiyet hâlinde fert fert toplumda
... Kıymete değer bir şey olmaktasın. ...
Başka bir canlı misal vereyim daha iyi anlaşılsın. İtikad mevzûunda bile, ki
Zât-ı Sübhânisine ait bir iman maddesinde bile ki, yanlış yapıldığında Cenâb-ı
Hudâ .... dahi ister. Büsbütün ayrı. Acaba anlatabiliyor muyum? Öyle bir yanışla
feda ediyorduki bütüün, Allah yanında iman idi. Öyle baştan aşağı gümbürdetiyordu. Fakat ... bir inanışı var, onu Hudâ bundan
dolayı iman olarak kayd ediyor. Mevzû böyledir biraz ... bir şey, bilirsiniz.
Genç çoban... İçi yanıyor. Diyor: “Ne olur Ya Rabbi
bende sana biraz hizmet edeyim. Benim hizmetimi kabul etmez misin? Kirli
çamaşırını ben yıkayayım. Bir kere de ben yıkayayım. Bitlerini ben ayıklayayım.
Bir ayranım olsun içmez misin İlâhi! Kendi elimle yaptığım, kendi elimle
sağdığım, bir ayranımı içmez misin?”
Musa geçiyormuş. Kulak misafiri olmuş. Yana yakıla duruyormuş.
“Kiminle konuşuyorsun? Kime söylüyorsun?”
“Çok sevdiğim Allah’ıma. Kime söyleyeceğim, içim yanıyor.
Bana bir defa gelmedi ki!”
Celalli bir Nebi: “Sus!” diyor. “O senin söylediklerinin
hepsi birer muazzam küfürdür. Başlı başına küfürdür.”
Hudâ’yı sıfatları ile isimleri ile beyana başlamış.
Anlatıyor amma anlamıyor. O’nun ibadet şekillerini anlatmış, O’na kulluk nasıl
olacağını.
“Bir daha işitmeyeyim”, demiş. “Bu tarif ettiğim gibi hâl
sahibi olacaksın.”
Musa açıldıktan sonra, o ne söylediyse hiçbirisi yok.
“Eyvaah, demiş. Eski yaptığım yanlışmış. Bir iyi insan
geldi tarif etti, bende O’na ait hiçbir şey de kalmadı.” Başlamış ağlamaya.
Epeyce o da ayrılmış. Cenâb-ı Musa’ya Hudâ diyor ki:
“Sen kudretin olduğu müddetçe ayırmaya ayak
basmayacaktın. Ben seni, insanlık âlemini, Bana yaklaştırasın diyerekten
vazifelendirdim. Onun o küfürleri Benim için imandı. Onun küfürleri Benim için
imandı. O nasıl yanıyordu Bana biliyor musun? Şimdi sen ne yaptın? O orta yerde
kaldı, dediğini de kabul ettiremedin. Her insanın aklının kudreti kadar
konuşmadın. Onun içindeki safiyeti, o ihlası layığı ile tetkik etmedin, aramı
açtın. Bulamazsan aramı sen de çok fena olacaksın.”
“Gideyim bulayım.” “Ara, bul!” diyor.
Allah’ın da cilveleri acayiptir. Ara ara çıkmaz ki çoban.
O onu bulamaz, o onu bulamaz. Nihayet bulmuş.
“Bildiğin gibi, bildiğin gibi!” demiş.
Bu yalnız bu şahıs içün, ve yalnız o şahsın tecellisine mazhar olan akıl denilen şeyi aşkın aşağısında tutan tamamıyla teslim olmuş ve onda söyleyenin Hakk’ın bir sıfatı olmuş olduğunu bilen insan içün. Ki, en mühim bir yere temas ediyor. Bir itikad mevzûudur, küfür olduğu hâlde, oraya kadar aklı eriyor, fakat iç âleminden doğrudan doğruya kelimeleri kaldır, Hak ile birleşiyor. Sen o birleşmeyi açamazsın, diyor. İmanın itikadın en yüksek bir bahsinde, küfür olan bir mevzûunda bir ayrılık olmaklığa Kudret razı olmayınca, insanlar acaba niçün birbirleriyle birleşmiyor? Bir şey anlatamadım mı acaba?
Birleşmek içün ve işte, iyi neticeler almak içün, Büyük Kitap’ın
bir emri burada bize, büyük bir ders verebilir. Mesela, Beşeriyetin Fahr-i
Ebedisi olan Hazreti Muhammed’in, reyine muadil, reyine şebih[3],
bir rey tasavvur etmek biraz küçüklük olur. O, öyle bir şahıs ki,
başımızdan bir teli koparın; bir siyah saç telini, onun siyahlığı mevcûd iken kaç sene sonra ağaracağını, siyahlığı
hâlinde gören bir göze malik. Anlatamadım galiba! Sonra bütün vaziyeti taraf-ı İlâhiden
teyid edilmiş ve tekeffül[4]
edilmiş. Teyid edilmiş, aynı zamanda tekeffül edilmiş. Hiçbir insana kısmet
olmamış. Tabi, olamaz da. Istıfâ[5]
kanunu ile ayrılmış.
İsa âlem-i cemâle gittiği vakitte, on iki şahıs kendisini kabul etmişti. Biri de irtidât[6] etti. Neciyullah Hazreti Nuh, dokuz yüz sene nübüvvet vazifesinde bulunuyor. Altı kişi iman etti. Cenâb-ı Musa Kelimullah, o da âlem-i Cemâle giderken, gayet mahdut insanlar kendisini kabul etmişti. Fahr-i Âlem son haccından dönerlerken, yüz kırk bin kişi ile dönmüşlerdi. Burda bir sual tecelli eder gönüllere...
Fısıldamayın, içinizde kalsın
sözleriniz. Mevzûu elimden alıyorsunuz. Mevzûu dinlemede temkin[7]
şarttır. Temkini yok, Ahı ohu hareketi filan oldu mu o mevzûu anlamadı
deriz biz. Anlamıyor. Gücünüze gitmesin. O vakitte bende nâhak yere meşgul
oluyorum. Her zerresi sükût olursa, burada Kudret bir iş yapıyor, demektir. Neden?
O şeysinde hareketinde, konuşmasında, kendisinde vücût var. Vücût olduğu
müddetçe iş eksiktir. Kendi, kendi cennetinin dikenidir. Cennette diken
arama bulamazsın. Kendini bulursun, demişler.
Şöyle bir sual gelir. Daima Hak
ve hakikati, ahlakı, insana insanlığın bir emanet olduğunu, beyana gelen
şahıslara inananlar, inanmayanlardan az olur. Acaba neden? Ruha hitap
ettiklerinden dolayıdır. Nefsin inkılap ettiği şeyi terk ettirdiklerinden
dolayıdır. Burası mühim yer. Tabi hazmı güç olur. Nefsin birçok mutadı
vardır. İtiyadı vardır. Onu terk ettiriyor. Terk edince; bağlanan,
bağlanmayandan daima az oluyor. Çünkü ekseriyet Hakperest değildir.
Nefisperesttir. Anlatabildim mi? Nefsine tapar.
Buraya nereden girdik,
hatırlatabilecek misiniz acaba? Buraya bir yerden girdik. Buraya gene şebih muadil
bir rey tasavvur etmek, muhaldir, dedik. Bir siyah saçın telini alır da
bakarsak, bu kaç sene sonra beyaza inkılap edeceğini, siyahlığı zamanında görür,
dedik. Böyle olduğu hâlde:
وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ [8]
Hem kendi tekeffül etmiş hem Kudret
tarafından teyid edilmiş, hem de reyine şebih bir rey olmadığı hâlde, herhangi
bir işi meşveretsiz[9] yapmayan
emir, Zât-ı Risalet Penâhisine: “Meşveret et!” Nasıl olur o?
Demek oluyor ki, insanlık âlemi
meşvereti terk ettiği gün istibdâda[10]
başlar. İstibdât, insanda firavunluk sevdası verir. Kendini beğenmeye
başlar. Kendini beğenmeye başlayan adam da hangi işe elini atarsa hüsranla
neticelenir. Anlatamadık mı acaba? Esas bu. Hitabı, Hazreti Muhammed’e yapıyor.
Onun meşverete ihtiyacı yok. Bu insanlık âleminde öyle bir esas olsun ki,
bundan ayrıldıkları gün yıkarım, diyor. Ve bütün tarihi tetkik edin. Daimi
suretle bütüün camiâ-i insaniyenin bir devreden yıkılıp bir devreye açılması, diğerinden
yıkılıp diğerine gelmesi bu kaide-i insaniyenin kalkmasıyla başlar.
Şurada bir şey aklına gelir. “Yaa, herkes bunu bilir ki,
Cenâb-ı Peygamber dedi ki: Siz dünyanızı benden iyi bilirsiniz. Layıkız,
buna ne diyeceksiniz?” Canım her sözün
bir sebeb-i vürûdu[11]
vardır. İnsan bir parça ince düşünürse bunları anlayabilir. Çocuk güzel bir şey
yaparsa; onu taltifen, tekrimen, taktiren, zevkini arttırabilmeklik içün, “Benden
çok iyidir.” dersin. Sizden iyi midir o? Henüz mesela on-on iki yaşında bir
çocuk, herhangi bir şeyi az muvaffakiyetle yaptı mı, onu birisine taktim ederken:
“Çok iyi bilir, hatta benden de iyi bilir.” dersiniz. O bir ikramdır.
Sonra, Kudret tarafından sarâhatle bildirilmeyip, örfe taalluk eden hususta, insanlık âlemine tam bir hürriyet vermektir. Bunu da anlatamadım galiba. Açıyor.
E şimdi şöyle bir sual çıkar. Ahlak,
daima insanı meşverete sevk eder. Kiminle meşveret edelim? Kime emniyet
edersin? E, insanlık âlemi buraya kadar düşmüştür. Söz yerindedir. Ama gene erbâbı
bulunur. Onu da Kudret bildirmiştir, belli etmiştir. Beş şey olacaktır der, meşveret
de. Çünkü meşveret daima rahmet kapılarını açar, bereket denilen şeyi
insanlık âlemine va’z eder. Bereket. Belki biraz maddenin kesafetinde boğulmuş
olan kimse: “Canım, bereket de neymiş, der. Hissi sözler. Dırıltı, geri
kafalılık!” Bereket. Yok azizim.
Bak bereketin ne olduğunu ben
sana şimdi apaçık burada ispat edeceğim. Apaçık şöyle, kıpırdanmak yasak olmak
sureti ile. Allah mevcûdâta sermaye olarak, yani insanlık âlemine sermaye
olarak, dört eşya va’z etmiştir. Hava, su, toprak, ateş. Sermaye bu. Bunlar
evlenir birbiri ile biz onların vereceği netice ile geçiniriz. Kudret bunları
nikâhlar. Nikâhsız hiçbir zerre yok. Bunları nikâhlar, bunların hâsılı
ile insanlık âlemi geçinir.
Bu toprak aynı toprak, dünyanın
toprağı. Bu su aynı su, bütün dünyanın suyu. O ateş ki o güneş, her günkü
yerinde doğar, her günkü yerinde batar. O hava, dünyanın havası aynı havadır.
Bundan bir asır evvel, iki asır
evvel, on nüfuslu bir ailenin, bir tek adamı çalışırdı. Bir tek adamı
çalışırdı. Onu birden geçinir. Bugün on nüfuslu bir ailenin -bütün dünya,
mevzii konuşmuyoruz- onu birden çalışır, belki biri hasta olsun da bir mazeret
olsun da evde kalsın. Gene akşamın yemeğini zor meydana getirir. Getirse de
zevkini alamaz. Evveli bir semtte bir sepet çilek kokusu istila ederdi, şimdi
koca yemişi gibi kokar. Domates çirkin kokar, et çalı süpürgesi gibidir. Evveli
üç lokma et bir tencerede kavrulsa, onun kendine mahsus bir kokusu var, derin
derin çekilir. Şimdi burnunu tıkarsın. Kerih kerih kokar. Mesai altı saatken,
şimdi on sekiz saat çalışır. Geceyi Allah istirahat için halk ettim dediği hâlde,
beşer mustar kalır, geceyi de çalışmak için. Çünkü:
[12] وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً
ضَنْكًا
“İnleteceğim diyor, insanlık âlemini.
Ben geceleyin siyah çadırımı çekerim kudrete, istirahat ve vuslat anı kılarım.
Sen benim yaptığımı beğenmezsin. Kendi elinle sana daha ağırını koydurturum,
mecbur kılarım yirmi dört saat çalışmaya.”
Fakat gene neticede bir huzur
yok. Var mı dünya âleminde insanlıkta bir huzur? Gösterebilir misiniz? Karısı
çalışır, kızı çalışır, oğlu çalışır, hepsi çalışır, hepsi çalışır. Haah! Bereket
bir feyz-i manevidir, gözle gözükmez asârından anlaşılır. Anlatabildim mi
acaba? Köpek senede sekiz tane, on tane doğurur; koyun, bir tane iki tane doğurur.
Binlerce kesilir, insanlığa nafi bir vaziyette tecelli eder. Köpeğe el
sürülmez, sayım yapılsın, koyun adedi köpeğin adedinden fazladır. Acaba bunun
sırrı nedir?
O işte yalnız bir çoğalma mânâsı anlaşılmasın.
Bereket dendiği vakitte, onun içerisinde ayrıca bir huzur
vardır. Yemiş olduğun gıdadan bir kuvvet hâsıl olur. O kuvvet, Hakk’ın
tasvir etmiş olduğu bir şekilde, bir rahimde bir yavru meydana getirir. O yemiş
olduğun kuvvetin, gıdanın neticesinden, hâsıl olan bir şeydir. Fakat o çocuk
sana isyan ederse orada bereketi yoktur işte. Beğenmiyor seni. Bereket mi var?
On tane çocuk meydana getirmişin de onu da cemiyete muzur, bereket midir bu?
Hizmet midir bu?
Evveli, bir parça hubb-u gayr,
yani insana ait olan sevgi, insana ait olan varlığı, kendi nefsine yakin olacak
kadar dahi bir muhabbet olduğu vakitte, Kudret’in vermiş olduğu varlık başka,
bugün başka. Aynı bahçenin aynı ağacı, bir incir ağacı tasavvur edin, tepsilerle
sepetlerle incir verir. Çünkü onu koparırken yanımdaki komşuya vereceğim,
diyor. Onu koparırken. Veyahut şurada bir hamile insan var, bu incir ağacındaki
incirleri gördü, kopardık ama biz yemeden o tarafa verelim, bizde dert olmasın
dendiği vakitte dalları kırılır. Şimdi incir ağacına baba inciri de korsun onu
da korsun, dört tane verir o da bir rüzgârla gider iki tanesini alamazsın.
Fazilet-i ahlâkisiyle tanınmış,
El-Muvaffak namında bir zât varmış. Bunlar ihlas ile oluyor hepsi. Kanaatle
elzemi birleştirmiş, öyle yaşamış. Senelerce çalışmış.
İşte bazı adam öyle olur,
bilinmez hayır nerde olduğunu da. Çok çalışır, az kazanır. Çalışmak başkadır,
kazanmak gene başkadır. Çalışmak başka kazanmak başka. İnsanlar muhakkak
kazanacağım diye çalışmaz. Allah emretti diye çalışır. Çünkü her çalışmanın
karşılığında kazanmak ölçü ile olmuş olsa, bakarsın ki bir adam yirmi saat
çalışır; kafası muazzamdır, edebi vardır, fazileti vardır, ahlakı vardır, anca
bir ekmek çıkarabilir. Öbür tarafta şakidir, zalimdir, türlü rezaletle
mücehhezdir, ne çalışır ne bir şey, telefonda verdim aldım der milyonlarla
oynar. Belki yapmış olduğu işi de yanında çalıştırmış olduğu adamından öğrenir.
Aklın halledemediği işler bunlar. Bunlar, bunlar tatlı şeyler. Bunlar hâl olunmamış
mı? Olunmuş. Söyleyelim mi hepsini şimdi? Yarım saatte her şeyi ver geç git.
O zât da öyleymiş, çok çalışır,
az kazanır, kanaatle elzemi birleştirir. Fakat İçinde bir derdi var. Hacca gideceğim
Beytullah’ı ziyaret edeceğim. Hazırlanmış, ertesi günü de çıkacak yola. Öyle bu
teyyareye binip böyle inmek değil. Zevki onun, ben insan arayarak gideceğim.
Hem gideceğim, hem de Hazreti İnsan arayacağım. Her diyara uğrayacağım. Üç ayda
mı beş ayda mı giderim. Ama zor oluyor öyle şey.
Dikeninden sakınan ellere gül vermezler. O
zorlukta tat var diye öyle gidecek. O kararı vermiş, Mütevâzı, basit, ufak bir dükkânı
var. Önünde oturuyormuş, yer iskemlesi olarak. Bir hanım, mesturâne, afifâne,
mahçupane, bir eda ile gidiyor. Giderken orada durmuş. Şöyle bir iki adım
kadar. Duraklamış. Yaklaşmak istemiş, istememiş. Cesaret edemiyor galiba.
Demiş: “Kızım bir şey mi söylemek istersin?”
Demiş: “Efendim, ben hamileyim. Şu evden bir yemek kokusu
geliyor. Çok fena olacağım. İsteyebilir misiniz bana bir lokma bir şey?”
“Hay hay evladım, otur.” demiş.
Kapıyı çalmış, açmışlar, “Buyurun” demişler.
“Sizde bir yemek pişiyor. Hamile bir hanım buradan
geçerken bana rica etti. Ondan bir parça verin de bir insanı kurtaralım.”
“Bir lokma dahi veremeyiz!” demişler. Bir lokma dahi
veremeyiz.
Demiş: “Evladım, şöyle ekmeği ban hiç olmazsa suyuna, ne
çıkar bir lokma…”
“Elini bile dokundurtmayız!” demişler.
Çok ısrar edince, demiş: “Israr etmeyin. Vermememizin
sebebi var. Bu yemeği ancak biz yiyebiliriz. Bizden başkası yiyemez, bu anda.”
“Neden?”
“Sorma nedenini de!”
“Yok, demiş. Çok merak ettim, söyleyin.”
“Kudret, bizi ağır bir imtihana sevk etti. Rızk-ı sûrîyi
tedarik hususunda büyük bir imtihan geçiriyoruz. Bütün çalışmamıza rağmen, biz
aç kaldık. Sonra biz Hakk’ın Kur’an da tarif etmiş olduğu sıfatla mücehhez...
Çünkü Cenâb-ı Hak der ki: Cemiyet içerisinde öyle insanlar vardır ki,
cemiyet onları zengin tanır. Fakat onlar dertlerini Bana da söyleyemezler.
Onlardan birini bulur elinden tutarsanız, Ben sizi böyle tutar kaldırırım.
Onların sıfatları vardır, beyan ediyor. Sen zorladın, bizim işimizi de
bozdun, demişler. Biz son ana gelince ölü eti yenilir, ölü hayvan eti yenilir. Ölümü
tercih etmezsin, ölmeyecek kadar ondan yiyebilir. Bu kestiğimiz, pişirdiğimiz
bir ölü hayvan etidir. Ancak bize aittir, başkası yerse haram olur.”
Bir şey anlatabiliyor muyum? Daha bunun aşağısı var. Asıl
mühim aşağısında.
“Ciğerim, demiş. Mâdâmı ki öyle, o da aynen sizin gibidir
şimdi. Bir lokma yesin.”
“Pekâlâ, al bakalım!” demişler, vermişler.
Dönmüş, E l Muvaffak. “Ya Muvaffak, şu parayı biriktirdin.
Beyt-i Şerif’e gitmek içün. O gideceğin Beyt-i Şerif taştan topraktan
yapılmıştır, bir insana remizdir. Onun canlı bir kapısı var.”
Almış götürmüş, demiş: “Azizim işte benim böyle bir param
vardı, size veriyorum. Sizde İhtiyacınızı giderin. Minnetsiz. Para Hakk’a
ait bir şeydir.”
Ondan sonra da Hudâ’ya demiş ki: “Ya Rabbi, niyetimi
biliyorsun, ihlasımı da biliyorsun, ister bunu onun yerine kabul et, ister etme.”
Geçen konuşmamda tekrar ettiğim
cümleyi, şimdi size aslıyla vermiş oluyorum. Yani bundan bir hafta evvelki
konuşmada. O gece mânâsında El-Muvaffak’ın sırrına hitaben Cenâb-ı Hak: “Ya
Muvaffak. Ben kulumun, yapmış olduğu iyiliğinin ihlasına aşıkım, âşık!” Bir
şey anlatabildik mi acaba?
Biz birçok iyilikler de yaparız.
Birçok dost da tedarik ederiz. Niçün bizim dostluğumuz devam etmiyor? Bakarsın
ki bir adam bir adamla hukuk tedarik eder, içtiği su ayrı gitmez, derler. Ben
dururum, ihlas var mı yok mu? İhlas yoksa… Akıbet açılır ona. Demek oluyor
ki ahlak insana, ilk önce ihlas verir. Hepimiz kendimizi yoklayalım. Biz İhlas
sahibi miyiz, değil miyiz? Onu bilir adam. İhlas sahibi olduğu vakitte,
ikilik kalkar.
Mesela tarihte niçün bizim
dedelerimiz, en eski efendi olmuşlar? Tarihen öyle değil mi? Cehli gördüğü yere
ilmi, inkârı gördüğü yere imanı, zulmü gördüğü yere adli va’z etmiş, Avrupa’nın
göbeğine kadar gitmiş, bugün medeniyetini taklit ettiğimiz Garp sahasını altı
asır yed-i hâkimiyetinde adl ile tutmuş. Nihayet insanın bugün inanamayacağı
şekiller, tarihen tespit edilmiş. Yaramazlık eden çocuğunu “Türk geliyor!” diye
korkutmuş. Zalim olan bir idareye tesadüf ettiği vakitte: “İnşallah Türk’ün
yumruğuna uğrarsın!” diye inkisâr etmiş. Senin geri kafalı dediğin adamlar,
anlatabiliyor muyum acaba? İnşallah sen ne diyeyim Türk’ün yumruğuna uğrarsın,
dedirtmiş. Bunlar neyle olmuş?
Bu kadar muazzam bir şey yok.
Kudret o satveti neden almış? Türk geliyor diye, ahlaksızı ahlaka davet
etmeklik şekli tecelli etmişken, bugünde eğer vaziyeti biraz müsaitse: “Ben
çocuğumu Frenk mürebbiyesiyle büyüttüm!” diyerekten övünür. Bir insan şöyle,
kafası altı üstüne filan... Bir Frengin koynunda büyüyen adamdan… Bilmem ki
intibak kaidesi yok mudur hilkatte. Sonra bir Türk kızı, bir İslam annesi, evlâdını
büyütemeyecek kadar küçülmüş müdür? Bunlar acı şeylerdir. Küçüldü mü? Lacivert
kolalı yaka giymekle insan medeni olmaz ki. Evet, o mürebbinin belki kafasında beyaz kukuletalı mukuletalı bir
şeysi vardır. Güzel amma o kukuletadan adamın
kalbine bir şey akmaz. Kukuletalı mukuletalı! Aklıma geldi de gene okuyayım bari.
Kukuletalı mukuletalı Frenk, dedik. Her okuyuşumda...
Gönül Mecnûn değilsin hüsn-i Leylâ’yı beğenmezsin
Kime dil-dâdesin mahbûb-ı zîbâyı beğenmezsin
Gül-i tasvîr-i ağyâra nedendir meylin ey bülbül
Bu gülşende biten verd-i mutarrâyı beğenmezsin
Yani kendi öz evlâdını beğenmezsin. Anlatabiliyor muyum mânâsını?
Neyse uzun bu da, bize lazım olan yerlerini okuyayım.
Güzeldir Avrupa tahsîlin ammâ Türk idin n’oldun
Gelirsin ecnebi bir kızla Fatıma’yı beğenmezsin. [i]
İrfan... Okumakta iş yok ki.
İrfan tedarik etmek... Okumak başka irfan başka. Bazı insan irfan tedarik
etmez, okudukça nâdân olur. Keşke okumasaydı. İrfansız bilgi insan içün
büyük bir ziyandır. Anlatabildim mi acaba? İrfansız bir bilgi insan için
büyük bir ziyandır. Hadi ona ait de bir şey okuyayım.
Erbâb-ı dili gör ne talep var
ne emel var. İmtihan et kendini. Gönül sahibi misin değil misin? Hakikaten
içinde sadrında yalnız et parçası olmayıp, o et parçasına taalluk etmiş olan
bir nûr-u vahid var mı yok mu?
Erbâb-ı dili gör ne talep var ne emel var
Hak ile gelip Hakk’ı beyan eyledi gitti.
Cânân nurunun sırrını faş etmedi kimse
İrfânsız
eğer şâh-ı cihân olsa da insân
Erbâb-ı
dili gör ne talep var ne emel var.
İnsanlığığın vazifesi bu. Hak ile
gel Hakk’ı beyan et git. Büyük kârdasın.
Cânân
nurunun sırrını faş etmedi kimse
Erbâb-ı safâ
dilde nihân eyledi gitti.
İrfânsız
eğer şâh-ı cihân olsa da insân
İnsan
ikiden hâli değil işbu cihânda
Anlatamıyor muyuz yoksa? Ya cânânını ten; berbat, toprak yapar gider,
ya teni cân eyledi gitti.
Onlar ki
bu âlemde gelip daldı sivâya
Niçün demiştir, Hudâ: “Cemiyet-i
insanide çirkinlik meydana geldiği vakitte, adam sende ile yaşamayın, hepinizi
yakarım.” diyor.
Bu şuna benzer ki bir gemide gidiyorsunuz.
İki tane adam almış bir çiviyi gemiyi boyuna deliyor vuruyor. Oradaki de oturup
bakıyor. “Ne olacak, bir bakalım
delinecek mi?” Delindi mi içeriye su girince sen boğulacaksın. Belki delen
yüzme bilecek çıkacak, sen boğulacaksın. Belki kötü, dünya hayatını kurtaracak
fakat iyi içinde boğulacak. Sen bocala ne yapayım de, haklı olarak.
Onun içün bizim mânâmızda, dedemizin
yetişme tarzında, dedemizin ahlakında: Zulme rıza zulümdür, inkâra rıza inkârdır,
fıska rıza fısktır, nifaka rıza nifaktır. Sen münafık değilsin amma
münafığın hâline “Adam sen de!” demişsin. Münafıksın, diyor Allah. Sen zalim değilsin ama “Zalime bana ne!” diyorsun.
Zalimsin, alçaksın, diyor.
O beş esası söyleyelim mi yoksa yoruldunuz mu?
1. İstişare
edeceği şahıs, akl-ı kâmile, akl-ı selime, tecrübesi görülmüş ve insanlığın
istifade ettiği anlaşılmış olan bir insan olacak. Bir. Daha bitmedi.
2. Mânâya
gönül vermiş, Hak muhabbeti kalbini sarmış, bu muhabbete hiçbir şeyi tercih
edemeyecek sıfatta bulunan adam olacak. Etti iki.
3. Seni
hiç olmazsa senin kadar sevdiğine inandığın adam olacak. Hasud bir adam,
istişare etme, berbat olursun. Bu adam beni benim kadar sever.
4. O
kimsenin istişare yapacağın vakitte elemi kederi mümkün mertebe olmayacak. İstişare
ediyorsun ama mühim bir iş içün geldik. O da kırk derece hasta yatıyor. Etme,
diyor Hazreti Muhammed. Dünya âlemidir, uzun bir kedere müptela olmuştur. O kederinin
biraz soğumasını bekle o dakikasında musallat olma, diyor. Anlatabildik mi
acaba?
5. İstişare
etmiş olduğun şey, senin zevkine nefsine hoş gidebilecek şey olmayacak.
Demek oluyor ki, insan iki âleme
taalluk ettirilmiş; biri âlem-i kudrete biri âlem-i hikmete. Bunu her konuşmada
tekrar ediyorum ki yayılsın diyerekten. İnsan yalnız âlem-i hikmetle işimi
görürüm giderim, diyor. Öyle değil. Asıl büyük gücü âlem-i kudrete
bağlanmıştır. Âlem-i hikmette yalnız akıl geçer, yani dünyada. Biz yalnız
dünyaya ait değiliz ki, yalnız madde değiliz ki biz. Mânâ var ya. Durup
dururken için sıkılır, nedir o? Kabz hâlindeyim dersin. Birdenbire açılırsın,
nereden geldi nereye gitti?
Kederlerler sürûrlar hepsi
misafirdir, gelir gider. Kendine mal etmeye çalışma. Beden bir konaktır;
kederde gelir yatar kalkar gider, sürûrda gelir yatar kalkar gider. Hiçbirisi
sana kalmaz. Onun içün ne kaşlarını patlatacak kadar ger, ne ağzını kulaklarına
açacak kadar gül. Hiçbirisi senin değil hepsi gider.
Ne vermişse Kudret, hepsini
alır. Yalnız eğer muhafaza edersen imanı almaz. O da O’nun en büyük bahşaişidir.
Ve yükünü de imana yükle, sakın kendin taşıma. Allah öyle diyor. “Yahu Ben
seni insan yaptım, diyor. Sana o kadar ikram ettim ki ruh-u menfûh ile tekrim
ettim Ben seni. Ruhumdan Ben sana ruh verdim, diyor. Sen ne kederli yaşadın,
diyor. Neden kederli yaşadın, demek ki sen imansızdın kederli yaşadın. Sana bir
de diyor, bütün yükünü taşıyacak bir de mânâ verdim. Yükle ona elini kolunu
salla doğrudan doğruya gel, Bana.” diyor. Onun içün demiş ya:
Âşıkta keder neyler, gâm halk-ı cihânındır.
Tedbîrini terk eyle takdîr Hudâ’nındır.
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Birdenbire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır
Âşıkda
keder neyler gâm halk‐ı cihânındır
Tabi bu aşk romanda okunan aşk
değil değil mi? Anlıyorsunuz. Romanda okunan aşkta kederde vardır, her şey
vardır. Bu başka bu. Bu aşkın maşukunun perdesini açarsan alnın secdede
çürür. Zevkinden daha kaldıramazsın. Bu aşkın maşuku o kadar güzel. Öbürkü
ayrı. Onun için Fuzûlî öyle söylemiştir.
Kad enâr
el-aşku li’l-‘uşşâki minhâci’l-hudâ[ii]
Sâlik-i
râh-i hakikat aşka eyler iktidâ
Neş’e-i
kâmil kim andandır müdâm
Meyde
tenvîr-i harâret neyde te’sîr-i sadâ
Koca adam büyük adam, iyi
anlıyorlar, onlar. Çok iyi anlıyorlar. İsmine niçin Fuzûlî denmiş, bilir
misiniz? Bir de kendisine niçün Fuzûlî denmiş, ismi Fuzûlî değil onun. Mini
miniyken annesini kaybetmiş. Yetim, üvey annesi de gayet hain bir karıymış.
Kendi çocuklarına iyi bakar, daima tercih ettirir. Civardaki komşular, artık
zaten o fuzûlî derlermiş. “O zaten fuzûlî!” Ona hiçbir şey layık görülmez. Fuzûlî,
o da zaten öyle olmasa böyle olur muydu? Bir tarafı yanık olacak ki bu iş
böyle olsun. Yanık olacak Bir tarafı kırık olursa, Hudâ’nın vergisi çok olur.
“İhden immid dua inder rikkâ"
Öyle dedi, Cenab-ı Peygamber. Rikkat zamanınızı ganimet biliniz. Kapıyı çal,
geri çevrilmez. Ama o hâlde de insan işte şey edemez, çalamıyor. Ya bilmem
ki Hani şöyle kırılır adam da burnu bir sızlar. Bir sıcak gözyaşı gelir, o
dakikada kendinden soyunarak Bâb-ı Hakk’a tak dedin mi: Lebbeyk, der. Ne
istiyorsun, emrine muntazırım, der.
Bu hep öyle geçirmiş, doldurmuş.
Bir de dikkat ederseniz şey de öyle. Mesela Sadr-ı İslam’da Cenâb-ı Peygamber Nübüvvetini
izhâr ettiği vakitte, en çok yol alanlar garip insanlardır. Mesela Bilal,
netice itibariyle zahiri vaziyeti tetkik edilirse köledir. Ebu Bekir almış,
azad etmiştir. Fakat Ömer gibi bir adam: “A’teka Ebu Bekir, seyyidenâ Bilal,
diyor. Bilal efendimizi Ebu Bekir azad etti.” Bir şey anlaşılmıyor mu
cümleden? Bilal efendimizi Ebu Bekir azad etti, diyor.
Sonra ne büyük bir nimet ki... Vaktiyle mânâya ihanet
edip sonra işin çıkamayacağını anlayıp da dâru’s-selamete girdim diye geçinen o
günün rüesasından bazısını şikâyet ediyormuş. Bilal, Hilal, Selman,
bunlar köle. Azad olmuş insanlar. Şikâyet ediyorlar.
“Bunlar İslam
oldular ama bunların İslam’a ne hayrı olabilir? Az mı ziyan ettiler. Bunlar
baktılar ki bugün iş çıkmayacak. Kendilerinde, her birisinde birer riyaset var,
birer câh var. Bari biz olduk diyelim de bu iş olsun.”
Bu sözü söylerlerken Hazreti Ebu Bekir geçiyormuş.
Bilal’e demiş ki: “Ne konuşuyorsunuz öyle? Böyle
konuşmalara taraftar değilim.”
Gelmiş, Resulullah’a diyor ki: “Bilal, böyle böyle
konuşuyorlardı birbirleriyle. Müteessir oldum, demiş. Şimdi bu fitne uyandırır.”
“Vallahi onu bilmem!” diyor Cenab-ı Peygamber, diyor. “Ya
Ebu Bekir, eğer bu sözü tembih ederken Bilal gücenmişse yandın, diyor. Bilal, siz
ne konuşuyorsunuz diye tembihinde, gücenmişse bil ki yandın.”
Çünkü Cenâb-ı Hudâ öyledir ki; bazen zahirde en aciz
gözüken bir adamın, bir adamın gönlü ile oturur kalkar. Allah’ın ağası değilsin
ki! Gönlünü bir anda, hatta bir ufak mahlûkun gönlü ile oturur kalkar.
Koşarak gelmiş o koca Sıddık Ebu Bekir, muazzam bir adam.
Uçarak gelmiş.
“Bilal bana kırgın mısın?” “Hayır!”
“Hututat-ı vechiyende açıklık göremiyorum. Beni tatmin
et. Ayrılmayacağım!” demiş.
Sarılmış: “Eski efendim, demiş. Ben sana gücenir miyim?”
Onun içün insanlar, kırık kalpli insanlarla
uğraşmamalı. Onlar neden yol alır? Cemiyet içerisinde dayanacakları yok,
dayanacağı olmayınca kime dayanır? Zahirde hakikatte her varlık Hakk’a
dayanır amma kendi kendisine perde yapar, Hakk’ı göremeden çürük yerlere basar,
yıkılır gider. Bunlar çürük yer, çürük yer görmüyorlar. Tanımıyorlar, kimseleri
yok, dayıyorlar arkasını... Hak da sarılıyor. İcabında bir kırık kalp bütün
dünyayı asırlarca ayakta tutar.
Bir meczup İsmail Efendi vardı. Ben sizi inanmış zümre diyerekten söylüyorum. Tabi maddenin kesafetinde olan adam anlamaz bu bahisten. Medeniyetini taklit ettiğin saha anlar da, o ikisinin orta yerinde kalmıştır, anlamaz. Nasıl anlar efendim. Yahu gazete de resmi çıktı. Binlerce otomobil Avrupa’da Roma’da gitmiş okutuyor, kendisine bir fenalık olmasın diyerekten. Ee medeniyetini taklit ediyoruz dediklerin senin ya! Otomobilini okutuyor, sen besmele çekersen geri kafalı, diyor. Nihayet otomobil, madde cemad teneke. Gazetede resimleri vardı işte. Hayret, otomobillerin takdis edileceği günü bekliyorlar, diyor. Çıkacak papaz oradan otomobili okuyacak, diyor. Görmedin mi gazete de?
En büyük ilk dersi: Gönüllerinizi birleştirin. Tek tek
kalp kalırsa çökersiniz, diyor. Kalpleriniz birleşecek, müteaddid vücûtlarda
bir ruh olarak yaşayacaksınız. O hâl size geldiği vakitte, Ben size hakkı hayat
vereceğim. Ben vereceğim.
[13]
وَمَنْ يَعْتَصِمْ
بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ . Bütün akıllarınızı bir araya toplayın, bütün dünya kafaları
iri irileri bir araya gelsin, en geniş vazii kanunlar, en büyük terbiyeciler,
en mükemmel inzibat teşkilatı gelsin, yine beşerin gönlüne huzur veremez. Bana
sarılmadıkça ben yolu açmam, diyor. Bana da teker teker sarılınmaz. Toplu bir
gönül hâlinde. Görüyorsunuz biz şimdi bunu kaybettik. Bu yok.
Bu bir “büyük” denilen bir şey vardı değil mi ya? Büyük. Şimdi o büyük
denilen şey yok. Fakat dikkat edin, ilimlere mevzûu verdiğimiz vakitte… İnsan kârını
zararını bilmeli. Bir adam bir mağaza açar, servetine göre işine göre, bazısı
bir günde hesabı kapar, bazısı haftada, bazısı ayda nihayet bir senede bir hesap
çıkarır. Kâr mı etti zarar mı etti? Biz yeni bir millet değiliz. Ufak bir
camiada değiliz. Yeni kurulmuş bir nesil de değiliz. Kökümüz çok derin, aslımız
çoook muazzam. Binaenaleyh bizim tarih-i âlemde çok yükseldiğimiz vakitteki hâlimiz
ne, düştüğümüz vakitteki halimiz ne?
… Bir cesedini taşıyan ölüdür o.
Kalbi ölmüş, hakiki kıblesini kaybetmiş, batılı kıble ittihaz etmiş yahut Hudâ
Allah muhafaza etsin, öyle diyor.
İzâ eradallâhu fitnete kavmin
adallahumullâhu tealâ hatta reevul kabihe cemilen.
Hazreti Muhammed diyor ki: “Allah
bir camianın rezil olmasını, rüsva olmasını, tarih-i âlemden silinmesini murad
ederse, evvela ne kadar çirkin şey varsa güzel gösterir, güzel diye kabule başlarlar.”
Bizde olmaz inşallah. Bizim dedemizin hatırı içün öyle şeyler olmaz. Öyle
diyor.
İzâ eradallâhu fitnete ma’şerin
Allah, kızar kızar. Kötülükleri görür görür, görür görür, görür. Kendisi ile
azamet yarışına kalkılır kalkılır kalkılır. Ehh, öyle mi! Bende ne kadar bütün
çirkinlik varsa o çirkinlikleri güzel gösteririm. Güzel diye kabule başlar, eh,
tarihten siler atar, O.
Ne devreler geçirmiş. Hangi sakf-ı
alî vardır ki yere yere düşmemiştir kâinatta. Sonra herkesin kıyameti de… İşte
öldün müydü kıyametin kopuyor işte. Daha ne arıyorsun? Ölümü öldüremiyorsun,
kabrin kapısını kapayamıyorsun, o hâlde ne diye inat ediyorsun? Alsana bir
kırık kalp satın. Resmen Allah, Allahlığıyla yemin ediyor.
وَالْعَصْرِۙ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ Senin asr-ı Muhammedîne yemin ederim ki, vallahi insanlar hüsrandadır, diyor. Manası o. Ancak hüsranda olmayanlar, sabrı tavsiye edenler, gönlü toplayan kimselerdir. Onlardan mâadâsının hepsini ben mahrum kılmışımdır.
Sen hayatta eğer bir kalbi ihya
edememişsen abidsen de ibadetin batıldır. Hani bazı insanlar vardır. “Canım
ben oraya dâhil değilim!” Niye? “Doğduğum günden bu güne kadar abdestsiz
yere basmadım.” Acaba? “Evet. Ben
yalnız Ramazan da değil, ben savm-ı Davud’la ömrümü geçirdim. Bir gün tuttum
bir gün tutmadım. Yedi defa da Beytullah’a yüzümü sürdüm geldim.”
Mevlana ne güzel söyler. Bir
zengin adam varmış, daima Kâbe-i Şerifin örtüsünü değiştirirmiş. … O vakit. Kıymet ifade ediyor halkın nazarında. Geldikten
sonra çıkarıyor, yirmi tane mi otuz tane mi ne, yetim çocuk. “Orada taşa
elbiseyi giydirdin, bunların Kâbe’si candan. Candan kıbleye bir şey giydiremez
misin sen?” Neyse...
Bunların hepsini yapmış fakat bir
kırık kalbe sahip olmamış. Aramamış daha doğrusu. “Nerede bulayım?” Ara
efendim. Kara borsa bulacağım diye hanın koridorlarında, ızgaralı demirleri
üzerinde ayağın kayaraktan, kafanı çarparaktan iki metre bir metre yahut adi
keyfin içün alelâde bir kahve içün iki saat bekledim, diyorsun. Hudâ onun
fotoğrafını çekti. “Bir kahveye iki gün, iki saat bir saat vaktini geçirdin. Beni
taşıyan bir tek adam bulamadın mı sen ya! Ne yüzle geldin, Bana!” der. O
çekilen o şekillerinin hepsini yarın insanın başına kakması ve şahadette
bulunması içün. Sen düşün bir defa, ne olacak, bir kahve içecektin. Dikilir
öyle.
Bir de tabir vardır, “Kuyruk
olduk” Ne kadar fena. Kuyruk hayvan da olur. Hayvaniyeti kabul etmiş oluyorsun,
hayvan muamelesi görürsün ahirette. Kendi ağzınla itiraf ettin sen, der. Kuyrukluyum,
diyerekten. Sıraya girdim desene! Yaa ağzınla itiraf ettin sen, der. Ben sana
nasıl insan muamelesi yapayım. Sen adi bir keyfin içün bir gününün yarısını
feda ettin, fakat bir insan ki aramadın, bir garip, bir garibin… Biz inadına
aksini yaparız.
“Bir garibin yüzüne gülene Bende
tebessüm ederim.” diyor Allah. Ama bunu da söylerken insan korkuyor. Öyle
sahtekâr adamlar vardır ki, kendisine öyle garip şekilleri vererekten, onun da
yüzüne gülersen, sıyrık olur. Ayıracaksın, bileceksin. Askerde bazı kimse saman
tüysüsüne vurur, doktora çıkar. Ama onu alır adam bakar, bir tokat vurur; hadi sapsağlamsın
git bakalım, der. Sen de ruhun doktoru olduğun vakitte, o mânâyı görünce;
karşına çıkmış adam kırık kalpli midir, taş kalpli midir, canavar mıdır, insan mıdır? Anlarsın.
Kim anlatır bunları? Hazreti
Muhammed anlatır. O ahlakçıların başı o. Kendini de öyle taktim etmiştir. İnnemâ
ene buistu li utemmime li mekarimu’l-ahlak. Ben mekarimi ahlakı itmama
gönderildim. Hiç kimsenin yüzünün kızardığını istemez. Hiç. Hiç kimsenin
yüzünün kızardığını istemez.
Mesela bizim mânâ imanımızda,
mucize keramet Hak’tır. Bende olmuyor, sende olmamaklıkla Kudret’in vermemesi
lazım gelmez. Hilkatte olmaması lazım gelmez. Sen bir yazıyı on sefer de okur
anlarsın, bir adam çıkar bir sefer de okur anlar. Efendim anlayamazsın, diye
iddia edersen gülerler. Senin kafan kalın, öbür adamınki daha kuvvetliyse,
hayır olmaz denmez ki o. Bana da versin diye yalvarılır.
Keramet hak olduğu
hâlde, bakın büyük diyor ki: Ayıplara ait keşifler batıldır, der. Bir
adam en büyük veli olur, fakat boş bulunur da bir kimsenin bir ayıbını meydana
korsa, efendim o onun kerametidir o onu bildi söyledi. Kabul etmeyin, diyor. Batıldır, diyor. Reddediyor, Hazreti Muhammed.
Anlatamıyorum galiba? Ayıplara ait keşifler batıldır. Bunun içerisinde
neler var...
Ayıplara ait keşifler batıldır. Sonra
daima nezaketle durur. Birkaç sefer daha getirmişimdir size bu misali gene
getireyim, daha canlansın. İnsanlığı nasıl kurtarmak istediğini görelim. Bir
hırsız getirmişler, eli kesilecek. Dini celil-i İslam’da hükmü kim verirse
icrayı da o infaz eder. Ne demek o? Mesela hâkim dedi ki, filan adam şu suçu
dolayısı ile idam edilecektir. İdam edilsin. Yok, kendi idam edecek.
Anlatamıyor muyum acaba? O yapacak. Acayip.
E hırsızın eli kesilecek. Şimdi
derler ki: Efendim, o da ne biçim bir kanun, bu medeniyet asrında el kesilir
miymiş. Bu medeniyet asrında hepiniz hatırlarsınız ki, dünyanın en
mütefennin, en medeni milleti olan Almanya’da, bir yumurta hakkı varken iki
yumurta alanı astılar. Anlatabildim mi? Bir yumurtaydı hakkı, iki yumurta almış.
“Haa sen bir yumurta alacaktın, ikinci yumurtayı aldın.” Astılar, astılar.
Neyse bize orası lazım değil de lazım olan yer şurası.
Getirdiler koydular ceza masasına. Kim kesecek? Tabi o gün, o mânânın mübelliği
var. Hazreti Muhammed kesecek. Gelmiş hazırlanmış, icra yapılacakmış.
Derler ki: “Mübarek gözlerinden akan yaşlar, ayakkabılarının
üzerini ıslatmıştı. Öyle ağlıyordu.”
Nihayet ileri gelen ashab, başta Ömer olmak üzere:
“Çok rikkate geçtiniz Ya Resulullah ve o rikkat bize de
tesir etti.” diye onlar da ağlamaya başlamışlar.
“Elbette ağlarım, bir Mü’min kardeşinizin eli kesilecek.”
Yani bu cürüm onu imandan çıkarmıyor, suçlu mevkiinde. Birçok
hükümler çıkıyor orta yere.
“Ne olurdu şehadet etmeseydiniz?” Yani nasihat yoluyla
bunu adam edebilirdiniz.
“O hâlde affedin.” diyorlar.
“Yok, Allah’ın emrini kendimden de fazla severim. Bu icra
edilecek ve bunu bilin ki, bu hususta kızım da olsaydı aynen ismini zikrediyor.
Kızım Fatıma da olsaydı, onun da elini keserdim. Çünkü biliniz ki:
فَإِنَّمَا أَهْلَكَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ أَنَّهُمْ كَانُوا إِذَا سَرَقَ فِيهِمُ الشَّرِيفُ تَرَكُوهُ وَإِذَا سَرَقَ فِيهِمُ الضَّعِيفُ أَقَامُوا عَلَيْهِ الْحَدَّ
[1] Tagazzi: Gıdalanma, beslenme.
[2] Zâd: Azık, yiyecek, rızık.
Yolda yenecek veya içilecek gıda maddesi. Yol azığı.
[3] Şebih: (Şibh. den) Benzer, benzeyen, mümasil,
nazir.
[4] Tekeffül: Kefil olma. Tekeffül etmek: Kefil olmak.
[5] Istıfâ: (Safâ “saf, temiz olmak”tan) En
saf ve temizini seçip alma, seçkin duruma getirme, getirilme, seçilmişlik,
seçkinlik anlamlarına gelen Istıfâ, istilâhi olarak; Allah'ın bazı kullarını, hususende
Peygamberlerini seçip mevcûdât üzerine üstün kılmasını ifade eder.
[6] İrtidât: (Redd: “geri döndürmek, vazgeçmek ”ten) İslâm dînini terk ederek başka bir dîni kabul
etme.
[7] Temkin: bir işin sonunu düşünerek ölçülü,
önlemli davranma.
[8] Ali İmran Suresi 159. Ayet-i Kerime فَبِمَا
رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا
مِنْ حَوْلِكَۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ
فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ
يُحِبُّ الْمُتَوَكِّل۪ينَ
Meali: (o zaman), sırf Allah'ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak
davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp
giderlerdi. Artık onları sen bağışla, onlar için Allah'dan mağfiret dile.
(Yapacağın) işlerde onlara da danış, bir
kere de azmettin mi, artık Allah'a dayan. Muhakkak ki Allah kendine dayanıp
güvenenleri sever.
[9] Meşveret: Danışma
[10] İstibdat- İstibdâd: Başlı başına olmak. Keyfî
idare sistemi. Zulüm ve tahakküm.
İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve
zulümle yaptırmaya çalışmak. Kanun ve nizamlara bağlı olmayarak, çok defa da
kanun namına kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü icra ettirmek. Kimseyi Baskıcı yönetim. Baskı, despotizm. Baskı rejimi.
[11] Vürûd: Geliş. Gelme. Vârid olma.
[12] Taha Suresi
124. Ayet-i Kerime Meali وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ
مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى
Meali: Her kim de benim zikrimden (Kur'ân'dan) yüz çevirirse, (bilsin
ki) ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.
[13] Ali İmran Suresi 101. Ayet-i Kerime. وَكَيْفَ
تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟
Meali: Size Allah'ın
âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra
saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa,
kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
[14] Hadis-i Şerif
(M4411 Müslim, Hudûd, 9).Sizden önceki milletlerin helak olmalarına, inkırâz bulmalarına ancak sebep, içlerinde masa mevki câh sahipleri hırsızlık ettiği vakitte sual sorulmaz, ayak takımından birisi ufak bir şeyi yapacak olursa, derhal tezyi edilirdi. Hangi millette bu hâl başlar, akıbetini yıkımla beklesin, der.
Fuzûlî
Kad enâr el-aşku li’l-‘uşşâki minhâci’l-hüdâ
Sâlik-i râh-i hakikat aşka eyler iktidâ
Aşktır ol neş’e-i kâmil kim andandır müdâm
Meyde tenvîr-i harâret neyde te’sîr-i sadâ
Vâdi-i vahdet hakikatte makâm-i aşktır
Kim müşahhas olmaz ol vâdide sultândan gedâ
Eylemez halvet-sarây-i sırr-i vahdet mahremi
Âşıkı ma’şûktan ma’şuku âşıktan cüdâ
Ey ki ehl-i aşka söylersen melâmet terkin et
Söyle kim mümkin midir tağyîr-i takdîr-i Hudâ
Aşk kilki çekti hat harf-i vücûd-i âşıka
Kim ola sâbit Hak isbâtında nefi- mâ’adâ
Ey Fuzûlî intihâsız zevk buldun aşktan
Böyledir her iş ki Hak adiyle kılsan ibtidâ
Ahmet Remzi Dede (Akyürek)
Gönül Mecnûn değilsin hüsn-i Leylâ’yı beğenmezsin
Kime dil-dâdesin mahbûb-ı zîbâyı beğenmezsin
Gül-i tasvîr-i ağyâra nedendir meylin ey bülbül
Bu gülşende biten verd-i mutarrâyı beğenmezsin
Şaşırmışsın merâmın Türkçe anlatmakda yazmakda
Acep hayretdeyim elfâzı imlâyı beğenmezsin
N’olur bir kerre de âsâr-ı eslâfı tetebbu’ et
Nasıl Türk oğlusun ecdâdı âbâyı beğenmezsin
Dilersin âşinâ-yı fenn-i târîh olmayı ammâ
Arapça söylemiş dersin Na’îmâ’yı beğenmezsin
Şifâ bilmiş etıbbâ-yı ecânib işte Kânûn’ı
Fakat Türkçe değildir İbni Sînâ’yı beğenmezsin
Kitâb-ı Mesnevî’den iktibâs-ı feyz eder âlem
Acemce bir eser dersin de Mollâ’yı beğenmezsin
Akar ağzın suyu Su Na’tini görsen Fuzûlî’nin
Sana bîgânedir vezniyle ma’nâyı beğenmezsin
Yine hep ihtiramkârâne ta’bîrâta dikkatle
Efendim bendeniz dersin de pâşâyı beğenmezsin
Güzeldir Avrupa tahsîlin ammâ Türk idin n’oldun
Gelirsin ecnebi bir kızla Fatma’yı beğenmezsin
Layiksin anladık lâkin sana mescidde yer yok mu
Hele havrâya girmezsin kilisâyı beğenmezsin
Yeter ey hâme Remz-i bî-muhâbâ lâf-ı bî-ma’nâ
Ki sen de yazdığın eş’ârı inşâyı beğenmezsin
4 yorum:
Genç çoban... İçi yanıyor. Diyor: “Ne olur Ya Rabbi bende sana biraz hizmet edeyim. Benim hizmetimi kabul etmez misin? Kirli çamaşırını ben yıkayayım. Bir kere de ben yıkayayım. Bitlerini ben ayıklayayım. Bir ayranım olsun içmez misin İlâhi! Kendi elimle yaptığım, kendi elimle sağdığım, bir ayranımı içmez misin?”
Musa geçiyormuş. Kulak misafiri olmuş. Yana yakıla duruyormuş.
“Kiminle konuşuyorsun? Kime söylüyorsun?”
“Çok sevdiğim Allah’ıma. Kime söyleyeceğim, içim yanıyor. Bana bir defa gelmedi ki!”
Celalli bir Nebi: “Sus!” diyor. “O senin söylediklerinin hepsi birer muazzam küfürdür. Başlı başına küfürdür.”
Hudâ’yı sıfatları ile isimleri ile beyana başlamış. Anlatıyor amma anlamıyor. O’nun ibadet şekillerini anlatmış, O’na kulluk nasıl olacağını.
“Bir daha işitmeyeyim”, demiş. “Bu tarif ettiğim gibi hâl sahibi olacaksın.”
Musa açıldıktan sonra, o ne söylediyse hiçbirisi yok.
“Eyvaah, demiş. Eski yaptığım yanlışmış. Bir iyi insan geldi tarif etti, bende O’na ait hiçbir şey de kalmadı.” Başlamış ağlamaya.
Epeyce o da ayrılmış. Cenâb-ı Musa’ya Hudâ diyor ki:
“Sen kudretin olduğu müddetçe ayırmaya ayak basmayacaktın. Ben seni, insanlık âlemini, Bana yaklaştırasın diyerekten vazifelendirdim. Onun o küfürleri Benim için imandı. Onun küfürleri Benim için imandı. O nasıl yanıyordu Bana biliyor musun? Şimdi sen ne yaptın? O orta yerde kaldı, dediğini de kabul ettiremedin. Her insanın aklının kudreti kadar konuşmadın. Onun içindeki safiyeti, o ihlası layığı ile tetkik etmedin, aramı açtın. Bulamazsan aramı sen de çok fena olacaksın.”
“Gideyim bulayım.” “Ara, bul!” diyor.
Allah’ın da cilveleri acayiptir. Ara ara çıkmaz ki çoban. O onu bulamaz, o onu bulamaz. Nihayet bulmuş.
“Bildiğin gibi, bildiğin gibi!” demiş.
Cennette diken arama bulamazsın. Kendini bulursun, demişler.
Fazilet-i ahlâkisiyle tanınmış, El-Muvaffak namında bir zât varmış. Bunlar ihlas ile oluyor hepsi. Kanaatle elzemi birleştirmiş, öyle yaşamış. Senelerce çalışmış.
İşte bazı adam öyle olur, bilinmez hayır nerde olduğunu da. Çok çalışır, az kazanır. Çalışmak başkadır, kazanmak gene başkadır. Çalışmak başka kazanmak başka. İnsanlar muhakkak kazanacağım diye çalışmaz. Allah emretti diye çalışır. Çünkü her çalışmanın karşılığında kazanmak ölçü ile olmuş olsa, bakarsın ki bir adam yirmi saat çalışır; kafası muazzamdır, edebi vardır, fazileti vardır, ahlakı vardır, anca bir ekmek çıkarabilir. Öbür tarafta şakidir, zalimdir, türlü rezaletle mücehhezdir, ne çalışır ne bir şey, telefonda verdim aldım der milyonlarla oynar. Belki yapmış olduğu işi de yanında çalıştırmış olduğu adamından öğrenir. Aklın halledemediği işler bunlar. Bunlar, bunlar tatlı şeyler. Bunlar hâl olunmamış mı? Olunmuş. Söyleyelim mi hepsini şimdi? Yarım saatte her şeyi ver geç git.
O zât da öyleymiş, çok çalışır, az kazanır, kanaatle elzemi birleştirir. Fakat İçinde bir derdi var. Hacca gideceğim Beytullah’ı ziyaret edeceğim. Hazırlanmış, ertesi günü de çıkacak yola. Öyle bu teyyareye binip böyle inmek değil. Zevki onun, ben insan arayarak gideceğim. Hem gideceğim, hem de Hazreti İnsan arayacağım. Her diyara uğrayacağım. Üç ayda mı beş ayda mı giderim. Ama zor oluyor öyle şey.
Dikeninden sakınan ellere gül vermezler. O zorlukta tat var diye öyle gidecek. O kararı vermiş, Mütevâzı, basit, ufak bir dükkânı var. Önünde oturuyormuş, yer iskemlesi olarak. Bir hanım, mesturâne, afifâne, mahçupane, bir eda ile gidiyor. Giderken orada durmuş. Şöyle bir iki adım kadar. Duraklamış. Yaklaşmak istemiş, istememiş. Cesaret edemiyor galiba.
Demiş: “Kızım bir şey mi söylemek istersin?”
Demiş: “Efendim, ben hamileyim. Şu evden bir yemek kokusu geliyor. Çok fena olacağım. İsteyebilir misiniz bana bir lokma bir şey?”
“Hay hay evladım, otur.” demiş.
Kapıyı çalmış, açmışlar, “Buyurun” demişler.
“Sizde bir yemek pişiyor. Hamile bir hanım buradan geçerken bana rica etti. Ondan bir parça verin de bir insanı kurtaralım.”
“Bir lokma dahi veremeyiz!” demişler. Bir lokma dahi veremeyiz.
Demiş: “Evladım, şöyle ekmeği ban hiç olmazsa suyuna, ne çıkar bir lokma…”
“Elini bile dokundurtmayız!” demişler.
Çok ısrar edince, demiş: “Israr etmeyin. Vermememizin sebebi var. Bu yemeği ancak biz yiyebiliriz. Bizden başkası yiyemez, bu anda.”
“Neden?”
“Sorma nedenini de!”
“Yok, demiş. Çok merak ettim, söyleyin.”
“Kudret, bizi ağır bir imtihana sevk etti. Rızk-ı sûrîyi tedarik hususunda büyük bir imtihan geçiriyoruz. Bütün çalışmamıza rağmen, biz aç kaldık. Sonra biz Hakk’ın Kur’an da tarif etmiş olduğu sıfatla mücehhez... Çünkü Cenâb-ı Hak der ki: Cemiyet içerisinde öyle insanlar vardır ki, cemiyet onları zengin tanır. Fakat onlar dertlerini Bana da söyleyemezler. Onlardan birini bulur elinden tutarsanız, Ben sizi böyle tutar kaldırırım. Onların sıfatları vardır, beyan ediyor. Sen zorladın, bizim işimizi de bozdun, demişler. Biz son ana gelince ölü eti yenilir, ölü hayvan eti yenilir. Ölümü tercih etmezsin, ölmeyecek kadar ondan yiyebilir. Bu kestiğimiz, pişirdiğimiz bir ölü hayvan etidir. Ancak bize aittir, başkası yerse haram olur.”
Bir şey anlatabiliyor muyum? Daha bunun aşağısı var. Asıl mühim aşağısında.
“Ciğerim, demiş. Mâdâmı ki öyle, o da aynen sizin gibidir şimdi. Bir lokma yesin.”
“Pekâlâ, al bakalım!” demişler, vermişler.
Dönmüş, E l Muvaffak. “Ya Muvaffak, şu parayı biriktirdin. Beyt-i Şerif’e gitmek içün. O gideceğin Beyt-i Şerif taştan topraktan yapılmıştır, bir insana remizdir. Onun canlı bir kapısı var.”
Almış götürmüş, demiş: “Azizim işte benim böyle bir param vardı, size veriyorum. Sizde İhtiyacınızı giderin. Minnetsiz. Para Hakk’a ait bir şeydir.”
Ondan sonra da Hudâ’ya demiş ki: “Ya Rabbi, niyetimi biliyorsun, ihlasımı da biliyorsun, ister bunu onun yerine kabul et, ister etme.”
Sen bir yazıyı on sefer de okur anlarsın, bir adam çıkar bir sefer de okur anlar. Efendim anlayamazsın, diye iddia edersen gülerler. Senin kafan kalın, öbür adamınki daha kuvvetliyse, hayır olmaz denmez ki o. Bana da versin diye yalvarılır.
Yorum Gönder