Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

93. Kaset

093 (134) 72 dk (10.12.1961)

Eski konuşmalarımda söylediğim gibi, bizim bu âleme gelmemizde gitmemizde ihtiyârımız yok. Öyle değil mi? Şöyle zaten, insanı teâli ve terakki ettirecek ilk düstur, kendisini aramasıdır. Kendini aramaya başladığı vakitte -derin değil, şöyle sathi bir vaziyette- içinde sessiz, bizsiz, sizsiz konuşan vücûdu ile baş başa kalırsa: Yahu ben buraya gelirken bana bir şey sormadılar, bilmiyorum bile.

Var mı içinizde bu âleme gelirken, “Beyefendi sizi bir âlem-i şuhûda sevk edeceğiz, teşrif eder misiniz?” Sormazlar. Giderken de sormuyorlar. İstersen kâinatın serir-i saltanatı senin olsun. Adet manzumesine girmeyecek kadar servete malik ol. Fakat sormuyor sorulmuyor, âdet olmamış. “Beyefendi bir âlem-i berzâh vardır. Sizi biz, böyle çevire çevire bir yere götüreceğiz.”

Ebediyet âlemi de hemen böyle bir merhale değil ha! Onu da anlatmak istersek, uuuf! Hani böyle insan mânâ ilminin bildirdiğinde doğrudan doğruya gözünü bu âlemden kapayınca hemen iş olup bitiyor değil. Daha çok âlemler dolaşır. Âlem-i berzâhta kalır, o da bir âlem. Neyse, şimdi bizim mevzûumuzla orası az alakadar. Bize burada lazım olan yer, gelmemizde gitmemizde ihtiyârımız yok. O hâlde biz, malik bir araz memluk bizâtihi. Hiçbir şey anlamadım bu sözden. Anlatacağım. İlmi tabiri böyle geldi de onu verdik ondan sonra açalım.

Bizim bağlı olduğumuz varlığımız yani bize izâfe edilen varlık, arızi. Nasıl olur da? İhtiyarlama, nasıl olur var mı? Daha vücûd âlemindeki varlığımıza sahip değiliz. Hepsi eğreti, alınıyor. O hâlde… Fakat ayırmakla beraber, bir yer bizi tutuyor. Tam bir de sahibimiz var. Bir şey anlatabildim mi? Burayı insan düşündükten sonra mecbur oluyor insanlık zevkini tatmaya.

Hayatta en mesut adam kimdir? Cemiyette bunun birçok tarifleri vardır. “İşte en mesut adam; en büyük servete malik olan, en büyük câha sahip olan en büyük varlığa malik olan...” Yook! En mesut insan; gelişindeki ve gidişindeki gayeyi bulup, öğrenip, gönül denilen hududu bulunmayan, sınırı olmayan... Malum ya bildiğimiz bilgilerde her âlemin sınırı vardır; dünyanın, semanın arşın, memleketin, her yerin. Sınırı olmayan yer, ölçüsü olmayan yer, gönüldür gönül. Onun içün öyle demişler.

Saray-ı lî-ma’allahi[1] vallâhi gönüldür. Gönül. Bu âlemine sahip olarak, gönül âlemine sahip olarak, ah almadan yaşamış. Hayatında yok almamış ah. Her gün takvim-i insanisinden bir yaprak koparırken, kaşlarını çatmamış, “Eyvah bitiyor, ömür tükeniyor!”  öyle değil. Aslıma kavuşuyorum, muhasebe-i nefs ile sayılı nefeslerimi hesap ile geçirdim. Şerre alet olmadım. Zulme divan durmadım. Hiçbir vakit beşere ziyan verecek sahada çalışmadım. Gücünün yettiği kadar kendi istîdâtı ne ise o kadar boynumu büktüm, eşyaya nazar-ı hakaretle bakmadım. Hiç kimseyi hakir görmedim.

Çünkü bu mevcûdât, bu beşeriyet, Kudret’in bir makinasıdır. Nasıl ki en ufacık bir vida kopar, yerinden düşerse, o makine o gün muattaldır[2], işlemez. Ama büyük silindiri var, muazzam kazanı var, mükellef gözlere dehşet verici veleh verici hâli var fakat mini mini bir vidası kopmuş.  Ne o, bulamadık vidayı. Senin en hakir gördüğün de Kudret’in bir vidasıdır. Bir şey anlatamıyor muyum?

Beşer, beşeri hakir görmeye başladığı günden itibaren düştü, ah vah işte, şöyle böyle fayda yok. “Bütün fenalıkları bir yere toplamışlar bir hane. (Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi umur-u hariciyede misal veriyor) Ne kadar fenalık varsa, Kudret onu bir evin içine sokmuş, kapısını da sahte benlikten yapmıştır.” Eğer sende böyle bir kibr-i nahvet, mevcûdâtı küçük görerekten, ben yaratırım sevdasıyla yaşayan bir kafa varsa, işte o bütün kötülüklerin içine girmiş olduğu binanın kapısı olaraktan yaşıyorsun. Yazık! Ahlak bunları düzeltir. Her an insan kendisini koruyacak, dikkatle bakacak. Başlıca yer burası. Acaba ben Kudret’le azamet yarışına çıktım mı çıkmadım mı? Zannederim şu ufak vida mevzûu, bu konuştuğumu hulâsa eder ve herkese anlatabilecek kadar bir şey verir kanaatindeyim.

Cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd.[3]

Efendim ben, binlerce kilo tartan bir baskülüm, bir kantarım, öyle tenezzül etmem. İyi ama hastalandın, ilaç verecekler, yarım gram diyor. Yarım gramdan bir parça fazla alırsan ölürsün, diyor. Senin baskülün on para etmez ki. Mini mini bir terazi lazım. Anlatabildim mi? Yarım gramı tartamazsın o kantarda. Hiç, para etmez. Onun içün, cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd. Hilkat böyle kurulmuş. Şimdi buna daha misaller vereceğim. Mevzûa daha girmedik.  Öyle demiş Fuzûlî, ne büyük adam.

Nem var ki laf edem özümden.
Mahveyle beni, benim gözümden.

Ben kendimi gördüğümden beri boyuna yıkılıyorum. Ben Seni göreyim, benim kendim Seni görmeme mani olan en büyük engel. Seni görememem gibi değil. İnsan en ufacıcık bir mataha sabredemiyor, en ufacık bir eşyayı alamadım diyerekten, sabırsızlıkla çırpınıyor. Ya Allah’sız kalmak. Nasıl sabredilir? Nasıl sabrediyor? Senin aslın O. İnsan aslını bulmakta aslına kavuşmakta bir heyecan görmez mi? Nasıl sabredebilir? Ama kendime söylüyorum,  gaflet perdesi. Görür, Kudret açar. Değil mi ufacıcık bir şeyi bir eşya, edinemedim bunu yapamadım bunu dersin, keyfin kaçar. Şu işi yapamadım. Şu olmadı. En adi bir matah icabında.

Herkes hayalinin kölesidir ya! Hayalinin kölesinden kurtulmuş olan adama ahlak hür adam, der. Yani hürriyetine sahip olmuş. Hayaline köle değil. Nefsine köle değil. Ruhunu nefsinin esaretinden kurtarmış. Ruhu nefsinin esaretinden kurtulmuş adam nasıl olur? Bütün ihtiraslardan soyunmuş olur. Hep ölçülü onlar, tartılı. Meçhul değil. Hayâsı galip olur, Hakk’tan başka birine şikâyet edemez. Tuhaf. O işte birinci sınıf insanlar.

Zaten öyle demişlerdir: Utanması olmayan insan, surette insan olsa da sirette hayvandan aşağıdır, der. Kimden utanacak? İlk önce kendinden. Kendisinden utanacak. Hakiki insan, öyle büyük kıymeti var ki,  mescûd-u amme-i melekût[4] Kudret, ayrı bir imtiyaz vermiş. Niyâbetini[5]  kendisine takdim etmiş. Semavat ve arzda, yerde gökte neler varsa, emrine musahhar kılmış.

Senin bu büyük icatların, ihtirâların[6] filan bunlar; Hindistan cevizi kadar muhafazasının içerisinde bulunan cevher-i akıl dediğin, gözle görmediğin, elle tutmadığın, nerede bulunur anlamadığın, bir varlıkla mı meydana geliyor? Yook! O ampul. Elektrik bu değil ki! Fakat sahrâ-i beyâbanda büyümüş, çıranın ışığından başka bir ışık görmemiş bir insanı birdenbire getirsek bunu göstersek; bunun içine ne koydun da yaktın, der. Canım bunun içine bir şey konmamıştır, işte müspet menfi iki kutup vardır, bunun içtimaından şu… “Ne, ne anlatıyorsun sen? Ne koydun diyorum, sen bir şeyler söylüyorsun. Bunun içine ne koydun da yakıyorsun diyorum, ne anlatıyorsun?” der.

Mânâya ahlaka gönül vermeyende haddizatında yarın böyle hüp bir tarafa bir tarafa çevrilecek hoop bu olanın içerisinde, bunun içinde yakıyorum... Yok azizim, bunsuz olmaz fakat bunun cereyan gelen yeri var. Anlatabildim mi? Bazen o cereyanın şeyi açılır, çarpar adamı, çarpınca inkâra doğru gider işte. Gelirken çarptı, gitti gürültüye. Onu iyi muhafaza içerisinde tutacak. Onun en iyi şeyi, elektrik istılahını bilmiyorum, sen benim anlatış tarzımdan anla. Ne bileyim ben, elektrikle meşgul olmadım. Dokunmaması sana hayatında senin vücûdundaki elektriğin sana dokunmaması hayâ kablosunda durmasıdır. O vakit yol alırsın. Çünkü hayâ baştanbaşa hayırdır. Baştanbaşa hayır. Yol alırsın.

Gelelim şimdi mevzûumuzun an yerine. Dedik ki: Ahlak mevzûu insan ile beraber tev'em[7]  ikiz, beraber gider ayrılmaz. Ahlakı da ikiye ayırmıştık. Bir vazifeden doğan ahlak demiştik, bir de aşktan ışktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın annesinin akıl olarak göstermiştik. Aşktan doğan ahlakında mader-i aslisini kalp olarak göstermiştik. Kalp. Bunların hep tarifini yaptık amma nasıl sofranın ekmeği daima gelir, yemek değişir ekmek değişmez. Bu da bizim konuşacağımız mevzûun ekmeği. Gene tekrar edeceğiz.

Hissin galatlarını tashih eden kuvvenin adına akıl denmiş. Aklın birçok tarifi var. Meçhulden malumu çıkaran şeye akıl denmiş. Medar-ı teklif. Hayırla şer bildirildikten sonra akıl temeyyüz eder, bizâtihi etmez. Hani bazı kimseler vardır ki, akıllan mı olur? Yook! Aklın da dayanacağı bir yer var.

Hayır hayır diyemezsin ki, çünkü sen kaç defa demişindir, hayatta. “Ahh beş sene evvel bunu yaptım, bugünkü aklım olsaydı yapar mıydım!” Ne malum, bugünkü aklını yarın da tenkit etmeyeceğin. Senin nazariyen düştü. Anlatabildim mi acaba? Söylemedin mi hiç hayatta? “Olmadı efendim, bugünkü aklım olsaydı, ben iki sene evveli o işi öyle yapmazdım!” Ne malum bugünkü aklını da bir sene sonra yahut yarın tenkit etmeyeceğin. Onun içün öyle demişler.

Tahkik yolunda akıl n’etsin  a’mâ u garîb kande gitsin.
Meğer sen olasın refikim, taa sehl ola tarikim. 

Öyledir, Kudret’le irtibatı olmayan, ebediyetle ünsiyeti olmayan akıl, insanı isyana sevk ettirir. Ne olur isyana sevk ederse? Mahrum olur. Üç günlük hayatı huzursuz yaşar.

Kalp mevzûuna gelince.  Onun tarifi uzun. Kalp. O sadrımızda mahall-i mahsusunda, mahrûti yüz şekil, dört gözlü işte şu kanı alır, şunu verir, şunu temizler, şunu şey eder. O kalp, vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de vücûd-u insanimizin kalbi var. Benim burada konuştuğum vücûd-u insanimizin kalbi. Onu anlat. Onu anlatmaya bende takat yok. O iş çook. O vücûd-u hayvanimize ait olan kalp. O kalbe taalluk etmiş olan bir kalp daha var. Asıl kalp o. Vücûd-u insanimizin kalbi. Ondan doğar aşk.

Geçen konuşmamda dediğim gibi: İnsan böyle kendi kendine kalınca, aslını aramaklık heyecanı başlar. Biz en ufak bir matah-ı dünyayı, şurada burada ararız da kendi hakikatimizi aramayız. Hâlbuki bu âleme gelmeden gaye, onu aramaktır. Onu bulmaktır. Bu âlemde onu bulamadan giden kimse, ikinci ebediyette de bulamaz. Acı tarafı bu. Bulamaz. Burada kör yani burasındaki gözü göremedi mi bir şey? Buradaki körlük kafa körlüğü değil. Burada göremedi mi görüleceği? Efendim ikinci hayatım da görürüm. Hayır! Teklif sakıt olmuştur. İkinci hayatta göremez. Öyle gider. Mahrumiyetle.

Ee, şu elli atmış sene içerisinde, az bir zamanda elde edilecek büyük şey neden olmuyor? Tam inanmak olmadığından olmaz. O inandım der, olmaz. O inansa aşk başlar. Kalbi mehbet-i ilim olur. Mehbet-i ilham olur. Yani ilmin ilhamın durduğu yer olur o kalp. O vakit açılır.

İnsana bütün varlıklar, daima mânâdan gelir. Sizin o büyük muhteri diyerekten tanıdığınız en zor keşifleri yapan insanlar, onların çoğu itiraf etmişler ve söylemişlerdir. Mal bir yerindir; herkes O’na çalışır, inanan da inanmayan da. Görüyor, o istîdâtta bir çırpınma var. Kudret, al bakalım diyor. Kimisi rüya âleminde, kimisi birdenbire ummadığı bir anda bir tecelli ile meydana getirmiş. Hepsi itiraf ederler. Erbâb-ı ihtirâ, büyük ilim adamları, onu derhal itiraf eder. Yalnız şöyle bir parçacık az bir şey bilenlerdir, o zavallı inkâr sahasında bulunup ben diyerekten geçinenler, ötekisi yoktur.

Mesela git âlem-i Garb’a son asırda, vaktiyle dedendeydi oraya geçmiş. İlmin bânisi bizdik, onlar söyler kendileri. İlmi biz oradan aldık, der. Şöyle olmuşuz biz. Güneşin içindeymişiz, gözümüz kararmış geriye çekilmişiz. Onlar karanlıktaymış, güneşi görmüşler ileriye gitmişler. Tarih bundan ibaret.

Görürsün ki neler neler ihtirâ etmiş. Konuşmaya git, gayet mütevâzı bir çocuk gibi sizinle konuşur. Gayet mütevâzı. Hiiç, ne benlik vardır, ne şu vardır ne bu vardır. Saf bir kalp ile konuşur. Zaten o kalp o kadar saf olmasa oraya inmez. Bizde ufacık bir şeye sahip olur, bu tarafa konuşurken kafasını çevirmez. Böyle çevirmez. Seksen defa eğilirsin bükülürsün, şöyle edersin böyle şey edersin. Öyle bir şey yok, ilim adamında öyle şey yok.

İlim, hilmle kemâle erer. Belle bunu. İlim, hilm ile kemâle erer. Bir daha söylüyorum. Bugünkü konuşmamın an yeri bu. İlim, hilm ile kemâle erer. İlim, hilm ile meyvasını verir. Hilm olmadı mı o ilimden hiçbir hayır gelmez. Ne yemişi olur ne meyvasını verir ne kemâle gelir. Hiçbir şey olmaz onun, hiçbir şey olmaz, hiç!

Kalp; acaba var mı yok mu, bir de bu mesele var. Kalb-i hayvanî hepimizde var, fakat kalb-i insanî var mı? Ruh-u menfûh, ruh-u izâfî, Hakk’ın ben ruhumla, zor yer de kelimesini bulamıyorum. Hakk’a taalluk eden yer olduğu içün, ulu orta konuşmaklık olmuyor. Burayı da söyleyeyim. İnsanı diyor, ruh-u menfûh ile tekrim ettim. Fatır öyle diyor. Ruh-u menfûh ile tekrim edilmiş, başka mevcûtta yok. Hiçbir mevcutta yok. Yalnız insanda var. “Kendi ruhumdan onu tekrim ettim.” diyor. Onun içün geçen konuşmamda dediğim gibi; Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi diyor ki: “Ezel âleminden bu nasibini almamışsan, o her an tecelli etmektedir. Kendini ona arz et, o ruh-u menfûhu kap. Onun da sana tenezzül edebilmesi içün kalb-i selim olması şarttır.” Kalbin selim olması. Niçün demişler.

Arif-i Hakk’ın olur kalbi selim. Arif-i Hakk’ın olur kalbi selim.
Gönül mir'ât-ı nazargâh-ı Alîm.

E şimdi bu kadar tekrim edilmişken, insan böyle alelâde, zahirde bal gibi tatlı, fakat içinde semm-u katil dolu, neticesi cifeye inkılap edecek herhangi bir şeye seciye-i insanisini satabilir mi? İyi duyarsa buna razı olur mu? Olmaz. Bu duyguyu veren şeyin adına ahlak derler. Ahlak tarifleri yapıyorum.

Neticede görünen her şey tefessüh[8] eder, değil mi? Gayet karnın aç olur, güzel bir yemek pişer. Aman ne güzel kokuyor dersin, çabuk çabuk dersin. Böyle uh ıh uh diyerekten yersin. İki gün sonra tel dolapta kalırsa şunu atsanıza, dersin. Ne o? Dün titriyordun üzerine.

Her şey öyledir azizim. Senin gözünü kamaştıran ne varsa hepsi kokar, kokar. Onun kokusu, yemek kokusuna da benzemez. O öyle bir kokudur ki, öyle bir kokmuştur ki, yemek kokusuna da benzemez. Pek çekiliyordu aman diyordun, ne güzelde ne kendine mahsus rayihası var. İçin titriyordu getir, yerken de ıh ıhh diyerek yiyordun. İki gün kaldı orada, ondan sonra burnunu tıkarsın. Şunu atın, dersin. Etrafını berbat edecek çabuk atın, dersin.

Hep onlar bir ders-i ibrettir. Kudret onu istese kokutmazdı. Kokuttu ki, bu kokudan bir şey anla da kokacak olan şeye kendini satma, diye. Onların hepsi, hadisatta ne varsa heyet-i umumisi, Fatır tarafından beşeri kurtarmaklık içün birer tabiri caizse ders kaçırma şeklidir.

Sonra biz hayrın şerrin, kendimiz hakkında her yaptığımız şeyi meydana getiremeyince dövünürüz. Dövünme hiç! Kudret’in sana verdiği sıfatları kullan. Göz, görmek içün verilmiş. Görüleceği göreceğim, diye uğraş. Akıl,  meçhulden malumu çıkarsın diye verilmiş. Bunu yapacağım, diye çabala. Kulak; işitmek içün verilmiş, işiteceğim diye uğraş. Hulâsa sende ne gibi ariyet sıfatlar varsa, bunların heyet-i umumisini kullan. Kullandıktan sonra, ne çıkarsa başının üzerine koy. Ya böyle? O benim için hayırdır, de. Ben hizmetimi yaptım. Beni benden iyi bilen, beni benden iyi gören, bana benden daha da merhametli bulunan bir aslım var. O bunu yapmasında elbette benim bilmediğim neler var neler var, der. O zevkten ayrılmazsın.

İnsanın yarısı gayıptan, yarısı da ayıpdan yaratılmıştır. Ayıptan olan yüzünü Hak ve hakikat korkusu ile yıkamadan kimseye çıkarma, der ahlak. Bir şey anlatamıyoruz galiba! Onu o korku ile yıka, ondan sonra mevcûdâta arz eyle. İnsanın bir yüzü bir veçhi böyledir. Onu Hak ve hakikat korkusu ile yıkamadan sakın kimseye gösterme.

Ahlak der ki: Daima fıtrata bakın. Fıtratta da ilk önce kendinizi arayın. Fıtrata baktığımız vakitte, görüyoruz ki bu sahne-i şuhûda gelen her çocuk, her mevlüt, her şekli kabule müsteid bir vaziyette gelir. Hadisatın boyası ile boyanır. Kemal ve fazileti acaba aba-u ecdadından mı alır? Yahut sefahât-i rezaleti aba-u ecdadından mı alır? E annesi babası da gelirken öyle gelmişti. Bomboş değil mi o? Fıtrat-ı selameti ile geldi, bu âlemde dayanacak.

Kudret’in, Hak ve hakikatin bize göstermiş olduğu yolda, her insanın fazilet ve rezalet ihtisâbı[9] kendisine aittir. Fazilet ve rezalet ihtisâbı kendisine ait. Şimdi görüyoruz ki, fen terakki etti daha da ediyor. İlim de gözleri kamaştıracak kadar yürüdü. Sanat da fikirlere veleh verecek kadar büyüdü. Öyle değil mi? Dünya ufacık bir şey oldu, hoop hemen etrafı… Kudret ne büyük ders kaçırttırıyor. “Senin diyor, dünya diye kendinde gözünde büyük tutmuş olduğun âlem, benim saray-ı kebirimin kalorifer dairesinin is odasından bile küçüktür. Sana senin elinden yaptırttırayım da anla. Benim azametim o kadar büyüktür ki, senin bel bağladığın âlem, sana bir misal vermek lazım gelirse benim saray-ı kebir-i kâinatta, en aşağıda öyle bir bodrum katında isli bir odadan ibaret.” Bir şey yok. Çi faide ki farkına varan pek azdır.

Binaenaleyh, ahlak insan ile tev'em olduğuna göre, insan için aranılan yegâne şey var. Kemâl. İnsan için bir gaye-i kemâl var. Onu elde ettirtmeklik içün çalışan şeyin adına ahlak, derler. Zira insan noksana da maruzdur. Kemâle teâli etmesi fezâile bağlı, noksana mağrur olduğundan dolayı aşağıya düşmesi, rezâile bağlı. Bundan ne çıkar? Her fazilet kendisi ile ittisâf[10] eden, insanlardan teşekkül eden kavimde birlik çıkar. Belle bunu.

Hani geçen konuşmamda demiştim ya: Beşerin yıkımı nedendi? Hedefini menfaat tanıyıp da fazilet tanımadığından dolayı idi. Onu itmâm[11] ettiriyorum bugünkü konuşmada. Düsturları kurduk ya. Beşeriyet niçün silkinip de birdenbire bir huzura çıkamıyor? Neden bir felaha kavuşamıyor? Bu kadar ilmi ile bu kadar fenni ile bu kadar sanai ile bu kadar fikri ile bu geniş felsefesi ile neden bir türlü böyle neticede itibar ile gayet basit olacak bir huzuru bulamıyor? Onun izahını yaptık, o maddelerin içerisinden bir tanesini demiştik ki, hedefi menfaat olarak kabul ettiğinden dolayı. Hedef menfaat olarak kabul edilince tutmuyor. Tutmuyor.

İhtirasât-ı nefsaniye tatmin olmuyor. Ve bu cibillidir. Bugün kıvranır adam; şöyle bir elli bin liram olsa işi yapacağım da tam yerine gelecek, der. Elli bin olur, yüz bin der. Yüz bin olur, milyon der. Milyon olur, o nüvilyon der. Boyuna der, o. Nâmütenâhiye doğru gider. Durmadığından dolayı ee paylaşmak çıkıyor. Paylaşmak.[12] Beşer kendi ağzı ile de bunu itiraf ediyor, bu itiraf edilince, Kudret diyor ki: “Pekâlâ paylaşın!” diyor. Şimdi bütün dünya insanları, mevzii konuşmuyorum, bütün dünya camiası, hayatı mücadeleden ibaret diye tarif etti. Hah, Kudret de diyor ki: “Sen hayatı cidal olarak kabul ettin ya, kendi ağzınla da itiraf ettin, buyurun paylaşın birbirinizi!”

Hâlbuki hayat cidal değil ki! Biz bu âleme cidale gelmedik. Cihada geldik. Evvela neyle cihat edeceğiz? İklim-i vücûdumuzda çöreklenmiş olan yedi başlı ejderha ile. Onu imha ettikten sonra artık, küçük cihatlar başlar. Fakat ilk önce yedi başlı ejderha. Hırs, tamah, kibir, buğz, adâvet, riya, bunları ezecek.

Şimdi her fazilet kendisi ile ittisaf edenler arasında bir ülfet bir muhabbet meydana getirir. Yeni konuştuğum şey, bunu iyi dinle. Bunu söyledim, söyledim, söyledim de şimdi izahını yapıyorum. Hani diyoruz ya fazilet fazilet, o ne demek fazilet? Her fazilet, kendisi ile ittisaf edenler arasında bir ülfet meydana getirir. Muhabbet meydana gelir. Yani vahdet olur. E ne olur? Vahdet olunca, birlik olunca ne olur? Bana fenalık yapabilir misin? Ben sana fenalık yapabilir miyim? Kudret; o camiaya o varlığa, öyle bir zırh giydirir ki, delinmez. Öyle bir elbise giydirir ki, bir türlü yırtılmaz.

Fezâili, faziletleri, bir kelime ile netice ver diyerekten sorarsanız. Mecmu-u fezâil, bütün ef’al de adilden ibarettir. Binaenaleyh adil denilen o büyüklük; bir milletin, bir kavmin, bütün efradına şâmil[13] olursa ne olur? Herkes haddini bilir. Herkes haddini bildiğinde, ne sen bana tecavüz edersin ne ben sana. O vakit ne olur? Allah’ın eli üzerinde olur. Haddini bilince teâvün başlar. O başladı mı adlin üstündeki olan rütbe gelir. Muhabbet. Muhabbet adaletten üstün. Niye? Adalette ikilik var. Sen varsın ben varım. Ben seni tanıyacağım,  sen beni tanıyacaksın. Muhabbet de ne sen varsın ne ben. O var. İşin en şık tarafı bu.

Bizim dedemiz, o zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı va’z eden, kalbi bütün mevcûdâta karşı rikkatle çarpan, tarihin en eski efendisi olan o ecdadımız, bu sıfatları belagân mâ belâğ[14] almış. Evvela canan, sonra can diye yaşamış. Gönüller feth ederekten, yaradılışta ki gayeyi bularaktan, geçmiş gitmiş. Bizde o sıfat vardır. O kan vardır. Biraz şöyle düşünecek olursak; bunlar zor şeyler değildir, bu hâller. Bize yine o satveti verir, yine kâinatın efendisi olarak yaşayabiliriz. Cibilli vardır bizde. Daha bir misal getirebilir misin, diye sorarsanız. Mesela şöyle daha maddi bir misalle anlayalım bunu.

Cemiyet-i insaniyeye nispetle fezâil, kâinata nispetle cazibe-i umumiye gibidir. Nasıl manzûme-i kâinat; seyyareler, yıldızlar, kevâkib, bir cazibenin tesirinde hiçbirisi birbirine karışmadan, muntazam seyrini devam ettirip, bir vahdet gösteriyorsa, eğer bir milletin efrâdı da fezâil ile ittisaf edecek olursa, aynı vahdetle kâinat üzerinde ibkâ-i[15] nâm[16]  eyler.

O, evvela ailelerden başlar. Dedik ya, fezâili yani ya. Küçük görmeyeceksin. Şimdi bizde tuhaftır. Beş nüfuslu bir aile, on nüfuslu bir aile, birbirini beğenmez. Hepsinin kafası ayrı ayrı işler. Ee kafalar ayrı ayrı işleyince bir netice alınmaz. Mütah olamazsın hayatta sen o vakit. Her şey sana zevksiz gelir. Ahlaka uymadı mı tiksinirsin. Hiç, hiç uymaz. O tamamen o, herkes böyle hissesine göre, kiminde adil, kiminde şecâat, kiminde sehâ[17] kiminde efendime söyleyeyim, teâvün. Bunlar ayrı ayrı.

Çünkü Kudret, herkes de bir sıfat temâyüz eder. İhtisas yapan doktorlarda öyle değil midir? İlm-i tıbbı okurlar; fakat birisi mideci olur, birisi kalpçi olur, birisi gözcü olur. Hepsini bilir ama onun içerisinde bir tanesi şey etmiştir. Bunların hepsi ile böyle ayrı ayrı sıfatlarla temâyüz etmiş olan bir hastane daima hastaları tedavi edebilir. Tek mideci bir adam, göz hastası geldi, okudu gözü ama gözcü kadar bilmez. Anlatamıyor muyum ya?

İşte cemiyet-i beşeriyede de bir camia, fazilet denilen esaslardan, her birisini, hepsini alır da bir tanesinde tekâmül ihtisas yapar. Kimisi sehâ da, kimisi şecâat de, kimisi hayâ da, kimisi sabır da, kimisi adil de, kimisi muhabbette. O muhabbette yapan hepsini yapmış ihtisasını artık. Ona ne derler bilmem, onu siz bulun ismini. Maddi isimleri de var ya. O ihtisas yaptı ama derler, şunu şunu, şunu şunu, şunu da yaptı.

Mânâsız olmuyor. Öyle olan bir kavmin, öyle olan bir camianın ihtilafı, aralarındaki muhalefet, birleşmek içündür. Nefis yok orada. O ihtilaf ruhtan doğmuştur. İtilâf içindür. Birleşmek ancak ittihat içündür. Hukuku muhafaza içündür. Zira o hukuku muhafaza etmezse, kendisine hıyanet etmiş olur. Kendisine hıyanet etse ne olur? … Yürümez, insanlık durur. Biraz evveli konuştuğum gibi, o ufacık bir vida düşmüştür ama kendini işletemez. İşlemez.

Binaenaleyh; muhakeme, rüyet, hürriyet-i fikir, şecâat, muhabbet, kanaat, rıfk, uluvv-u himmet, sabr-ı sükûnet, hangisini anlatayım? Şecâat, hamaset, rıfk, emanet, iffet, mürüvvet, hamiyyet, hubb-u adalet, şefkat gibi büyük sıfatlarla, bir camia, bir millet taammüm[18] ederse; çöl olsa çemenzar olur, kup kuru olsa barân-ı rahmete müstağrak kalır. Hiçbir şeysi bulunmasa, toprağının her noktasından saadet fışkırır.

Bunu al şimdi tersini, rezâile gelince, insanların nefislerine arız olan bir sürü keyfiyet. Nefse ait sıfatlar; hayâsızlık, kötü konuşmak kalp kırıcı şekilde, sefâhat, hamâkat, riddet[19]    tehevvür[20], cehalet, kin, haset, inat, istihza, zulüm, hıyanet, yalan, nifak bu sıfatlarla da muttasıf olacak olursa bir camia, bu camianın insanlarını “Gelin yahu sizi birleştirelim” dersen, birleşir mi? Akıl kabul eder mi?

Kimi kibir ile âlûde[21] kimi hasetle âlûde, kimi nifakla âlûde, kimi şehvetle âlûde, kimi gazapla âlûde, kimi benlikle âlûde, kimi nifak ile âlûde, bu sıfatlarla dolmuş. Ee gelin birleştirelim sizi! Birleşmiyor. Ne olur netice? Mahrumiyet, ne olacak? Her biri diğerinin işine göz dikmiştir. O onu beğenmez, o onu beğenmez. Zaten ömr-ü beşer de bu kadarcık. Göçer, geçer, gider. Onun içün ahlak, insan içün diyor.

İnsan içün gaye-i kemâl farzdır. Şarttır. Gelişinde boş gelmiş, selamet-i fıtriye ile gelmiş. Bu âlemde alacağı sıfatlara bağlıdır. Binaenaleyh burada iki şey vardır. Fezâil, rezâil. Aman fezâil tarafına dön, eli boş gitme. Ve insanlıkta senden bir hayır görsün. Böyle yaşadı bizim dedelerimiz. Öyle kendini küçük görme! Hiçbir zaman kendini küçük görme. Kökün çok kuvvetli. Hangi sahaya baksan.

Aç arardı deden, aç. “Hastayım yemek yiyemiyorum, yok mu bir misafir gelse iştahım açılacak”, derdi. İştaha şurubunu insanlığın nazarından içen adamın oğlu. Bükülme! Öyle, iştahım yok. “Bize de kimse rağbet etmedi, tenezzül etmedi. Yok mu yahu, bir insan gelse.” İştiha ilacını, şurubunu neyse ilacını, insanın gözünden içer. Kalbinden içer. Ruhundan alır.

Çünkü en büyük Âhlakçı öyle demişti. “Garip bir misafir bir evin bütün derdini alır, gider. Çok ikram ediniz.” Ne cemiyet kaideleri var amma çi fâide! Garip bir misafir, tabi herkes de bir fazilet var ya,  şimdi maalesef hepsi bozuk olduğu için tutturamazsın ki. Misafir der, ikram edersin, oturursun. Çıktıktan sonra senin dedikodunu yapar. Hep birden tekâmül edecek. Yastığı koymasını bilmiyordu, der. Zavallı yastığa sahip olmuş ama canım bu böyle konacaktı, der. Gene bak seni çekiştirir. Eh beşeriyet hâli, o gün evde yağ bitmiş olur, biraz az korsun. İyi ama çok pinti insanlarmış, yemeği yağsız pişirmişler, der. Hep birbirine bağlı onlar. Hep birbirine bağlı. Biz iki hâlini takdim ettik de. Bütün fezâil. Ya seni tecessüs[22] için gelmiştir, ya tarassud[23] için gelmiştir, ya tenkid içün gelmiştir. Öyle değil.

Misafire ikram etmeklik Hakk’ın sana bıraktığı bir emanettir, diyor Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. Ama o misafir nerede, o ev sahibi nerede, o hane nerede o hâl nerede? Onun içün hep beraber. Öyle insanlık âlemi vardır ki senin dedende, öyle insanlık! Öyle yerlere gönlünü bağlamıştır ki, şaşırırsın. Münasebet almışken tekrar edeyim, hemen hemen her konuşmamda senelerden beri söylerim. Faydası da görülmüştür birçok insanlar: “Biz bilmiyorduk hakikaten zulm edermişiz. Onun zevkini de aldık amma seneler sonra.” diyenlere rast geldim ben. E alır tabi, insanlıktan zevk alınmaz mı?

Öyle diyor, en büyük Âhlakçı diyor ki: “İki kimsesiz çocuğu, iki yetimi okşayarak, büyütüp cemiyete mal eden insan, benimle yarın sahibinin yanında yan yana oturacaktır.” İyi anlaşılsın diyerekten mübarek parmaklarını böyle bastırmışlar. Böyle oturacaktır. Hani buradan bir şey geçmez ya, böyle.

Bu yabana atılır bir şey değil. Fakat icraatı da zordur. Kendine güvenemezsen yapma. Kendi evladından farkı olmayacak. Yani hariçten herhangi meçhul bir insan seni dinleyen bir kimse, o evin veya o işin içine geldiği vakitte; bu bunun oğludur yahut bu bunun kızıdır, diyecek. Bunu dedirtebildin mi?

Görüyorsun ya nezaketin nereleri var. Ama evin kızı kaloriferli dairede ohh, kemal-i edayı sefası ile öteki yetim de taşlıkta elleri pancar gibi olmuş, şişmiş parmaklar, su ile taşları siliyor. Ee o da onun gibi olamaz mı, dedin mi? Burada hisse yok. Garip olup da bir de ah etmesin. E onun felaketi de vardır. Bazısı farkında olmaz, bazısı farkında olur. “Canım, benim de anam babam olsaydı,  bu şekilde beni burda şimdi bu soğuk günde parmaklarımın donduğuna bırakmazdı ya. Ne yapalım ya!” dedi mi, boynunu büktü mü yandın. Ya evlâdında çıkacak, ya evlâdının evlâdında çıkacak, muhakkak surette yakar. Evi yakar, yakar. Tatlıdır hem de yakar. Birkaç insana rast geldim. Biz yoldan döndük, hakikaten gözümle de gördüm bazılarını. Evin küçük hanımı olmuş. Zevk bundaymış ama anlayamamışız, diyor. O alır boyunun alacağı kadar, bazıları boyunun alacağı yatak da vermez. Sen kendin yatarsın, hiç zararı yok. Ayağın dışarda kalsın. Fakat o böyle büzülüp de: “Ne yapalım işte bizde bir yetimlik var tabi böyle olacak!” dedi mi? Çok fena. Acayip bir şey.

Bunları çok söylemişimdir, münasebet aldı da söylüyorum. Yahut belli olsun diyerekten bir külah giydirir. Bööyle! Bir ayağında adamın pabucu, bir ayağında kadının pabucu bakkala gider.  Biraz daha münasebetli olur da iyi giydirir ama bu sefer de o önlüğünde mönlüğünde belli olacak bir etiketi olur. Evet, bakarsın hakikaten muntazam güzel ama aileden sanmasınlar. Olmaz. Böyle oturmak kolay mı ya? Filan şeyi yapan öyle olur, dememiş. Filan şeyi yapan öyle olur, dememiş. Böyle yaparsa böyle olur, demiş. O zor iş.

Hele yetimi hiç ağlatma! Bir manevi emir de öyle buyuruyor, Fatır. “Anasını babasını yere yedirdiğim bu çocuğu kim ağlatıyor. Tespit edin.” Zor işler.  Onun üzerine bunu izah buyuruyorlar. Burası daha ağır şimdi. Burayı anladınız, diyor. İşte annesi babası ölmüş, çocuk da sekiz on yaşında kalmış. Beş yaşında, üç yaşında, yetim. Bundan daha büyük bir yetim vardır, diyor. Sakallıdır da yetimdir. Gariptir, elinden bir şey gelmez. Sâfiyetinden istifade eder inletirsin, o yetim de bu yetimden üstün yetimdir dikkat et,  der. Yaa, o yetim de bu yetimden üstündür, der. Demek oluyor ki, konuşmamızı hulâsa edelim.

İnsan, insan olarak gidebilmesi içün; fezâile hâkim, mekârim-i ahlak ile de mütehakkim olması şart. Hepimizde bulunur noksanlık. Beşeriyet hasebiyle, hepsini birden atlama imkânı da olmaz. Muhasebe-i nefis yapılırsa, teker teker çirkinlikler bırakılabilir. Ve her çirkinlik bırakıldıkça, vicdanda da bir huzur duyulabilir. Nihayet insan kâm alır. Giderken gülerek gider, etrafındakiler ağlar. Giderken ağlayarak gidip de etrafındakileri güldürmemeli. Eski konuşmalarımda söylemiştim. Cenab-ı Kerrar, hayatın programını söylemiştir.

Yâdında mı ey âdemoğlu doğduğun günler.
Ağlar idin sen, gülerdi âlem.
Öyle bir ömür geçir ki
Olsun mevtin sana hande, halka matem.

Hepimiz biliriz ki bu dünyaya çocuk gelirken ağlaya ağlaya gelir. Niçün ağlar? Geldiği âlemden memnundur. İstemez gelmesini. Gelip aklı erdikten sonra geldiği âleme götürsen de gitmek istemez. İnsanlarda öyledir. Şimdi etrafındakiler de güler. Annesi, nenesi, dedesi, babası, hısım akrabası, dostu, bir yavru meydana geldi, diyerekten. Sakın gidişin gelişin gibi olmasın. O kadar çok çalış ki giderken sen gül, etrafındakiler ağlasın. Kaybettik desin. Sen de ne yapalım, sizden ayrılmaklığım dolayısı ile mahsunum aslıma Refik-i Alâ’ya vâsıl olmak dolayısı ile de memnunum diyerekten, bir cemâl seyrederekten geç. Bir şey okuyayım da konuşmaya bugünlük nihayet verelim.

Erbâb-ı dili gör ne talep var ne emel var[i]

Malum ya insanlar, elemle emelleri arasında yoğrulurlar. Kendi kendine düşün. Ya elemin vardır veyahut bir emelin vardır. Yahut hem elemin vardır hem emelin vardır. “Bunların hiç birisi yok bende!” Ooo Barekâllah! Ona tam rütbe derler. O ayrı. Fakat umuma eksere konuşulunca, ya emelimiz vardır veyahut elemimiz vardır. Şu işi şöyle yapacağız şöyle olacak, bu böyle olacak. O hiçbirisi olmayan da böyle iş olacak? Onda vardır ama o kalıbıyla o işi idare eder, kalbinle değil. O herhangi bir şey çöktü mü, hiç çöküntüsü olmaz onda. Ötekinde derhal çöküverir, eyvah gitti der, çöker.

O, çöküntü olmaz onda. Kalbine sokmamış, hüner o. Kalıbıyla kalbinin vazifesini ayırmış. Kalbini habibe, kalıbını tabibe teslim etmiş. Kalp ayrılmış, vazifesi ayrılmış onun. Kalbin yeri ayrı. Sokmuyor. Herhangi bir kalbe ki O’nun muhabbetinin karargâhı kurulmuştur. O'nun mâadâsı yanmış yıkılmış, çekmiş gitmiştir. O o mânâya.

Erbâb-ı dili gör ne talep var ne emel var.
Hak ile gelüp Hakkı beyân eyledi gitti.

Acaba anlatamıyor muyum? … değil. Çünkü insan hayatında, geçen konuşmam da söylediğim gibi; öyle hadisat olur ki, bir şeyi yirmi sene evvel böyle zevk-i müstağrak hâlde karşılarsın, şakır şakır gülersin. Yirmi sene sonra aynı hadise -başka hadise değil- diker gözünün önüne gelir, bu sefer de hüngür hüngür ağlarsın. Ama Hak ile gelip Hak ile gidersen, öyle bir şey yok.

Erbâb-ı dili gör ne talep var ne emel var.
Hak ile gelüp Hakkı beyân eyledi gitti.
Cânân yüzünün sırrını fâş etmedi kimse.
Erbâb-ı safâ, dilde nihân eyledi gitti.
Cânân yüzünün sırrını fâş etmedi kimse.

Muhatabını bulmadan, onun kıymetini takdir edecek insanı bulmadan, o hakikatten ona bahsetme. Mesela, hilkaten şaki, hilkaten sefil, hilkaten rezil, hani vardır bazı insanlar ya, böyle yapmış olduğu fenalıktan zevk alır. Ahlâkiyyunun başı olan Zât-ı alî der ki: Onlara katiyen ilim öğretmeyin. Onlara hiçbir şey öğretmeyin. Çünkü o eğer bir şey öğrenecek olursa, bir camiayı yakar. Kötü adam, hilkaten kötü olan insan, vus’atı buldukça boğar. Sahasında kalsın.

Cânân yüzünün sırrını fâş etmedi kimse.
Erbâb-ı safâ, dilde (gönülde) nihân eyledi gitti. (gizledi gitti)
İrfansız eğer şâh-ı cihân olsa da insan (Burası şah beyit, dikkat et buraya)
İrfansız eğer şâh-ı cihân olsa da insan.
İnsanlığa âlemde ziyân eyledi gitti.

Bir daha okuyayım mı?

İrfansız eğer şâh-ı cihân olsa da insan. (Kâinatın sahibi olsan da)
İnsanlığa âlemde ziyan eyledi gitti.
İnsan ikiden hâli değil işbu cihânda.
Ya cânını ten ya teni cân eyledi gitti.

Anlatamıyoruz galiba değil mi? İnsan bu âlemde iki şeyden hâli değil, diyor. Ne dedim; bir âlem-i gayb, bir âlem-i ayıptan geldik. Bir veçhesi gayp. İnsan, âlem-i gayıpla âlem-i ayıptan dedim ya onun burada nazmı işte bu. Gayet güzel anlamış, gayet güzel tasvir etmiş. Tenini can yapan, Hak ve hakikatle o ayıp yüzünü yıkayan adam. Canını ten yapan adam, o âlem-i gayıptaki sıfatını ayakaltına alıp; ben insanlıktan istifa ettim gidiyorum, diyen adam.

İnsan ikiden hâli değil işbu cihânda.
Ya cânını ten ya tenini cân eyledi gitti.
Onlar ki bu âlemde gelip daldı sivâya.
Hayvan gibi her işi yamân eyledi gitti.
Onlar ki bu âlemde gelip daldı sivâya.

Hiç başka bir şey bilmiyor, fezâilden bir şey almamış, istemiyor. Dalmış, sivâya dalmış.

            Onlar ki bu âlemde gelip daldı sivâya
            Hayvan gibi her işi yamân eyledi gitti. 

Bu kadar konuşma yeter.


[1] Li-ma’allah: “Allah bizimledir.” anlamında...
[2] Muattal: Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Bırakılmış, terkedilmiş, kullanılmaz, iş görmez veya işe yaramaz duruma gelmiş.
[3]  Cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif 
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.
Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)
[4] Mescûd-u amme-i melekût:Umumi meleklerin secde ederken yöneldiği merkez manasında galiba (Fuâd Durgun)
[5] Niyâbet: Vekil olma durumu, vekillik, vekâlet, nâiplik
[6] İhtirâ: Îcat edilmiş olan, daha önce benzeri bulunmayan şeyler.
[7] Tev'em: İkiz. Benzer, eş, mümasil.
[8] Tefessüh: (fesḫ “bozmak, ifsat etmek”ten) Bozulma. Çürüme. Çürüyüp dökülme, çürüyüp kokma.
[9] ihtisâb: Hesab. Hesab sorma, mes'uliyet.
[10] İttisâf: Vasıflanmak. Muttasıf olmak. Sıfat sahibi olmak. Bir hâl takınmak. Sıfatlanma.
[11] İtmâm: Tamamlamak. Bitirmek. İkmal etmek. Tekmil etmek. Tamamlama, ikmâl etme.
[12] Paylaşmak: "Paylaşmak" kelimesi; günümüzde bir şeyi iki ya da daha çok sayıda kişinin arasında “pay etmek, bölüşmek veya ortak olmak" gibi olumlu anlamda kullanılır. Deyim olarak ve Osmanlıca'da (buradaki metinde) ise, olumsuz bir ifade olarak kullanılır. Mesela; kozlarını paylaşmak, birbirine meydan okumak, cedelleşmek, mücadele etmek, boğuşmak, savaşmak gibi...
[13] Şâmil: Çevreleyen, içine alan, ihtivâ eden, kaplayan.  Çok şeye birden örtü ve zarf olan.
 Fazla şeyleri veya kimseleri ilgilendiren.  İçine alan, kapsayan.  Kaplayan.  Kaplayan, çevreleyen, içine alan, genel.
[14] Belagân mâ belâğ: Bol bol. Çok kâfi derecede.
[15] İbkâ’/İpka:"Bekâ"dan: Baki, daim, devamlı, sürekli kılma. Yerinde, evvelki hâlinde bırakma
[16] İbkâ-i nâm/İbkâ-yı nam: Namını sürdürme. İsmini şöhretini devam ettirme.
[17] Sahâ/Sehâ: Cömertlik, eliaçıklık
[18] Taammüm/Teammüm: Genel bir durum alma, herkese yaygın duruma gelme, genelleşme, yaygınlık kazanma
[19] Riddet: İrtidâd etme. İslâm dîninden çıkma.
[20] Tehevvür: Çok kızma, öfkelenme, hiddetlenme, köpürme
[21] Âlûde: Dolu, dolmuş. Karışmış, karışık. Bulaşmış. Mülevves. Kirli, günahkâr, suçlu
[22] Tecessüs: Gizlice araştırma. İnsanların gizli hallerini, ayb ve kusûrunu merâk edip, iç yüzünü araştırıp öğrenmeye çalışmak.
[23] Tarassud: Gözleme.Gözetleme.


[i] Aşkın beni rüsvây-ı cihân eyledi gitti
Yaktı ciğerim bağrımı kan eyledi gitti

Efgân ne büyük hâil imiş râh-ı talebde
Hep ehl-i taleb geldi figan eyledi gitti

Erbâb-ı dili gör ne talep var ne emel var
Hak ile gelüp Hakkı beyân eyledi gitti

Cânân yüzünün sırrını fâş etmedi kimse
Erbâb-ı sefâ, dilde nihân eyledi gitti

İrfansız eğer şâh-ı cihân olsa da insan
İnsanlık âlemine ziyan eyledi gitti

İnsan ikiden hâli değil işbu cihânda
Ya cânını ten, ya teni cân eyledi gitti

Onlar ki bu âlemde gelip daldı sivâya
Hayvan gibi her işi yamân eyledi gitti

Esma’da müsemmâyı görüp fakre erenler
Eşyada nihân sırrı ayân eyledi gitti

Cânân ile can birliğini buldu rızâda
Rûhûnu rızâsıyle revân eyledi gitti

A’mâ ise de nûr-ı basîretle KEMÂLÎ
Nâmını melâmette nişân eyledi gitti
                                     
                                    Osman Kemali Baba

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017