095 (132) 76 dk. (31.12.1961)
… Sualler sorar. Oluşunu hayretle karşılar. Hilkatine nazar eder. Hilkatine nazar edince, etrafa doğru açılır. Kendisindeki varlığın kendisinin mi yaptığı, bu varlığın nereden geldiğini, acaba kendisinin kim olduğunu, hakiki hüviyet yalnız nüfus kağıdı olmayıp da bir başka bir hüviyet nedir, diye araştırma sırrı başlar. Anlatabildim mi?
Elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasına
taalluk etmiş olan… Evet, fakat vicdan-ı kibriyası mânâ-i ihtivası, bilhassa
havâtırdan[1]
hâlî[2]
kalmayan gönül âlemi, bunlar nedir, diye düşünceler başlar. Acaba ben kimim,
der. Benim gelmemde gitmemde bir ihtiyârım var mı, der. Öyle ya, yirmi yaşına
gelmiş, yirmi beş sene evvelki hâlinden haberi yok. Yarın da ne olacağından,
ondan da haberi yok. “Benim var!” O
bildiğin az şeylerdir. Sende bir hazâne var, ya.
İnsan çok kıymetli bir şey. Bilse
kendisini. Düşünüyorum, bu düşünmenin ne olduğunu bilmiyorum. Konuşuyorum,
bu konuşmanın ne olduğunu bilmiyorum. İşitiyorum, bu işitmenin ne olduğunu
bilmiyorum. Görüyorum ama görünenin hakikatini de anlamıyorum. Başlar böyle
bocalamaya. Nihayet ezelle ebed gözünün önüne dikilir. Ne olur dikilince?
Canım, çok üzerinde durup
titrediğin bu mazâhir bu sahne gecedir, bunun bir gündüzü olacak, der. O gündüz
ne vakit başlar? İnsana Kudret tarafından “Artık bu hayat paydos!” dendiği dakika
başlar. Bilmem anlatabildim mi? Bizim bu sahnede yaşayışımız böyle birbirimizi
sevmeyişimiz, işte senindi benimdi nâmütenâhi gürültü, gönül kırmalar, nâdân davranmalar,
sahte benlikler, bunların hepsi, karanlıktan ileri gelir.
Gündüz ne vakit olur? Gündüz,
insan bu ten kafesinden kurtulduğu vakit olur. Bilmem anlatabildim mi?
Anlatması bunun kolay da tatbikatı zor. Gelişimde gidişimde ihtiyârım yok. Benim
“benim” diyecek elimde bir kârım yok. Binaenaleyh bir maşuk var, der. Hiçbir âşık
yoktur ki, maşuku ondan bîhaber olsun, der. İşte o vakit aşk başlar.
Anlatabildim mi? Ahlaktaki aşkın tarifi bu.
O bir de örfün tarifi, o ayrı iş.
Onu herkes bilir bilmez. Fakat ahlakta olan aşk, o kendi aslını aramaktan
doğan, zevktir. Kendi hakikatini aramaktaki heyecanın, varlığın adına, aşk
derler. Ve insan da bu âleme bir tek şey içün gelmiştir, kendini bulmak
içün. Bugünkü söyleyeceğim sözün özü bu.
Niye geldin bu âleme, bu sahne-i
şuhûda? Cemâl ile Celâl ile karışık. Bir tarafı böyle bir tarafı şöyle, zahirde
bal gibi tatlı fakat içi karmakarışık. Bir sahne işte görüyorsun; anne baba
bilmem kardeş, şu bu filan, netice itibariyle bir gün hepsi bir tarafa gel bu
tarafa. Bundan gaye nedir? Kendini bulmak. Kim ki kendisini bulmuş gitmiştir;
en mesut en bahtiyar, en hür, hakiki hürriyetine sahip olaraktan yaşamış, böyle
geçmiş gitmiştir. Ahlak, adama o saadeti verir.
Ahlak, insanı makam-ı nefisten
kurtarıp, makam-ı kalbe is'âd[3]
eden şeye derler. Bu yeni bir tarif, bunu belleyelim. Ahlak insanı nefis
hâlinden, nefis makamından, kurtarıp da kalp makamına çıkaran şeyin adına ahlak
denir. Anlatabildik mi acaba? E ne olur öyle olmazsa? O olmazsa insan, insan
olmaz olacağı bu...
İnsan, nefis hâlinden
kendisini kurtarmadıkça henüz makam-ı insaniyete kadem basamamıştır. Yazık
günah değil mi? Kudret bize bir ayrı imtiyaz vermiş. Mesela ne gibi imtiyaz
vermiş? Yer gök bütün varlık senin emrine müsahhar kılınmıştır. Kudret Fatır, o
tecelli ile insanda tecelli etmeseydi, beşer bugün bu görünen göz kamaştırıcı
varlığı gösterebilir miydi? “Kuvveti var gösterir?” Yook! Öküz benden
çok kuvvetli. İş kuvvette değil ki! Öyle değil mi, öküz senden çok kuvvetli
değil mi? Demek ki iş kuvvette değil, kuvveti tasarrufta. O tasarrufu,
Kudret sana vermiş. Yoksa öküz benden de kuvvetli, senden de kuvvetli.
Azizim, hakiki insan, mescûd-u
amme-i melekûttur. Yani ne demek bu? Hakk’ın isimlerine hizmet eden mahlûk,
hazreti insana boyun keser. Bu kadar kıymeti var insanın. Kudret’in Fatır’ın,
isimlerinin, hizmetçisi olan varlık, insan karşısında boyun keser. Öyle emir
almış. Ee bu kadar geniş sıfatlarla mücehhez olarak gelen bir adam, şurada elli
altmış senelik hayatı sûrîsinde bu sıfatları ben istemiyorum diye, Kudrete bir
alenen istidâ[4] verip,
ondan istifa ederek makam-ı hayvaniyette göçüp gitmesi doğru bir şey olur mu?
Elbette olmaz. İşte bunları anlatan şeyin adına ahlak denir.
Onun içün insan iki kısma
ayrılır. Bir yönü, Kudret tarafından “Seni kendi zâtım için halk ettim.” unvanı
ile mu’anven[5] o ismi
almış, o şöhreti almış. Ki o mahbûb-u berzâh-ı ehâdiyettir. Kudret’in
sevgilisidir. Bir kısmı da canavarları utandırtacak kadar aşağı. O da mağdûb-u[6]
sırrı samediyettir. Yani Kudret’in
gadabına kendisini siper etmiş, o şekilde sayılı nefesini tüketmiş. Nihayet âdem-i
külli ile mâdûm[7] olmuş,
mahrum olaraktan göçüp gitmiştir. Hâlbuki hepimiz biliyoruz ki orta yerde bir
şey yok. Bülbülle gülün konuşmasında neticede eser kalmıyor. Bülbülle gülün
konuşmasında neticede eser kalmazsa, hakikate sahip olmayarak gelip giden kimseden
ne iş kalabilir ne eser kalabilir? Öyle değil mi?
Hakiki insan, yalnız topraktan
ibaret bir cisim değildir. Tertemiz bir ruhtur. Bunu kirletmeden gitmenin
yollarını gösteren şeyin adına, ahlak derler. O vakit ruhu pak olur ve neticede
bütün eflâk[8] kendisine
hadim olur. Onun içün ahlakta ilk şart; birbirinizi sevin, yabancı
değilsiniz, der. Sevin birbirinizi, der. Birbirinizi sevin, der. Arştan
daha geniş, daha vâsi, kürsîden daha büyük, melekûttan daha müzeyyen, cennetten
daha hoş, bir hazâne var. İyi dinlemiyorsunuz galiba. Bir daha söyleyeyim.
Arştan daha vâsi, kürsîden daha geniş, melekûttan daha müzeyyen
daha süslü, cennetten daha hoş, bir hazâne var. Onun arzı yani yeryüzü, o hazânenin
sahası, gönlünü Hak ve hakikate
bağlamak. Seması marifet, güneşi şevk,
kameri muhabbet. Şimdi yokla kendini, bunlar var mı yok mu? Eğer bunlar varsa
yerinde durma, zıpla. Bunlar yoksa kendi kendine “Eyvaaah!” de. Kaç yaşındaysan
seneleri hesap et. Hepsini yak. Gittik, de gürültüye gittik, de.
Yıldızı havâtır-ı hasene, şihâb-ı[9] akıl. Kaç şeyi meçhulden maluma doğru götürebildin? Hissin galatlarını nerelerde tashih edebildin? Hiçbir şey yok mu yine düşün. Yağmurları nehir. Yanlış söyledim. Yağmurları rahmet, o hazânenin yağmurları. Bak bakalım sende öyle bir, senin semana böyle bir yağmur yağdı mı? Var mı, merhamet aktı mı?
Hayatında ne gibi şeyler yapabildin merhamete taalluk
eden? İvazsız garazsız. Mevcûdât üzerinde kendine ait olana karşı hususi
bir merhamet, ondan haricine karşı daha bir parça öyle değil. Umumi bir
vaziyette.
Öyle, der. En büyük Ahlakçı öyle der. Hubb-u gayra amir. Evvela canan sonra can. Ağaçları taat o hazânenin. Zordur değil mi ya? Tabi zor.
Mesela insanlar bilerek mi
söylerler, bilmeyerek mi? Namusum üzerine söz veriyorum, derler. “Ahd ediyorum.
Namusumla söz veriyorum.” Gayet büyük bir şeydir. Büyük bir yemin. Öyle mi?
Evet. Sıfatı var onun. Nedir? Hayâ. O
sıfat kimde var, onda sabır var.
Sabır oldu mu; hased gitti, buğz
gitti, riya gitti, adâvet gitti,
gadap gitti, tertemiz oldu. Anlatamıyor muyum acaba?
Bak bir tek kelime geldi ama ne
kadar geniş mânâsı var? Evet, onu kullanırız ekseriyetle. İşte, namusum üzerine
söz veriyorum. Bilerekse şuurluysa, çok muazzam titrenecek bir mevzû. Üzerine
titreyeceksin. Onun bir sıfatı var, o nedir? Hayâ. O sıfat kimde var, o sabr-ı mücessemdir[10].
Hayâ adamı sabra götürür çünkü. Utanan
adam sabırlı adamdır. Anlatamıyor muyum? Bir adam utanması var mı, onun sabrı
çok. O oldu mu hepsi gider, bütün kötülükler kökünden kalkar gider. Ne olur kalkınca? İşte hazâneye sahip olur.
O hazânenin dört duvarı
var. Tevekkül, tefviz,[11] sabır, rıza. İnsan içün de lazım olan bu. Tevekkül dendiği vakitte
ahlakın tarif ettiği tevekkül, miskinlik tembellik mânâsına değil. Kudret bütün
sıfatlarını vermiştir sana, o sıfatların tecellisi ile hâllenirsin. Aklı vermiş
yerinde kullanırsın, güzel. Fikri vermiş, düşünecek şeyi düşünürsün. Gözü
vermiş, görülecek şeyi görürsün. Kulağı vermiş, işitilecek şeyi işitirsin.
Hulâsa bütün yapılacak ne varsa
sende verilmiş ariyet, bunları yerli yerine kullandıktan sonra senin takatinin
yetmeyeceği şey gelir. Aklı kullandın, gözü kullandın, hepsini kullandın, fakat
hadise meydana çıkacak. Orada senin kudretin taalluk etmez. O vakit boynunu
bükersin, bakalım Kudret; ben bunları kullandım, benim kullanmamın karşısını
nasıl çıkaracak. İşte onun adına tevekkül derler. Anlatabildim mi? Miskin
oturmak mânâsına değil.
Tecelli ettikten sonra benliğini
üzerinden atarsın. “Bunu ben
yaptım. Bunu ben yarattım!”
diye, diye, diye, diye, diye nihayet zalim olursun. Ama ne yaparsın? Tefviz edersin.
Kudret bana bunları verdi, ben O’nun
sıfatları ile bunu meydana getirdim. Hüküm O'nundur, dedin boynunu büktün mü,
bir kapı daha açılır. “Bu Benim malımı iyi işletiyor, der Kudret. Al bir
daha, al bir daha...” Açılır, açılır. Dünyada da mânâda da yed-i tûlâya[12]
sahip olursun.
Ama “ben yaptım” dedin mi? Yap
bakalım der, musluğu sıkar. Bocalar durursun. Sahte benliğinde dön. Gözü kapalı
bir vaziyette dönersin ki, bostan dolabındaki hayvana benzer. Gözü bağlıdır,
boyuna bir saat iki saat yürüyor yol katediyorum, zanneder. Hayır! Aç gözünü,
olduğu yerde dönüyor. İnsan da elli atmış sene hep olduğu yerde döner döner
giderse mahvolur gider.
O dört duvarın, beş
de kapısı vardır ahlakın
tarifinde.
Birinci kapı ilim kapısı. İkinci kapı hilm kapısı. Âlim adam halim olur. Bilen adam, bilen. Okuyan başka bilen başka. Biz ters mânâya deriz. Okudu mu bir adam âlim dersin. Okumak başka, bilmek başka kardeşim. Hakiki bilen, yanlış histen kurtulan adamdır. Ona derler. Elli hayvan yükü kitap okumuş fakat o insanlığa ait bir hizmeti yok, bir şeyi yok orta yerde. Ne faydası var onun. Kendine de yok, başkasına da yok.
Zevki, irfan iledir insanın.
Farkı yok cahil ile hayvanın. [i]
Buradaki cahil okumayan mânâsına değil.
Doğru histen mahrum olan kimse. Bir adamın hissi doğru değil mi; kalbinde
rikkati yok, gönlünde safâsı yok, hiiiç gelişteki gidişteki gayeyi duymamış, onun
hayvandan farkı yok, der. Zevki, irfan iledir insanın. Belle bu cümleyi.
Zevki, irfan iledir insanın. Farkı yok cahil ile
hayvanın.
Arifi Hakk’ın olur kalbi selim. Gönlü mirat-ı nazargâhı
Alîm.
Öyle bir gönüle sahip ol ki, öyle
bir kalbe malik ol ki, Allah kendisini orada seyretsin. Ya insanın kıymeti bu
işte. Hakiki insanda Kudret kendisini temâşa edermiş. Onun içün sakın kendini böyle
ufacıcık bir şey zannetme.
Arifin gönlü dahi âlem olur.
Marifet nuru ile mahrem olur. Mahrem.
Sana bir sır söyleyeceğim ama
söyleme. Bütün şekâvetini anlattın, aman gönlüne sokma! Anlatırken dahi kaç!
Yaa? Bana öyle bir şey söyle ki, maşuktan haber var mı, marifettir o. Marifet
nuru ile mahrem olur. Öyle diyor, ahlakçı öyle diyor.
Kudret’in insan üzerinde meknûz[13]
olan isimlerinden hangisi galip gelirse, encâmı[14]
onunla hâllenir. Onun içün celâlden
cemâle doğru kaç! Hangi isim galip gelirse encâmı öyle. Mesela misal
vereyim. Haset sıfatı ile muttasıf[15]
yaşıyor bir adam, o ne acayip adamdır. İsterse nâmütenâhi serveti olsun, fakiir
çok acınacak hâlde. Hasid mi huyunda hasedcilik var mı, ona acı. O daima azap
içerisindedir. İkinci hayatda da kurt suretinde tecelli eder, diyor. O sıfatı
alır.
Durup dururken herkesi kırar, gadub bir adam o sıfata
mazhar olmuş. Muhakkak ebediyet âleminde, Kudret: “Elime alırken köpek
suretinde getiririm, diyor. Kelp suretinde çıkar karşıma. İnsan suretiyle almam
onu!” Vardır bazen öyle insanlar, öff! Haşlar insanı. O kendisince onu bir şey
zanneder. Dışarıda güler gezer, evine gelir, gadub suratlı durur. Niye çoluğunu
çocuğunu alıp da güler yüz göstermezsin? Nedir o? “Yoo! Ben şimdi sinirliyim.”
Yarın Huzur-u Hak’da köpeksin. Öyle haber vermiş.
Evet, sinirliyim minirliyim, tanımaz Kudret. Dırıltı, der. İnsan olacaksın da o sinirleri basacan. Onların ilaçları var. Evet, öyle ilaçları vardır ki onların. Onların, ahlak eczanesinde Kudret tarafından yapılmış vitaminleri var. Bol bol al. Tedavi et kendini. Çünkü bütün cemiyetlerde tekâmül aileye bağlı.
Bir milletin tekâmülü, bir
cemiyetin tekâmülü, bir vatanın haddizatında safâsı saadeti, aile teşkilatına
bağlı. Huysuz adamın çocuğu ahlaksız olur, diyor. Bilmem fen ne der? Fende
der ya bir vakit bir yerde gördüm mü anlattılar mı bir şey? Bir adam bir şeyin
ihtirâ’ında yahut bir şeyin keşfinde veyahut keşfolmuş bir şeyin mütalaasında,
bir hata ediyor. Nihayet ruhiyat mütehassısları: “Sen evinden çıkarken bu işe
gelirken, huzurlu çıkarak gelmemişsin.” O bizim bilmediğimiz insan, bir sırr-ı
muamma. Anlatabiliyorum değil mi? Sonra değmez bunlar. Uzun boylu şeylere
değmez.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine sordular. İnsanların saadeti evvela kendi aile teşkilatındaki saadete
bağlıdır. Kudret, buna bakacak.
Baktıktan sonra kapıyı açacak. Lazım gelen neyse onu verecek. Başka türlü
olmaz.
Hulâsa Likâullah[16] devletine nail olmak arzusunda isen; eğer
yalnız şurada elli altmış sene yaşadıktan sonra gitmek değil de ben yahu bir
insan olarak geldim. Böyle altmış seneylen, seksen seneylen, yüz seneylen,
benim defterim kapansın, ben hiç olayım, ben buna taraftar değilim. Bu ara
yerde bir hayvan bile buna razı değildir. Ben ebediyet âleminde bir kâm
alacağım ve maşukumla baş başa kalacağım, zevki ile yaşıyorsan evvela sıfat-ı
mezmumenin gitmesi neye bağlıysa, onun ilaçlarını bul, onları gider. Hepsi bir
günde gitmez. Hah, bazı insan giderebilir ama umum içün konuşulduğu vakitte,
bunlar yavaş yavaş, yavaş yavaş hesap edersin.
Muhasebe-i nefis her insan içün elzemdir. Şöyle,
nasıl maaşı aldığın vakitte, ayın sonlarına doğru cüzdanı sayıyorsun. Bu kadar
kalmış filan, şöyle düşünüyorsun. Şu dursun şu daha elzem. Plan yapıyorsun,
kendi kendine konuşuyorsun. Konuşmaz mısın kendi kendine? O bol gelirli de
konuşur, dar gelirli de konuşur. Bol gelirli konuşmaz mı? Ooo daha çok fena.
Off, onun ki bela! Ooo çok o. Hâlledeceğim,
der. O bela olur. Onun ki muazzam, derdi büyük. Bununla beraber, bol olması dar
olmasından hayırlı.
Emir de öyle. Bol olması dar
olmasından hayırlı. Emir öyle. İyi adama, temiz adama kalbi güzel adama. Öyle
demiş, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Kalbi
güzel adama gönlü saf olan kimseye, servet ne kadar yakışıyor.” Bed adama amaan, ona da fena. Can yakar. Huyu
kötü zalim, ruhen habis, onların rûh-u insanî yok ya.
Asıl bir rûh-u menfûh vardır. O her an tecelli eder, eğer ezel de
almamışsan, almaya gayret et,
der. Anlatabildim mi güzelim! Bir defa daha söyledim zannedersem bunu.
İkinci söyleyişimdir bu. Hatırımda kaldığına göre. Hani bazısı der ki: “Ne yapalım ezel âleminde böyle taksim edilmiş. Benim hissem yoksa...”
Yook! Onun içün diyor ki, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: Rûh-u menfûh ile tekrim
edilmediğinin farkındaysan, o ruh her an tecelli etmektedir. Aman onu kapmaya
bak, der.
Sonra ahlak insanı hakîm kılar. Hakîm
kime denir? Herkes kullanır bu tabiri. Ahlak,
insanı hakîm kılar. Bildiğini
yaptığını, -bildiğini,
yaptığını- vicdanlara, akıllara, gönüllere, kabul ettiren şahsın adına hakîm insan denir. Anlatabildim mi acaba? Bildiğini ve yaptığını ikisi beraber olacak. Aklıselim kabul
edecek. Vicdan, bayılacak. Bütün fiillerinde isabet olacak. O kimseye hakîm
denir. İşte ahlak o kimseyi hususi meziyetleriyle ayırttırır, diğer insanların
içerisinden. Mahbûbu’l-kulûb olur, mürebbi-i ukûl olur. Akıllara terbiye verir,
kalplere kendisini kabul ettirir.
Bunlar hepimiz içün yapılması
mümkün olan ve bunları yapmak içün geldiğimiz aşikâr olan mevzûlardır. Fakat ne
yapalım ki insanlar, mânâdan uzaklaşıp yalnız maddenin kesâfetinde kaldıkları
vakit, hissi bir kuvvet kelimesini öğrenmişler: “Kuvvet kuvvet kuvvet!” Yalnız
kuvvetle iş olmaz. Olmaz.
Mâdâmı ki ölümü öldüremiyoruz,
kabrin kapısını kapayamıyoruz, beşerden aczi gideremiyoruz ve neticede ne olursak
olsun, her birimiz bir yere teslim oluyoruz. O hâlde birbirimizi tanıyalım. Hilkatte beraber hakikatte birader olduğumuzu
anlayalım. Öyle değil mi? Dün yoktuk bugün var olduk. Yarın gene bu
hüviyetin şekli değişecek. Biz bunu hep görürüz. Fakat nedense çabuk unuturuz değil
mi? Nerede babamız? Deden, dedenin babası? Yok!
Eski konuşmalarımda söylediğim
gibi: İnsan içün en büyük ders,
insanı ikaza en büyük varlık, uykudur. Büyük Kitap onu uzun boylu
bahsetmiştir. Uyku, uyku. O hâli hiçbir
ilim adamı, uykunun ne olduğunu hiçbir fen adamı, filan tarif edemez.
Anlatamaz. Neden? İşte uyku hakkında konferanslar filan. Onun dışını kabuğunu
söylüyor, onun hakikatini bilmez. Kimse bilmez, Kudret bildirmemiş.
Bildirmemiş. Bak neden bilmez? O hâl geldiği vakit insana, insanın elinde nesi
varsa alırlar. Karısını alır, kocasını alır, rütbesini alır, masasını alır,
kasasını alır. Uyudun mu evladını da alır, babasını alır, hepsini alır. İlmini
şuurunu cehlini, benim cehlimi, senin ilmini, ötekinin servetini berikinin
rütbesini hepsini alır. Zalimle mazlumu bir kılar, hâkimle mahkûmu bir kılar.
Zalim bir kenarda sızar, mazlum bir tarafta büzülür. Müsâvi oldu, uyuyunca. Bir
şey yok. Tasarruf kalktı elinden.
Ne kadar ders kaçırıyor Kudret. Ne büyük merhamet. İnsan ne kadar kendisine gelmesi lazım gelir. Kaç yaşındasın? Altmış. Bunun otuz senesi geçti uykuyla, kendine tasarruf edemeden. Pek az canım ömr-ü beşer pek az. Ot gibi solup gidiyor adam. Onun içün şairin dediği gibi: Bir temâşâ-i film uğruna makhûr[17] olma.
Bütün varlığımızı alır. Bahr-i umman-ı ehâdiyete atar.
Fakat öyle bir alıştır ki, şaşırma yok. Ne benimkini seninkinden ne seninkini
benimkinden, hiçbirisini karıştırmaz. Dur bulalım karışmış, alta gitti yahut
kaybolmuş filan, yok. Hemen yine yakaza hâli gelir, uyanma hâli.
Havasını aldığı içün uykunun ne olduğunu bilmiyorsun. Hissini alıyor, o alındığından dolayı sen uykunun ne olduğunun farkında değilsin. Yalnız tatlı başlangıcını bilirsin, içine girdikten sonra yoksun. Öyle bir tatlı, tatlı, tatlı, tatlı o başlarken o kadarına kadar, hüüüp âlem-i misale geçti mi bir şey yok. Verir mi ya?
O, öyle bir şeydir ki hiçbir
sırrı vermez. Meğerki çok mahrem-i esrarı olasın. O da o vakit, orada kalır o.
Hisse taalluk edemeyince nasıl anlatayım? Verir, yakaza hâli gelir. Buyurun
der, işte rütbeniz, evlâdınız, işiniz, masanız, kasanız. Fakat sırrını da
insanın şöyle bir, hafif latifeli bir tembih vardır. Görüyorsun ya benim diye mağrur
olduğun her şeyini senin aldık değil mi? Kendi kendine, şunlar benim bunlar
benim, şunun sahibi ben bunun sahibi ben diyerekten, beşeriyet hâlidir o. Bir gaflettir herkeste vardır. Fakat Kudret
tarafından eğer büyük büyük daha böyle, taaddiye varmamışsa, o kadar uzun boylu
suç teşkil etmez amma Kudret’in hoşuna gitmez.
“Niye beni unutuyor, der. Neden benim diyor yahu! O benim
dese işte, seni kullanıyorum Ben. Şunu Bana izâfe et de senin hesabına onları Ben
işleteyim. Sen kendim işletirim dersen, iflas edersin. Sana verdiğim varlığı
bırak Bana da Ben işleteyim de daha fazlalaş.” Bir şey anlatabiliyor muyum? Yaa,
şöyle latife hâlinde: “Senin değilmiş, der. Seninse muhafaza edeydin. Şunu Ben
senden alıyorum. Bir gün alıp da vermezsem ne yapabilirsin?”
Onun içün Hakikate agâh olan insan, kendinden geçer. Verir Kudret’e. Bir şey okuyayım daha güzel ol. Bir bülbülü...
Bir bülbül-i aşkım ki gülü hârı
da bilmem.
Ben öyle bir aşk bülbülüyüm ki,
ne gülü bilirim ne onun dikenini bilirim. Hayatta
hiçbir şeyden incinme her şeyi hoş gör. Bu bahis çok uzun sürer, ben buraya
nereden girdim? Yaa, bunun anlatması zor. Bir defa da girdik. Çıkarım, burası
kalsın. Bu çünkü çok zormuş. Kendi
hesabına hoş gör, Hak ve hakikat namına çirkinliği gene çirkinlik olarak gör.
Kendi nefsinle değil. Anlatabildim mi şimdi?
Hükümler vardır, Kudret’in va’z
ettiği o hükümler. Onlara tecavüz edilmez. Kendi hesabına çirkin görürsen,
Kudret seni o çirkinliğe müptela etmeden öldürmez. Bir emir böyledir. “Bir
insan bir şeyi hakaretle ta’yib[18]
etse, Ben o fiili o adama irtikâp ettirtmeden hayata nihayet etmem.” diyor
Allah. İlle kendi de işleyecek. Ama kendi ara yerden çıkar da Kudret hesabına
olacak olursa, o vakit bir şey yok. Oraya mahsur yok.
Ahlak da, ahlakı ikiye ayırdık ya;
bir vazifeden doğan ahlak dedik, bir de aşktan doğan ahlak dedik. Burada aşkı
anlattık, romanda okunan aşk olmadığını. Asûde kaldığı vakitte... Topluyorum
şimdi konuşmayı, keseceğim. Hulâsa çıkarıyorum. Ahlak iki dedim; biri vazifeden
doğan ahlak, biri aşktan doğan ahlak. Aşkı tarif eyledik. Dedik ki; buradaki
aşk, romanda okunan aşk değil.
İnsan zahiri ile batını… İnsan
öyle birkaç kısım mı? Ne birkaç kısım, sayıya mı girer? Sayıya girer mi zannedersin.
Acayip, elbette ya! Beni dinlersin bir vücûdun var. Dinlerken konuşursun, diğer bir vücûdun var. Bir yere gidersin,
diğer bir vücûdun var. Gelirsin, diğer
bir vücûdun… Hepsini Kudret, sende bol bol vermiş. Nâmütenâhi vücûda malik. Her devletin sınırı vardır, her sahanın
sınırı vardır. Hazreti insanın
sınırı yoktur.
Hudutsuz düvel olmaz fakat
senin aslın hududa sığmıyor asla, bu devlet öyle değil, demiş
Sen kendini öyle elli altmış
kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret zannedersen çok zavallısın. Çok bîçâre.
İnsan öyle değil ki, elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret mi? Asûde
kaldığı vakit, mânâ-i enfüsisi ile zahiri tamamen anlaştı mı kendi kendisine
sualler soracak, dedim. “Kimim? Nereden geldim? Ne olacağım? Nereye götürüleceğim?”
Otuz yaşında. Otuz bir sene
evveli, zâtı-ı alîniz kendinizi bilir miydiniz? Otuz beş sene evveli sizin hüviyetiniz
bir defterde kayıtlı mıydı? Bu sahne-i şuhûd da tanıyan filan var mıydı? Eee,
bu benlik nedir? Dün vücûdu yok, bugün bulmuş, yarın gine tahakkuk edeceği
şekiller değişecek. Gel sen bunu sahib-i aslisine ver de senin hesabına O
işletsin.
Zavallı, beşer. Onun içün hayatta
ah almadan yaşamanın çaresine bak. Ne
yap yap, ah alma! Bu vebal bulunmasın üzerinde. Her an
kendini yokla merhametli miyim, değil miyim? Ah alma! Ondan sonrası kolay. Bu bulunmaz. Birikmiş ahların
vebalinden, manevi vücûdun kamburlaşmasın. Bazı insan söyler, ben alnımın
akı ile yaşamışım. Ne demektir o? Ben ah almadan yaşamışım.
Sonra düstur
ittihaz et. Hiçbir vakit, mâfevkine karşı köpek, madûnuna karşı kurt olarak yaşama.
Ahlakın üzerinde durduğu nokta budur. Hiçbir zaman, kendinden yukarıya karşı
köpek, kendinden aşağı tabakaya karşı kurt olma. Daima Kudret bunun üzerinde
durur. Tirtir titrer. Herkesin hakkı neyse ona ver. Üç mühim sermaye va’z
etmiştir. Beşeriyet onun içün. Bugün en yüksek kafalar toplansın, en büyük
diplomatlar.
Kâinatta üüü, görüyorsunuz ki asrın fenni gözü kamaştıracak kadar teâli etmiş. Daha çok edecek ya. Bugün elif be’sinde, düne nazaran konuşuyoruz.
Hamûle-i irfaniye-i beşeriye
taşınamayacak kadar ağır olduğu hâlde maalesef, insanlığın yanık sesi top
sesinin üstünde değil mi? Herkes bütün beşeriyet toplanıyor; şuna şöyle, bu
böyle, çare! Çare gayet kolay amma gayet
kolay. Çaresi o kadar zor bir şey değil. İhlası görsün. Benlikten soyunsun,
kendi kendine çaresi olur. İlacı var, ilaçsız değil fakat bu biçim çare olur
mu? Olmaz, imkân yok. En yüksek kafalar, en iri adamlar, en muazzam bilgiler
bir araya gelse, yine beşeriyete lazım gelen huzuru veremez. Olmaz o. Neden? Sermaye
kaybolmuş. Nedir sermaye?
Kudret, muhabbet denilen bir şey va’z
etmiştir, hilkatten gaye o. Bu, hürmetle merhametten doğan bir çocuktur. Bunu
yayın. Yalnız dinlemekle
kalmasın. Bu vereceğim düstur, bütün dünya sekenesine lazım olan şeydir. Mevzii
değil, bütün dünya. Bütün dünya bunu kaybetmiş. Derdin büyüğü bu. Beşeri iflas
ettiren maden iki, -son asırda- iki büyük şey var. Biri “Sen çalış ben yiyeyim!”
ikincisi “Ben yaşayayım sen geberirsen geber!” Bu düsturları bozuyor. Ne gibi
bozuyor biliyor musunuz? Şimdi... Canlı dinlemiyorsunuz gözler küçük. Ben
rahatsızım da yoruluyorum. O neşeyi görmezsem duygum kesilir.
Nokta-i istinâdı, kuvvet olarak
kabul etmiş bugünkü insanlık âlemi. “Dayanacak nokta kuvvet!” Herhangi bir şey,
hangi kuvvete dayanırsın, der. Mesele
yalnız kuvvette değil, kudrette kardeşim. Biraz evvel dedim ki, öküz benden
kuvvetli fakat benim yaptığımı yapamaz. Yalnız kuvvete dayanırsa -zalim aciz kalınca
kuvvete sarılır- o vakit insanlık inler. Nokta-i istinâd kuvvet olunca, kuvvetin şe’ninin neticesi boğuşmak çıkıyor. İşte beşeriyet,
bütün kâinatta boğuşuyor.
Dayandığın şey, Hak ve
hakikat olsun. Bunun şe’ninin neticesi boğuşmak değil sarışmaktır. Bugün
bütün âlem-i insaniyet, hedefi menfaat olarak kabul etmiştir. Hepimiz. “Yaa Ali Bey şu işi yapalım. İyi ama ne menfaati var?” deriz. Beşer buraya
düştü mü Kudret’in gücüne gidiyor. Evet, zahirde işi sen yapıyorsun, ben
yapıyorum amma nasıl kışı sen getiremezsen, yazı da ben getiremezsem, bütün
hadisâtı doğuran da Kudret’tir. Fakat senin istî’dâdın nispetinde doğurur O.
Bilmem anlatabiliyor muyum? Sen kışı getirebilir misin? Evet yazı, yazı da
getiremezsin. Hadisâtta öyledir.
Şimdi beşer, hedefi menfaat
ittihaz ettiği vakitte ne oluyor. İhtirâsât-ı nefsaniye hiçbir vakit beşerde
tatmin olmaz, cibillidir bu. Misal, bugün hiç parası olmayan bir adam der
ki: “Şöyle bir on bin liram olsa, şu basit işi yapmış olsam, şuradan ben
kendimi şöyle bir kurtarabilirim. Hem mütevâzı mütevâzı kendi kendime muhakeme yaparım.” On
bin olur yirmi bin der, yirmi bin olur elli bin der, elli bin olur yüz bin der,
yüz bin olur milyon, trilyon nüvilyon, ismini bilmediğimiz rakama kadar çıkar
o. Durmaz, cibilli akıntı o.
E ihtirâsât-ı nefsaniye tatmin
olunmayınca, hedefte menfaat olunca, hedefin şe’ninin neticesi ne oluyor gine?
Yine boğuşmak oluyor. Ahlakın bahsetmiş olduğu mânâdaki hedefte menfaat
değildir, fazilettir. “Ali bey bu işi yapacağız, yapalım kardeşim ama fazileti
nedir bunun? Ne fazileti var?” Ne menfaati değil.
Faziletten sonra gelen
menfaati kabul eder. Mazarrat def olduktan sonra gelen menfaat makbuldür
ahlakta. Mazarrat mevcut iken gelen menfaat makbul değildir. Bir şey
anlatabiliyor muyum? O değil. Onun şe’ninin neticesi anlaşmak çıkıyor. Çünkü
faziletin vereceği zevk, menfaatin vereceği zevkten çok farklıdır, insanda.
Onun içün Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi demiştir ki: “Bütün zevkler geçicidir.”
Öyledir ki, yirmi sene evvel bir hadisenin karşısında şakır şakır gülersin,
o hadise yirmi sene sonra senin önüne dikilir, hüngür hüngür ağlarsın. Aynı
adamsın, o hadise aynı, fakat tecelliler değişmiş. Gülerken, hüngür hüngür
ağlamaya başlarsın. Böyledir bu. Buna dâr-ı iptilâ derler bu âleme. Bütün
zevkler. Bunu insan kendi hayatında da görebilir.
Talebe, mektebe gider. Kendi
kendine der ki: “Üç kırığım var, şunu düzeltsem, şu olsa, şu sene sınıfı
geçsem.” Geçer bakar ki, haber verirler geçti.
Hâli ile bir sürûr, bir zevk edinir. Fakat birkaç gün sonra, kendinin de haberi
yokken, ismini koyamadığı hâlde, o ondan gider. Bu da değilmiş. Müntehi[19]
talebe olur. Hayata atılsam, der. Hayata atılmak o değil ya. Örfün tabirini
kullanıyorum, ahlaka göre hayata atılmak, bir gün anlatırım size sağ kalırsam.
O bambaşka bir şey o. O bambaşka bir şey. Atılır, beş on gün o da değil. İşte
şu olsa bu olsa, olur olmaz, o da değil. Bir gün Hazreti Mevt gelir. Hani
insanların korktuğu, korkulacak bir şey değil o.
Garaz ıyd-i visâlindir bu ay ü gün hisâbından
Görüp kabr içre tenhalığı nefret kılma ölmekten.
Tarîk-i ünsi tut kim her avuç toprak bir âdemdir. [ii]
O herkesin ürktüğü gibi bir şey değil. Tabi ben bunu inananlar üzerinde konuşuyorum. Ve sizi de inanmış bir varlık görerekten konuşuyorum. İnanmayan içün başka türlü konuşuruz, onun konuşma tarzı gene ayrıdır. Hoş zaten bu asırda artık inanmayan da ilim mevzûunda kalmadı ya. Eski konuşmalarımda bir misal vermiştim. O misali vereyim de mevzûa gireyim yine. Dağıttık ama toplayacağız. Dağıldı mevzû, öyle dağıldı. Ölüm mevzûuna ölüm, misal verdik.
Mevlana der ki... Senin deden,
kıymetli adam, kâinata kendini kabul ettirtmiş. Geçen sene Papa bile dedi. “Âlem-i
Hristiyaniyet namına Mevlana’nın önünde eğiliyorum.” dedi. Gazeteler yazdı,
duymadın mı? E sen ecdadını öyle küçük tanıma. Kökün çok sağlam.
Kanadı kırılan kuş der, kafesin
kırıldığını istemez. Kanat kırık sakat. Neden? Kafes kırılırsa ağyâr beni telef
eder, der. Kanadı sağlam olan kuş da kafesin durduğunu istemez. “Bir an evvel
kırılsın da bende fezamda tayyaranımı yapayım.” Hakiki insan da güzel ahlak
ile kanatlanmış olan kimse de pek öyle bu sahne-i şuhûdun aşıkı değildir. Beni
getirdikleri gibi götürecekler. Fıtrat-ı asliyemi, selamet-i fıtriyemi bozmadan
aslıma bir kavuşabilsem diyerekten bekler, der. Anlatabildim mi acaba? Ama ah
almış, insanlığı inletmiş, canavarları utandırtacak kadar vahşetle dolmuş, o hâllerle
şöhret almış, o adamda tabi, ikinci ebediyet denilen ikinci âlemden ürker.
İş burada değil. Buna bir misal vermiştim size. Şurada
bir ayna var. Ben konuşuyorum, şuradan biri geçiyor. Benim konuşmamı beğendi
beğenmedi, hoşuna gitti gitmedi, neyse müspet veya menfi kendisinde bir tesir
oldu. “Şu konuşan kimdir?” diye merak etti. Geldi, o kapıda bir nöbetçi var. Yasak,
dedi. “Canım konuşanı göreceğim!”
“İşitiyorsun ya söylediklerini!” “İşitiyorum.”
“Anlıyor musun birader?” “Anlıyorum.”
“Görmeye lüzum yok!” “Ne olur göreyim!” filan.
“Hayır, biz emir almışız göstermeyiz.” Bu münakaşa esnasında gözü aynaya geçti. “Şu
aynada gördüğüm insan mı konuşuyor?” dedi. “Evet” “E o hâlde gördüm.”
Beni mi gördü o? İşte efendim sizim aksiniz hayaliniz. O akis
o hayal benim kendim midir? E kendiniz. E kendim olunca taaddüt[20]
ediyor orada o. Hariciniz. E hariçte
olunca ben çekilince o vücûd orada kalması lazım. Bu bahis öyle bir kalsın.
Başka bir konuşmada anlatırız. Şimdi lazım gelen yere.
Ona bir kanaat geldi ki, ben konuşanı gördüm. Hatta
makine da elinde tak dedi, aldı fotoğrafımı. Biri geldi elinde muazzam bir taş,
şaak dedi aynaya attı, gitti. Ayna kırıldı, olduğu gibi.
Beni gösteren ayna gitti. Bana bir zarar var mı? Yoo! Bana
bir fayda var mı? Var. Nedir o?
Beni buraya konuşmak için çıkaran kimse dedi ki: “İcabat,
iktizâ,[21]
buranın âdeti budur. Sen yalnız o aynaya bakarak konuşacaksın.”
Kırılıncaya kadar hüküm böyle. Ben hep oraya bakarım. Kırılır kırılmaz bana dedi ki: “Kurtuldun!” Niye? Bak artık her tarafa bak. Bütün âlem senin, istediğin gibi seyret. İşte hakiki insanın ölümü de budur. Bilmem anlatabildik mi? Bu tak der kırılır, fakat buna taalluk etmiş olan mânâ-i insani her yerde hem hazırdır, hem nazırdır, hem hâkimdir. Eğer tecellisinde mahkûmiyet varsa mahkûmdur. O da ayrı bir mesele. Öyle buraya nereden girdik? Tarif ediyorduk.
Beşerin bugün aldandığı noktalar; birincisi nokta-i istinâdın tayininde, ikincisi hedefte, üçüncüsü hayatın tarifinde. Hayatı bugün hepimiz öyle tarif ederiz. “Efendim işte ne yapalım hayat cidalden ibaret yani hayat mücadeleden ibaret!” Ahlakın sevmediği sözlerdir bunlar. Mesela bazen söz sözü açıyor. “Eh ne yapalım ekmek kavgası. İçim razı olmadı ama ekmek davası!”
Yook, der ahlak. Sen insan olarak geldin, ekmek kavgası köpeklerde olur. Kabul etmez bir defa. Hiçç! Ekmek kavgası köpek de olur, der. Hatta cins olmayan köpekte. Cins olanda onda da olmaz. Titrer avı yakalar, içi titrer onu yiyeyim diyerekten. Aldığı terbiye iktizâsı titreye titreye götürür, sahibine verir. Demek her köpekte de olmuyormuş.
Ahlakın va’z etmiş olduğu o mânâdaki tarifattaki hayat,
cidal olaraktan değildir. Teâvün diye tarif eder. Niçün yaşıyorsun? Düşmüşü
kaldırmak içün.
Beşer ne vakit ki bu sıfatları kendisinde aramaya başlar, işte o vakit huzur-u saadet kendi kendine doğar. Bu yokken olmaz. İmkân yok ona. Yüz hayvan yükü kitap oku, yine faydası yok. Yanılınan nokta o. Bu düsturlar tamamlandı mı işin şekli değişir.
Kudret’in va’z etmiş olduğu sermayeyi anlatıyorduk. Hürmet,
merhamet, bunun ikisinden doğan muhabbet. Hedef fazilet olursa, nokta-i istinâd
Hak ve hakikat olursa, hayat teâvün olursa, yüksek tabakada merhamet, alçak
tabakada hürmet hâsıl olur. Anlatabildim mi?
Beşer de bunu kaybettiğinden dolayı yaşayamıyor. Rahat yaşayamıyor.
Bir daha söyleyeyim. Nokta-i istinâd, kuvvet diye tarif edilmeyip, Hak ve hakikat olarak tarif edilip de kabul edilirse, hedef de menfaat değil fazilet olaraktan tarif edilirse, hayat da cidal değil de teâvün olaraktan kabul edilirse, yüksek tabakada merhamet, aşağı tabakada hürmet, bunun ikisi birleşince muhabbet doğar. Muhabbet doğunca, senlik benlik kalkar.
Muhabbette iki vücûd yoktur. Ve onun içün ahlakçılar, mânâya
sahip olan büyük ahlakiyûn: “Nikâhta derler, en büyük unsur, en büyük rükün,
zahirde icap kabuldür, fakat hakikatte muhabbettir.” Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum? En büyük
rükün.
Evlâdının nafakasını vermiyor. Hürmeti merhameti muhabbeti bırak. Çocuğu dipdiri yetim bırakmış. Yalancı şahit getiriyor. Anasının nafakasını vermiyor. Ne yapalım doğurmayaydın, diyor. Seksen doksan yaşında babası, icra dairesinde nafaka almaya gelmiş.
Sen, cemiyet bunlarla dolarsa, hangi selameti hangi saadeti meydana getirebilirsin? Yazı ile çizi ile olur mu o iş! Nihayet kanunlar insanın şurasına kadar gelir. Cebini arar muzur bir şey var mı diyerekten, evini arar zararlı bir şey var mı diyerekten... Elini buradan içeriye sokup da benim taa sadrımı yarıp da taalluk etmiş olan mânâmın aksetmiş olduğu yere sokabilir mi elini!? Oraya ne sokar? Ahlak sokar elini. Anlatabildim mi? O elde buraya girmedikçe arada sırada bakmadıkça, beşeriyet felah-ı umumiye katiyen kavuşamaz. Kanunlar nihayet insanın şurasına kadar gelir. Bakayım der, sende ne var, muzur bir şey var mı, der. Arayacağım, der. Fakat buraya!
Biz, dedemiz, öyle büyük bir camia-i
insaniyenin varlığıydı ki, vakıfnameleri açarsanız ağlarsınız. Filan semtteki
köpeklere elli sırık ciğer, filan semtteki hayvanlara şu kadar bir şey, filan
tımarhanedeki delilere yirmi sekiz kişilik bir fasıl heyeti. Medeniyetini
taklit ettiğimiz Garp âleminde; deli, cin çarpmıştır diye cayır cayır
yakılırken, deden delinin tedavisi içün musikiyi kullanırdı. Ve vakfiyeler va’z
edilmiştir, şifahanelerde en yüksek musiki fasılları olurmuş. Yaa. Belki sen
dedeni beğenmezsin. Çok beğen çok. Muazzam insan.
Ne diyordum? Aşktan doğan
ahlakta, yani evvela canan sonra can diye başlayan ahlakta... Şimdi biz
tersineyizdir hepimiz, zor bunlar tabi bu söylediğim şeyler, insaniyetin yüksek
derecelerine çıktıktan sonra başlayan zevklerdir. Evvela can sonra canan, kabul
etmez. Evvela canan sonra can, der. Sakın bu söz halinde olmasın. Bunun tarihte
misalleri var mı? Çook. Bir tane vereyim. Dinlersen daha birkaç tane vereyim.
Bir tane mesela.
Uhud harbinde yedi kişi yaralandı. Ümmü Ammâre su
dağıtıyordu. Hikmet, yaralananlardan bir tanesi oğlu. En yakın akrabaları, üç
kişisi ona ait. Yaranın vermiş olduğu şiddet dolayısı ile su diye bağırıyorlar.
En yakınına götürdü, suyu verecek.
“Yukarı ki benden önce bağırdı, o içmeden ben içmem!”
dedi.
Artık bu başka şeye benzemez değil mi yaa! Ona koştu
götürdü.
“Filanca benden önce bağırdı, o içmeden ben içmem!”
Uzatmayalım mevzûu. Hepsine geldi sıra ile: “o önden
bağırdı, öteki benden önce bağırdı” hiçbirisi de o suyu içemediler fakat
Hakk’ın elinden câm-ı aşkı içerek, geçtiler gittiler.
Bir misal daha vereyim size. Birinci Ahmet devrinde, Üsküdâri Aziz Mahmud-u Hüdâyi isminde bir Hazreti İnsan var. Niye öyle tekrim[22] ile söyledin? E şimdi anlatırsam sen de kabul edersin. Bu zât senelerce -bir sene, beş sene on sene değil, senelerce- daha nısfü’l-leyl olmadan, gece yarısı olmadan yatsıdan bir iki saat sonra minareye çıkıyor, sabaha kadar sela veriyor. Yağmur, kar, bora, tipi, yaz kış, gecenin uzunu gecenin kısası, hep böyle.
Sormuşlar, demişler ki: “Nedir yahu bu!”
Demiş: “Yahu, Kudret beni insan olaraktan yarattı. İnsanlığa
bu ufacıcık hizmetim de olmasın mı?” “Bu
ne hizmettir?” demişler.
O vakit bütün hastaneler Üsküdar’daymış. Nedense hastalık
geceleyin, güneş feyzini kestiğinden dolayı olsa gerek, fazla ıstırap yapar
insanda. Benim saham değil ama benim kanaatim öyle, bilmiyorum belki de. Sorun
tabibe. Geceleyin niye artar, diyerekten. Benim kanaatime göre, gönlüme gelen
şey güneş feyzini kesiyor, kesince herhalde başka işler olmuyor. Yahut başka,
neyse bana ait değil orası.
“Geceleyin demiş, hastalık fazla rahatsızlık verir. Herkes
huzurluyken hasta uyumaz. İki de bir de sabah ne vakit olacak diyerekten,
bakınır. Benim sesimi işitince teselli eder, sabah oluyor zanneder.” Bir şey anlatamıyor muyum?
“Benim sesimi işitince, sabah oluyor zanneder. O
teselliyi verebilmeklik içün, bu ufacık hizmeti yapabiliyorum.” Biz evlâdımız hasta olsa aman gebersin canım
iki de bir bununla mı uğraşacağım, zor orada kalsın, dersin ve yorganı çekersin
gidersin.
Ayrı iş bunlar. Onu ihlas ile yaptın mı onun zevkini
Kudret adama verir. Biz onu benlikle yaptığımızdan dolayı bize zor gelir.
Sen merak etme, o onu öyle demiştir amma o da kendisine ait bir zevki almıştır.
Almıştır. Urâfadan birisine demişler ki, ariflerden… -Burasını seni teselli
etmek içün, kendimi teselli etmek içün söylüyorum. İlk söylediğim makbuldür
haa. Şimdikine kulak asma. İlk söylediğim, makbul olan ilk söylediğim. Şimdiki
teselli-
“Azizim demişler, ne üzülürsün, Yusuf gibi bir mahbûbu
tuttular da kuyuya attılar.”
“Kuyuya attılar ama o kuyuya inerken onu Cibril indirdi. Benim kafam parça parça olur, demiş. Beni de kuyuya atsınlar öyle Cibril orada karşılasın, ben ona razıyım. Onu kuyuya atarken Kudret Cibril'e demiş, onu naz-ı naim ile indirdi. Benimkisi demiş, kafam parçalanır demiş, taştan taşa!”
Şimdi makbul olan ne demiştik? Makbul olan, benlikten soyunmak. Hulâsa ediyoruz. İnsanı yıkan benliktir. Ekseriyetle bu benlikte cahillerde olur. Cahili de tarif ettik değil mi? Bizde cahil deyince okuması yazması olmayana, derler. Hayır! Ahlaka göre cahil, okuması yazması olmayan değil. Doğru histen mahrum olana denir. Kim ki doğru hisse sahip değildir. İsterse seksen lisan bilsin, doksan hayvan yükü kitap okusun yine cahildir o, ahlaka göre.
Kim ki doğru hisse sahiptir, doğrudur hisleri, ona ariftir der, kıymet verir. Benlik iyi bir şey değil. Nasıl eritebilirsen erit. E şimdi buralar ince yerler karıştırabilir insanlar. Peki, ben benliğimi eriteyim de zillete razı mı olayım? Zelil mi olayım? O mânâ da değil. Benliğini eritirsen Hakk’ın benliği ile tahakkuk edersin, o nâma iş görürsün. Size bir misal vereyim daha güzel anlayacaksınız.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, “düşmüşü kaldırmak” üzerinde
çok büyük konuşmalar yapmıştır. Ve bunu kaldıranlar, Kudret’in büyük afitâbına
mazhar olacaklarını ilan etmiştir. Bu sefer dostlarının içerisinde vaziyeti
malisi olmayanlar var. O geniş bahşayiş karşısında kendilerinde olmadığı içün
mahrum oluyormuş gibi bir hisle, demişler ki:
“Biz demek ki bu işten mahrum olacağız.”
Yok, demiş. “Sizin içün de vardır, siz de tasadduk
edebilirsiniz.”
“Nasıl?” demişler. “Bizim yok ki bir paramız pulumuz,
servetimiz, malımız filan gidelim de...”
“Tasadduk yalnız malla mülkle olmaz, demiş. Hâlle de
olur. Buyurun, demişler. Kâinatta ahmak inatçılar vardır, demiş. Kudret ile
azamet yarışına kalkar, kendisinde sahte benlik görür. Mevcûdâta nazar-ı hakaretle
bakar, bu gibi insanları gördüğünüz vakitte onlara kibir satın.”
Anlatabildim mi acaba? Onlara…
Ve demişler ki: “Kibir Kudret’in istemediği en fena
bir sıfattır. O sıfat senin diyerekten satma. Allah’ın El-Kibriyâ isminde yok
ol. O sende o isimle tecelli etsin, O'nun namına öyle ol.” Bilmem bir şey
anlatabiliyor muyum?
Bir bülbül-i aşkım ki gülü
hârı da bilmem[iii]
…..
Bu semtin adı Etyemez. Ne demek
etyemez? Hani böyle nefis koyun eti şu bu mu yemez? Yook! Burada vaktiyle bir
insan-ı kâmil varmış, sohbet ederlermiş kendisi filan. Böyle birisinin
aleyhinde konuşuldu mu “Burda et yenmez!” dermiş. Büyük Kitab da öyle der. Bir
dostunun, bir insanın manevi vücûdunu ortaya getirip de didik didik yapmak; ne
aklın kârıdır, ne kalbin kârıdır, ne cemiyetin kârıdır, ne muhabbetin kârıdır,
ne tabiatın kârıdır. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Mesela vardır İstanbul’da, “Kulaksız” orada da bir insan varmış. Lüzumsuz bir şey konuşuldu mu, “kulak yok” dermiş. Duymaz, işitmez. Bu uzun sürecek, bunu tahlil etmekte lazım her birisini. Biraz da yoruldum. Bu günlük bu kadar yeter. Yine konuşuruz inşallah.
[1] Havâtır: Hâtıralar.
Fikirler. Düşünceler. İnsanın kalbine gelen düşünceler.
[2] Hâlî/Halî: Tenhâ. Boş. Sahipsiz. Issız.
İçinde bir şey olmama.
Gamsız,
kedersiz, gailesiz, dertsiz. Hâl ile, vaziyet ile. Tavra âit. Şimdiki. Hâle mensub.
[3] İs’âd: Yükseltmek. Yüceltme. Yukarı çıkarma,
kaldırma.
[4] İstidâ/İstid'â:
Dilekçe
[5] Mu’anven /Muanven:
(Unvān’dan) İsim
sahibi. Ünvanlı. Ünvan verilen.Bir unvanla tanınmış.Meşhur.Namlı.
[6]Mağdub: Allah'ın gazap ettiği, kızdığı kimseler. Gazaba uğramış.
[7] Mâdûm: ( ‘Adem “yokluk”tan ma‘dūm) Var
olmayan, mevcut olmayan, yok, nâbud.
[8] Eflâk: Felekler, gökler. Dünyalar,
âlemler. Asumanlar.
[9] Şihâb/Şahâb:
Gökteki ışıklı cisim. Parlak
yıldız
[10] Mücessem: Cismi
olan. Cisimleşmiş. Varlığı görünen. Vücûd bulmuş. Maddî somut şekle
bürünmüş.
[11] Tefviz: (Ar. fevż > tefvіz)Bir iş veya şeyi bir kimsenin
üstüne bırakma, ihâle,
din. Her işini Allah’a bırakma ve O’nun yaptığı her
şeyi gönül hoşluğu ile karşılama.
[12] Yed-i Tûlâ: En
uzun el. Geniş nüfuz. Büyük kudret. Çok geniş
ilim ve ihtisas.
Yed-i tûlâ sâhibi: Alanında çok geniş bilgi sâhibi olan, hüner ve
sanatında mahâret sâhibi kimse
[13] Meknûz: (kenz “malı
gömmek, saklamak”tan) Hazîneye konan, hazînede gizlenen. Hıfzedilmiş, mahfuz. Saklanan,
gizlenen, saklı, gizli.
[14] Encâm: Son,
nihâyet
[15] Muttasıf:
Bir hâl ve sıfatla nitelenmiş olan, kendisinde o hâl ve sıfat bulunan.
[16] Likâullah:
Allah'a kavuşmak. Kıyamet günü, Cennet'te Allah'ı görmek
[17] Makhûr: (“Kahır” dan) Kahredilmiş.
Mahvedilmiş. Yenilgiye,bozguna, gazaba uğramış.Helak olmuş. Mağlub.Perişan.
[18] Ta’yib/Tâyib:
Ayıplama, ayıplı, kusurlu.
[19] Müntehi: Sona
eren. Son. Bir şeyi tamamlayan. Biten.
[20] Taaddüt: Birden fazla olma.
[21] İktizâ: Lâzım gelme, gerekme. Lâzım, ihtiyaç. Gerek.
[22] Tekrim / Tekrîm: Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı
göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.
Saygı gösterme. İkram etme.
[i] ı. Eyle
bu pendimi avize-i gfış
Kimseye olma sakın fazl-füruş
2. Etme halka satacak ilme heves
Kılma beyhudeye tazyi-i rtefes
3. Öyle bir ilme çalış .kim mutlak
Anı bir sen bilesin bir dahi Hak
4. Hikmet ü felsefeden eyle hazer
Evliya nüshasına eyle nazar
5. Nefes-i pak-i azizan-ı tarik
Eder insam karin-i tahkik
6. Mürşid-i kamil olunca na-yab
Sana mürşid yetişir şimdi Kitab
7. Arif ol zahid-i huşk olma sakın
Himmet et ta olasın ehl-i yakin
8. Sa'y edip arif-i billah olagör
Nail-i marifetullah olagör
9. Olma şek mezlakasında gümrah
uıemadır uıema-yı billah
10. çün "En'a'refıı" dedi Hallak-ı Vedud
Marifettir dü. cihandan maksud
ll. Martfet zinetidir insanın
Pest olur mertebesi nadanın
12. Marifet devlet-i ruhanidir
Marifet hil'at-i Rabbamdir
13. Cahilin marifeti redde sebep · '·.
Behreyab olmadığındandır hep
207
14. Olmaz alude-i çirk-i hızlan
Came-i ilm ü libas-ı irfan
15. Hak getirmiş seni kendin bilesin
Ta O'na can ile kulluk kılasın
16. Zikr ü fikrün hemen Allah olsun
Meşhedün ol ulu dergah olsun
17. Duzah u cennete eyleme nazar
Sahibin iste bul ey nur-ı basar
18. Ol senün olıcak ey ruh-ı revan
Hep senün olmuş olur iki cihan
19. Ara bul kendini bil kimsin sen
Ta sana ola dü alem rtışen
20. Kıl tekaptı-yı bilad-ı etvar
Kendini bilmeyicek etme karar
21. Bilmeyen kendini na-binadır
Ga vu hardan da bile ednadır
22. Olmayan vasıl-ı nur-ı irfan -
Yine zulmette kılır sergerdan
23. Aniasa nolduğunı dürr-i Aden
Uğramaz dairene hayf ü hazen
24. Anla kim mana-yı Tevhid budur
Vasıl ol devlet-i cavid budur
25. Maye-i can-ı dil-agah budur
Gayet-i marifetullah budur
26. Çekegör çeşmine kuhl-i irfan
Olmaya ta sana mahşer zindan
208
27. Nur-ı elidem hele müşkil mana
İki alemde de olmak ama
28. Oldur ama ki değil ehl-i şühud
Ola ebvab-ı hakayık mesdud
29. Hazret-i Fahr-i 'Resül kıldı dua
Kim hakayık ola mekşuf ana
30. Cümle-i nüsha-i merdan-ı Huda
Verir ayine-i idrake ella
31. Talib-i Hakk'a olur rah-nüma
Nüsah-ı Mesnevi-i Mevlana
32. Himmet et anlamay güftarın
Hırz-ı can eyleyegör esrarın
33. Dahi çokdur nusah-ı ehlullah
Abdi Allah'dan eyler ·agah
34. Remzi imaları ruhanidir
Cümlesi batın-ı Kur'anidir
35. Zikr-i' alıkam-ı şeriattır hep
Batın-ı esrar-ı hakikattır hep
36. Zevki· irfan iledir insanın
Farkı yok cahil ile hayvanın
37. Arif-i Hakk'ın olur kalbi selim
Gönlü mir'at-ı nazar-gah-ı Alim
38. Arifin gönlü dahi a'lem olur
Marifet nuru ile mahrem olur
39. Arif ü abid olan merd-i güziiı
Oldu gencine-i Yezdan'a emin
40. Canda kim ilm-i Huda kılsa zuhur
Gözde ol nur olur u gözde sürllr
41. Gördüğün cümle o nur ile görür
Alem içre o sürllr ile yürür
42. Mazhar-ı marifetullah olagör
Fertev-i mihr-i Hak ile dolagör
43. Ya İlahi beni pür-nur eyle
Dem-be-dem üns ile mesrllr eyle
44. Gönlümü hazretine hazır kıl
Gözünü nıurun ile nazır kıl
[ii] 2906
Bu
âlem kim gönül kaydın çekersen mihnet ü gamdur
Fenâ ser-menzilin seyr eyle kim bir hoşça âlemdür
2907
Anup tenhâlığı kabr içre nefret kılma ölmekden
Tarîk-i üns dut kim her avuç toprak bir âdemdür
2908
Değül muhkem cihân mülkinde her bünyâd kim kılsan
Fenâ mülkinde dut menzil kim ol bünyâd muhkemdür
2909
Ecel âlâyiş-i havf ü hatâdan kurtarur nefsi
Bu cevher kîmyâ-yı devlete iksîr-i a‘zamdur
2910
Kemâl–i aşk-ı insan mevt ilendür râh-ı hikmetde
Belî mücrâ kılan hükmün misâlin nakş-ı hâtemdür
2911
Bahâr eyyâmı girsen lâle-zâra hâkün cezasın
Muhakkar görme kim her zerre bir câm ile bir Cemdür
2912
Esîr-i nefsdür ehl-i cihân bilmez fenâ kadrin
Fuzûlî terk tevfîki sana ancak müsellemdür
Fuzûlî.
[iii] Gazel
Bir bülbül-i aşkım ki gülü hârı da bilmem
Yâri bilirim kendimi ağyârı da bilmem
Bâzâr edene rıtl u terâzû-yi zirâ’ım
Bâzâr edemem dirhem ü bâzârı da bilmem
Sâz âletiyim perdelerimden haberim yok
Esrârı derem halka hem esrârı da bilmem
Dost usbu’ı beyninde çü bî-hod kalemim ben
Şi’ri yazarım defter-i eş’ârı da bilmem
Hayrân olalı ‘aşk-ı cemâline bu ‘aklım
İdrâk nedir fikr ile güftârı da bilmem ben
Çün kalb tekallübde mukallebledir ancak
İnkâr nedir bilmedim ikrârı da bilmem
Her anda çü bir şânda zuhûr etdi yem-i aşk
Ey Hakkî merâtib nedir etvârı da bilmem
(Külekçi-Karabey 1997: 378)
Sa’âdetnâme’sinden (Rubâ’îleri)
2 yorum:
Beşerin bugün aldandığı noktalar; birincisi nokta-i istinâdın tayininde, ikincisi hedefte, üçüncüsü hayatın tarifinde. Hayatı bugün hepimiz öyle tarif ederiz. “Efendim işte ne yapalım hayat cidalden ibaret yani hayat mücadeleden ibaret!” Ahlakın sevmediği sözlerdir bunlar. Mesela bazen söz sözü açıyor. “Eh ne yapalım ekmek kavgası. İçim razı olmadı ama ekmek davası!”
Yook, der ahlak. Sen insan olarak geldin, ekmek kavgası köpeklerde olur. Kabul etmez bir defa. Hiçç! Ekmek kavgası köpek de olur, der. Hatta cins olmayan köpekte. Cins olanda onda da olmaz. Titrer avı yakalar, içi titrer onu yiyeyim diyerekten. Aldığı terbiye iktizâsı titreye titreye götürür, sahibine verir. Demek her köpekte de olmuyormuş.
Ahlakın va’z etmiş olduğu o mânâdaki tarifattaki hayat, cidal olaraktan değildir. Teâvün diye tarif eder. Niçün yaşıyorsun? Düşmüşü kaldırmak içün.
“Azizim demişler, ne üzülürsün, Yusuf gibi bir mahbûbu tuttular da kuyuya attılar.”
“Kuyuya attılar ama o kuyuya inerken onu Cibril indirdi. Benim kafam parça parça olur, demiş. Beni de kuyuya atsınlar öyle Cibril orada karşılasın, ben ona razıyım. Onu kuyuya atarken Kudret Cibril'e demiş, onu naz-ı naim ile indirdi. Benimkisi demiş, kafam parçalanır demiş, taştan taşa!”
Yorum Gönder