Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

97. Kaset

097 (266) 80dk (14.01.1962)

… Diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesinin akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın annesinin kalp olduğunu izah ettik. Gerek akıl, kalp, vazife, aşk, bunlar mânâ-i insanîye ait birer mefhûm olması hasebiyle mevzû daha esaslı olarak insan mefhûmundan, insandan bahsediyor. İnsan. Her hafta tekrar ettiğimiz gibi her konuşmamızda söylediğimiz gibi, yine bazı cümleleri tekrar edeceğiz. Ondan sonra ana mevzûa gireceğiz.

Gelmede gitmede ihtiyârı olmayan, bir veçhesi âlem-i kudrete, bir veçhesi âlem-i hilkate rapt edilmiş olan, insan nedir? Bu suret itibariyle nihayet yetmiş seksen yüz kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret fakat mânâ itibariyle; o içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan bu varlık ne? Yüklü gelmiş âlem.

Vak’a,  insandan evvel gibi gözükür ama mânâ-i insan her şeyden evvel. Zahirde bu mazâhir[1] insandan çok evvelmiş gibi gözükür. Fakat hakikatte “kün[2]” emrinin daire-i merkezinde ilk bulunan kimdir? Meselenin an yeri burası. Bütün mevcûdat “oluverin” emrinin dairesinde döner. O ara yerde bizim varlıklar benlikler filan, bir şey kalmaz orta yerde.

Denizin dalgasına benzer. Bazen bu deniz simsiyah kükrer, olanca hamleleriyle dalga sahile vurur. Fotoğraf makinasını da alırsan resmini de çekebilirsin, alırsın. Ve o dalga azametiyle vururken “Ben varım!” diye vurur. Deniz de ona güler. “Ne sen varsın ben varım!” der. “Biraz sonra görürüz seni!” der. Bakarsın ki, bir an gelir. Onun içün adına dalga denmiş. Ve bazen de amiyane tabirle, biz de konuşurken herhangi bir şey olursa “canım, dalga” deriz. Yani, hakikatte vücûdu yok, demektir.

Hakikatte vücûdu hiçbir şeyin yok! Anlatabiliyor muyum acaba? Hepsi dalga ama o kükrediği vakit: “Ben varım!” diye gelir. Onun içün ahlaka mânâya yaklaşmak istemeyip de yalnız akıl ile huzur buluruz diye çalışanlar pek biçaredirler. Pek zavallıdırlar. Neden?

Zira akıl denilen varlık, insanın ruhi kuvvelerinden bir kuvvedir. Mânâ ise bütün kuvvelere camîdir. Sen onu tamamıyla at, bir tanesiyle, bir şey yok. Bir yere kadar gider. Mânâ insanın bütün kuvva-i ruhisiyle alakadardır. Muhit[3]tir. Onun ve ancak onunla insan huzura kavuşabilir. Başka türlü kavuşamaz.

Bilir misiniz... Tarihi tetkik ederseniz, dünyanın bugünkü sahnesi kadar -bütün dünyayı konuşuyorum- zengin, bugünkü sahası kadar renkli, bugünkü sahası kadar mütesâvi[4] diyebilecek şekilde renkle bezenmiş, giyinen camiasını görebilir misiniz tarihte? Hemen hemen herkes aynı şekilde giyiniyor, aynı şekilde kuşanıyor. Anlatamıyor muyum acaba? Bu kadar çok zenginliğiyle dünya hiçbir vakit kendisini arz-ı endam eylememiştir fakat bu kadar sefaletiyle de hiçbir vakit görülememiştir.

Şöyle bir düşün kendi kendine gel. Dünya ilmiyle, sanatıyla, vakarıyla, bütün varlığı ile bu kadar bol zenginliği ile hiçbir vakit kendisini arz etmemiştir. Bu kadar sefaletiyle de arz etmemiştir. Yalnız ilm-i hüner huzuru meydana getiren şey değildir. Yalnız sanat-ı fen beşere huzur vermez.

Beşerin huzuru ancak ahlak ile mânâ ile kaimdir. Neden? Zira ahlak, akıl ile ihtisâsın[5] hislerin taarruzunu birleştirir. Ahlakı kaldırdın mı akılla his arasında mücadele başlar; daima his galip gelir, ilim ve akıl mağlup olur. His galip geldiği vakitte beşeriyet öyle bir hâle gelir ki, netice itibariyle nefsinin dizginlerini kaybeder, nihayet canavarları utandırtacak facialardan daha geniş facialarla dolu olaraktan böyle karanlık içerisinde yaşar, göçer, geçer, gider.

Bu cümleme dikkat edin ve üzerinde durun. Bak üç defa tekrar ediyorum. Dünya bugün ki zenginliği ile bol parası ile -bütün şey konuşmuyorum, mevzii değil konuşmam, bütün dünya- bu kadar sanatı ile bu kadar hüneri ile hiçbir vakit arz-ı endam eylememiş. Bu kadar sefaletiyle de tecelli etmemiş. İnleyen insan sedası top sedasını bastırıyor. Yine Kudret bize iltimas etmiş, kürenin yüzünde otururuz, dünyanın.

Ecdadımızın şerefi, mânâmızın vergisi, dedemizin geniş keremi, bizde olan hususi bir kanın varlığı… Biz, iltimas -tabiri caizse-  Kudret’in iltimas muamelesine tabi, dünyanın yüzünde oturan bir camia... Yine dünya sekenesi içerisinde en geniş huzur bizde vardır. Eğer birbirimizi sevsek, bambaşka... Sevemeyiz birbirimizi. Kabahatimiz odur.

Birbirimizi sevsek, kalpler birleşse, mânânın varlığına tamamıyla gönlümüzü bağlasak, derhal ahlak doğar. Zira ahlak, insan içün dünyada en büyük istinatgâh[6], ukbâ[7] da en büyük istirahatgâhtır. Zapt et, levha yap her an gözünde gezsin. Ahlak, de müsâvi, dünya için en büyük istinatgâh. “Neye dayanırsın?” dendiği vakit de: “Parama, servetime, câhıma, masama değil, ahlakıma dayanırım.” de. “Müebbet âlem içün, ikinci hayat içün ne kazandın?” derlerse, “Çok zenginim.” “Nen var?” “Ahlakım var” de. Zira ahlak dünyada en büyük istinahatgâh, mânâda da, ebediyette de en büyük istirahatgâhtır.

Ne demiştim? Ahlak akıl ile… Şu sükûneti muhafaza etseniz olmaz mı acaba? Neden beni rahatsız edersiniz? Olduğu gibi zevkim…

Akılla hislerin taarruzunu kaldırır. Birleştirir. Onun ikisi birleşmeyince, eğer ikisi birleşmezse insanda buhrân-ı rûhî meydana gelir. Sıkılıyorum, der. Şek[8], her şeyden şüphe… İradeyi hisse kaptırdın mı, ilim ve akıl mağlup olur. O mağlup olduktan sonra beşeriyet de birbirini yer. Yer. Geliş ve gidişteki gayeyi duymaz. Bu âleme gelmekten bir gaye vardır, onu kaybeder. Ne ahde vefa kalır ne misak[9] duygusu kalır. Çünkü ahlakta ahd-i misak bütün hukukun fevkindedir. Öyle mi? Evet. Büyük Kitap öyle beyan eder. Ahd ü misak bütün hukukun en üstünde.

Şimdi bunun mânâ ile izahına çalışsam, çok vaktiniz gider. Bu günlük bir zevk hâlinde vereyim. Sonra bunun uzun boylu, kardeşlik hakkından üstün -ne bileyim ben-  bütün haklardan, ahd ü misak denilen şey hukuku, bütün hukukun üstünde. Hatta mânâ hukuku ile ahd ü misak hukuku arasında taarruz olsa, olmaz ya farz edelim olsa, ahd ü misak hukuku ile amel edilir. O, hukukun da üstündedir o.

Beşeriyetin bugün inlemesi bunu kaybettiğinden dolayıdır. Hiçbirimiz ahd ü misakımızda durmayız. Hep dış tarafta bir vücûdumuz var, iç tarafta bir vücûdumuz var. Daimi şekilde emr-i itimat yok, ona göre bir şekil. Bocala dur! Ömür de bitti gitti. Bir şey yok orta yerde.

Bugün zevkim var en mühim noktaları söylüyorum. Belki anlatamıyorum amma sonra açacağım bunu. Hadi şöyle bir misal vereyim size de -tarihi bir misal- biraz daha anlayın. Anlatmış olayım. Çok eskiden de bu misali vermiştim birkaç sefer, ama şimdi dedim ki:  Ahlak nazarında ahd-ü misak hukuku bütün hukukun fevkindedir, hatta mânâ hukuku ile misak hukukları arasında taarruz olsa ahd-ü misak hukuku mânâ hukukunun üstüne çıkar. O da esasen mânâdan gelmiştir ya anlatmaklık içün cümleleri böyle size tebdil edip söylemeye çalışıyorum. Misal vereyim daha iyi anlayın.

Cenâb-ı Faruk’un zamanında bir genç; seyahat zevki var, güzel bir atı var, cins. Geziyor, binmiş. Bir âdeti var, öyle.  Herhangi bir şehre girerse, atının dizginini bırakıyor takip edeceği yolu, atın ihtiyârına terk ediyor. At hangi tarafa teveccüh eder, hangi sokağı tercih ederse, oradan başlıyor. Bir yere girmiş, bahçelik bir saha. At öyle bir yol takibe başlamış. Bir bahçede elma ağacının dalları duvardan sarkmış, üzerinde de elmaları. At bu ya hayvan, uzanmış koparırken dalı ile beraber kırmış.

Bahçenin içerisinde bir piri fani, bahçenin sahibi bir ihtiyar, o da hava almaklık işte gülüylen ağacının fidanıyla filan uğraşıyor. Çok sevdiği eliyle yetiştiği bir ağacın dalının kırıldığını, bir hayvan tarafından kırıldığını görünce, yerden bir taş almış fırlatınca, atın sezmez bir tarafına gelmiş, at düşmüş ölmüş. Atın sahibi olan genç de atı, evladından fazla seviyor, canı gibi seviyor. Onun o hâlinde birdenbire kendisini kaybetmiş, aynı ihtiyarın atmış olduğu taşı alıp kendisine fırlatınca, onun da sezmez bir tarafına gelmiş, o da düşmüş ölmüş. Cilve, Kudret bu ya…

Adamın üç tane genç evladı var. Babalarının o canhıraş[10] bir feryadı ile hayatının nihayet verdiğini görür görmez, koşmuşlar yakalamışlar.

 “Yok, demiş. Öyle beni canavarcasına yakalamayın. (Daha söyleniyor) Mevzûat vardır elinizde, o elbette bana bir ceza tayin etmiştir. Ben bunu isteyerek yapmadım. Fakat hadise oldu. Beni götürür teslim edersiniz, boyun keserim. Benim hakkımda ne tespit edilmişse onu kendi reyimi de vererek kabul ederim.” 

Doğru Ömer’e götürmüşler. O zat da o gün -fevkalâde bir gün- umur-u milletle meşgul. Vükelayı[11] toplamış. Reyinden istifade edilecek, zat ile istişare etmek üzere toplanılmış bir hâlde, kapıyı vurmuşlar. Üç genç, bir de o hadiseyi yapan genç, birdenbire girmişler.

“Bizim babamız bahçede hava almak üzere, pir-i fani çok hürmet ettiğimiz zat-ı ali, bu insan tarafından öldürülmüştür. Kısas isteriz, ceza isteriz.” 

Hepsini şöyle bir süzmüş. Onun âdeti öyle. Bir süzer, ilk önce insanın gözüne bakarmış. Söylerlermiş ki:“Niçün çok gözüne bakarsınız?”

“Göz ruhun penceresidir, o pencereden ruhunu seyrederim. Bazen bilirim, bazen de hata ederim.”

“Anlat, demiş. Bak ne diyorlar bunlar?”

“Evet, böyle bir hadise oldu ama bende sebeplerini anlatayım. Bende bir seyahat merakı vardır, bunların memleketlerine de geldim. İşte, atımı böyle dizginini bırakırım hangi tarafı tercih ederse o yolu talip ederim. Bunların bahçesinin yoluna tesadüf etti. Fakat hayvan mükellef değil, şuura sahip değil.  Bir elmayı gördü, cibilliyetinin iktizâsı[12] kopardı, dalıyla beraber kırıldı. O adam vurdu. Bende çok severim atımı. Kendimi kaybettim, mukabele ettim aynı taşla. O da düştü öldü.”

“E itiraf ettiniz. İdamınız lazım gelir. İdamınız lazım gelir.”
“Elindeki mevzûat benim idamımı icap ettiriyor mu?”
“Evet, idam. Öldürmüşsün, kendin de söyledin.” Demiş.

“Bir şey rica edeceğim. Benim bir ufak kardeşim var. Babam vefat ederken bana vasiyet etti. Ve onun hissesini bana emanet etti. Onun nukutunu[13], servetini, parasını, ben bir yere gömdüm. Benden başka bilen yok. Şimdi beni burada ani imha ederseniz, kardeşim ondan mahrum olacak. Ben o işin de zalimi olacağım. Bana müsaade edin, ben iki gün sonra geleyim. Kardeşime bir vasi tayin edeyim, servetini de eline vereyim. Binaenaleyh ondan sonra beni şey edin, lazım gelen cezayı bana icra edin.”

Kalabalık: “Ne malum geleceğin?” demiş.
İbn-i Hattab: “Ne malum diyor, senin geleceğin?”
“Benim geleceğime kefil olacak içinizde insan vardır.”
“Kim?” demiş.
Şöyle bir bakmış: “Bu zât bana kefil olur” demiş.

Ebu Ubeyde. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “İnsanlık içerisinde en emin adam” diye rütbe vermiş kendisine. Öyle bir adam. En emin adam. Hususiyeti var.

“Ne buyurursun?” demiş.
“Hay hay kefilim! Gitsin işlerini görsün, gelsin.”
"Dikkat et!” demiş: “Bu kısas, bu ceza, senin üzerinde tatbik olur eğer gelmezse bu.”
“Pekâlâ”, demiş. “Tatbik olsun. Gelmezse olsun.” Gitmiş.

Mevzûu uzatmayalım. Şöyle bir yirmi sayfalık bir yerini keselim de, girelim. Tam gelme saati yaklaşmış. Babalarının intikamını almak, hakkını almak -ne dersen, de- isteyen çocuklar orada. Bakıyorlar, saat geldi yok. Terlemeye başlamışlar. Canı sıkılıyor.

Çocuklar başlamışlar, demişler ki: “Siz evet çok büyük insansınız amma lüzumsuz yere buraya kefil oldunuz. Biz nasıl tatmin olacağız? Duramıyoruz, babamız gözümüzün önünde.”

Öyle bir hâl olmuş ki, Ebu Ubeyde üzerinde icra edilecek. Ter içerisinde herkes, diyet verilsin filan diyorlar. Çocuklar razı değil diyete. Tam bu telaşlı herkesin gözü yaşlı bir vaziyetteyken, kan ter içerisinde delikanlı girmiş. Selam vermiş, içeriye girmiş. Herkes şaşırmış. Bööyle bir sevinç kaplamış. Onların bakış tarzları, hâlet-i ruhiyeleri değişikliğini görünce delikanlı: “Yoksa” demiş, “gelmeyecek mi zannettiniz?”  

“Evet” demişler. “Evet!”
Başlamış ağlamaya. O cezayı yiyeceği vakitte müteessir değil. Fakat bu “Gelmeyeceksiniz, zannettiğimiz” cümlesi karşısında ağlamaya başlamış.
“Niçün ağlıyorsun?” demişler.
“Kudret acaba benim yüzüme: Bu insan ahdinde vefa gösterir, nişanesini koymamış mı?” Bir şey anlatamıyor muyum acaba?

“Ben o kadar aşığım ki o mânâya, o ahlaka; ben ahd-i misakımda durabilecek kabiliyette bir yüz taşıdığımın anı sizin gönlünüze, gözünüze gelmedi ki siz şüpheye düştünüz. Ben bu ana kadar bundan mahrum mu yaşıyor muşum? Onun içün ağlarım, demiş. Bana ne vakit verecek öyle bir yüz ki; bu yüz ahd-i misakında, kâinatı versen dönmez. Bende demek ki, o nişane yok. Siz kâmil insanlarsınız, bende onu göremediniz. En nihayet sizi de huzursuz ettim. Bu huzursuzluğun elemini şimdi çok çekiyorum.”

Dönmüş Ömer, Ebu Ubeyde’ye: “Ya Ebu Ubeyde, bunu tanır mısın sen?” “Hayır!” demiş. “
Babasını filan.” “Hiç!”
“Cinsini, cibilliyetini, kavmiyetini filan.”
“Hiçbir şeysini tanımam azizim!” demiş.
“Peki, nasıl oldu da sen?”
“Haa, o nasıl oldu mevzûuna gelince: Ben, diyor, mânâya ahlaka gönül vermiş; evvela canan sonra can diye yaşamayı şiar edinmiş -Bu şiarın da başında fazilet gelir- diyemem ki dedirtemezdim ki; Ben mekârim[14]-i ahlak-ı itmama gönderildim, diyen zâtın talebesinde fazilet artık kalmamıştır. Bu uğurda canım da feda olsa, o fazilet kalmamıştır cümlesini, cemiyet-i beşeriye söyletemezdim. Onun için kefil olacaktım.” Anlatabiliyor muyum acaba?

Biri diyor ki: “Ben nasıl olur da ahd-ı misakında vefası yoktur dedirtebilirim?”
Biri diyor ki: “Meçhul bir şey, ben nasıl insanlarda artık ‘Mekarim-i ahlakı itmam etmeye gönderildim’ diyen zatın peşinden giden insanlarda fazilet kalmamıştır, dedirtebilirim.”
O sahnede, o kısası isteyen delikanlılarla, orada bulunan büyük insanların da, arşın da temâşası karşısında, Kudret de onun filmini çeker. O bir sıcak bir muhittir ki, ne parayla elde edilebilir ne milyon sayfalık kitabın nazariyesinden meydana gelebilir. Yalnız gönül denilen, o gönülde oturan bir sultanının aşkından ileri gelebilir. Başka bir şeyden gelmez böyle şeyler adama.

O vaziyet karşısında o çocuklarda: “Siz ahdinde vefa yoktur dedirtmemeklik için koştunuz geldiniz. Siz hiç bilmediğiniz bir adama, insanlarda artık fazilet yoktur dedirtmemezlik içün kefaleti yaptınız. Biz de artık mürüvvet[15] kalktı dedirtemeyiz. Bundan vazgeçtik.” dediler. Bir şey anlatabildim mi acaba?

Evet, beşeriyet yalnız maddenin kesâfetinde kaldığı müddetçe, madde ile mânâ müsâvi bir şekilde yürümedikçe, omuz başı gitmedikçe, felah yoktur. Hangisini terk ederse bir tarafa yıkılır. İkisini müsâvi şekilde götüreceksin. İkisi beraber bir anda gidecek böyle.

Evet, “Ahlak, hakkını isteyene haklıdır.” der. Tabirime dikkat et! “Mücrimin cezasından vazgeçene de, saburdur.” der. Allah’ın ismini verir. Anlatamadım mı acaba? Hakkını isteyene... Kötülüğe iyilikle muamele eden adama Allah, “Eshab-ı ihsandandır. Bana aittir” der. Eee der de ne olur? “Kalem kalksın!” diyor ya. “O insana sual sormaktan hâya ederim!” diyor Hudâ. “Kendi zât-ı ulûhiyetimden utanırım. Aciz bir mahlûka merhametiyle böyle tecelli etmiş, ben merhametlerin, toplanmışlarının toplanmışlarının, ne kadar varsa erhâmiyim[16].”

Tabi bunlar gönle, duymaya bağlı. Bakmak başka, görmek başka. Dedik ya, görmeyi bugün hiçbir fen adamı tarif edemez. Öyle mi, edemez mi? Edemez ya? Peki, birçok kitaplar yazılıyor. O gözü tarif ediyor, ben ona görmeyi soruyorum. Konuşmayı, kimin haddine düşmüş tarif etsin? Haddine mi düşmüş? Ben nasıl kulağımla işitiyorsam, bu kubbenin altında, kalbinle işiten de vardır. İşte ona insan denir.

Ahlak, adamı yalnız kulakla işitmek makamında bırakmaz. Kalbinle işitmek makamına çıkarır. Bugün kulakla işitmenin ne olduğunu... Kulağı tarif eder, o fiziki hadiselerini söyler, der ama mânâ-i sem'î[17] onu söyleyemez. Dairesi... Ne vakit ki, Kudret’in Es-Sem’î isminde fani olur, ondan sonra onu söyler. Ama onun içinde kelime yok, harf yok, elfaz yok, o bir zevk hâlinde kalır. Öyle değil mi?

Dil mi konuşuyor? Hayır, dilini tut. Iııhh! Konuş bakayım.  Bırak şimdi oraları. O da zahiri ya, asıl konuşmak da o değil. Söz o değil. Söz asıl bu değil. Ruhun sıfatıdır. Nasıl ruh mânâdan, kendisine ait olan tecellisini aldığı vakitte ayrılır. Söz bitince adamı götürürler. Değil mi öyle? Sözü bittiğinde tutuyorlar mı? Ne âşık maşukunu ne maşuk âşıkını, ne evlat annesini ne anne evladını…

Onun içün söz, can verir can alır. Hayatta daima can verici şekilde konuş. Ahlak öyle emreder. Hayatta daima can verici şekilde… Sözdür. Söz adamın hayatını da alır, hayatını da verir. Durup dururken can alır, can verir. Soğuk bir şey söylersin, derhal vücut tamamıyla ne olduğu... O neresine işledi onun, ne oldu? Mide bozulur, sancılar başlar bazı adamda kalp bozulur. Dersin, “Tıkanacak adam!” Güzel bir şey söylersin, derhal işin şekli değişir. Demek ki söz, söz var ya söz…

Sözün iffetini muhafaza et. Ahlak, bütün aza-i cevârihin[18] iffetini muhafaza edin, diye emreder. Aza-i cevârihin iffetini muhafaza etmek demek, her uzvun yerli yerine kullanması demektir. Kudret bize konuşmayı emretmiştir. Konuşturan bir gün seninle de konuşacaktır, diye ders kaçırmıştır. “O hâlde Benimle konuşabilecek konuşmaları tedarik et. Benimle konuşmaları konuşabilecek konuşma, insanlığın gönlüne süruru ilkâ etmektir.”

Sabahleyin kapıdan çıkarken niyet et. Bakalım kaç insanı ben bugün sevindirebileceğim, kaç kırık gönlü ben okşayabileceğim?

Dünyada en büyük servet, en büyük tacir, kime derler? Birçok emval-ı[19] gayrimenkule, birçok kasaya malik olana denmez. Onlar emanettir alınır, alınmayan bir şey var. Servet, seninle beraber gidene denir. Anlatabildim mi acaba? Senle beraber gitmedikten sonra, giderken de bir hasleti vardır onun. Kudret öyle diyor: Eğer insanlık senden işkence görmüşse, ah almışsan, birçok da bir servete maliksen, gözünün önüne diker. “Seni ondan alıyorum bak!” diye bir baktırır. Sen onunla mı meşgulsün, aslınla mı meşgulsün? Ne bileyim bir acayip bir iş! Çok, çok acı iş o. Onun içün kalbinden çıkar, elinde götür, zararı yok. Çok faydası var. Çok mühim faydası var.

Her ferdin -mevzûu atladık, bir şey söylüyorduk. İyi bir şey söylerken geçtik buraya- fâidesi ve zararı kendisine ait değil mi? Müspet menfi bir takım vazifelerle mükellef olmak üzere gelmiştir. Menfi vazife olur mu? Ne demek menfi vazife? Ahlaktan çıkar mı menfi vazife? Çıkar. Menfi... Anlatmak için öyle söylüyorum.

Mesela bir misal söyleyeyim işte şimdi. İnsan... Misali de zor bunun. Cümleyi bitireyim de şu cümleyi, atlamış olmayalım. Her uzvun iffeti, daima hayr-ı fazilet ve yaradılışındaki yerin ne içün yaratılmışsa, ne içün kendisinde oldurulmuşsa, onu o yerde kullanmakla kabildir. Belki cümleyi bozuk söyledim, siz anladınız. Onu düzeltin. Cümle bazen öyle çıkar.

Dedik ki, insan birçok vazifelerle geldi. Yani birçok ahlak kendisine insan olması dolayısıyla… Malum ya, insana ahlak bir defa “çalış” diye emreder. Ama niye çalış? İnsan olmaya çalış. Anlatamadım mı acaba? Ahlak insana “çalış” diye kalbine nida eder. Neye çalış? İnsan olmaya çalış, der. İnsan, emri oradan alır.

Şimdi vazifeler birkaç kısma ayrılır. Bir kısmı sıhhatine, bir kısmı iffetine, bir kısmı… Uzayacak, saatte çok geç. Şu, müspet menfi dedim ya ona misal verecektim. Hem ahlaktan çıksın da hem menfi olsun. Olmaz der zihin, reddeder. Belki içinizde reddeden olmuştur. Onu şey edeyim. Çalışmak, hayatın idamesi içün şart değil mi? Hayat da bir vazife olaraktan verilmiş, insana. Bir vazife olarak verilmiş. Çünkü hayatsız ne dünya olur, ne ukba olur. Bunlar birbirine bağlı. Sonra, hürriyetsiz hayat, hayat denmez ona. Onu tarif ediyor eski ahlakçılar. Hürriyetsiz hayata, bir adam bir hayvana biner de dizgini elinde, onu yürütür. O hayvanın hayatına benzer, diyor.

Şimdi biz menfisine misal veriyorduk. Çalışmak. Her vücudun kendine mahsus bir tahammülü vardır. Ahlakta çalışmayı emretti, değil mi? Tahammülünün fazlasını yüklersen menfi ahlak yapmış olursun. (27:05 dk. ile 31:57 dk. arası konuşma yok )

Menfi vazife. E onun ölçüsünden az yapacak olursan, ona tefrit[20] derler. Biri ifrat, biri tefrit; az yaptın mı, yine menfiye girer. Şimdi anlaşıldı değil mi? Yoruldunuz mu?

Kuş; arkadaşının bir dama, tuzağa avlanmak içün bir dane mukabilinde, bir yem mukabilinde tutulduğunu görürse, katiyen arkadaşı gelmez. O yemi almaz, gördüğü dakikada.

Ahlak der ki:  “İnsansın, bu kadar musibet felaketleri, bu kadar beşeriyetin dama düştüğünü gördükten sonra, artık ibret alsana!” der. Anlatamadım mı? “Kuştan aşağı da olma yahu!” der.

“İnsansın sen!” der, “İnsan.” Ve onu söyledikten sonra der ki: “İnsanlar kendilerine ait olan musibetlerden ibret almazlarsa, kendileri kendilerinden sonra gelecek olan kimselere ibret olurlar.” der. “Sen ibret al!” der. “Başkasına musibet tecellisinde bir numune olmaklığa çalışma!” der. Yine bir şey anlatamadık! Yaa, geçmiş insanların ahvâl-i tarihiyesi daima bunu böyle göstermiştir.

Biz iyi bir dedeye malikiz. Bizim tarihimizin geçmişinde, dikkat edersek bize çok zenginlikler verir. Biz züğürt değiliz. Bütün iyilikleri, bütün teâliyi terakkiyi kendi mânâmızda, kendi varlığımızda bulmaklık kabiliyetine haiz bir camia-ı insaniyeyiz. Karadan gemi yürütmüş. Dünyanın haritasına bakmış; bir adama çok iki adama az, demiş. Zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere mânâyı koymuş. Bire on döğüşmüş. Şeceresini, soyunu, sütünü, sulbünü, daima ben filan adamın çocuğuyum diyebilecek şekilde kürsüde herhangi bir camia-i beşeriye toplantısında...  Çok ileri gitme.

Ben, her şeyim mazbut[21] diyecek bir kudretle yaşamış. Kalbi daima mevcûdâta karşı rikkatle çarpmış. Hiçbir vakit kendi tarihte almış olduğu ün ve şöhretin, büyük faziletin, büyük büyük zaferlerin zevkinden kendisini kaybedecek kadar bir hal geçirmemiş. “Eyy, demiş, bu insan bir şahap yıldızına benzer. Bir yanar, bir de söner kül olur gider.”

Öyle değil mi? Semada şöyle bir şahap olur, bakarsın parlar, hüüp yok. İnsan da ondan daha azdır haa! Ne olur? Hepsi verilir bir yere. Hep verilir. Ariyet[22] alınır, hep müsteardır.[23] Kendinden tatbikata başla. Yirmi beş, otuz filan dedikten sonra başlar, saçta aklar. Niye ak alıyor o saç? Niye geri çeviremiyorsun. Hani şöyle ezerim, böyle keserim dersin ya. Sen daha saçının aklığını geri çeviremeyecek kadar aciz bir insansın. O hâlde boynunu kes, Kudret’le azamet yarışına kalkma. O’nun gadabına kendini siper etme. Boş yere de şeydir, değil mi öyle?

Faniyyeti cümleden ziyade, ak saçlarım eyliyor ifade.

Sonra daima bir taksim eden olduğunu bil kâinatta, huzurla yaşamak istersen. Sana vermiş olduğu sıfatların heyet-i umumisini yerli yerinde kullan. Akıl vermiş, akıl nerede kullanılacaksa o şekilde kullan. Eğer kemale ermişsen; bir aşk vermiş, onun tecelliyatını tamamıyla icra et. Görmek içün göz vermiş, neyi göreceksen görmeye çalış. Çalışmak içün bütün kuvvayı[24] hazırlamış. Bunları yap! Yaptıktan sonra o tecellide ne çıkarsa sana, onun üzerinde sakın ihtirasat-ı nefsaniyemi tatmin edeceğim diye, başkasına zarar vermeye kalkma. O sana zararı olur. Onun faydası olmaz. Biz bilmeyiz. Sonra canımız sıkılır.

Mesela iki tane hasta tasavvur edin. Bazı insanlar kızarlar. Bu âlemle bitmiyor bu iş ki kardeşim. Zaten daha hayata biz doğmadık, bakalım doğduktan sonra ne olacak? Henüz herkes hamiledir, herkes doğuracak. Öyle bir doktor doğurtacak ki, sakat çıkarmaz. Öyle bir ebe ki, alırken ters geldi, öbür tarafı bacağı takıldı, aman müdahale edilsin, kadında gidiyor, bacağını kesin, kolunu… Öyle bir şey yok, rabbadak çıkarır. Hiç, hiç sakatı yok.

Hepimiz doğuracağız, herkes hamile. Hepimiz ruhumuza hamileyiz, doğuracağız bir gün. Sakatsız doğuracak. Asıl hayat ondan sonra başlayacak. Ya bu nedir bu? Bu işte bu böyle bir... Böyle bir şey bu. Burada erecek kemâle, orada yetecek visâle[25].  Burası da boş değil.

Dünyâ nedir ü taallükâtı
Endîşe-i mevtdir hayâtı

Ammâ demezem yalandır ol hem
Ser menzil-i imtihandır ol hem [i]

İşi burada yürüyecek. İki tane hasta tasavvur et. Biri bir yatakta yatıyor, biri bir yatakta. İkisine de aynı doktor bakıyor. Gelir birisine “Pilav der, et, işte tatlı” verene de tembih eder. “Yemese de zorla yedireceksiniz, der. Israr edin. Durun başında yedirin, o yemez.” der.

Öbürküne de der ki: “Yirmi dört saat sakın ha, bir yudum su vermeyeceksiniz, der. Ameliyat oldu bu bir yudum su vermeyin, gider bu!” der.

Acaba doktor buna hususi bir iltiması mı var? Buna bir düşmanlığımı var?

Şimdi hekim-i hâzık[26], hakikaten insanlığı düşünen, tam bir doktor tasavvur edelim. Semayı tavan, arzı taban, ara yerdeki insanı can diye tanımış bir doktor. Anlatamıyor muyum acaba?

Semayı tavan diyor, arzı taban diyor, ara yerdeki insanı can diyor. Böyle bir doktor. Hiç! İvazı garazı filan şuradan belki bir aidat gelir, şuradan şöyle olur böyle… Öyle bir şey yok. Böyle okumuş, bunu şiar edinmiş, başka bir şey bilmiyor. Böyle bir adam geldi. Hazâkati[27] de var. Sahasında hâzık[28], hâkim; buna böyle vereceksin diyor, buna böyle vereceksin. Acaba buna düşmanlığı mı var? Buna ayriyeten hususi bir iltiması mı var? Hayır. Bunun kabiliyeti böyle, bunun kabiliyeti böyle. Anlatabildim mi?

Kudret’te bu âlemde, bu [29] نَحْنُ قَسَمْنَا  mutfağında, matbahında[30] öz eliyle taksim eder vergisini. O çalışmalar yıpranmalar, muhakkak netice itibariyle bir maddeyi meydana getirmek içün değil. O gelir gelmez, ayrı bir şey. Ahlakın emri çalışmaktır.  Ben bu meydana gelsin diye çalışmıyorum, emir aldığımdan, diyor. Ne için çalışıyorum, dersen. İşin zevkini alabilirsin. “Evet, çalıştım çalıştım da bak olmadı.” Yook! O bize ait değil. Olduran sen değilsin, olduran O’dur.

Sonra biz hayırla şerri de bilmeyiz. Hayırla şerri biz bilir miyiz? Nasıl bu bizâtihi hayatın en büyük unsuru olduğu hâlde, ben bunsuz yaşayamadığım hâlde, ameliyat olmuş olan hasta, tayin edilen saat zarfında bu hayatın en büyük unsurunu ona vermek bir cinayettir. Kudret de bazı adama büyük bir servetin verilmesini cinayet kabul eder, vermez. Anlatamıyor muyum?

Biz bilmeyiz ki! Hayat-ı sûrîde de biz bunlara tesadüf ederiz bazen, çoook. Yav deriz, filan adam kuzu adamdı, deriz. Melek gibiydi. Ne kadar mülâyim, ne kadar efendi, ne kadar insan şöyleydi. Bu değişti, deriz. Değişir. Kudret değiştirtmeye. Bazen değişiverir.

Nasıl bir geminin yürüyebilmesi için böyle bir denize ihtiyaç vardır. O gemi, o denizsiz yürümez fakat gemi dibinden bir rahne[31] alır da su içeriye girerse, o gemi batar. Bir adamında eğer vücûd-u manevisi sağlam değil de, zahirdeki varlık onun kalbinin içerisine girerse birdenbire o adamı batırabilir. İsyana başlar, inkâra başlar, şekâvete[32] başlar. Anlatabildim mi acaba? Bazen Kudret sever, bunlar başlamasın içün perhiz verir. Biz onu bilmeyiz biz.

Sorsalar fikrimi dünya seferinden dolayı,
Düşünür ağzımı açamam beterinden dolayı. 

Anlatamıyor muyuz acaba? Herkes şikâyet eder ama şikâyet edecek ne hakkımız var? Ne’n vardı ki, elinden aldı? Hangi mertebeden aşağıya saldı. Hayatta iflas yoktur kardeşim. Geldiğin vakitte sineğini kovamazdın. Ne kadar düşsen sakın yes’e kapılma. Ondan aşağı düşmezsin. Hiçbir şeyi senden almamıştır Hudâ. Vermişte almıştır, O’nundur. Kafa tutmaya hakkın yok. Anlatamıyor muyum ya?

Bizden hiçbir şey almamıştır. Almış gibi görünenler, sana verilmiştir. Senin hiçbir şeyin yok. Geldiğinde sineğini dahi kovamazdın. Yabancı insanlar, yanında insanlar olmasa belki telef de olabilirdin. Ne kadar düşersen düş, işte ondan fazla… İşte o hâlde iflas yok. Ara yerdekiler ne? Onlar ariyet. İşte bu ariyet, şeyyin arasında… Onu alabilir misin sen?  Ne demiştim sözün arasında, en büyük tacir kime derler, en büyük tüccar, en en zengin adam?

İki çeşmim (iki gözüm) sirişk-i[33] efşân[34] ver, kalb-i virân al. Gel gözyaşıyla kanlı gözyaşlarıyla ak ak. Onu akıt, bir virân kalp al, kalp.

İki çeşm-i sirişk-i efşân ver kalb-i virân al.
Tükenmez, hasra[35] gelmez daimi irad[36] lazımsa.  

Herhangi bir şeyin eskir, tamir edersin. Hesabı olur, kitabı olur, vergisi olur, şusu olur busu olur. Fakat öyle bir şey al ki, karlı bir şey al ki, onun kiracısı Allah olsun.

İki çeşm-i sirişk-i efşân ver, kalb-i virân al
Tükenmez, hasra gelmez, daimi irad lazımsa.

Eğer hiç eksilmez, her an artan bir irad almak istiyor musun sen, hayatta? Git bir kırık kalp bul, al. Paraylan al, güzel sözlen al, ne bileyim ben? O belli olmaz; hâlinlen al, kâlinlen[37] al, malinlen al, ilminlen al, sabrınlan al, zevkinlen al. Al, bul!

Sorsalar fikrimi dünya seferinden dolayı
Düşünür ağzımı açamam beterinden dolayı.
Daha bedbaht olanın haline atfette nazar.
Hakk’a şükreyle bugün kendi hâlinden dolayı.

Yüzde kaç akili gördün bu garip âlemde?

Dikkat et buraya! Yüzde kaç akili gördün bu garip âlemde? Yani bu âlem, âlem-i hayret şu adam.

Yüzde kaç akili gördün bu garip âlemde?
İyi bir mevkie geçmiş hünerinden dolayı.

Anlatamıyoruz galiba? Yüzde kaç akili gördün bu garip âlemde? İyi bir mevkie geçmiş hünerinden dolayı.

Şu adam göklere çıkmış, bu adam düşmüş ise
Birdir esbabı azizim kaderinden dolayı.

Şunu bir defa daha okuyayım, benim hoşuma gitti. Kendime okuyayım bu seferde ya. İnsan öyledir. Öyle değil mi? İnsan ne kadar acayiptir. Kendi evinde oturursun; alırsın kemanını, udunu yahut sedanı, bir musiki yaparsın. Kimse yok kendi odanda. Kim dinliyor? Ne kadar, Kudret büyük dersler kaçırtmıştır. Kim dinliyor? Kilitledin odayı kapadın. Kendi kendine, güzeel bir keman taksimi yapıyorsun yahut böyle mükemmel bir peşrev çalıyorsun yahut kendi sesinle güzel bir bir şey okuyorsun, bir şey yapıyorsun. Kim dinliyor? Kendin söylersin kendin dinlersin, zevk alırsın. Buradan konuşturur, bundan dinlettirir, bu vücutları birleştirir sana zevk verir. İnsan böyle durur, bu işin karşısında.

Şu eşyanın resmine baksana sen, eşyanın… Düşünsene, bu azameti bir defa düşünsene! Şurada otururuz, bildiğimiz bilmediğimiz neler seyrederiz. Burada oturursun, hariç bir memlekettesin, şu dakikada o memleket tamamen gelir. Bütün ahbaplarına gelir. Heyet-i umumisi birbirinin üzerinden gelir geçer, konuşursun, rengi, şahsı hepsi… Fotoğraf makinasını al bir resim çek, bir daha çek, üçüncüsü... Ondan sonra karışır. Burada niye karışmıyor? Anlatamıyor muyum? Neden karışmıyor bu çekilişte? Bu makine niye karıştırmıyor da, o makine karıştırıyor. Ya, görmek değil mi şimdi?  Anlaşıldı mı görmek bir parça? Niye karıştırmıyor bu? Sonra niçün ters görmüyoruz? Uzun iş bu bahis.

Sorsalar fikrimi dünya seferinden dolayı,
Düşünür ağzımı açmam beterinden dolayı.

Daha bedbaht olanın hâline atfette nazar. Daha bedbaht olanın hâline atfette nazar.
Hakk’a şükreyle bugün ki hâlinden dolayı.

Yüzde kaç akili gördün bu garip âlemde?
İyi bir mevkie geçmiş hünerinden dolayı.

Şu adam göklere çıkmış, bu adam düşmüş ise,
Birdir esbabı azizim kaderinden dolayı.              

Onun içün:

Bilenler macera-i meclis-i nahnu kasemnayı,
Humar-ı neşve-i idbarda asla melul olmaz.

Zaruridir bütün bey-ü şira kişver-i icad
Bu bazar-ı kazada şart-ı icab-ı kabul olmaz.

Biraz daha Türkçeleştireyim size, anladınız ama olsun. Bilenler macera-i meclis-i nahnu kasemnayı... Bunu iyi anlatmak içün bir misal vereyim ben. Arife, akile. Kudret’e tam boyun vermiş. Esbabda değil de müsebbibü’l-esbabda kendini boşaltmış. Şimdi bir sebepler vardır. Sebepler, şu iş şöyle olması içün insan sebebini arar. Bu sebeptir. Bir de sebebi yapan vardır. Sebepler, sebebi yapanın iradesine bağlıdır. Fakat sebebi yapan sebeplere bağlı değildir. Dilim bu kadar dönüyor benim.

İlmi tabiri böyle. Esbab, müsebbibe muhtaç, müsebbip esbaba muhtaç değil. Belki bu tabirden bir şey anlatamam diyerekten, işte bu kadar becerebildimse ne alâ. Bu kadar söyledim. Şimdi sebeplerde değil de, sebebi yapanda, yani müsebbib’ül esbabda. Gönlü orada. Ama bu birinci sınıf insanlara ait, benim hakkım değil. İnsanlar malum ya sınıf sınıf. Birinci sınıf insana. Biz esbapta buna bakarız, bu bir sebeptir, bu buna bağlıdır, o ona bağlıdır, öyle gider. O kanmıyor ona. Ben diyor, binayı gördüm, bina ile alakam yok. Binayı yapan mimarı göreyim, diyor. Başka.

Birçok çocuk getirmiş dünyaya. Bir daha hamile olmuş. Adam demiş ki:

“Zaruret var. İyi ama biz sonra... Bu yekûn kabardı. Biz buna bakamayız. Sefil olacağız. Ne yapalım eh, bu çocuk tekevvün etmeden icabına bakalım!”
Kadın, demiş ki: “Evvela senlen ayrılalım!”
O kadar da birbirinden memnun ki, çok. İkisi birbirinde fani gibi yaşıyorlar, o kadar birbirinden memnun.
Evvela, demiş: “O işten önce evvela birbirimizden ayrılmamız icap eder. Ayrılalım!”
“Olmaz!” demiş.
“Ben aldanmışım.”
“Ne gibi, demiş. Benim ne kusurum var?”
“Ben, demiş. Esas itibariyle, seni mânâ ile meşbû[38], tam inanmış, Kudret’ten başka bir yere boyun bükmemiş, zulme divan durmamış, öyle bir insan zannederdim. Ve o zevk-i aşk ile sana ram olmuş. Senin daire-i zevciyetinde kalmayı şeref tanımış ve o şereften de zevk almış, benim içün ondan büyük bir zevk yok. Böyle yaşardım. Sen şimdi kendi kendine dedin ki, buna. ‘Çoğaldı, bunlara kim bakacak? Sefalet. Sefalet!’  Demek ki, senin mânâya karşı gönlünün bağı o elfâzdaymış.[39]  Söz. Sen bir defa düşünmedin. Benim karnımdaki yavrunun bu âleme geldikten sonra, dişlerini hazırlayan Kudret, o dişlerin koparması içün lazım gelen maddeyi daha önce hazırlamıştır. O dişleri, bunları biz hazırlamıyoruz. Bu dişleri hazırlayan Kudret, o dişlerin koparabileceği eşyayı ondan önce hazırlamıştır. Bir defa burada şüphen var. Ben senle beraber oturamam.”

Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Ama şimdi bunun tatbikat âleminde… Bu söz tamamıyla haktır. Ve ahlakın emrettiği de budur.

Mesela Almanya’da. Almanya’da, Almanya’da! Bir adamı vaktiyle, hain-i vatandır diye, kanunen asıyorlar. Asıyorlar. Kadın da vatan muhabbetiyle çarpan bir kadın. Kocasının öyle olduğunu bilmiyor fakat asıldıktan sonra nefret ediyor ve karnında ona ait bir çocuk var. “Ben öyle hain bir adamın çocuğunu bu hayatta da görmek istemem!” diyor. Çocuğu aldırmak için doktora müracaat ediyor.  Hukukçular münakaşasını yapıyor. Nihayet hukukçular çocuğun alınmasında bir beis yok diyor, çocuğu alıyorlar. Zaman geliyor, Alman hükümeti doktoru çağırıyor.

“Ne diye aldın bu çocuğu? Sen böyle bir çocuk…”
“Ben kendi reyimle almadım.” “Yaaa?”
“Buna Alman hukuk-şinâsı[40] alınmasında karar vermiştir. O kararı gördüm aldım.”
“O ayrı bir şey, diyor. Sen mektepten çıkarken, diplomanı alırken, böyle bir şey yapmayacağına yemin etmiştin. Sen şimdi o yemini ayakaltına aldın. Ver bakalım o diplomayı!” diyorlar, cart cart... Artık defol git. Anlatabiliyor muyum acaba? Muazzam iş.

Ama şöyle der şimdi. Kudret, adamı bu âlemde imtihan eder. “İyi ama işte bak birken iki, üç oldu, bu gün sefalet çekiyor, olmasaydı eğer...” Sen onu öyle mütalaa etme. Her gelen yavru, o ailenin başına gelecek olan musibetlere siperdir. Eğer o gelmeseydi,  -bugün belki aç kaldı, belki bugün ona bakamadı, belki ona bakabilecek şekli azaldı ama- büyük felaket gelecekti. Anlatabiliyor muyum?

Sen bilir misin şeyi, müfredat programını, esrar-ı kadere agâh mısın sen? Hatta o kadar mühim ki, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, bir gün, ezvâc-ı tahirattan Hazreti Aişe’yi çağırmış; “Ya Aişe, benden sonra tebliğ et, yanlış söyledim. Bunu daima tebliğ et. Bir hamile kadın, nikâh müessesesine intisap etmiş, o müessesenin icabatından hamile kalmış bir kadın, bütün müddet-i hayatında, kudret tarafından hususi bir ikrama nail olmuştur. Ve geceleyin kaim[41], gündüzleyin saim[42], meydan-ı harpte de mücahit. Taraf-ı Sübhaniden ne alırsa, ona o verilmiştir.” Yani geceleyin bütün alnı secdede çürümüş gibi, gündüzünde her gün oruçlu gibi.

Ama bir de oruç tutan vardır öyle değil. Oruç tutmak ayrı bir iş. Muhakkak oruç tutmak aç kalmak değil, Allah’ın sıfatıyla sıfatlanmak. Buralarını da anlatmak lazım. Ben de tutarım dersin. Aç kalmak değil, aç aramak. Yalnız oruç tutmak aç kalmak değil ki, açı arayıp bulmak. Kudret’in sıfatlarıyla muttasıf[43] olmak. O bütün o sıfatları giyinmek. Yani onun gibidir. Onun gibi olanın alacağı karşılık ne ise, o kendisine verilir, diyor.

Buraya nereden girdik? Ahlak, insana Kudret’e karşı tam bir itimat verir. İtimattan girdik. Anlatabildim mi acaba? Birdenbire bu nereden buraya girdi dersin de belki aklından. Oradan değil. Böyle birdenbire girmedik de, Kudret’e karşı bir itimat.

İtimat olmak içün benliği atmak şarttır. Evvela ahlakın talimi bu. Kibr-u gurur, kin. Hak ve hakikatin meydana çıkması içün, servet. Bunlar feda edilmedikçe beşeriyete felah yoktur, der. Anlatabildim mi acaba? Bak kendi kendine. Kin var mı, kibir var mı, gurur var mı? Bunlar yoksa, ahlakın orta yerlerinde yaşıyorsun demektir.

Ahlak çekilirse insanda hissiyat, gayzını[44] beslemeyi emreder. Bir cemiyeti beşeriyede de gayz beslenirse, tamamıyla emniyetsizlik meydana gelir. İşte bugünkü beşeriyetin düşmüş olduğu felaket budur. Bütün dünyada emniyet yoktur. Bütün dünya sekenesi itimatsız yaşıyor. İtimat yok, emniyet yok, onun için huzur yok.

En büyük kafalar toplansın, muazzam muazzam diplomatlar bir araya gelsin, en birinci iktisatçılar, en mükellef terbiye tezgâhları, en muazzam inzibat teşkilatı, bunların heyet-i umumisi birleşsin, çalışsın çalışsın, bugünkü beşeriyete tam bir huzur verebilir mi? Katiyen veremez. Yok. Nasıl olacak?

Mânâya ve ahlaka dönecek. Döndükten sonra akılla hissin taarruzunu o birleştirir. O birleştikten sonra bir netice çıkar. Vahdet, o vakit muhabbet denilen şey meydana çıkar. Kudret’in de kâinata vermiş olduğu en büyük servet de odur. İlk konuşmamdan, taa senelerden beri, her konuşmada fırsat buldukça söylerim.

Üç şeyi beşeriyet kaybetmiştir.  Binaenaleyh felaha kavuşması çok zorlaşmıştır. Büyük tabakada merhamet, küçük tabakada o merhamete karşı hürmet. Bunun ikisi birleşecek, muhabbet meydana gelecek. Muhabbet meydana geldikten sonra senlik benlik orta yerden kalkacak. İnsanlık insan olarak yaşayacak. Ve illâ işte böyle zavallı gelir gider.

Eh, bu kadar konuşma bugün yeter.


[1] Mazâhir/ Mezahir: Ortaya çıkma, görünme, tecellî etme yerleri.  Ortaya çıkmış, zuhur etmiş şeyler, varlıklar, mevcûdat
[2] Kün: “Ol" mânasında emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey olur.
[3] Muhit: 1) İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. 2) Etraf, Çevre
[4] Mütesâvi: Birbirine müsavi ve eş olan.
[5] İhtisâs (ﺍﺣﺘﺴﺎﺱ) “Hiss; duyu organlarıyle bilmek, sezmek”ten. Hissetmek. Sezmek. Duymak. Duygulanmak. Hislenmek. ( İhtisas(ﺍﺧﺘﺼﺎﺹ)     ise: Uzmanlık, ustalık vb. mânâlara gelir.)
[6] İstinatgâh: Dayanak noktası.
[7] Ukba: Âhiret, öbür dünya, bâki olan âlem.
[8] Şek: Şüphe, zan.
[10] Ahd ü Misâk:Yemin, anlaşma, sözleşme.
[9]1 Canhıraş: Dayanamayacak derecede acı ve keder veren.
[11] Vükelâ: (Vekil) Vekiller. Bakanlar. Nâzırlar. Kendilerine iş havale edilenler.
[12] İktizâ: Lâzım gelme, gerekme. Lâzım, ihtiyaç. Gerek. İşe yarama.
[13] Nukud: (Nakid) Nakidler, paralar, akçeler, madeni paralar.
[14] Mekârim: (Kerem) Keremler. İyilikler. Güzel ahlâk sahibi olmak. Ahlâk-ı hamide, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, beğendiği güzel ahlâk.
[15] Mürüvvet: İnsaniyet. İnsanlığa uygun olan şeyi yapmak. Güzel ve iyi şeyleri alıp, kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak. Ana baba saadeti. Mertlik, yiğitlik. Reculiyet.
[16] Erhâm: 1) (Tekili: Rahim) Döl yatakları, rahimler. 2)En rahim, en merhametli, en çok şefkatli.
[17] Sem'î:  İşiten, duyan Her şeyi işiten Allah.
[18] Cevârih:  El, ayak gibi vücud azaları.
[19]  Emval: Mallar
[20] Tefrit: Ortalamanın yani vasatın çok altında kalmak, geride kalmak. Normalden aşağı olmak.
[21] Mazbut: Zabtolunmuş, elegeçirilmiş. Sağlam. Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu. Muhâfazalı.korunmuş. Belli, belirtilmiş.
[22] Ariyyet: Ödünç verip almak.
[23] Müstear: (Ariyet. den) Kendi malı olmayan, iğreti alınmış, emâneten alınmış olan. Kendini belli etmemek için kullanılan takma bir isim.
[24] Kuvva: Güçler, duyular (işitme, koklama güçleri gibi
[25] Visâl: (Vasıl. dan) Vâsıl olma. Sevdiğine ulaşma. Kavuşma. Ayrılıktan k urtulma
[26] Hekim-i hâzık: Uzman doktor.
[27] Hazâkat:Ustalık, uzmanlık. İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.
[28] Hâzık: Mehâretli, işinin ehli, mütehassıs.
[29] Zuhruf Suresi 32. Ayeti Kerime أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُم مَّعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُم بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ
Meali: Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Onların dünya hayatındaki geçimlerini aralarında Biz taksim ettik. Bir kısmını diğerinin üstüne çıkardık ki derecelerle bazısı bazısını tutsun çalıştırsın. Rabbinin rahmeti ise onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.
[30] Matbah: Mutbah. Yemek pişirilen yer.
[31] Rahne: Gedik, yarık. Gemilerin bordalarında veya su kesimlerinin altında mermi isabetiyle veya herhangi bir te'sirle açılan delikler, yarıklar. Yara. Bozukluk. Zarar.
[32] Şekâvet: Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. Haydutluk, eşkiyalı
[33] Sirişk: Gözyaşı. Ateş şeraresi.
[34] Efşân: Dağıtan, saçan, serpen.
[35] Hasr:1)Bir şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma. Bir çember içine almak. Askerle etrafını kuşatmak. 2)Sıkıştırma. Kısaltma. Okurken tutulup kalmak.
[36] İrad: Varid kılmak. Getirmek. Söylemek. Gelir. Kazanç. Bir mal veya mülkün getirdiği kazanç
[37] Kâl: Söz,laf
[38] Meşbu': Tok. Doymuş. Kanmış.
[39] Elfâz: Lafızlar. Sözler. Lügatlar.
[40] Hukuk-şinas: Hukuk bilimcileri, hukuk âlimleri.
[41] Kaim: Ayakta duran. Mevcut. Baki. Vaktini ibadetle geçiren.
[42] Saim:(Savm. dan) Oruçlu, oruç tutan.
[43] Muttasıf: İttisâf eden. İyi veya kötü bir sıfatla tarif edilen. Vasıflanmış, vasfı mevcut olan.
[44] Gayz:Hiddet, kin, öfke, gadab. Dargınlık. Hınç.


[i] Fuzuli

Dünyâ nedir ü taallükâtı
Endîşe-i mevtdir hayâtı

Ammâ demezem yalandır ol hem
Ser menzil-i imtihandır ol hem

Billâh ki bu dil-firîb menzil
Öyle bana verdi râhat-ı dil

Kim eski makamımı unutdum
Sandım vatanım makâm tutdum

Bildim bu imiş senin murâdın
Kim ehl-i kemâl ola ibâdın

Bunda yete rütbe-i kemâle
Anda yete devlet-i visâle

Bu râhdan etmek olmaz ikrâh
Hoş râh durur sana giden râh

Her hilkatde gerçi bir sebeb var
Ayâ sebebi kim etdi izhâr

Ger "Kâf ile Nûn" dan oldu âlem
Ayâ neden oldu "Kâf u Nûn"dan

Bîhûde değil bu kâr-hâne
Bî-fâide gerdiş-i zamâne

Her zerre-i zâhirin zuhuru
Bir özgeye bağludur zarûrî

Fâş oldu ki sırr-ı Hak nihândır
Âlemde nişânı bî-nişândır

Kıldı seni hiçden bir âdem
Esbâb-ı tenâ'umun ferâhem

Ey nefs-perest ü cism-perver
Olma gam-ı hırs ile mükedder

Sa'y ile metâ’-ı mûr yığma
Cehd ile azâb-ı gûr yığma

Dâmân-ı tarîk-i şer'i dutgıl
Her ne ki hilâf-ı şer unutgıl

Tahkîk-i vesîle-i vusûl et
Taklîd-i şerîat-ı resûl et

1 yorum:

Denizin dalgasına benzer. Bazen bu deniz simsiyah kükrer, olanca hamleleriyle dalga sahile vurur. Fotoğraf makinasını da alırsan resmini de çekebilirsin, alırsın. Ve o dalga azametiyle vururken “Ben varım!” diye vurur. Deniz de ona güler. “Ne sen varsın ben varım!” der. “Biraz sonra görürüz seni!” der. Bakarsın ki, bir an gelir. Onun içün adına dalga denmiş. Ve bazen de amiyane tabirle, biz de konuşurken herhangi bir şey olursa “canım, dalga” deriz. Yani, hakikatte vücûdu yok, demektir.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017