Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

094. Kaset

094 ( 24.12.1961) 109 dk (7)
Mânâmız ahlak mevzûu üzerinde devam etmekte. Her konuşmada tekrar ettiğim gibi, mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Biri vazifeden doğan ahlak, diğeri de aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da annesinin kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl gerek aşk, kalp, vazife, bunların hepsi mânâ-i insanî mefhûmu altında toplanması hasebiyle, mevzû esasen insan mefhûmu üzerinde gidiyor.


İnsan. Vak’a insanı hakkıyla tarif etmek, kendisi kendisine verildiği hâlde, insanın yed-i kudretinde değildir. İnsan, hakkı ile tarif edilemez. Neden tarif edilemez? İnsanın, geçen konuşmada söylediğim gibi; âlem-i kudret ve âlem-i hilkatle ünsiyeti var. Âlem-i hilkate taalluk eden cephesi tahlil edilebilir. Fakat âlem-i kudrete taalluk edilen veçhesi, orada bütün ilimler, bütün akıllar tıkanır kalır. Ee bütün bütün böyle hiçbir şey anlatılmadan mı gidilir? Yok. Asârından, tesiratından, bir şeyler öğrenilebilir.

İnsanın görünüş itibariyle, hepimiz işte bir sıklet taşırız. Elli atmış kiloluk kan ve kemik torbası, nihayet iki metre uzunluğunda bir çukur kendisinin zevahirini alabilir. Fakat iç âlemi, mânâ-i enfüsisi, asıl kendisi, o vicdan-ı kibriyasını değil böyle bir çukur, bütün âlemler alamaz. Kendisi Kudret’in naibi olarak, Fatır’ın zâti sırlarına, zâti sıfatlarına, agâh olabilecek kabiliyette ve Fatır’a ayine olabilecek bir hilkatte meydana gelmiştir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Belki sözlerimi iyi söyleyemiyorum ama netice itibariyle Kudret hepinizin gönlüne bir şey aksettirir.

El verir ki niyet halis olsun, kalpler birleşsin. Bilinenle amel etmeklik zevki gönlümüzde doğsun. Mevzû ağır, kolay değil. İnsan, nasıl tarif edilir? Bir veçhesinden çok zayıf. Ne olmuş, boş bulunmuş da o kapının aralığından, işte anahtar deliğinden, bir rüzgâr üflemiş filan derken, işte bir rahatsızlık filan. Ee ne oldu? Yahu bu adam kâinatı idare eden adamdı. Hilkatte bir tane gibi gözükürdü. Fakat şimdi o kuvvetin karşısında gözle göremediği bir kuvvetin pençesinde. Bir veçhesi çok zayıf, bir veçhesi çok kavî.

Şimdi mevzûa girmezden evvel, her konuşmada tekrar ettiğimiz bazı cümleler var ki sofranın ekmeği gibidir. Yemek değişir de ekmek değişmez. Bunları tekrarlayacağız. Evvela vazife nedir? Vazifeden doğan ahlak dedik. Vazife. En mühim şey. O herkesin ağzında dolaşır. İki kelime vardır ki çok dolaşır. Biri vicdan, biri vazife. “Efendim sen onu benim vicdanıma bırak.” Güzel ama vicdan, bulmak mânâsına bir kelime. Neyi bulmak? Vicdan, aç lugata bak. Bulmak. Neyi bulmak?

İnsan bu âleme; taalluk etmek, tahalluk etmek, tahakkuk etmek içün gelmiştir. İlim, amel, vuslat. Diğer bir tarifi. Hakikat yani. Niye gönderildin bu sahne-i şuhûda? Haberimiz yoktu, hiçbirimize sorulmadı. “Beyefendi dünya denilen bir sahne vardır, teşrif eder misiniz? Hanımefendi, böyle bir âlem-i şuhûd vardır, buyurur musunuz?” Sormadılar. Giderken de sormazlar. O ara yerdeki benlik, beşeriyetin gafletinden doğan zavallılıktır. Gelirken sormazlar, giderken sormazlar. Gelme ile gitme arasındaki saha gayet, artık onu siz kendiniz takdir ediniz. Benlik, birbirimizi yemek, aldatmak, kırmak, yakmak, yıkmak, değil mi?

Zalim daima mağluptur. Çünkü neden? Ölümü öldüremiyor, kabrin kapısını kapayamıyor. O hâlde mağlupsun. Zalim, daima mağlup, niçün mağlup? Ölümü öldüremezsin, kabrin kapısını kapayamazsın. Beşerden aczi gideremezsin, o hâlde, mağlup. Gelirken sormuyorlar, giderken de sormuyorlar.

Vücûd cûd-i İlâhi, hayat bahş-ı Kerîm.
Nefes atiyye-i rahmet, Kelâm-ı fazlı Kadîm,
Beden binâ-yı Hudâ, rûh nefha-i tekrim,
Kuvâ vedia-yı kudret, havâs sun'-ı Hâkim.
Bu kâr-ı hânede neyim, nem var benim.

Onun içün geçen konuşmada demiştim ki: Sabır. Herhangi bir azap verici şeyi... Kudret’in bir ismide Es-Sabır’dır. O’nunla beraber olmadıkça seyri çok zor olur. Ancak O’nunla beraber olursa, orada o sabır tahakkuk edebilir. O’nunla beraber olmayınca, dayanmaklığın adına sabır denmez. İnat denir. Anlatabildim mi acaba? Sabırda bir zevk vardır. İnatla sabırı ayırt etmek lazımdır. Biri çok büyük, o da birkaç kısma ayrılır. Bir yerden bir yere atladım ama sözümü toplayıp vereceğim. Başladığım yere yine döneceğim, vereceğim inşallah.

Belaya sabır, hakiki her insanın kârıdır. Bu âlem âlem-i beladır kardeşim. Bir defa bunu kabul edeceksin. Bu pazar öyle açılmış.  Dünya denilen, bu gelmemizde gitmemizde ihtiyârımız olmayan bu sahne böyle açılmış. Buna âlem-i iptilâ derler. Doğdun tutuldun. Bir şeyle kurtulabilirsin. Ya o da bir gün söylenir. Kurtulma yok. Bir şeyle kurtulur. İnce bir yerini söylüyorum, dikkatle dinle.

Belaya sabır, her hakiki insanın kârıdır. Nimete sabır, sadıkların sabrıdır. Bilmem anlatabildim mi acaba? Zor bir yer burası. Kudret eline büyük bir nimet verdi; o nimet eğer seni azdırmazsa, o nimet seni firavunluk vadisine bir ihram dikecek kadar benlik verdirtmezse, daha açıkçası o nimetin sende bir emanet olduğunu tatmazsan, yandın. Onun içün nimetsiz sabır her insanın kârı fakat nimet verildikten sonra sabır.

Züğürtlük insanı maneviyata sevk eder, biz bunu görürüz ekseriyetle. Bakarsın ki şuhûdat-ı kevniyede aman ne iyi adamdı, dersin. Ne hoş adam, ne kadar melek gibiydi, sonra biraz vaziyeti değişir. Vaziyet filan değiştikten sonra, sıhhati çok kemâle erer, bir nimet serveti genişler. Bu sefer, bir tuhaf oldu, dersin. Öyledir. İnsanın cebinde parası yokken yürüyüşü ile varken yürüyüşü arasında bile fark vardır. Yokken yürüyüşünde bazen takılır sokakta ayağı filan. O varken yürüyüşünde, bir tuhaf bir tuhaf. Kadının evde şıp şıp terlikle gezişi ile topuklu bir şeyle gezişi arasında dahi fark vardır.  Hepimizde. Bunların farkına vararaktan, bunlar nasıl farkına varılır? Aradığını gayıbâne değil de aradığını aradığından sormakla farkına varılır. (Hiç ses yapmayın. Ben zaten, bugün o kadar rahatım da yok, mevzûu bana kaybettirirsiniz, günah olur.) 

Evvela belleyeceğimiz şey; züğürtlük insanı maneviyata sevk eder, makbul değil o. Her şey elinde varken, bu emanettir, anlatabildim mi acaba? O sevk eder herkesi, züğürtlük. O, tesadüf ediliyor hayatta. Bakarsın ki her şeye sahipken, şöyle dönüp dahi konuşmaz. Böyle konuşurken: “Evett!” Bakmıyor adamın yüzüne.

Hâlbuki ahlak der ki, en büyük Ahlakçı öyle der. “İnsan, insanın ayinesidir. Yüzünü yüzüne karşı getirmeden konuşma.” der. Anlatamıyor muyum acaba? Câbecâ[1]  vechen mine’l-vücûh.[2] Sonra bakarsın ki o hâl elinden gider. Emanet ya her şey. Elinden gider gitmez, düştü mü, en kıymet vermediği hadimi ile hizmetçisi ile dahi “Ah benimle dertleşse!” diyerekten, uzun boylu... Bu kadar da zavallıdır beşer. O kadar.

Netice: Kudret elden gitmeden, perde-i gaflet açılmadan, her geçen ömrün dakikasını bir fırsat ittihaz ederek, ah almaksızın, birikmiş ahların vebalinden manevi vücûtlarımız bükülmeksizin, geliş ve gidişteki gayeyi duyarak, bir zevk almanın çaresine bakmalı. Acayip.

Şimdi şöyle açık konuşalım.  Birçok insanlar vardır ki, sıhhatları servetleri hepsi yerinde. Kendilerini ilimle de tezyin[3] etmişler fakat içlerinde sıkıntı olur. Sıkıntı vardır. Neden acaba? Avamın tarifine göre: “Saadet, sıhhatla servete bağlıdır” tabiri veya bir kaide olarak va’z edildiğine göre, bu sıkıntı nereden gelir? Kalpleri manevi hastalıklardan tedavi eden şey ancak ilim olduğu ilan edildiği hâlde, o ilimle de mücehhez olanlarda dahi, bu sıkıntıların membaı nedir? Anlatamıyor muyum? Sual bu ya, gelir. Bu melâl-i derûnî nereden geliyor, menşei ne? Bir melâl var.

Servet var, sıhhat da var, eh kafası içün ilim de var, derûnda olmuyor. Ruh, o âlem-i kudrete bağlı olan vücûdun, -sen yalnız âlem-i hilkatle olan ünsiyetinden haberin var- âlem-i kudrete bağlı olan vücûdunun bir gayesi var. Neye müştaktır o? O gaye; ne sıhhatledir, ne servetledir, ne debdebeli sofralarladır, ne mutantan hayatlarladır, ne sefihâne[4] lezzetlerlendir. Hiçbirisi ile değil. Neden?

Çünkü ruhun hilkati, netice itibariyle, bu eshâm-ı[5] tabiattan değil ki, bununla enis olsun da zevki bununla tamam olsun. Anlatamıyor muyum? Yaratılış itibariyle, oluş itibariyle, fıtratı itibariyle ruh; şu eshâm-ı câmiden[6] tabiat denilen şuursuz maddeden değil ki bunun malzemesi. Bunun enisi munisi, yârı nigârı olsun da netice itibariyle zevk alabilsin. O hâlde ne istiyor o? Benim yerimi benim soframı ayır, diyor. O sofranın adına iman-ı saffet, o sofranın yemişine meyvasına ahlak, denir. Bilmem anlatamadım mı acaba? Yok, olmaz. Onun içün beşeriyet, zevkini alamadan “Hay bu olacak, şu olacak!” O değil.

İnsana hayat, kendi fıtratında kendi yaratılışında meknuz olan esrardan gafil olmamaklık içün verilmiştir. Onun içün verilmiştir. Ve ahlak her iki hayatın kanunudur. Gönlüne nakşet. Her iki hayatın kanunu. Demek oluyor ki ruh, yalnız geçici lezâiz-i fâniyeden[7] kâm alamıyor. Almıyor. Benim soframı, diyor, hazırla!

Nasıl bu kalıp havasız, gıdasız, ekmeksiz yaşayamazsa, öyle değil mi? Ruh da Hakk’sız ve hakikatsiz yaşayamaz. Yaşayamaz. Onun içün, insan şöyle bir kendisi üzerinde duracak olursa, biraz da etrafa mezâhire bakacak olursa, derhal kendisine istikamet verebilir. Güneşten ziya ve hararet fışkırtan, kamerden mehtaplar yapan, hakaretle üzerine bastığımız topraktan nice mehlikalar[8] meydana getiren, nihayet kendi vücûdunda muazzam kimyahaneler, dimağında büyük hikmethaneler yapan Kudret, konuşan ve konuşturan elbette bizi mensi ve mühmel bırakmayacaktır.

Bu varlık da bize bizden gelmiyor. Bize bizden gelse biz, her şeyi yapmak kudretine malik olmamız lazım gelir. Muhitimizden de gelmiyor, o da bizden aciz. O hâlde bir arama zevki, o zevkin adına da aşk derler. Anlatamadım mı acaba? Öyle değil mi ya? Şöyle bir uzun boylu geniş bir tetebbûa[9] ihtiyaç yok. Bir parça kendi üzerinde, bir parça da afaka baksan, arama zevki başlar. Sinende dünyahaneler, kafanda hikmethaneler, zevahire bak ziya fışkırtan, neler neler... Pek hakaretle bastığımız o topraktan, nice mehlikalar. Onun içün öyle demişlerdir. “Sen, pek ölü yeri ezer gibi basma. Orada ya bir aslanın göbeği ya bir dilaranın yanağı yatar.” Değil mi ya? Görüp...

    Görüp kabr içre tenhalığı nefret kılma ölmekten.
Görüp kabr içre tenhalığı nefret kılma ölmekten.
                Tarîk-i ünsi tut kim her avuç toprak bir âdemdir.

Ne var orta yerde? Nerede dedemiz? Yaa!

Başlarken dedik ki: Aşktan doğan ahlak, vazifeden doğan ahlak, dedik. Vazifeyi tarif ediyorduk. Buralara geldik. Yine oraya dönelim, o tariften sonra yürüyelim. Vazife, vacibü'l-icra olan şeye denir. Ne demek bu? Mâdâmı ki insan, Kudret’e naib olaraktan bu âleme gelmiştir. Ee o hâlde kendisinde, birçok sıfatlar meknuz olaraktan yaratılmıştır, ondan beklenen işler var.

Aklen, örfen, ilmen, kalben, vicdanen yapılması mecburi olan şeylerin adına vazife denir. O hâlde bu sayılan şeyler, mukaddestir. Mukaddes olan şeyler kutsiyâttan doğar, kutsiyât ahlakiyâttan doğar, ahlak ebede inanmaklık maddesine bağlıdır. Anlatabildim mi acaba? Kanalı böyle, böyle geliyor. Onun için vazife mukaddestir.

Ya vicdan? Vicdanında ayrı tarifi var. Kâinatta nikâhsız hiçbir zerre yok. Kudret bütün varlığı, bütün eczâ-i[10] ferdiyyeyi, bildiğimiz bilmediğimiz, gördüğümüz göremediğimiz bizce ismi dahi ilanı olmayan nice nice varlıkların heyet-i umumisini birbirine nikâhlamıştır. Nikâhlı. Elektrik; müsbet kutup, menfi kutup. Su; iki gaz, üçüncü istihâleyi nasıl yaptı diyebilirsen kimyager cevap veremez. Birçok da serair gene gizli. Bu âlem-i hilkat acayip. Boyun kesip geçeceksin.

Her şey nikâhlı. Nikâhsız hiçbir zerre yok,  hilkatte. Hepsini nikâhlamış. Akılla ruhun izdivacından bir çocuk doğar. Adına vicdan, denir. O da pek çabuk, çocuk çabuk doğmaz. Akılla ruhun izdivacından.

Ne demiştik?  Bu âleme ne içün geldik, dedik? Taalluk edecek, tahalluk edecek, tahakkuk edecek. İlim, amel, vuslat. Biraz daha Türkçeleştir. Bilecek, bulacak, olacak. Bir daha söylüyorum. Bilecek, bulacak, olacak. Yalnız bilmek kâfi değil. Bildiğini bulacak. O vakit vicdan tahakkuk ediyor.

Şekâvet içerisinde yüzmüş, hiss-i merhamet, merhamet sıfatını beşerde: “Sende sinir zaafı var. Acıdın ha! Şu şeye sen niye acıdın, demek ki sende…”  E bu adamda vicdan tasavvur edilir mi? Bu adam: “Benim vicdanıma bırak!” bu işi dediği vakitte, inanılır mı? Sen bir defa rikkat, şefkat, merhamet mefhûmunu bir zaaf-ı asabi olaraktan tarif ediyorsun. Ne münasebeti var? Vurmuş, kırmış, yakmış. Yetim dememiş, zayıf dememiş…

Malum ya yetim dendiği vakitte; muhakkak beş yaşında on yaşında, babasız anasız çocuk mânâsına değildir. Ahlakın tarifinde, yetmiş yaşında olur da gene yetim olur. Kendi işini kendi eliyle meydana getiremeyip, sâfiyudderûn olan insanlara çok acıyın der. Ahlak: İşte yetimdir o, der. Zannederim, vazifeyi tarif edebildim. Vicdanında tarifini yaptık.

Gelelim aşka. Her hafta bir başka tarifini yapıyorum aşkın. Aşk, insanın kalbinde en vefalı bir dostudur. Anlatabildim mi? Eğer kalbe sahipse. Yok, aşkta vicdan gibidir. Büyük Kitap öyle der: “Ben bunu söylüyorum ama der, kalbi olanlara!” Demek ki her insanda kalp de yok, öyle mi? Evet mudgadır, et parçası başka kalp başka. O mahrûti yüz şekil, dört odalı, kanı şöyle böyle yapan, sadrın ortasında bulunan, o kalb-i hayvanî. Bir de kalb-i insanî vardır. Ona taalluk etmiş. Bir gün hususi bir zevkim olduğu vakitte, kalbi daha uzun size inşallah anlatırım. Onun çok uzun tarifleri var. Yoksa et parçası. Kalp.

Her devletin, her memleketin, her yerin, bir hududu bir sınırı vardır. Semanın da arzın da, bildiğimiz bilmediğimiz âlemlerin de, arşın da kürsünün de hepsinin ölçüsü var, sınırı var. Sınırsız devlet, yalnız kalb-i insanîdir. Ölçü yok. Kudret öyle diyor: Her yer Beni alamaz amma o hazreti insanın kalbi Benim nazargâhımdır, der. Kalp. Her yerin bir şeyi var. Kalp içün söylemiş. Ne güzel söyleyen.

Hudutsuz düvel olmaz fakat senin hüsnün
Hududa sığmıyor asla, bu devlet öyle değil.

Onun içün onun kırılmasından hakiki insanlar çok korkarlar. İnsan elini isterse tasarruf eder. Gözünü isterse tasarruf eder, bu tarafa isterse bakar istemezse bakmaz. Elini isterse kaldırır, istemezse kaldırmaz. Kudret taalluk ettikten sonra eline, kaldırır kaldırmaz. İsterse korkar ise Kalbinin tasarrufu sen de mi?  Hayır sende değildir kalbin tasarrufu. Onun için en büyük insanlar “kalbim” dememişlerdir. Onu sahibine izâfe etmişlerdir, KALBÎ demişlerdir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Bu da yine işin ince bir tarafı. Ayrı bir nezaket yeri burası.

Kalp de senin tasarrufun yok. Kırılır incinirsin, barıştırırlar seni. İnsani hâl derler, gel affet derler, şöyle derler, böyle derler. Barışırsın, gene elinden tutarsın, yardım edersin, ıstırabına iştirak edersin, fakat bunların heyet-i umumisini yaparken, içinden bir ses “Hayır hayır!” der. Anlatamıyor muyum acaba? O içindeki ses, “hayır” der. Onun için öyle demişler.

Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır.
Dokunma gönlüme şart-ı muhâbbet öyle değil.

Böyle canınla koşarsın, Bütün işlerini şey edersin, fakat o içinde iradesi sende değil ki, tasarrufu senin elinde değil!  İnsanın öyle bir hâli olur, Hudâ ne gerde/Allah muhafaza etsin. O kalbin, bizâtihi mutasarrıf-ı hakikisi olanın tecellisi üzerindeyken ağır bir muamele yaparsın, haberin yokken yakar. Seni de yakar evlâd-ı iyâlini de yakar. Ona desen ki: “Sen bunu affet!” ettim dese de faydası olmaz. Çünkü tasarruf onda değil. Anlatamıyor muyum acaba? Faydası yok!

Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır.
Dokunma gönlüme şart-ı muhâbbet öyle değil.

Çünkü öyle derdi, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Latife yapınız, kazık gibi insan olmayınız, fakat latifenizde bir insanın gönlünün kırılmasından çok korkunuz.” Kimseyi küçük görme.

Dedik ya: Cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd.[11] Bunun daha şöyle açıkça bir anlayacak şekilde söylemesi, misal vermiştim geçen konuşmada. İki, hatta daha evvelkinde de,   gene tekrar edeyim.

Cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd. Kudret, bu âlemi öyle yapmıştır. Ufak büyük, bilgili bilgisiz, herkes bütün Kudret’in sıfatlarının sahibi değildir. Ayrı ayrı tecellilere mazhar olmuştur. Onlar birbirine muhtaçtır.

Mesela bin kilo tartıyor bir baskül. Ondan aşağı tartmıyor diyelim. Ben ton tartarım. Öbür tarafta da mini mini bir terazi, ufacıcık cemakânın içerisinde, fakat o yok. Geldi doktor, muayene etti. Buna bir gram şu ilaçtan vereceğiz. Bir parça fazla olursa ölür, çok dikkat lazımdır. Bu, buna şifa verecek amma tam bir gram olacak. Bin kilo tartan baskülün, o mini mini terazinin yanında hiç kıymeti kalmamıştır. O istediği kadar vakarı ile dursun; ben bin kilo tartarım, desin. Bugün işime yaramazsın kardeşim, bugün böyle rüzgârın esmesi ile böyle böyle oynayan mini mini bir teraziye ihtiyaç var. Anlatamadım mı acaba?

Kudret de öyledir. Bizim cemiyette çook hakir gördüğümüz varlık, bakarsın ki Kudret’in yanında en muazzam bir varlıktır. Onlar birbirini tamamlar. Musikide en yüksek sedaların zevkini en pes sadalarla birleştirdikten sonra alabilirsin. Öyle değil mi? Bir musiki gözünün önüne getir. Bir fasıl yapıyor, hepsi en yüksek seda ile bir şey anlayamazsın. O en pes seda ile birleşecek, buraya girecek oraya girecek, ondan sonra senin ruhunda bir zevk yapacak. Onun içün bu âlem-i şuhûtta hepimiz birbirimizin mütemmimiyiz.[12]

İnsan tesniyedir.[13] Sende konuşanla bende dinleyenin mecmûuna insan denir. Anlatamadım mı acaba? Sende bir dinleyen var, bende de bir konuşan var, bunun ikisi birleşince insan olur.

Farz edelim ki beşer de cibillidir, bir ihtiras vardır; şu şöyle olsun, şu benim olsun. Bütün kâinatı bir tek adama verseler, deseler ki: “İşte yeryüzü de senin, semavat da senin, bütün varlık senin, hepsini sana vereceğim!” dese Kudret. Fakat insan denilen varlığı kaldıracağım, tek başına kalacaksın. Bir saat yaşayamazsın. Bir saat. Ama o kendi kendisine dış âleminde bulunan insanla telefonu vardır, kendi bilmez. Anlatamıyor muyum acaba? O tamamen âdeme[14] gitti mi insanlık yok olacak, yalnız sen kalacaksın dedi mi bir saat o bütün varlığın içinde kendisini muhafaza edemez. Muhafazâ-i mevcûdiyet edemez. E bu aşikâr bir iş olduğu hâlde, niçün beşeriyet birbirine sarılmıyor?

Hadi beşeriyet birbirine sarılamıyor, biz tarihin en eski efendisi olan necip bir kavmin çocuklarıyız, değil mi ya? Türk, bize bu isim nereden verilmiştir? Kötülüğü terk ettiğimizden dolayı. Bütün dünya milletleri içerisinde kötülüğü terk eden bir kavim olduğundan dolayı Türk denmiştir. Anlatamadım mı acaba? O vicdanında pürüz taşımaz, terk etmiştir. Onun kalbinde… Aşk bütün ne kadar öyle bir sıfat-ı muhlikadır ki, ondan mâadâsını yakmış, terk etmiştir. Bunu almış, böyle biz büyük bir varlık. Neden sevemiyoruz birbirimizi?

Niyetimiz de yok. Niyet oldu mu derhal iş kolaylanır. İki şey var kâinatta; biri niyet biri ihlas. Senin Kudret içini tam tertemiz safiyet-i ihlas ile şu işi şöyle yapacağım diye güzel bir niyetini gördü mü sen yapmaya lüzum yok. Sen kendin çok zorluk çekersin. Kudret yapar “buyurun” der, verir. Anlatabildim mi acaba?

Deden bire on dövüşmüştü. Deden bire on dövüşmüştü. Tarihi aç da bak. O on dövüştüğü vakitte sen zannetme ki karşısındaki hasım da böyle aptal kuvvetsiz, ondan daha ziyade zayıf. Hayır, onun içinde de dehşetli cengâver, dehşetli ilim, dehşetli fen adamları var. Hatta o bazı zamanda daha üstün olanları var. Fakat deden de öyle bir ihlas, öyle bir niyet, öyle bir tam feragat vardır ki, o anda dövüşen onda Hak’tı.

Görsün evvela o niyeti görsün, gördüğü anda. Nasıl kışla yazı biz yapamıyorsak, bizim niyetimizin ve ihlasımızın karşılığı Kudret elimizden tutar. İlimlere mevzûu, sanatlara model, ahlaka rehber olaraktan, yine meydana çıkarız. Bizim kabiliyetimizde de bu vardır. Kudret bunu bize vermiştir.

Biz öyle gabi bir kavim değilizdir. Bunu yâr-ı ağyâr da tasdik eder. Adam bir fenn-i icad eder. İcat etmiş olduğu o fennin tatbikatını beş saniyede yaparsa, Türk çocuğu o tatbikatı iki saniyede yapar, kendi de şaşırır. Anlatamadım mı acaba? Bugün bu mevcut bugün. Bunu icat eder, getirir sana bu böyle tatbik olunur öğretir. Kendisi de o işi beş saniyede yapar, fakat Türk çocuğu o işi iki saniyede yapar. Demek ki, bizim iklim-i vücûdumuzda Kudretin hususi bir imtiyazı var. Fakat biraz gafil kalmışız. Uyandığımız dakikada gene tarihin en eski efendisi. Kendini küçük görme. Kendini küçük görme!

Akla sahip ol. Akıl neye derler? Mazi ile istikbalin, hâlin hesabını gören kuvveye derler. Geçmiş neydi, bugün ne, yarın ne olacak? Bunun muhasebesini, hesabını meydana çıkaran kuvvenin adına akıl denir. Yeni bir tarif yaptım size. Aklın tarifi bu. Oraya kadar gidiyor, öbür tarafa geçemiyor yalnız. Âlem-i kudrete gelince akıl tıkandı. Âlem-i hilkatteki vücûdunun vasıtası bu. Bir de âlem-i kudrette vücûdun var ya. Âlem-i hilkatte bu. Akıl. Âlem-i kudrete geçince orada biraz evveli söylediğim şeyler gelir. Onun için Fuzûlî ne güzel söylemiştir.

Tahkîk yolunda akıl ne etsin
A’mâ vü garîb kande gitsin[i]

Öyle değil mi? Bilemedi mi tıkanır. Ondan öbür tarafa saffet-i iman, aşk-ı irfan geçer. Başka bir şey geçmez. O aşk kimde tecelli ederse, zahirde bal gibi tatlı, içinde semm-ü katil bulunan, lezzetlerden ikrah[15] eder, mihnetlere mütehammil[16] olur. O aşk geldi mi onun zevâli yok. O geldiği an onda zevâl yok.

Mihen[17] geçer dedik ammâ hakikat öyle değil
Zevâli yok gâm-ı aşkın bu mihnet öyle değil. [ii]

O başka bu tatlı iş bu. Neden tatlı? Kalbinde O’ndan başka bir şey yok ki. Çünkü aklın geçtiği yer âlem-i hilkat olduğu için akıl derki, âlem-i hilkatin haricine çıkarmaz.

Akıl der ki, şeş cihetten taşa canın yeri yok.

Arkası yok der, malum ya. Altı, oraya kadar geliyor. Altı ciheti görüyor. E onun, bi büyüğü var onu görüyor akıl. Yok! Ve onun içün oradan başka yol yok. Aşk ne der? Var var.

Aşk der vardır yakin yol nice bin seyyarı var.
Akl bu bâzârı görmüş eylemiş bey' ü şirâ’[iii]

Bu âlemden başka bir şey görmez, burada alışverişini yapar

Hem bu bâzâr içre aşkın başka bir bâzârı var.
Başka bir bazarı var. Bu pazarda geçen akçe nefistir. Nefsini verirsin, onu satın alırsın. Ne kadar güzel değil mi? Gayet güzel.

Gene bidâyete dönelim. Aşktan doğan ahlak dedik. Ecdadımız, vazifeden doğan ahlaka mı salikti, aşktan doğan ahlaka mı salikti? Bir sual çıkar. Dedelerimiz, şu harita-i âleme bakıp da: “Bir adama çok, iki adama az.” Zulmü gördüğü yerde adli, cehli gördüğü yerde ilmi, inkârı gördüğü yere imanı, aman diyene emânı bahşeden dedemiz, hangisinde amildi?

Aşktan doğan ahlak ile amildiler. Onun başlıca vasfı nedir? Evvela canan sonra can, diye yaşar. Makbul olan o. Şimdi biz deriz ki, evvela can sonra canan. Durur o zaman. Öyle değil. Öyle içtimai zevkleri, öyle geniş bilgileri, karadan gemi yürütmüş canım, akla muhaldir bu. Sen nasıl küçük görebilirsin? Öyle ya gemi deniz içündür, kara içün değildir. Karadan gemi yürütmüş. Yirmi üç yaşında dünyanın bir devresini kapamış, bir devresini açmış. Yirmi üç yaşında bir devreyi kapıyor, bir devreyi açıyor. Bunu anlatması kolay fakat tatbikatı. Tatbikatı kolay mı ya?

Sonra zafer adamı sarhoş eder. Değil mi ya? İnsan geniş dünya da büyük büyük varidata sahip olunca, derhal sarhoş olur. Yapılan büyüklükler adamı sarhoş eder. Sarhoş olmamak var. Ne demiştik? Emanet olduğunu biliyor. Mesele burada. Bu emanet, diyor. Aldanmıyor yani ya.

Kudret hiçbir vakit verdiğini, insan üzerinde ibkâ[18] etmez. Sen ona sakın şey etme. Mesela bütün inanan da inanmayan da bir yere çalışır. Hepimiz bir yere çalışırız. İster inan ister inanma. Mülk kendisinindir, saltanat kendisinindir, azamet kendisinindir. Tezgâhı kurmuş; gel, demiş getirtmiş, çalışacaksın. Ya inkâr sahasında çalış ya tasdik sahasında, nerede çalışırsan. Kendisine aittir, çalıştırır çalıştırır, “Arşş!”, der. Hadi, İstikamet karşıki çukura marş marş! Koşa koşa gider. Şıpır şıpır.

Yalnız bir verdiğini almaz. Nedir o? İmanı almıyor. Keremi ile onu bırakıyor. Hepsini alır, evlâdını alır, karını alır, kocanı alır, malı alır, rütbeyi alır, câhı alır, serveti alır. O ne nimettir, o.

İslami ananede gelirken o şey mesela götürürler adamı musalla taşına. Üüü! Nazarı ile şöyle bakardı, eli ile şöyle yapardı, filan hiçbir şey yok. Bir sandukanın içerisinde, “Er kişi niyetine” der. Ne beyefendiliği kaldı, ne efendiliği, ne baylığı hiçbir şey yok. Sonra getirir bir çukurun içerisine va’z eder. O çukurun içine girende bir şeysi yoktur, onun bir hissesi yoktur amma işte, ruhun gelini ya.

Kudret diyor ki: Size elli sene atmış sene vazifede bulundu. Bir köpek leşi gibi ortada bırakmayın. Ölüsüne hürmet etmeyen dirisine merhamet etmez, der. Onu bir köpek leşi gibi orta yerde bırakmayın. Seni istediğin yere götürttü, istediğin yere oturttu. Bineklik yaptı sana, sen ona bindin. Binaenaleyh onu izâz-ı ikram ile tertemiz bir vaziyette yap, kullanılmamış bir kat elbise giydir, öyle mader-i aslisi olan o kasaya gizle. Vesikadır o. Kendin.

Tabi bu mevzûun burası inananlara aittir. Hoş bu mevzûda artık dünyanın hiçbir tarafında da inanmayan kalmamış, bu artık fen mevzûuna dahi girmiş. Amerika’da adam, iki yüz sene evvel gitmiş olan insanları musiki faslını yaptırttırıyor. Böyle bir köpük hâlinde bir serap hâlinde bir şey görüyoruz ama teşhis edemezsin. Kudret ders kaçırttırıyor. Kudret’in işi acayip. Bizden iki yüz sene,  yüz sene evveli gelmiş, dünyaya gelip gitmiş insanları orada gayet güzeel dinleniyor, mükemmel. Fotoğrafı da çekiliyor.

Artık inkâr tarafı O’nun kalmamıştır. Zaten ilim tasdike, cehil inkâra götürür. Bir şeyin tasdikinde mazarrat yok, inkârında fâide yoksa daima ilim adamı tasdik eder. Farz edelim ki Kudret’i inkâr ettin, faydası var mı? Elli kilo geldin, elli bir kilo mu gelirsin? Yüz liran varken yüz bir mi olur? İnkâr ettin elli kilon, kırk dokuza mı iner? Yüz gram, doksana mı iner. O hâlde inkârında fayda yok, tasdikinde mazarrat yok. O vardır, diyeceksin. Hem o vardır, esas itibariyle çok ezeli bir şeydir.

Tarihi dön dön, dön dön, çok gerilere doğru, sizden böyle henüz yazı mazı icat olmazdan evvelki bir devreye beraber fikren seyahate çıkalım. Göreceğiz ki bir adam avlamış olduğu hayvanın derisini giyinmiş, taştan yapmış olduğu baltasını fırlatmış, bir ağacın kovuğunu kendisine me’vâ[19] yapmış, ağacın kovuğunun önünde düşünüyor. Ne düşünüyor acaba?

Ne düşünüyor? Çoluğun çocuğun nafakasını mı bu akşam tedarik etmedi? Daha aile teşkilatı yok. Acaba ağır bir vergi verecek de onu payını eder mi? Daha köy teşkilatı yok. Hiçbir şey yok. Aslını düşünüyor, fakat bir türlü tamamıyla ihâta edemiyor. Yalnız ne diyor? “Var, var!” diyor. Elinden fırlatıyor. İşte o “var var” dediği şey, O. Anlatamıyor muyum acaba?

O, var var.  “O, var var!” der de “O, var”dan kendi hakikatini layığı ile aramaya başlar,  teemmül[20] eder de ruhunun aradığı o mânâ-i saffetin kucağına kendisini atarsa; o vakit kalbinde hikmet-i itminan hâsıl olur, o vakit fikrinde sükûn ve huzur bulunur. Ve illâ ne servetle olur, ne sâmanla[21] olur, ne debdebeyle olur, ne tantana ile olur. Ancak O’nunla olur. Anlatabildim mi acaba? Olmaz bir şey. Öyle teemmül edecek. Aradığı şeyin kucağına kendisini böyle attı mı o vakit kalbine itminan, hatırına huzur, fikrine sükûn o vakit gelebilir. Ve illâ gelmez. Getiremez. Bugün beşeriyet bundan gafildir, maalesef.

Bütün kafalar toplanıyor. Dünya, mevzii konuşmuyorum bütün dünya. Evveli iki buçuk milyar insan besler, derlerdi galiba. Şimdi belki dört milyar olmuştur. Bilmem ya saymadım ya, hafızamda kalan rakamlar. Vaktiyle dünya iki buçuk milyar insan beslerdi, şimdi daha çok olduğu söyleniyor. Bunun heyet-i umumisinde de bööyle bir melâl-i derûni var. Neden? Her şey de elinde.

Neden var o melâl-i derûni? Kendi hakikatını layığı ile arayıp, O aranılmıyor. Daha daha bir cümle ile daha söyleyeyim sana. İnsan ne lezzetin ve ne de elemin mahkûmu olmamalıdır. İnsan bu âleme yalnız hak ve hakikatın mahkûmu olarak gelmiştir. Ne vakit ki beşeriyet, lezzetin ve elemin mahkûmudur, o günden itibaren inlemesi başlamıştır. Bir şey anlatabildim mi acaba?

İnsan içün yegâne şey; insan, lezzet ve elemin mahkûmu olmaksızın yaşayacak. Geda olma, Hak ve hakikatın mahkûmusun. Başka türlü kurtaramazsın. Buraya getiren yolun adına ne denir? Ahlak. O kadar kemâle erer ki, o zevke girerse, eğer o aguşa atılacak olursa,  aslını aramaklıktan hâsıl olan o nurun, o mânânın, o imanın, o saffetin kucağına kendisini atacak olursa, kalbine o vakit itminan gelir, demiştim. Ne olur biliyor musun o vakit? “Ahh, ne olaydı da hayat-ı dünya bana mevt olaydı!” der.

Hani bizim ihtirasât-ı nefsaniyeyle böyle birbirimizi yemekliğimiz mevzûu kapanır da “Yahu öyle bir büyük bir zevke sahip olmuşum ki, bu zevki alıncaya kadar kırk senem gitti. O kırk seneyi de bu zevahirin lezzeti ile bu zevahirin elemi ile geçirdim. Ne olurdu orada ben ölmüş olsaydım.” Onun içün büyük insanlar öyle der, bizim dedemiz içün. “Bunlar, dünya denilen bu mataha hiç kıymet vermezler. Fakat o dünya denilen matahı da ellerinde oyuncak yapmışlardır.” Ters anlama o dendiği vakitte bu mazahiri terk et,  mânâsına değil.

Hakiki ahlaka sahip olan insan, ahlaksızdan daha ziyade dünyayı bilir. Ahlaksızdan daha ziyade maddenin an yerini bilir. Ahlaksızdan daha ziyade varlığın künh-ü hakikatına agâh olur. Ahlaksızdan daha ziyade ne icap eder bu mezâhirde yapılması onu bilir fakat kalbiyle kalıbının vazifesini ayırmıştır. Kalbine habib kalıbına tabip aramıştır. Anlatamadım mı acaba? İkisini ayırmış. 

Benim kalıbımın tabibe ihtiyacı var fakat kalbimin de habibe ihtiyacı var, derler. O şekilde o zevk ile yaşarlar. Oraya girmedi mi ne kalıbının tabibini bulur ne kalbinin habibini bulur. İki eli böyle zavallı, nihayet orada bocalar. Çünkü bu Kudret, iki gözüm. Yoruldunuz mu? Bende daha henüz yeni demlendim.

Doğumun tarifi; dalgasız denizden, dalgalı denize düşmektir. Doğum. Bu denizin iki dalgası vardır, biri batırır biri çıkarır. Beşer kendi varlığına güvenir de ben bu denizde -yani kesret denizi, bu dünya sahnesi- kendi kulaçlarımla yüzerim de kenara çıkarım derse, tıkanır kalır ve boğulur. Denize düşen ya diri olaraktan çıkar mesela veyahut boğulur şişer, kenara çıkar.

Bu kesret denizinde de kendi sahte benliğine güvenenler boğularak kenara çıkarlar. Kendi kulaçlarıyla çıkmaya imkân yoktur. Yalnız bu denizin orta yerinde bir gemi vardır. Adına mânâ gemisi denir. Ahlak gemisi denir. Bu gemiye binmeklik içün ücret yoktur, iltimas yoktur, külfet yoktur, minnet yoktur, hususi mevkiler yoktur. Herkes aynı şekilde muameleye tabidir. Elini uzatır. “Hayır, ben kendim yapacağım!” Nihayet üç kulaç beş kulaç, o dalganın biri çıkarttı biri batırttı. 

Kudret’in çünkü iki sıfatı var. Sıfatının birisi çıkarır, bir tanesi batırır. “Sen kendi kendine yüzemezsin. Kendi kendine gelmedin, kendi kendine gitmiyorsun. Hah o hâlde kendi kendine de yüzemezsin. Kendi kendine yüzemezsin. Sendeki varlığı Bana izafe et de Ben senin namına çalıştırayım.” diyor. Senin elinle sana çalıştırırım ama iflas etmezsin, diyor. Öyle değil mi ya?

Mesela akıl denen şeyi eğer Fatır’a terk ederekten o nimetten istifade etmek istersen, bütün mevcûdâtın en mühim bir anahtarı olur. Sana bütün esrarı açar. Fakat sen onu kendine izâfe etsen, kendim bunu çalıştıracağım dersen, senin içün en belalı bir alettir. Mazide ne kadar geçirdiği âlâm-ı[22] ekdâr[23] varsa önüne diker. İleride daha vukûu tahakkuk etmesi ihtimale bile mevzii değil, ona bir vücûd verir âlem-i hayalle mahrub[24] bir hadise gibi önüne diker. Geçmiş ve geleği karşısında seni izâc[25] ede ede içinden yer. Fakat onu Kudret’e teslim ettin mi, O’nun hesabına çalıştın mı...

Hayatta niçün insanlar mesut olmuyor? “Kendi hesabıma çalışıyorum!” dediğinden dolayı. Hayatı sana ebedi vermedi ki kendi hesabına çalışasın kardeşim. “Hayat O’nundur.” de, saadet gelsin. İkân[26] verdi. Hayat O'nun. Kendi kendine Hudâ verdi. Üüü daha bilmediğin neler.  

Sen görüyor musun o büyük ihtirâları[27] yapan adamlar, onlar sırf kendi akıllarıyla mı yapar zannedersin. Sonra akıl ne? Eczanede mi satılır? Bakkal dükkânında mı bulunur? Kabil-i vezin[28] midir? Rengi nedir? “Efendim dimağın içerisinde filan hücre filan...” Sayfa numarasını göster.

Hiç elektrik hüviyetini bilmeyen bir sahrâ-i beyâbanda büyüyen insanın ampulü göstermesine benzer o. Getir sahrâ-i beyâbandan bir adam, hiç yalnız onun ışığıyla hayatının karanlığını gidermeye çalışmış bir kimseyi. Gözünü kapa birdenbire getir, bunu görsün. “Bunun içine ne koydun da yakıyorsun.” der. Ona desen ki: “Efendim bu bir elektrik mevzûu vardır.” “Bırak, bunun içinde ne vardır.” der sorar, kabul etmez ki söylediklerini.

O’na, o Kudret’le taban tabana zıt giden, mânâ-i insaniyeye veçhe vermeyen zavallı da netice itibariyle o odur o. “Kafa kafa!” der durur. Babamın evinden mi geldi bu kafa? Neden ihtiyarlıyorsun?

Faniyeti cümleden ziyade, ak saçların eyliyor ifade.

Yok, neden? O bir an gelir; ah der, ama beşeriyet, o vakit iş işten geçer o. Onu demeyen kim var ki. Ahh, dediğin gibi olaydım! O geçti o. Kudret varken teklif vardır, kudret gittikten sonra teklif sakıt olur.

Teklif kudret varken. Teklif bittikten sonra sakıt olur.

O büyük büyük şeyleri icad eden ihtirâ edenlerde işte ihlas ediyor, niyet ediyor. Ve onlarla sen görüşmüş olsan, hayret edersin. Biz iki satır bir şeyi öğrendik mi yanımıza kimse yaklaşamaz. Fakat o, o sahada neler neler meydana getirtmiştir. Zannedersin ki böyle gayet mütevâzı gayet kuzu gibi bir insandır o. Öbür tarafta bakarsın. Mesela onur meselesi yapar. “O ben müptediyken ona bakardım şimdi, filanca baksın. Kıymetten düşerim!” der. O Öyle değildir o.

O en nihayet, mal Allah’ın ya. O da bu kâinatta vücûd bulacak. Bu saltanat devam edecek. Ve söylerler ekserisi, çook. İsmi hafızama gelmedi, birkaç isim zikredecektim fakat. Üzerinde erir zayıflar, gözü zaafa uğrar, tir tir titrer. Nihayet Kudret, ya mânâsında ya kalbine olan ilham ile onu verir. Bu bunu meydana getirecek fakat kim olursa olsun vergide Kudret’in istîdâta bakar.

Bir vakit deden müçtehitti ona verirdi. Bir vakit bakarsın filan müçtehit ona verir. Ayırmaz. Hepsi ona ait olduğu içün. Bu tezgâhta bu adam çalışırsa bu malı daha ziyade satacak. Şimdi sen “Benim kardeşim var, ben bunu tezgâhtar yapacağım, filanı koymam!” İflas edersin. Kardeşinin aklı ermiyor. Gelen müşteriyi darıltıyor, iyiyi kötüyü tetkikten aciz. Kötüyü iyi diye veriyor, iyiyi kötü diye veriyor. Öbür tarafta da birisi var ki kardeşin değil amma daha müşterinin gözünden bu ne şekilde muamele yapılacağını bilir. Çünkü o da ayrı bir iştir.

O da ayrı bir ilim. Ticaret denilen hususi bir ilim. Onun kitabı da yoktur. Öyle mi? Yoktur ya. Onun kitabı ayrı bir istîdât. Bakar, o onu sezer, ona zaten eshab-ı ticaret de öyle denir. Onu meydana getirir. Eh o günde şu kadar bin lira varidat getiriyor. Öteki kardeşin getiremiyor. On kuruş, bir yandan da içeriye gitmeye başladı. “Ne yapalım kardeşimdir!” Olmaz. Ona hamakat denir. Erbabı kimse onu getireceksin.

Kudret’in de bir azamet hanesidir, burada kim erbapsa, o işi ona verir. Bir vakit dedendi, dedene verdi. O ihtirâ içün çalışan adamda ne sıkılır bunalır, ne dedikodu var ne nifak var, ne filan adamın işinde gücünde gözü var, ne filanın servetinde, haberi bile yok. Dünyadan bile haberi yok. Ve bu adanmış, bunu nasıl çıkaracak. Kudret de acır acır; ya manâsında ona şu yoldan git der veyahut kalbine ilham ile böyle yap der, o iş meydana gelir. Anlatamadım mı acaba?

Sahte benlikle hiçbir şey meydana gelmez? Hiç ne olur? Her gün insani vücûdundan bir tane parçayı koparır atarsın. Bir şeyler gider. Hiçbir şey yok. Hep böyle. Hepsi böyledir.

Terk-i variyyet ile söylesen erinî erinî
Len terânî demez ol yâr hüveydâ görünür

Bunların heyet-i umumisi biraz evveli söylediğim aşka bağlı. Ahlakın en son sınıfı aşk. Anlattık ya bu romanda okunan aşk değil ha! Nefiste hâsıl olan muhabbete şehvet, ruhta hâsıl olan muhabbete aşk denir. Acaba anlatabildim mi? O ayrı bir şey bu? O insanın kalbinde tahtını kurdu mu o adam korkaksa çocuğu olur. O adam hasisse sâhi olur. O adam ahmaksa fehm-i[29] galip olur. Nasıl anlatayım ben? Bunu insan, elde etmenin çaresine bakmalı.

Hulâsa niyet etmeli, evvela yeise kapılmamalı. Yeis, mânâ ilminde en büyük kötülükle müsâvidir. Kabul etmez. Yeis yok. Meyus olmaz insan mahsun olabilir. Anlatabildim mi yeise kapılmamalı. Yeisi tepelemeli. Ondan sonra Hak ve hakikat içün dost aramalı, dost. Madem insan birbirinin mütemmimi[30], bende konuşan sende dinleyen, onda konuşan ötekinde dinleyen, bunun mecmûu.

Biz de en büyük hastalık birbirimizi beğenmeyiz ve daima müteyakkız dururuz. Bunda da haklıyız. Böyle olmuşuz. Acaba altından bunun bir hile çıkar mı, bu konuşuyor amma acaba bunun güler yüzü samimi mi, değil mi? Bak ne kadar fena şey!

Nerede ki itimat kalkar, orada yıkım başlar. İtimat yok bizde. İyilik yaparsın elinden tutarsın, lazım gelen bütün insani şeyleri, ittisaları[31] yerine getirirsin. Seni sorsunlar, nasıl adam? Ahmak, der. Aptal saf bir adam, der. Vurur kırar, tepeler ezer, sonra… “Eshab-ı kiyasetten[32], eshab-ı zekâdan o ne akıl efendim!” der. Şimdi nasıl muvâzene yapacaksın? Bela burada. Düşmüş elinden tut. İşte şu şöyledir, bu böyledir. Lazım gelen insani tecellileri meydana getirmeklik içün. Buyrun ona sorsunlar nasıl adam? “Kaz adam saf bir adam, enayi bir adam, ahmak!” Vur kır, sor?  “O ne kafa efendim, der. O ne zekâ o ne kiyâset!”

Şimdi nasıl söyleyeceksin, bunun ikisinin ortasını nasıl bulacaksın? Bu hâli biraz zarar göre göre, koy mânâ içün, koy ahlak içün, bile bile aldana aldana, bu aşkı yaymanın çaresine bakmak lazım. Bileceksin bu beni aldatıyor. Fakat bugün aldatacak, yarın aldatacak, öbür gün inşallah düzelecek. Kendi aldattığının kendi farkına varacak.

Onun içün ahlak der ki: Daima birisine bir iyilik yaparsan o şahsı orta yerde tutarsan aldanırsın, der. Şahıs yok orta yerde der. Niye? O nâdân olur, nankör olur. Tersine gider ama sen o hizmeti Hak ve hakikate yaptın dendi mi, tersi geldiği vakitte de gücüne gitmez. O öyle olacaktı, dersin. Anlatabildim mi acaba? Beklenen buydu, dersin. Çünkü hizmet ona değil. Ama sen o hizmeti yaparken bundan bunu bekleyeceğim, netice bu çıkacak, bu böyle çıktı... Ben buraya mâdâmı ki insan olarak gelmişim. İnsan. Bu insani vergileri vereceğim.

Orta yerde şahıs yok. O iş Hakk’a yapılıyor. O artık ne olursa olsun. Ağaç bazen yemiş verir, bazen sularsın sularsın kurur, gider. Senin de yapmış olduğun şey bazen yemiş verir, bazen de bakarsın ki tersine döner. Gül çıkarayım derken diken olur. Gülde diken var diyerekten gül yapılmamazlık, gül dikilmemezlik icap etmez.

Dikeninden çekinen ellere gül vermezler.

O öyle bu. Sonra o doğrudan doğruya bir gönle, bir kudrete bağlı olaraktan yapıldı mı o iş. Onun zevki başka olur. Size eski konuşmalarımda anlatmıştım. Eski İstanbul beylerinden, lortlarından bir zat varmış. Dedelerimiz ne büyük insanlar. İstanbul beylerinden, Ali Bey isminde bir lort varmış. Sahası keremi meşhur.

Bir ana kız. Annesi gençken dul kalmış. Kızın babası ölmüş. Ticaretle iştigal eden bir kimseymiş, bıraktığı işte üç beş filan, bitmiş. Yalnız maraz-ı mevtinde yatarken, kızına bir kılâde[33] gerdanlık, iyice taşlarla donatılmış ve demiş ki: “Ne yapalım, gönlüm isterdi ki bu evlâdımın mürüvvetini göreyim. Kudret kısmet etmedi. Bu elbisemle görmezsem, ikinci hayatın elbisesi ile görürüm. Benim böyle bir inanmam var.”

Söyledim de burasını söylemedimdi değil mi? Dinleyenler varsa içinizde. Çünkü insan, bu âlemden gittikten sonra bu âlemdeki hayatı görmüyor değil. Kayıttan kurtuluyor, her âlemde ispat-ı vücûdu var. “Bu yavrum Allah kısmet eder de eğer birisi ile evlenirse, beni hatırla benim namıma onu ona ikram et, tak.” Ölmüş.

Seneler geçmiş, mevcut servet bitmiş, kıza da bir talip çıkmış. Hiçbir şeyleri yok. Ne altta ne üstte. Annesi demiş ki, yok kızı annesine diyor ki: “Anne babam nur içinde yatsın. O bizim hâlimize agâhtır. Vasiyetini yerine getirmemezlik olmaz. Elzem olan şey, mübrem[34] olan şey diğer şeye tercih edilir. Biz ne yapalım düştük. Şimdi yatağımız yok, yorganımız yok.”

…. “… kadar çıkaralım, sonra aramızda tekrar bir müzayede yaparız, ikinci müzayededeki farkı gene esnaf arasında taksim ederiz.” Anlatabiliyor muyum bu şeyleri de? “Burada kaç esnafız biz bunları alacak, on beş esnaf. Biz hepimiz nihayet bunu birden başlarız, beşe kadar çıkarırız. Mecburi birimizden birisi alacak. Sonra o mal tekrardan bir müzayede olur birkaç gün sonra hak aramızda tekrar taksim edilir. Böyle bir kâr yaparız.” Öyle kararlaştırmışlar. İşte on, yirmi, bir türlü yukarıya çıkmıyor.

Ali bey kâhyasıyla tesadüf. Kudret’in işleri. “Şuradan geçelim, demiş. Bakalım, müzayede yerinde ne var ne yok.” Bakmış ki bir kız bir anne. İsmet iffet numunesi iki varlık boynunu bükmüş, verecek teslim olmuş öyle. “Ne o?” demiş, o vakit. “Bir şey müzayede oluyor filan.” Oradaki esnaf: “Ali Bey geldi bizden bu iş gitti.” demişler. Niye? “Şimdi bunların hâline acır, bırakmaz bize artık.” O yirmide filan derken elli demiş, Elli. O saatlerden beri yirmiden yukarı çıkmayan şeye, o elli deyince, yetmiş denmiş, yüz demiş. E Yüz on filan, yüz elli. Yüz atmış, iki yüz demiş, herkes durmuş. O vaktin iki yüz altını han alır, o.

Dünyada en büyük zevk nedir? Kederlenmiş olan kalbe sürûr vermektir. Bundan büyük zevk yoktur. Naçiz aciz bir vaziyete gelir de kalp öyle kendi kendine kalır, kederlendiği bir an olur da eğer bir sürûr ilka edebilirsen, bütün mevcûdâtı satın almış kadar kıymetin olur.

Gözleri içerisinde, ööyle… Kâhyaya ver parayı, demiş. Onlar sevinçle evlerine dönüyorlar. “Bunlar demiş, çok nazar-ı dikkatimi celb etti. Bunlar nerede otururlar, takip et de demiş, belli etmeden öğren gel. Bana haber ver.” O vakit Gedikpaşa taraflarında bir çıkmaz sokakta filan bir yerde oturuyorlar. Gelmiş adresi bildirmiş. Bir saat sonra Ali Bey tık tık kapıyı vuruyor. Kız şöyle cumbadan bir başını uzatmış (o vakit kafes devri) şöyle bir uzatmış. Bir nefesini geriye çekmiş amma sema dahi durmuş. Öyle bir...

“Ne o kızım?” filan demiş.
Onlar görmüşler demişler ki: “Bize Allah ikram etti. Biz zaruri eşyamızı, zaten bunun bir kısmı ile bir ev de alırız, başımızı da sokarız. İşte daha geniş bir refaha nail olduk.”
Bu düşünce esnasında kapı çalındığını görünce: “Eyvah anne demiş, sevinmemizle yerinmemiz bir oldu.”  “Hayrola?”
“O gerdanlığı satın alan bey geldi, geri getirdi galiba. Beğenmedi. Parasını mı isteyecek!”
Titreyerek kadıncağız açmış kapıyı. “Buyurun efendim!”
O insan kendini kaybeder de hayalinde ne varsa, hep onu konuşur. “Beğenmediniz mi diyor, beğenmediniz mi?”
İnsan öyledir o, kaybeder kendisini, o dakikada o hayal ne ileyse hepsini unutur da “Beğenmediniz mi?” diyor.
“Yok demiş, bir şey için müsaade ederseniz.” “Buyurun” diyor.
Uzatmayayım mevzûu.
Soruyor. “Bu neden satıldı?” Neydi filan, anlatıyor kadın. “Ben filan adamın refikasıydım. Vefat etti. Şu kadar sene geçti, mevcûdumuzu bitirdik. Kızıma hayırlısı ile bir talip çıktı. Kendisi maraz-ı mevtindeyken bunu ona hediye etmemi, böyle bir kısmeti çıkar, bir kocaya varırken, beni hatırlayarak onu ona vermemi söylemişti. Kızım bu şeklin, bizim zaruri vaziyetimiz var diye, bunu satmaya kalktı, Allah razı olsun sizde şey ettiniz, ama. (gene) Beğenmediniz mi?” diyor.
O ihtizâzlı[35] sese Ali Bey’in gözleri yaşla dolmuş. Heyecan etmeyin, demiş.
“Heyecanlanmayın beğendim. Yalnız müsaade eder misiniz, kızınızın bir manevi babası olmasını?”
“Tenezzül ediyorsunuz.” demiş.
“Hayır, beni bir manevi baba olarak, bunu samimi söylüyorum. Bu benim kızımın manevi babasıdır diyerek, siz tasdik eder misiniz?”
“Baş üstüne efendim!”
“Alın, demiş. Bunu gene yavrunuza takarsınız. Benim ona hediyem.”
Bir şey anlatabildim mi acaba? Sonra ne olmuş? Bunun sonra bir ikramı var,  bir iltifatı var. Eh yoruldum orası da bende kalsın. Bir karşılığı var. Hadi orasını da söyleyeyim. Malum ya, acayip bir şeydir.

Sarây-ı “lî maallâhi” vallahi gönüldür.

Öyle bir mazhariyete nail oluyor ki; ama bu tabiatı ile inanan, aşkın zevkini tadan, gönül tahtında sultan olan insana ait bir bahistir. O titremeler, o hâller, o sevinçler, o sıkıntılar, onların yoğrulmasından hâsıl olan bir varlık, gelin oluyor tabi kız babasının. ..… Örf-ü âdetde bir kuşak bağlama merasimi vardır.

Ali Bey o zât, o gece bir rüya görüyor. Rüyasında bu düğün oluyor. O düğüne Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi’de tenezzülen teşrif ediyor. “Ali nerede?” diyor. Haber veriyorlar kendisine ki, buraya “Nefs-i natıkâ-i kâinatın Kalbi, Mürebbi-i ukûl, Mahbûbu'l-kulûb olan Zât geldi. Ali gelsin gelsin kuşağı beraber bağlayacağız, diyor. Ali gelsin, kuşağı beraber bağlayacağız.”

E bu öyle iki yüz altına da alınmaz ha! Bunun iç tarafı düşünülürse o da gene ayrı.

Böyle olduğu gibi bunun gayet ucuz alınanı da vardır.

Daha yakın zamanlarda âlem-i cemâle gitmiş olan Nazmi Bey isminde bir zât vardı. Müdekkik, mütefekkir, arif, insan-ı kâmil. Bir ilim adamı mesela bir yerde takıldı, üşenmez. O takıldığı kendisine mağlup, söylememiş o ilim adamı. On sayfa yazar sabah karanlığında getirir. “Şunu lütfen okuyun.” der. Sizin o kitapta takılmış olduğunuz mevzûu, tafsilatı ile şerhi ile bütün varlığı ile yapmış, sana hazırlamıştır. Bir tuhaf bir adam.

Fütuhatcı Nazmi Bey namı ile anılırdı bu zat. Bana kendi hikâye etti, dedi ki: “Bir hastayı bana söylediler, dedi. (Böyle konuşurdu) Gideyim ziyaret edeyim, dedi. Gittim baktım ki perişan. Bu cebime elimi attım bir şey yok…”

Zaten kendisindeki zevahirinden haberi yok adamın, o kadar zevki var ki, anlatabiliyor muyum acaba? O bir ayrı bir zevk o.

“Hangi cebime elimi atsam, bir şey yok, nihayet yeleğimin cebini belli etmeden karıştırıyorum, bir tek lira çıktı. Usulcacık özür dileyerek, yastığın altına şööyle belli etmeden bıraktım, neden bu kadar çıktı diye yüzüm gözüm de doldu. Ayrıldım. O gece dedi, bir mânâ görüyorum. Mahbûbu'l- Kulûb olan Zât, beni çağırıyor. Nazmi buraya gel. Seni bizim eve vekilharç yaptım.”

Bunu bana ağlayarak anlattı. “Yahu, dedi. Bir liraya da dedi, bu kadar ucuza bu kadar şey olur mu?”

Niyet ve ihlas icabında o bir lirayı nâmütenâhiye kadar götürür. El verir ki yapılan işte kendi olmasın. Anlatabildim mi acaba? Neden bunu söyledim? Konuşmayı bitiriyorum artık.  Misali verdim, şimdi esası kuruyorum. Dedim ki: Evvela ilim, bilmek. Bilineni de işlemek, oldu amel. O işlendikten sonra hakikate vusûl. Eğer o işlenende senin kendi benliğin varsa, yolda kalırsın. Bazı adam bir iyilik yapar onu yapmış olduğu o iyilikte, kendisini görür. ... Ara yerden çıkacak.

Lutf-u Hak herkese bî minnet. Dest-i[36] halk arada bir alet

Bir şey anlatabildim mi acaba? O minneti olmayacak bu işin içerisinde. Menn[37] u ezâ[38] altında kalmayacak hiçbir kimse. Menn-u ezân altında hiçbir kimse kalmayacak.

Sordular en büyük Ahlakçıya, birisi geldi dedi ki: “Ben dedi, zengin bir adamım, dedi. İşçim var, dedi. Bu işçiye yevmiye kaç kuruş vereyim.”  
Bakın düstura bakın.“Aaa, onun ölçüsü olmaz.” dedi.
“Ne yapayım?”
“Kendinizi o mevkiye getirirsiniz, o hâle sokarsınız. O işçi gibi yapmış olduğunuz işe kendiniz kaç kuruşa razı olursanız, ona da o yevmiyeyi verirsiniz.”
Bir şey anlatamadım galiba!
“Kendin o hâle geldiğini farzedersin. O işi de kendin yapmış gibi addedersin. Kendin o yapmış olduğun işe ne kadar bir, ne kadar paraya razı isen, ona da o kadar verirsin. Kendin için ona razı değilsen, ondan eksik verirsen olmaz.” dedi.
“Peki, ne vakit vereyim?”  “Teri kurumadan.”
Evet, bu ahlaki düsturlar takip edilirse ne olur? Fakir zengine dost olur. Muvâzene-i âlemin bulunamayışı, aşağı tabaka ile yukarı ki tabakanın arasında muvâzenenin yapılmamasındandır. Fakir zengine dost olur.

Yukarı ki tabakada merhamet, o merhameti gören aşağı tabakada ona karşı hürmet, ikisi evlenir, -nikâhsız bir şey yok, dedik- muhabbet denilen çocuk meydana gelir. O muhabbet meydana gelir gelmez; teâli terakki, huzur, refah, saadet, safâ ne istersen. Ahlakın çizmiş olduğu dünyevi zevkler haricinde bir kapı çalmaya ihtiyaç bırakmaz kardeşim.

Ahlak öyle bir müessesedir ki, iki hayatın kanunudur, dedim ya. Burasını eksik söylemiştim. O öyle bir kanundur ki, senin dünya üzerinde, o hududu güzel, o hududun içerisine girdiğin vakitte, alçak zevklere tenezzül edecek vaktin kalmaz ve lüzum hissetmezsin. O kadar bol saadet verir. Bugünkü konuşma bu kadar yeter.


[1] Câbecâ/Cabeca:  Yer yer. Ara sıra. Yerden yere. Bazı yerlerde.
[2] Vechen mine’l-vücûh:  Hiçbir suretle. Hiçbir vecihle,hiçbir şekilde.
[3] Tezyin:  Süslemek. Bezemek. Donatmak.
[4] Sefihâne: Eğlenceye ve lüzumsuz masraflara düşkün olarak. Yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce.  Sefihce, zevkine düşkün biri gibi, düşüncesizce.
[5] Eshâm: Hisseler, paylar, nasibler. Senetler
[6] Câmid/Câmide: Ruhsuz, sert, katı madde. Cansız.
[7] Lezâiz-i fâniye: Gelip geçici zevkler, lezzetler.
[8] Mehlika: Ay yüzlü
[9] Tetebbû: Araştırıp incelemek, derinliğine inceleyip tanımak. Araştırma, inceleme.  Etraflıca araştırma.
[10] Eczâ: (Tekili: Cüz) Cüzler, bölümler, kısımlar. •Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler
[11] Cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif       
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkum kılınmıştır.
[12] Mütemmim: Tamamlayan, tamamlayıcı.
[13] Tesniye: İkilenen, ikil. Vasıflandırma. Arapçada bir kelimenin iki şeye delâlet etmesi hâli, kelimeyi iki şeye delâlet ettiren siga. 
[14] Adem: Yokluk hiçlik
[15] İkrâh: İğrenmek. Tiksinmek.
[16] Mütehammil: Tahammül eden, katlanıp sabır ile kabul eden. Dayanabilen, kaldırabilen.
Tahammül eden, dayanan.  Yüklenen, dayanan, tahammül eden.  Dayanan.
[17] Mihen: Sıkıntılar
[18] İbkâ’ / İpka:"Bekâ"dan: Baki, daim, devamlı, sürekli kılma.• Yerinde, evvelki hâlinde bırakma
[19] Me’vâ/Mêvâ: Sığınacak yer, makam, yurt, mesken.
[20] Teemmül: (Emel “ümit etmek”ten) İyice, etraflıca düşünme.Derin derin düşünmek.
[21] Sâman: Servet, zenginlik.
[22] Âlâm: Acılar, elemler.
[23] Ekdâr: Kederler, acılar, gamlar.
[24] Mahrub:  Mahrum edilmiş. Elinden varı yoğu alınmış. Bomboş bırakılmış. Harabedilmiş, dağıtılmış.
[25] İzâc/ İzaç:Taciz etme, rahatsız etme.
[26] İkân: Sağlam bilme, şüphe götürmeyecek şekilde yakînen bilme.
[27] İhtirâ: İcat, buluş. Îcat edilmiş olan, daha önce benzeri bulunmayan şeyler.
[28] Vezin:  Sabit.  Nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı.  Ölçü, tartı.  Ölçülü ve kāfiyeli söz.
[29] Fehm: Anlayış, kavrayış
[30] Mütemmim: Tamamlayan, tamamlayıcı. 
[31] İttisâ: Bollaşmak. Genişlik kazanmak. Genişlemek. Vüs'at.  Genişlik.
[32] Kiyâset: Zekâ. Ferâset. Akıllılık.  Zekilik. Uyanıklık. Zeyreklik.
[33] Kılâde: Gerdanlık.
[34] Mübrem: Zaruri. Vazgeçilmez olan. Acele yapılması lüzumlu bulunan. Elzem.
[35]İhtizâz: Titreme, titreyişHafif hafif titreme.
[36]Dest: El.
[37]Menn/Men:  Yapılmış bir iyiliği başa kakma. Minnet altında bırakma . minnettarlık beklentisi.
[38]Ezâ: Eziyet, sıkıntı verme, incitme, üzüntü, cefâ, cevr


[i]  Leyla vü Mecnun / Fuzuli

Bu arsada her eser ki gördüm
Sensen dedüm ol eser yögürdüm

Çün verdi hayâl ana ham ü pîç
Men münfa‘il oldum ol eser hîç

Men akldan isterem delâlet
Aklum mana gösterür dalâlet

Tahkîk yolında akl n’etsün
A‘mâ vü garîb handa getsün

Tevfîk edesen meğer refîkum
Tâ sehl ola şiddet-i tarîkum

Gör hırsumı istegünce ver kâm
Senden ikbâl ü menden ikdâm

îlmünde ıyândur i‘tikâdum
Sensen senden hemîn murâdum

Dünyâ nedür ü ta‘allukâtı
Endîşe-i mevtdür hayâtı

Ammâ demezem yamandur ol hem
Ser-menzil-i imtihândur ol hem

Bi’llâh ki bu dil-fîrîb menzil
Eyle mana verdi râhat-i dil

Kim eski makâmumı unutdum
Sandum vatanum makâm dutdum

Müşkil gelür imdi terkin etmek
Bir özge makâma dahi getmek 

[ii] Muhyiddin Raif Yengin Beyin güftesini yazdığı Udi Fahri Kopuz beyin bestelediği Suzinak Eser.

Elem geçer dedik ammâ hakîkat öyle değil
Zevâli yok gam-ı aşkın bu mihnet öyle değil

Hudûtsuz düvel olmaz fakat senin hüsnün
Hudûda sığmıyor aslâ bu devlet öyle değil

Olur mu hiç giran ey ser piyâle-nûş-ı cemâl
Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil

Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır
Dokunma gönlüme şart-ı muhabbet öyle değil

Zaman gelir bıkılır mâhlardan ey Muhyî
Fakat o mihre doyulmaz, o âfet öyle değil 

[iii] Perde-i cân içre aşkın nice bin envârı var
Hüsn-i aşk-ı pâk ile âşıkların bin kârı var
Akl dir kim şeş cihetden taşra cânın yolu yok
Aşk dir vardır yakın yol nice bin seyyârı var

Akl bu bâzârı görmüş eylemiş bey' ü şirâ’
Hem bu bâzâr içre aşkın başka bir bâzârı var
Derdkeş âşıkların gönlünde yüzbin zevk olur
Tîre-dil âkılların kalbinde bin efkârı var

Akl dir râh-ı fenâya gitme kim pür hârdır
Aşk dir vardım fenâya nice bin gülzârı var
Aşk-ı Hakk Hakkı güneşdir ebr-i harf içre nihân
Çün zuhûr eyler huzûrunda kimin güftârı var

*** İbrâhîm Hakkı Erzurûmî (Ks) ***

2 yorum:

Onun içün geçen konuşmada demiştim ki: Sabır. Herhangi bir azap verici şeyi... Kudret’in bir ismide Es-Sabır’dır. O’nunla beraber olmadıkça seyri çok zor olur. Ancak O’nunla beraber olursa, orada o sabır tahakkuk edebilir. O’nunla beraber olmayınca, dayanmaklığın adına sabır denmez. İnat denir. Anlatabildim mi acaba? Sabırda bir zevk vardır. İnatla sabırı ayırt etmek lazımdır. Biri çok büyük, o da birkaç kısma ayrılır.

Belaya sabır, her hakiki insanın kârıdır. Nimete sabır, sadıkların sabrıdır. Bilmem anlatabildim mi acaba? Zor bir yer burası. Kudret eline büyük bir nimet verdi; o nimet eğer seni azdırmazsa, o nimet seni firavunluk vadisine bir ihram dikecek kadar benlik verdirtmezse, daha açıkçası o nimetin sende bir emanet olduğunu tatmazsan, yandın. Onun içün nimetsiz sabır her insanın kârı fakat nimet verildikten sonra sabır.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017