096 (07.01.1962) 70 dk (006)
Vazifeden doğan ahlakın membaı
annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarının kalp olduğunu her konuşmamızda
tekrar ediyoruz. Gerek akıl, aşk,
vazife, kalp, bunlar mânâ-i insanînin birer vasıfları olması hasebiyle,
asıl konuşma mevzûumuzun en büyük rüknünü insan mefhûmu teşkil ediyor.
İnsan nedir? Görünüş itibariyle et kan kemik torbasından ibaret, seksen yüz kiloluk bir sıklet taşıyan, nihayet iki metrelik bir çukura sığabilen bir varlık. Fakat iç cephesine bakılacak olursa, enfüsü mütaala edilecek olursa, orasıda nüshâ-i kübra. Kendisi de kendisinin üzerinde şaşıyor. O ne acı bir azim ki ekseriyet, kendi hüviyetinin hakikatini anlamadan ağyâr ile meşgul olarak, kendi içerisindeki hazineyi açmadan, hariçte define arayarak, kendi varlığındaki büyüklüğü göremeden, binâ-i zâtisindeki azamete erişemeden, hariçte büyüklük aramak, kendisine oradan bir büyüklük getirmeye çalışıyor. İşin zavallılığı da bu.
Hâlbuki Kudret, insanın kendisine
o kadar büyük bir varlık, o kadar geniş bir zenginlik ihsan etmiş ki, buraya
göndermesindeki sebep de; bu gizli hazineyi, sen bulup açıp, kâm alasın
içündür. İlk söylediğim bir yerdir şimdiki söyleyeceğim şey.
Bu âleme niye gelmişiz? Birçok
konuşmalarda söylemiştim, kendimi aslımı arayıp bulmaya. Taharriye. Diğer bir
tarifi de: İnsan, kendisi bizâtihi binâ-i zâtiye sahip büyük bir azamete malik,
en büyük define-i mânâ suret. Ne
ararsan kendisinde meknûz. Bunu,
kapalı olaraktan Kudret kendisine bahşetmiş. Bunun kapısını yalnız dünya
denilen sahnede açabileceksin. Açar gelirsen, kâm alırsın. Açamadan gelirsen,
kendini çürütür gelirsin, demiş.
Demek oluyor ki, biz bu sahne-i
şuhûda gelmemizde ki illet bu. Bunu biraz daha açalım. Bir nâs vardır, bir de
insan vardır. Bunun ikisini karıştırırlar. Nâsa da insan mânâsı verilir.
Umumi şekilde verilir fakat üzerinde incelenme, bir hususiyet aranılırsa, ayrı
ayrı mânâlara gelir.
Nâs nisyandan müştaktır.
Gaflette kalmış, ahd-i vefasını unutmuş. Kudret’le olan nispetini unutuvermiş, muâhedeyi[1]
unutmuş, buna nâs denir. Bir de insan vardır, ünsten müştaktır. Bunun
enisi, munisi, yârı, nigârı, nazenini Hak’tır. Bu unutmamış. Emaneti henüz
muhafaza ediyor. Hamil-i emanettir. Ne demek hamil-i emanet? Bilmiyorum,
kelimeleri acaba anlatabiliyor muyum anlatamıyor muyum? O da bir mesele.
Esasen bu konuştuğum mevzûlar, en
aşağı yirmi konuşma dinlenmeden zevkine girilmez. Riyaziye dersi gibidir. İlk
konuşmalar, beş on konuşma böyle hazmedilmedikçe, birdenbire -amiyane tabirle- tadı
çıkmaz. “Bir şeyler söyledi ama anlatamayacağım”, der. Bugünkü konuşma birdenbire
oraya girdi. Neyse biz onu konuşacağız artık, girse de girmese de. Size lazım
gelen, bazı yerler yine tesadüf eder.
Maksadım, mevzûun inceliğine
girmezden evvel, anlatmak istediğim
nokta şu; hepimizin dünya denilen bu sahnede sayılı, sayısını biz bilmediğimiz,
Kudret’in bildiği bir nefesimiz var. Sayılı nefes, ölçülü olduğu içün, artık
onun kıymetini sen ver. Ölçülü şeyin değeri ne kadar olur? Sayılı. Ne kadar çok
olursa olsun, sayılı mı? Sayılı. Biter tükenir, çünkü sayılı. Şuraya gelmişiz,
gelirken sormamışlar, giderken de sormuyorlar. Bu sayılı nefesin bir kısmını,
Kudret bize hesapsız bırakmış, bahşetmiş. Hadi demiş, çocuksunuz, şebâbetiniz[2]
var, şu var bu var, biraz sıkıştırmıyım. Bir kısmını hâlet-i nevme[3]
ayırmış, uyuyorsunuz. Hadi uykunuz zamanındakinden de mükellef değilsiniz.
Mesela uykuda bir adam bir suç
yapsa tezyif[4]
edilir mi? Uykuda kalksa birisini rüyasında öldürse yahut bir şeyi çalsa tezyif
ediliyor mu? Edilmiyor. Bahâ, bahşayiş.
Bunları dağıtın az bir şey kalıyor. Bunun arasında bunu bedava geçirmiyor. Kâinatı
tetkik edin; ilminiz varsa ilminizle, bir şey bilmiyorsanız, muhit müsaade
etmedi, muhab[5] müsaade
etmedi, zemin müsaade etmedi, zaman müsaade etmedi, işte okudumdu okuyamadımdı şuydu
buydu...
“Yok! Ben, senin kendi iklim-i
vücûdunu, muazzam bir ilim yuvası, büyük bir kütüphane olarak açık bir kitap,
büyük bir mürşid, gayet yol gösterici muazzam bir rehber olarak sana verdim.
Kendin üzerinde biraz tetkikat yapmış olsan, kendi kendine Hak ve hakikat
yolunu bulabilirsin. Onun inkârına mecal yok, diyor. Binaenaleyh, bu sayılı
nefesin bitmezden evvel, ferdâ-i[6]
maâdın[7]
içün telafisi tedariki, tedbirine imkân olmayacağı an gelmezden evvel,
insanlıktan istifa etme. Ben sana çok kıymet verdim. Sevdim seni, diyor. Sevdim
ve seçtim. Yapmış olduğum şeyler içerisinde seni pek nazik, pek nâzenin, çok
niyazdar, pek nazdar olaraktan bir imtiyaz verdim. Ve masnûâtımın[8]
içerisinde de hiçbir mevcûdâta değil, mevcûda değil, yalnız sana imzamı koydum.
Gel bu imzamı bozdurtma!”
Beşeriyetin ekserisi bunun
farkında değil. Biraz evveli söylemiş olduğum, nâs menzilesinde nisyan
içerisinde, nisyandan müştak olan insan hâline giriyor. Ünsten müştak olan
şekline gelmiyor. Gelmeyince tabiatıyla, birbirimizi yeme mevzûu meydana
geliyor. Bunu söylerken mevzii konuşmuyorum, bütün sahne-i şuhûda ait. Belki
dikkat ediyorsunuz, hemen hemen senelerden beri, bu mevzû üzerinde düşüyoruz.
Niçün insanlık âlemi rahat
yaşayamıyor? Neden yaşamıyor? Kırk… Kudret’e gönül vermiş olan insan,
benliğinden geçen kırk haddizatında mânâ insanı, bir kilim üzerinde gayet huzur
üzerinde oturabiliyor da, niye iki tane
benlikli adam, dünyaya sığamıyor? Neden acaba? Bunların da hepsini, suratı kaşı
gözü, kulağı, eli, ayağı, aynı biçimde. Bu şekilde oturuyor. Bakıyorsun meydan
görmüş, -tarihi aç- gönlünü Kudret’le tezyin etmiş, o şekilde mânâya gönül
vermiş, kırk insan, bir kilim üzerinde zevk ile sefa ile birbirinde fani
olmuş, oturuyor. Sayılı nefesini, gayet
huzur içerisinde geçirebiliyor. Öbür taraf da o mânâdan azade olmuş, sevmiyor.
Zahiri varlığı da gayet kuvvetli, fakat iki tanesi koca dünyaya sığmıyor.
Bunun hikmeti ne? Buna rapor verin.
Fen, ilerliyor ilerliyor. Mesela bir vakit insanlar, ışığını çıra ile
karanlığını izâle eder, onunla kendilerine ziya verdirirlerdi. Azıcık daha
ilerledi, işte biliyorsunuz neyse mumdu,
petroldü, yağdı... Nihayet bugün gördüğünüz, bu elektrik. Bir gün bu da mum
kadar kıymeti kalmayacak. Bir gün gelecek çıra kadar kıymeti kalmayacak. Daha
yenidir, Büyük Kitap’ın verdiği malumata bakılırsa, beşerin evet bugün göz
kamaştırıcı fenni, muazzam ilmi, o Büyük Kitap’ın verdiği malumata bakılacak
olursa, hiç mesabesindedir.
Mesela [9] كَالْاَعْلَامِ der. Dünya
üzerinde en büyük dağ hangi dağdır? İşte herkes Himalaya der, belki ondan da daha
büyüğü vardır. Her neyse, onu tasavvur edelim. Ondan büyük gemi olacağını ilan
eder, Kudret. Daha henüz onun kadar gemi yapılmamıştır fakat ondan büyüğü
olacak, diyor. Ondan büyüğünü sizin elinizle size yaptıracağım ve onu size
teslim ettireceğim. O şekilde denizi sizin elinizde müsahhar kılacağım, diyor. Ki ona
bakılacak olursa bugün şöyle baktığımız vakitte; efendim, içerisinde şusu
varmış busu varmış, bir insan gidiyormuş da beş saat on saat dolaşıyormuş da
kendini kaybediyormuş. Bunlar bir kayıkçı sandalı gibi kalacak. Bu verilen
habere göre. Bu da netice itibariyle belki ufacıcık bir çıra gibi kalacak.
Neyse onu biz bırakalım da bugünkü
hâlimizi düşünelim. Bir vakit ufacıcık bir mumla filan ışığını temin ederken,
bugün mumla ediyor. Güzel amma nihayet bu işte tahta parçasından yahut betondan
veyahut tuğladan yapılmış, dört duvarın karanlığını bununla izale ediyoruz.
Fakat bize Kudret böyle, ağaçtan
tahtadan ne bileyim ben, taştan kerpiçten yapılmış değil de kendi öz eliyle
yapmış olduğu, ucu bucağı bulunmayan, vücûdu olmayan, sen içinde dolaştıkça,
nihayetine varamayacağın, hatta manzume-i kâinat içerisinde, en büyük varlığı
içerisine koyduğun vakitte, ufacıcık bir mahalle bile olmayan, daha daha arş bile,
içerisinde mini mini bir sokak kadar kalacak olan acaba o kalbinin şehrini
hangi ışıkla aydınlatabilirsin? Var mı orada aydınlık? Zannederim karanlık! Kendime
söylüyorum, kimseye değil kendi hesabıma. İsterse bütün gecenin zulmetini, şimdiki
görmüş olduğun aydınlığın milyon fazlasında aydınlat. Bu içerindeki en büyük
âlemine bir ışık bulamadın mı, daima inlersin. Ve beşer inleyecek. Daha çok
inleyecek!
Zannetme ki tenekecilikte terakki
etmek, muazzam bir medeniyettir. Hayır! O, insanın bir kanadına ait olan
ufacıcık bir şeydir. Asıl urûc[10]
edebileceği, sübût[11]
edebileceği an, yükselebileceğine ait olan bakâ-i sermedîsini[12]
eline verecek, o sahaya gidebilecek olan yerin bir şeysi değildir. Üç beş
konuşma evveli söylediğim gibi… Yanlış anlaşılmasın bunlar olmasın mânâsına
demiyorum.
Hepimizde ya bir emel var yahut
bir elem var veyahut her ikisi birden var. Ya elemin vardır şu dakikada inliyorsun
veyahut emelin vardır bir şeyi rica ediyorsun. Veyahut ikisi de vardır, hem
elemin vardır hem emelin vardır. Bunun haricinde bir şeyin var mı? Fakat bunun
heyet-i umumisini, bir gün topladığın vakitte, nihayet bir çukurun üzerinde, üç
beş saatlik, belki beş on senelik, şöyle bir kabartıdan ibaret kalıyor. O da
zaman geçtikten sonra o da dümdüz oluyor. Belki o çukurun içerisinde o kabartı
da çöküyor. Bütün hayat buna sarf edilir mi? Bununla bitip tüketilir mi o kadar
kıymetli nefes, sayılı nefes?
Niçün beşer bir şey satın
alamıyor? Devamı nâmütenâhi
olabilecek bir şey. Neden inanamıyor? İnanamaması için kendini inkâr etmesi
lazım. Kendi ki vardır, gülüyor konuşuyor. Bu konuştuğunu duyuyor, bulamayacak
sesini, içindeki gizli vücûdu duyuyor. Gizli konuştuğu vakitte. Kaç vücûdun var
senin? Nasıl kaç vücûdun var, bir tane. Ne demek bir tane? Kaç, adede mi
sığar bizdeki vücûd?
Biz kaç vücûda malikiz bilir
misin? Bir anda sevinirsin o vücûdun ayrıdır, bir anda kızarsın o vücûdun
ayrıdır, bir anda haddizâtında ba’s[13]a
geçersin o vücûdun ayrıdır. Üüü! Şimdi beni dinliyorsun, dinlerken de
konuşuyorsun, ayrı ayrı vücûdlara maliksin. Burada oturursun memleketin başka
yerdedir, hem beni görürsün hem memleketinde seyahat edersin, hem oradaki
dostunla da konuşursun hem beni de dinlersin. Nâmütenâhi vücûda maliksin.
Nüshâ-i kübrasın. Netice itibariyle bu kadar geniş varlığı, neden insan
mahvedip gidiyor?
İnhitât[14]
neden inhitât? İki konuşma üç
konuşma evveli söylemiştim. İlim, fikir, terbiye daima yükselmeli. Daima
terakki etmelidir. İlim, fikir, terbiye içün, hâl-i terakkub[15]
güzel bir şey değildir. Bir kavmin, bir camianın, devre-i inhitâtı ne
vakit başlar? Avamı ile âlimi arasında insanlık noktâ-i nazarından fark kalmazsa,
yıkım başlamıştır. Sanat bakımından demiyorum, insanlık bakımından.
Farz edelim bir adam büyük bir
mimardır. Bu arızi bir sıfatıdır, insanlığı değildir onun. Biz yalnız onun o veçhesine beşeriyet kıymet
veriyor. Oyy, diyor. Aman efendim
cemiyet de ne var ne mevkii var? Beynelmilel bir mimar. Alın mimarlığını haddizâtında
insanlık noktâ-i nazarından şaki bir adamla onda bulunan sıfatlar o adamda da
var mı? Binaenaleyh onun var mı, cemiyet üzerinde bir farkı? Anlatamadım cümle
bozuldu ama anlamışsınızdır ne demek istediklerimi. Biraz sıhhatim müsait değil,
cümleleri bozuk konuşuyorum. Ne demek istediğimi anlamadıysanız bir daha tekrar
edeyim, düzelteyim cümleyi.
Muazzam riyaziyeci, çok üzerinde
dönüyor, o onun mesleği. Arızi sıfatı. Millet veriyor bunu. Hata edilen
noktalar bunlar. Güzel. Alıverelim onu, onu aldıktan sonra bu sıfatı olmayan,
kötü bir adamda bulunan kötülük ile ondaki kötülük de mevcut mu? Faydası yok
kardeşim, ne methediyorsun bana o adamı! Anlatabildim mi acaba? ...
Niçün insanlık veçheleri üzerinde
insanlar yürümüyor? Almamış.
Yıkılan noktalar bu. İnhitât oradan başlıyor. Sonra beş nazarda baktığın vakitte,
avamın halkın seviye-i irfaniyesiyle seviye-i ahlakiyesi, ulema derecesine
gelmiş gibi gözükür güzel gelirse, hep beraber böyle gider böyle. Yine yıkım
başlar, öyle.
Demek ilim, taciz edildi. Bu oldu
değil mi ya! O hâlde tevakkuf[16]
var. Terakki yok. Tevakkuf hâlinde. O kavmin ilim adamları öyle bir hâle gelmiş
ki durmuş, ileriye geçemiyor. Neden? Bütün
insanları ile müsâvi olmuş.
Terakki yok. Biz onu herkes ilerlemiş diye terakki etmiş, diyoruz. Herkes ilerlememiş, ilim geri kalmış. Anlatamıyor
muyum acaba? Ters geliyor. Efendim öyle ki herkes ilerlemiş. Yok. Herkes
ilerlemedi, herkes ilerlemedi, ilim geri kaldı. Ben anlatamıyorum, nazarlar
acayip!
Şuraya giriyorduk. Nisyandan
müştak, ünsten müştak. İnsan mânâsı
itibariyle, eğer hakikaten insan ise binâ-i
zâtiye maliktir, dedim.
Bu tabir üzerinde dur. Bunu kendine mal edersen hayatta hiçbir vakit
satılmazsın. Hiç. Hiçbir vakit, leîme[17]
karşı yüzsuyu dökmezsin.
Hazreti Ali’ye
sormuşlar. Leîm kime denir? Leîm. Soruyorlar. Muazzam bir zât, eşyayı altı köşeli görüyor. Malum
ya eşyanın altı veçhesi vardır. Böyle
böyle, böyle böyle, böyle böyle, bir de içini görüyor.
Cevap veriyor, diyor ki: Ezellün nâs mu’tezillun ilâ leîm. Leîm ona denir ki (yani alçak demek leîmin mânâsı) alçak ona denir ki, alçak adama gider de yüzsuyu döker. Kerim olanlar kerim olanlara dahi yüzsuyu dökmez, diyor arkadan. Tabi o büyük bir şey, o ayrı. Ondan sonra:
Kun ğaniyyel kalbi vagna’ bil kalil
Mut ve lâ tatlub meâşen min leîm
Lâ tekûn lil ayşı mecruhel fuâd.
İnnemel rızku alellahil Kerîm
Zengin kalpli ol. Kun ğaniyyel kalbi vagna’ bil kalil. Zengin kalpli ol. Aza kanaat et. Anlatacağım şimdi kanaatı da. Kanaat demek böyle, bir kenarda miskin otur mânâsına değil. Ayrı bir mânâsı var onun. Zengin kalpli ol. Aza kanaat et.
Mut ve lâ tatlub meâşen min leîm. Geber de
geçineceğini alçak adamdan isteme!
Lâ tekûn lil ayşı mecruhel fuâd. Nazargâh-ı Hak olan gönlünü geçim hususunda parçalama. Yaralama. Kalbinle kalıbının vazifesini ayır. Faydası olmaz, orası Hakk’ın ayinesidir. Oraya ne diyerekten o işleri sokuyorsun? Kalıbına ait işi neden kalbine karıştırıyorsun?
Lâ tekûn lil ayşı mecruhel fuâd. Maişetinin hususu
içün gönlünü yaralama. Neden?
İnnemel rızku alellahil Kerîm. Rızkın mütekeffili Allah’tır. Ama insanlar bunun farkında değildir. Kudret de daima dersini kaçırır. Acır da farkında olsunlar diyerekten. Nasıl kaçırır?
Bakarsın ilmi vardır, fazileti vardır, teşebbüsü vardır. Çalışması
gayet kuvvetlidir. Her sahada herkese yol gösterir, akıl verir, fakat ekmek
parasına muhtaçtır. Gabidir, ahmaktır, şakidir, bütün kötülükler içerisindedir.
Hiçbir şeye aklı ermez, “nan içinde müstağraktır”. Aklın halledemeyeceği
şeyler. Anlatamadım mı acaba? Bakarsın konuşursun ki aman şunun yanından ben ne
vakit çıkayım, dersin. Nasıl çıkayım? Bir şey bilmez. Hiçç! İthalat, ihracattan
başka bir şey bildiği yok.
Senden akıl danışır sen
öğretirsin. Senden öğrendiği ile işini çevirir, “nan içinde müstağrak”. Sen de
onun yanında uşak olursun.
E bunun bir taksim edeni olmasa,
pek yakınlığından dolayı göremediğin bir el olmasa... Bu kadarken bu eli
görürsün. Bu kadarken görürsün fakat yaklaştır yaklaştır daha ziyade yaklaştır,
çok yaklaştır, daha yaklaştır, daha yaklaştır görüyor musun elini? Bas üzerine
daha yaklaştır, hiç göremezsin. Allah sana ondan çok yakın. Bir şey
anlatamıyoruz galiba değil mi ya? Yakından daha yakın bir el, o işi yapmasa o
taksimatı, elbette senin öyle olman lazım gelir. E neden o öyle neden bu böyle?
Ya, hepsi öyle on dakikada beş dakikada, sonra ona Hükümet-i Esrar-ı Sübhâni
denir. İnsan dünya hükümetinden bile bir sırrı söylerse, adamı asarlar. Mezmumdur
o.
İnnemel rızku alellahil Kerîm.
Bunun mütekeffili Kudret, yalnız sana vermiştir. Ne kadar nimet varsa verilecek
kuvva, bunların hepsini bunları göreyim, son dereceye kadar çalıştır, der. Akıl,
nereye kadar çalışması lazımsa çalıştırırsın. Fikir, nereye kadar düşünmesi
lazım gelirse düşündürürsün. Kuvvet, ne kadar sarf edilmesi lazım gelirse sarf
edersin. Ondan sonra “niçün?” diyerekten çırpınmazsın. İşte “niçün?” diye
çırpınmamanın adına kanaat denir. Anlatabildim mi acaba? Kanaat bu.
Kanaat; otur böyle bir yerde miskin
miskin, o mânâya değil. Aklını kullanırsın, ama nasıl? Son dereceye kadar.
Fikrini de son dereceye kadar kullanırsın. Bütün kuvvetlerin ne’n varsa hepsini
kullanırsın, kullandıktan sonra içinde bir huzur olur. Düşünürsün: “Kudret’in
bana vermiş olduğu, kullan diye verdiği bütün nimetleri yerli yerinde kullandım.
O kullanma tarzında eksiklik yok. Ama bu, buraya kadarmış. Elbette ki benim
için bu hayırlı.” Hah bunu böyle kabul edip de niçün diyerekten gadaba
geçmemek, hasede uğramamak, kendi kendini yemek, faydası yok onun. Niçünü
miçünü dinlemez. Hiç faydası yok. Bunun adına kanaat denir. Anlatabildim mi?
Onun içün sen onu kullandıktan
sonra, heyet-i umumisini yerli yerine getirdikten sonra gidip de bu olmadı diye,
alçağa yüzsuyu dökmenin lüzumu yok, diyor Hazreti Ali. Zengin kalpli ol, diyor.
Binâ-i zâtiye maliksin, diyor. Biraz daha diyor sen mânânı işletecek olursan, o
çok yakın olan el şöyle seni bir parça şöyle kaldırıverir, o vakit sen haa
dersin ama… vardır der.
Hayrı şerri biz müdrik değiliz.
Verilmemiş. Bilir misin sen ne olduğunu? Birisi yüz bin lira dolandırmış.
Bir dostun diyor ki: Seni dolandıran adam hududu geçmek üzere, şimdi teyyare
var. Ona telgraf çekiyorum, teyyareye binip yetişirsen burada yakalayabileceksin.
Yarına kaldı mı bu buradan geçecek, hiçbir şey alamazsın. Sen de olanca
kuvvetini sarf ettin, tayyareye koştun, raap kalktı. Bakıyorsun başka tayyare
var mı hususi şeklin, daha fazla
yeri yok. Vesait yok. Kendi kendine tüh kaçırdık diyorsun, mükellef
suratını astın gittin. Sabahleyin gazeteyi alıyorsun okuyorsun. O tayyare
düşmüş parçalanmış, hiç kimse yok içerisinde sağlam. Amaan, diyorsun ya. E dün
dövünüyordun, bugün! Demek ki biz hayrı şerri bilmiyoruz. Anlatabildim mi
acaba? Aman diyorsun, ya gidecekmişim bende.
Demek ki bir hıfz-ı aman var. Biz
bilmeyiz Biz yalnız elimize verilmiş olan kuvvetler var, sahalar var, bunları lüzumlu
şekilde kullanırız, kullandıktan sonra teslim oluruz. Hah, o kullanılıp hepsi
tamamıyla sarf edildikten sonra, teslim olmanın mânâsına kanaat denir. Bunu
ister Kudret bizden.
Sabrettin mi aydınlanırsın. Sabrı
şiar etmek lazımdır. Ayın münevver olması gecenin zulmetine sabretmesinden
dolayıdır, denmiş. Sabır. O
mihnethanenin, şeb-i kedûretine sabreden ruh, ay gibi münevver olur. Sabredemiyor.
Buradan geldik buralara kadar.
Beşer bizâtihi kendisi fakir
değildir. Neden acaba? Ama insan üzerinde konuşuyoruz, nâs üzerinde değil.
Bu tarifte, bir iki tarif meydana çıktı. Bir konuşmada demiştim ki: Âdem,
esrâr-ı esmâya vakıf. İnsan, onu da söyledim. O söylediğimi şimdi
açıklıyorum. Bundan birkaç konuşma evvel söylediğimin tafsiline geçiyorum.
Üçe ayırmıştım beşeri değil mi? Âdem,
insan, nâs diye, böyle üçe ayırdım. Âdemin makamı, nâsın makamı, insanın
makamı. Ayırdık. Sık sık bahsederiz. Şimdi bugün biraz daha iyi anlaşılacağı
kanaatindeyim, bunları söyledikten sonra.
Der ki, Allah: “Ben arza,
semavata, cibale yani bütün mevcûdâta hulâsa olarak, emanet-i İlâhimi, alâ teklif-i
tahyir... (Ne demek? İhtiyâr veriyorum. Çünkü öyle olmasa bakıyordur
onlar. İhtiyârımız var.) İsterseniz, emanet-i İlâhimi vereceğim. Bunu alır
mısınız?”
Nedir emanet-i İlâhi?
Niyâbet-i İlahi, ne demek o?
“Ben kudret-i sübhânimi, sizin elinize bahşedeceğim. Tecelliyatıma
sizi tamamen mazhar kılacağım. Sizden tecelli ederek bu kâinatı, o zevk ile idare
edeceğim. Kendimi sana veriyorum, alır mısın?”
Nasıl anlatayım? Daha başka türlü kelimeye girmiyor.
“Naib-i Hak yapacağım seni.”
Onlar dediler ki: “Ya Rabbi, bizi mazur tut. O çok güzel
bir şey amma ya biz bunu yerine getiremezsek? Bundan daha tatlı, bundan daha
güzel bir şey yok. Fakat ya biz bunu yerine getiremezsek?”
Korktular, özür dilediler. “Geçin!” dedi, Hudâ.
İnsan, وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ [18] İnsan bunu derhal yüklendi. Ben kabul ederim, dedi. Şimdi, bunu uzun boylu beyan ediyor Hudâ. Ve ikaz ediyor. Emanetinin kimde olduğunu, kimin insan olduğunu. Şimdi herkes bununla kendisinin insan mıdır değil midir ?…
O, bunu yüklendi. اِنَّهُ O insan, كَانَ ظَلُومًا جَهُولًاۙ çok kuvvetli zalimdi çok kuvvetli cahildi, emaneti aldı.
Burada iki mânâ vereceğim bunu
dikkatle dinle ama saat mi geç, bende geç kaldım ama bu haftadan sonra kalmam
inşallah. Uykunuz geldi.
Belli de olmaz, kalmam dedim ya, neyse. Bu söyleyeceğim şey senin hüviyetin
hakkında, çok merak et. Şimdi desem ki: Bekleyin bakalım, burada numaralarını
yazdık. Kime yüz bin lira çıkacak, herkes böyle durur. Herkes bu biçim durur.
On bine de öyle durur ya biraz daha rakamı büyüttük.
Bu öyle bir şey ki; hilkatin
taksimatı, mevcûdât içerisindeki bütün varlığın tecellisi, Kudret’in mazâhir
üzerindeki zahirine batınına ait bütün esmasının sıfatının tecellisi, o
tecelliyi insan sınıfının ıstıfâ[19]
kanunuyla ayırışı ve ona ayriyetten bir niyâbet verişi. Üüüü, ne büyük zevk var
içerisinde. İnansa adam. Keder meder hepsi gider. Bir şey kalmaz. Yeis meis ne
gezer. Ama âşık olmak şart.
Mecnûn “ukabbili
zel cidâra” diyor, bir yerde. Giderken duvarları öperek gidiyormuş. Kays
Kays, Mecnûn. Şöhret-i afak-ı cihan.
“Niçün öpüyorsun bu duvarları?” demişler.
“İşittim bugün Leyla, bu sokaktan geçmiş. Belki geçerken
duvara şöyle bir dokunmuş olabilir.”
Anlatabildim mi acaba? Belki, diyor. Onda o emanet var
işte.
“Belki, diyor. Haddizâtında işittim ki, Leyla (Leyli yahut)
bu sokaktan geçmiş. Geçerken bu duvara belki ayağı tökezledi veyahut iki kişi
geçerken şöyle çekilirken dokundu. Bunun içün diyor, öperim duvarı, diyor. Belki Leyla oraya şey etti.”
Mecnûn ki lâ ilâhe illâ der idi.
Teklif-i şuur eyleseler lâ der idi.
Ol mertebe meşgul idi Leylâ ile kim
Mevlâ diyecek yerde Leylâ der idi.
O ayrı bir aşk. Bunun belki siz şimdi zevkini anlayamadınız, bari onu da anlatayım da geçeyim söyleyeceğim yere. Mecnûn ki lâ ilâhe illâ der idi. Durmaz ki hafızalardan kaçar, nasıl anlatayım ben şimdi? Bir tahta olmalı, onu oraya yazmalı, anlatmak lazım öyle.
Teklif-i şuur eyleseler lâ der idi. Ol mertebe meşgul idi Leylâ ile kim, Mevlâ diyecek yerde Leylâ der idi. Şimdi ilk mısrada bak, Mecnun ki La ilâhe illâ der idi.
Mânâya gönül verenlerde, Hakk’ın vahdaniyetini kabul
etmek şarttır. Hakk’ın vahdaniyetinin kabulü, kelime-i mübecceleye bağlıdır.
O kelime-i mübeccelenin adına Lâ ilâhe illallah derler. Anlatabildim mi? Şimdi
o “Lâ ilâhe illallah” kelimesinin, kelime-i mısrada o kadar zevki var ki, bunu
söyleyen kimsenin... Biz zevk alamayız!
Lâ ilâhe illâ. “İllallah” demiyor, burda buraya kadar. Mecnun ki lâ ilâhe illâ der idi. İllâ’ya kadar geldi. Teklif-i şuur eyleseler, aklını başına al, deseler. Lâ der idi. Hayır almam. Anladın mı acaba şimdiye kadarını? Ol mertebe meşgul idi Leylâ ile kim. Çektiler, dur toplayayım.
Mecnûn ki lâ ilâhe illâ der idi.
Teklif-i şuur eyleseler lâ der idi.
Ol mertebe meşgul idi Leylâ ile kim
Mevlâ diyecek yerde Leylâ der idi.
Şimdi en alttaki mısradaki Leylâ’yı, yukarda Mecnûn ki lâ ilâhe illâ’nın yanına getir, Lâ ilâhe illâ Leylâ. Toplandı mı bak? Alttaki şeyle bunu böyle birleştiriyor. Yani Kudret’in bütün mazâhirde meşhûd olduğunu, şimdiki konuşacağım mevzû ile birleştirmeye bir hafif misal amma zor. İşte o kadar getirebildim.
İnsan aldı, diyor. Pek de
zalimdi, kuvvetli cahildi, aldı. Nasıl olur o? Başka yerde diyor ki Hudâ:
“Sakın emaneti ehlinin gayrına vermeyin.” Sonra Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi
diyor ki: “İzâ vusside’l-emr ilâ ğayri ehlihi fentazıris saat.[20]
Emanet, ehlinin gayrına verilirse kıyameti bekle.
Kıyamet üç kısımdır. Kıyamet-i suğra, kişinin
ölmesiyle. Öldün mü senin kıyametin koptu. Bırak şimdi sen öbür kıyameti,
sen öldün mü, kıyametin koptu. Gittin, öldün
kıyametin koptu.
Kıyamet-i vusta, milletlerin inkırâzı.[21]
Mensup olduğun bir millet; ahlaken
düştü, düştü, düştü, düştü. Seviyesini, varlığını, kendisine ait hüviyetini,
sata sata soyuna soyuna hiçbir şeysi kalmadı mı, tarihten silinir. İnkırâzı
onun kıyameti koptu.
Kıyamet-i kübra; manzume-i kâinatın, Kudret’in tarafı ile “Haydi paydos!” dendiği vakitte kıyameti koptu. Üç türlü kıyamet.
Ha, bu böyle olduğuna göre, öyle nasıl oldu da kendi
Allah, Allah olduğu hâlde, emanetini böyle zalime cahile nasıl veriyor? Hem de
kopkoyu zalim. O insan ki, şimdi insanın tarifi giriyor. Emanetin kimde
bulunduğu biliyor, insanın binâ-i zâtiye sahip olduğu anlaşılıyor.
O insan ki nefsinin kuvvetli zalimi oldu, buradaki zalim adlin mukabili olan zulüm değil, nefsinin dizginlerini çekiyor. Nefsine uşak değil. Nefsine esir olan adamın, ben hürüm diye yaşaması abestir.
Nefsinin esaretinden, mânâsını nefsinin esaretinden kurtaran adama hür adam deniyor. Kurtarıyor. Hakk’tan mâadâsına da cahil oluyor. Bilmiyor, ben anlamam, diyor. Hakk’tan mâadâ bir şey tanımam. Cahilim. O adamda emanet var. Bu mânâyı tahsil ettik değil mi?
Şimdi daha bir şık bir mânâ daha var. Daha bir şık mânâ. Kavaid itibariyle buradaki zalum, bu mânâ mef’uldur.[22] İsm-i fail[23] Bu mânâ mef’ul[24]. Yani mazlum kelimesine, mazlum mânâsına. Cahil de, meçhul mânâsına.
İnsan-ı kâmil, insan-ı ekmel, Kudret’e o kadar hamildir ki, bir de nâs onun kıymetini kadrini bilemez. Onun içün mazlumdur. Herkesin tecavüzüne maruz kalır. Anlatamadım mı acaba? İnsan-ı ekmel, insan-ı kâmil, -herkesin kıymeti, Kudret’in bütün hüviyetini hamil olduğundan dolayı- âhâd-ı nâs[25] tarafından kıymeti de bilinmediğinden dolayı mazlumdur. Tecavüzüne maruz kaldığından dolayı, maruzdur. Kıymeti de bilinmediğinden dolayı meçhuldür.
“Benim emanetimi taşıyan insan, kendisini Hak’ta gayb etmeyenlerin nazarında mazlum ve meçhul olan insandır.” diyor, Allah. Bir şey anlatamadık mı acaba? Gayet güzel, güzel şık olarak belle. Bilinmiyor kıymeti, mazlum.
Nazm-ı Kerim’in altında, Kudret incelikler gizliyor. Böyle beyan buyurması ile. Ne gizliyor biliyor musunuz? Bilemeyenlerden de o kadar ağır sual sormayacağını gizliyor. Çünkü diyor, bu Kudret ile Hakk’ın, halkı ikna ederek hakkıyeti bildirerek tecelli arasındaki büyük mânâyı, halk olarak ruyetin pek kolay olamayacağından dolayı, oradaki zavallılığa da uzun boylu da sual ve azap vermeyeceğim. Mağfiret edeceğim diyerekten, bu şekilde Nazm-ı Kerim geçiyor. Anlatamadım mı acaba? Bilmem biraz zor ama işte neyse. Bu böyle.
Buradan çıkaracağımız mânâ? Mâdâmı ki insan, yaradılışı itibariyle Naib-i Hak olmaklık imtiyazı ile yaradılmıştır. O hâlde sayılı nefesini evvela bu hususta tüketmekliye buna talip olarak yaşamaya, vakfetmesi lazım gelir. Biz gayeyi bırakıp gaye haricinde ömrümüzü bitiriyoruz. Dedikodu ile gıybetle, ne bileyim ben. Bir şey alamadan geçip gidiyoruz.
Hubb-u Hak yok, hüsn-ü ihtiyâr yok, zevk-i bekâ diye çırpınmak yok. Bu üç şeyde bir insanda tahakkuk etmezse, o insanın neticesi hüsrandır. Hubb-u Hak bulunmazsa, hüsn-ü ihtiyâr olmazsa, zevk-i bekâ zevki olmazsa, o kimsenin neticesi mahrumiyettir. Ahlakın verdiği tarif bu.
Kendini yokla, hubb-u Hak var mı? Sen, Hakk’a ait bir muhabbetin var mı? O var gibi gelir adama, tatbikatında belli olur. Tatbikatında. Allah’ı severim, der. Allah gözle gözükmez. Elle tutulmaz. Koklanmaz. Nereden belli ediyorsun bu sevdiğini? O bellenmiş mûtad[26] bir sözdür o. Değil mi ya. Mûtad bir söz o. O sevgini nereden belli ediyor? İspat ister, O. Daima, o kadar da acayiptir ki! Çok acayiptir. Ağır ağır imtihanı vardır.
Sonra hüsn-ü ihtiyâr, der. Sevdim dedin mi, bunu ispat
ettiğin vakitte; bakalım der hangisini ihtiyâr edeceksin, der. Hadiseleri
karşına diker. Diker böyle hadiseyi “Ayır bakalım. Bana sevdiğini ayır bakalım,
ayırabilecek misin?”
Ondan sonra zevk-i bekâ gelir. O kadar ağır ki şimdi, neyse biz o ağır imtihanlara girmeyelim, o pek ağır. Adi matahdan konuşalım.
[27]
عَلَى حُبِّهِ Sevgisi
üzerindeyken verdiğini kabul ederim Ben, diyor.
Şimdi güzel bir palton var. Bu
sene yaptırmışın bin liraya çıkmış. Bir çıplak gördün, çırçıplak diyorsun. Vereceksin
bir şey. İki sene evvel yaptırdığın var, o da güzel o da iyi, gayet iyi ama
azıcık hevesini almışsın. Vermek istiyorsun, onu vereyim dedin mi onu niçün
vermediğinin cezasını görmezsin. Tarif edemedim misali galiba. Anlaşılmıştır ne
olduğu. Bir karşılık görmek istersen ilk yaptırdığını vermen lazım gelir. Sevgisi
üzerindeyken verdin mi diyor zevk-i bekâ var, diyor.
Zevk-i bekâ dedim de geçen gün
misal vermedim belki anlaşılmaz diyerekten misal veriyorum bugün. Eski
konuştuklarıma misal veriyorum ki anlaşılsın diyerekten. Zevk-i bekâ. Kolay
iş değil ki bu. Allah ile muâhede yapmak, anlaşmak o kolay iş değil o. Çok
zor iş. Tatlı ama… Üzenmeklikten de Kudret’ten bir ecir almak lazım.
Zevk ile yaptırmışsın mesela bir
imkân. Parasıyla değil de bazı şeyin keyfiyeti adamın hoşuna gider. Bunu versem
mi, bu benim işime düşmeyecek, makası böyle vuramayacak, dersin. Bu tesadüf
etmiş, dersin. Bir üzüntü varken verirken yine alamazsın bir şey. Üzüldün,
diyor. Vereceğim amma kabul ettiği vakitte hoşuna gidecek mi? Kimin hoşuna
gidecek mi? O’nun hoşuna gidecek mi? Alanın eskisi de hoşuna gider. Anlatamadık
galiba. Böyle zevk-i bekâ.
الطَّعَامَ عَلَى حُبِّهِ Sevgisi
üzerindeyken. Yemek mesela var evde de şunu diyorsun, yahu yiyemeyeceğiz.
Bir yiyen bulsak da versek. E güzel, birçok masraflı olmuş, pahalı bir yemek,
çıkardın verdin. Onun içün diyor ya Hudâ: Serâir-i[28]
zamâir-i[29] hafâyâ-ya[30]
muttaliyim[31] Yeseydin yiyecektin, yarına ekşiyecek diye
verdin. Ekşitmemenin cezasını görmezsin. Verdiğin içün bir şey alır mısın?
Almazsın. Ekşitmemeklik cezasını görmezsin. Çünkü ekşitmenin cezasını görürdün.
Ekşitmemenin cezasını görmezsin. E verdin, verdiğinin... Yok! Ya ne vakit?
Kendinden ayırarak, yemeklik zevki
üzerinde varken. Şunu da yesem diye için titrerken, o vücûdu kendi vücûduna
tercih ederekten, zevk alarak verdin mi, Kudret: “Ben yemiş gibi olurum.”
diyor. İşte bu, bunun adına zevk-i bekâ deniyor. Anlatamıyor muyuz acaba? Zevk-i
bekâ.
Konuşmalar ivazsız garazsız
olacak. Dedemiz bunları atmış. Tarihen var bizde bunlar. Biz öyle çok köklü
insanların çocuklarıyız. Öyle bir kenara oturup da hatır hutur yeyip de biri
bir tarafta öbürü bir tarafta öyle değil. Dedemiz muazzam adam. Aşktan doğan
ahlaka salikmişler. Vazifeden değil de aşktan doğan. Sahib-i kalp yani ya.
Büyük Kitap’ta öyle der. Allah konuşur konuşur da der ki:
[32]
لِمَنْ كَانَ لَهُ
قَلْبٌ Bu sözlerim kalbi olan içündür, der.
Demek ki herkes de kalp yok. O
kalp ne demek? İki tane kalp var. Biri kalb-i hayvanî, biri kalb-i rahmânî.
Kalb-i hayvanî hepimizde var. Kalb-i rahmanî var mı yok mu? Dert bu dert. Kalb-i
hayvanî hepimizde var. Sadrın orta yerinde duruyor. Kalb-i rahmânî var mı yok
mu? Hudâ’nın muradı, kalb-i rahmânîdir.
لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ Mânâdan soyunduk mu kalb-i rahmânî hiç istiskal[33]
kabul etmez. Hiç, şöyle ufacıcık bir tuhaf nazarla baktın mı derhal çekilir
gider. Gider de ne olur? Ne bileyim ne olur.
Biz her ne zaman bir feyiz gördükse aç tarihini bak,
hassasiyeti mânânın cazibe-i neşve-dârında[34]
görmüşüz. Fakat bunu idâme edecek hiçbir tezahurda da bulunamadık.
Biz her ne zaman bir feyiz görmüşsek, hassasiyet-i mânânın cazibe-i neşve-dârında görmüşüzdür. Ne acı ki, bunu idâme edecek hiçbir tezahurda bulunamadık.
Mânâsız olmaz. İmkân yok,
olmaz! Nasıl ki mânâ bu vücûttan gittiği vakitte, leş olur kokar atarlar
adamı. Hiç ailesi mailesi varsa götürür, toprağa tıkar. Yoksa belediyeye haber
verir hastalık olacak, derler. Paçasından tutarlar adamı, götürürler tıkarlar.
Mânâsı olmayan camiayı da, hayat-ı dünya kabul etmez. İnsanlık zarar görür. Ne ilmen tekâmül eder ne şeye. Hiç olmaz o. Yoruldunuz değil mi? Epey de oldu, epey oldu. Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Muâhede:
Ahitleşme,
antlaşma,
Karşılıklı
yeminleşme, anlaşma.
[2] Şebabet:
Gençlik
[3] Nevm: Uyku
[4] Tezyif: Tahkir,
hakaret.Küçük
düşürme, aşağılama.
[5] Muhab: Kendisinden ürkülüp korkulan.
[6] Ferdâ: Yarın. Gelecek, gelecek zaman. Kıyamet günü.
[7] Maâd/Mead: Âhiret.
Avdet. Dönülüp gidilecek yer. Dönüş.
Ahiret hayatı.
[8] Masnûât: San'atkârâne yapılan şeyler. San'at eseri
varlıklar.
Sanatlı yapılmış eserler. (Masnuat: San'atkârâne yapılan şeyler demektir
ki, Allah’ın Sâni ismine matuf bir
kelimedir.)
[9] Rahman
Suresi 24. Ayet-i Kerime وَلَهُ الْجَوَارِ الْمُنْشَاٰتُ فِي الْبَحْرِ
كَالْاَعْلَامِۚ Meali:
Denizde koca dağlar gibi yükselen gemiler de onundur.
[10] Urûc/Urûç: Yukarı
çıkmak. Yükselmek, göklere ağmak
[11] Sübût: Sâbit. Varlığı, gerçekliği kesin olarak
ortaya çıkma, gerçekleşme, tahakkuk etme.
Gelip
geçici olmama, yerinde durma, sâbit ve devamlı olma
[12] Sermedî: Daimî,
ebedî, sürekli.Baki.
[13] Ba's: Gönderme, gönderilme. Cenab-ı Hakk'ın Peygamber göndermesi. Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ.
Uykudan uyandırma. Haşir.
[14] İnhitât:
Gerileme, çöküş, çöküntü. Kuvvetten düşme, düşkünlük gösterme. İhtiyarlama, yaşlılığa yüz
tutma.
Aşağılanma,
aşağı seviyeye inme
[15] Terakkub: Bekleme, gözetleme, yol gözleme. Ümit etme.
İntizar.Muntazır olma.
[16] Tevakkuf: Durma. Eğlenip kalma. Duraklama. Durma, durakl
[17] Leîm: Alçak,
deni, rezil, zelil, levm edilen. Cimri. Mayası bozuk ve kötü.
[18] Ahzab Suresi 72. Ayet-i Kerime: اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ
فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ
كَانَ ظَلُومًا جَهُولًاۙ
Meali: Biz o
emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar,
ondan korktular da onu insan yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir.
[19] Istıfâ: (Safâ “saf, temiz olmak”tan) En saf ve
temizini seçip alma, seçkin duruma getirme, getirilme, seçilmişlik, seçkinlik
anlamlarına gelen Istıfâ, ıstılâhi olarak; Allah'ın bazı kullarını hususen de
Peygamberlerini seçip mevcûdât üzerine üstün kılmasını ifade eder.
[20] “Emanet ehil olmayan kimseye
verildiği zaman kıyâmeti bekle!” Hadisi (Buhârî, İlim Rikāk 35)
[21] İnkırâz: Tükenmek, çökmek. Dağılıp yok olma, son bulma. Sönme. Zeval bulma.
[22] Mef'ul: Bir fiilin etkisi altında kalan (kimse veya
şey)
[23] İsm-i Fâil: Kendisinden fiil, iş çıkan kimsenin sıfatı.
Fâil, hâdim, kâtib gibi.
[24] İsm-i Mef’ul: Fâilin fiili
kendi üzerine geçen kelime. Yani yapılan işe mâruz kalanı ifâde eden
isim.Mektub, mazlum, mağdur gibi.
[25] Âhâd-ı nâs: Avam tabakası, sıradan kimseler
[26] Mûtad/Mûtat: Âdet
olunmuş.Alışılmış, alışkanlık hâline gelmiş.Âdet.
[27] İnsan Suresi
8. Ayet-i Kerime وَيُطْعِمُونَ
الطَّعَامَ عَلَى حُبِّهِ مِسْكِينًا وَيَتِيمًا وَأَسِيرًا
Meali: Düşküne, yetime ve esire seve
seve yemek yedirirler.
[28] Serâir:
Gizli şeyler. Sırlar.
[29] Zamâir: İç yüzler. Her şeyin iç yüzü.
Gizli fikir. Yürek, vicdan.Zamirler.
[30] Hafâyâ: Gizli şeyler.
Sırlar.
[31] Muttali: Bilen,
öğrenen, vâkıf ve haberdar olan.
[32] Kaf Suresi 37. Ayet-i Kerime اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ
قَلْبٌ اَوْ اَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَه۪يدٌ
Meali: Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve
hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.
[33] İstiskal: Hoşnutsuzluğu
belli ederek karşı tarafı çekilmez görme. Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak.
Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek.Yüz vermeyerek kovma.
[34] Neşve-dâr/Neşvedâr:
Keyifli,
neşeli.
1 yorum:
Sevgisi üzerindeyken verdin mi diyor zevk-i bekâ var, diyor.
Kendinden ayırarak, yemeklik zevki üzerinde varken. Şunu da yesem diye için titrerken, o vücûdu kendi vücûduna tercih ederekten, zevk alarak verdin mi, Kudret: “Ben yemiş gibi olurum.” diyor. İşte bu, bunun adına zevk-i bekâ deniyor. Anlatamıyor muyuz acaba? Zevk-i bekâ.
Yorum Gönder