097 (266) 80dk (14.01.1962)
… Diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesinin akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın annesinin kalp olduğunu izah ettik. Gerek akıl, kalp, vazife, aşk, bunlar mânâ-i insanîye ait birer mefhûm olması hasebiyle mevzû daha esaslı olarak insan mefhûmundan, insandan bahsediyor. İnsan. Her hafta tekrar ettiğimiz gibi her konuşmamızda söylediğimiz gibi, yine bazı cümleleri tekrar edeceğiz. Ondan sonra ana mevzûa gireceğiz.
Gelmede gitmede
ihtiyârı olmayan, bir veçhesi âlem-i kudrete, bir veçhesi âlem-i hilkate rapt
edilmiş olan, insan nedir? Bu suret itibariyle nihayet yetmiş seksen yüz kiloluk
kan ve kemik torbasından ibaret fakat mânâ itibariyle; o içinde sessiz sözsüz,
bizsiz sizsiz konuşan bu varlık ne? Yüklü gelmiş âlem.
Vak’a, insandan evvel gibi gözükür ama mânâ-i insan
her şeyden evvel. Zahirde bu mazâhir[1] insandan
çok evvelmiş gibi gözükür. Fakat hakikatte “kün[2]” emrinin
daire-i merkezinde ilk bulunan kimdir? Meselenin an yeri burası. Bütün mevcûdat
“oluverin” emrinin dairesinde döner. O ara yerde bizim varlıklar benlikler
filan, bir şey kalmaz orta yerde.
Denizin dalgasına
benzer. Bazen bu deniz simsiyah kükrer, olanca hamleleriyle dalga sahile vurur.
Fotoğraf makinasını da alırsan resmini de çekebilirsin, alırsın. Ve o dalga
azametiyle vururken “Ben varım!” diye vurur. Deniz de ona güler. “Ne sen varsın
ben varım!” der. “Biraz sonra görürüz seni!” der. Bakarsın ki, bir an gelir. Onun
içün adına dalga denmiş. Ve bazen de amiyane tabirle, biz de konuşurken
herhangi bir şey olursa “canım, dalga” deriz. Yani, hakikatte vücûdu yok,
demektir.
Hakikatte vücûdu
hiçbir şeyin yok! Anlatabiliyor muyum acaba? Hepsi dalga ama o kükrediği vakit:
“Ben varım!” diye gelir. Onun içün ahlaka mânâya yaklaşmak istemeyip de yalnız
akıl ile huzur buluruz diye çalışanlar pek biçaredirler. Pek zavallıdırlar.
Neden?
Zira akıl
denilen varlık, insanın ruhi kuvvelerinden bir kuvvedir. Mânâ ise bütün
kuvvelere camîdir. Sen onu
tamamıyla at, bir tanesiyle, bir şey yok. Bir yere kadar gider. Mânâ insanın
bütün kuvva-i ruhisiyle alakadardır. Muhit[3]tir. Onun
ve ancak onunla insan huzura kavuşabilir. Başka türlü kavuşamaz.
Bilir misiniz... Tarihi
tetkik ederseniz, dünyanın bugünkü sahnesi kadar -bütün dünyayı konuşuyorum-
zengin, bugünkü sahası kadar renkli, bugünkü sahası kadar mütesâvi[4]
diyebilecek şekilde renkle bezenmiş, giyinen camiasını görebilir misiniz
tarihte? Hemen hemen herkes aynı şekilde giyiniyor, aynı şekilde kuşanıyor.
Anlatamıyor muyum acaba? Bu kadar çok zenginliğiyle dünya hiçbir vakit
kendisini arz-ı endam eylememiştir fakat bu kadar sefaletiyle de hiçbir vakit
görülememiştir.
Şöyle bir düşün
kendi kendine gel. Dünya ilmiyle, sanatıyla, vakarıyla, bütün varlığı ile bu
kadar bol zenginliği ile hiçbir vakit kendisini arz etmemiştir. Bu kadar
sefaletiyle de arz etmemiştir. Yalnız ilm-i hüner huzuru meydana getiren şey
değildir. Yalnız sanat-ı fen beşere huzur vermez.
Beşerin huzuru
ancak ahlak ile mânâ ile kaimdir. Neden? Zira ahlak, akıl ile ihtisâsın[5] hislerin
taarruzunu birleştirir. Ahlakı kaldırdın mı akılla his arasında mücadele
başlar; daima his galip gelir, ilim ve akıl mağlup olur. His galip geldiği
vakitte beşeriyet öyle bir hâle gelir ki, netice itibariyle nefsinin
dizginlerini kaybeder, nihayet canavarları utandırtacak facialardan daha geniş
facialarla dolu olaraktan böyle karanlık içerisinde yaşar, göçer, geçer, gider.
Bu cümleme
dikkat edin ve üzerinde durun. Bak üç defa tekrar ediyorum. Dünya bugün ki zenginliği ile bol parası
ile -bütün şey konuşmuyorum, mevzii değil konuşmam, bütün dünya- bu kadar
sanatı ile bu kadar hüneri ile hiçbir vakit arz-ı endam eylememiş. Bu kadar
sefaletiyle de tecelli etmemiş. İnleyen insan sedası top sedasını bastırıyor.
Yine Kudret bize iltimas etmiş, kürenin yüzünde otururuz, dünyanın.
Ecdadımızın
şerefi, mânâmızın vergisi, dedemizin geniş keremi, bizde olan hususi bir kanın
varlığı… Biz, iltimas -tabiri caizse- Kudret’in iltimas muamelesine tabi, dünyanın yüzünde
oturan bir camia... Yine dünya sekenesi içerisinde en geniş huzur bizde vardır.
Eğer birbirimizi sevsek, bambaşka... Sevemeyiz birbirimizi. Kabahatimiz odur.
Birbirimizi
sevsek, kalpler birleşse, mânânın varlığına tamamıyla gönlümüzü bağlasak, derhal
ahlak doğar. Zira ahlak, insan içün dünyada en büyük istinatgâh[6], ukbâ[7] da en
büyük istirahatgâhtır. Zapt
et, levha yap her an gözünde gezsin. Ahlak, de müsâvi, dünya için en
büyük istinatgâh. “Neye dayanırsın?” dendiği vakit de: “Parama,
servetime, câhıma, masama değil, ahlakıma dayanırım.” de. “Müebbet âlem içün, ikinci hayat
içün ne kazandın?” derlerse, “Çok zenginim.” “Nen var?” “Ahlakım var” de. Zira ahlak dünyada en büyük istinahatgâh, mânâda
da, ebediyette de en büyük istirahatgâhtır.
Ne demiştim? Ahlak
akıl ile… Şu sükûneti muhafaza etseniz olmaz mı acaba? Neden beni rahatsız
edersiniz? Olduğu gibi zevkim…
Akılla hislerin
taarruzunu kaldırır. Birleştirir. Onun ikisi birleşmeyince, eğer ikisi
birleşmezse insanda buhrân-ı rûhî meydana gelir. Sıkılıyorum, der. Şek[8], her
şeyden şüphe… İradeyi hisse kaptırdın mı, ilim ve akıl mağlup olur. O
mağlup olduktan sonra beşeriyet de birbirini yer. Yer. Geliş ve gidişteki
gayeyi duymaz. Bu âleme gelmekten bir gaye vardır, onu kaybeder. Ne ahde
vefa kalır ne misak[9]
duygusu kalır. Çünkü ahlakta ahd-i misak bütün hukukun fevkindedir. Öyle
mi? Evet. Büyük Kitap öyle beyan eder. Ahd ü misak bütün hukukun en üstünde.
Şimdi bunun mânâ ile
izahına çalışsam, çok vaktiniz gider. Bu günlük bir zevk hâlinde vereyim. Sonra
bunun uzun boylu, kardeşlik hakkından üstün -ne bileyim ben- bütün haklardan, ahd ü misak denilen şey
hukuku, bütün hukukun üstünde. Hatta mânâ hukuku ile ahd ü misak hukuku
arasında taarruz olsa, olmaz ya farz edelim olsa, ahd ü misak hukuku ile amel
edilir. O, hukukun da üstündedir o.
Beşeriyetin bugün
inlemesi bunu kaybettiğinden dolayıdır. Hiçbirimiz ahd ü misakımızda durmayız.
Hep dış tarafta bir vücûdumuz var, iç tarafta bir vücûdumuz var. Daimi şekilde
emr-i itimat yok, ona göre bir şekil. Bocala dur! Ömür de bitti gitti. Bir şey yok
orta yerde.
Bugün zevkim var en
mühim noktaları söylüyorum. Belki anlatamıyorum amma sonra açacağım bunu. Hadi
şöyle bir misal vereyim size de -tarihi bir misal- biraz daha anlayın. Anlatmış
olayım. Çok eskiden de bu misali vermiştim birkaç sefer, ama şimdi dedim ki: Ahlak nazarında ahd-ü misak hukuku bütün
hukukun fevkindedir, hatta mânâ hukuku ile misak hukukları arasında taarruz
olsa ahd-ü misak hukuku mânâ hukukunun üstüne çıkar. O da esasen mânâdan gelmiştir
ya anlatmaklık içün cümleleri böyle size tebdil edip söylemeye çalışıyorum.
Misal vereyim daha iyi anlayın.
Cenâb-ı Faruk’un
zamanında bir genç; seyahat zevki var, güzel bir atı var, cins. Geziyor, binmiş.
Bir âdeti var, öyle. Herhangi bir şehre
girerse, atının dizginini bırakıyor takip edeceği yolu, atın ihtiyârına terk
ediyor. At hangi tarafa teveccüh eder, hangi sokağı tercih ederse, oradan
başlıyor. Bir yere girmiş, bahçelik bir saha. At öyle bir yol takibe başlamış.
Bir bahçede elma ağacının dalları duvardan sarkmış, üzerinde de elmaları. At bu
ya hayvan, uzanmış koparırken dalı ile beraber kırmış.
Bahçenin
içerisinde bir piri fani, bahçenin sahibi bir ihtiyar, o da hava almaklık işte
gülüylen ağacının fidanıyla filan uğraşıyor. Çok sevdiği eliyle yetiştiği bir
ağacın dalının kırıldığını, bir hayvan tarafından kırıldığını görünce, yerden
bir taş almış fırlatınca, atın sezmez bir tarafına gelmiş, at düşmüş ölmüş.
Atın sahibi olan genç de atı, evladından fazla seviyor, canı gibi seviyor. Onun
o hâlinde birdenbire kendisini kaybetmiş, aynı ihtiyarın atmış olduğu taşı alıp
kendisine fırlatınca, onun da sezmez bir tarafına gelmiş, o da düşmüş ölmüş.
Cilve, Kudret bu ya…
Adamın üç tane genç evladı var. Babalarının o canhıraş[10]
bir feryadı ile hayatının nihayet verdiğini görür görmez, koşmuşlar
yakalamışlar.
“Yok, demiş. Öyle beni canavarcasına yakalamayın. (Daha söyleniyor) Mevzûat vardır elinizde, o elbette bana bir ceza tayin etmiştir. Ben bunu isteyerek yapmadım. Fakat hadise oldu. Beni götürür teslim edersiniz, boyun keserim. Benim hakkımda ne tespit edilmişse onu kendi reyimi de vererek kabul ederim.”
Doğru Ömer’e götürmüşler. O zat da o gün -fevkalâde bir
gün- umur-u milletle meşgul. Vükelayı[11]
toplamış. Reyinden istifade edilecek, zat ile istişare etmek üzere toplanılmış
bir hâlde, kapıyı vurmuşlar. Üç genç, bir de o hadiseyi yapan genç, birdenbire
girmişler.
“Bizim babamız bahçede hava almak üzere, pir-i fani çok hürmet ettiğimiz zat-ı ali, bu insan tarafından öldürülmüştür. Kısas isteriz, ceza isteriz.”
Hepsini şöyle bir süzmüş. Onun âdeti öyle. Bir süzer, ilk
önce insanın gözüne bakarmış. Söylerlermiş ki:“Niçün çok gözüne bakarsınız?”
“Göz ruhun penceresidir, o pencereden ruhunu seyrederim.
Bazen bilirim, bazen de hata ederim.”
“Anlat, demiş. Bak ne diyorlar bunlar?”
“Evet, böyle bir hadise oldu ama
bende sebeplerini anlatayım. Bende bir seyahat merakı vardır, bunların
memleketlerine de geldim. İşte, atımı böyle dizginini bırakırım hangi tarafı
tercih ederse o yolu talip ederim. Bunların bahçesinin yoluna tesadüf etti.
Fakat hayvan mükellef değil, şuura sahip değil. Bir elmayı gördü, cibilliyetinin iktizâsı[12]
kopardı, dalıyla beraber kırıldı. O adam vurdu. Bende çok severim atımı. Kendimi
kaybettim, mukabele ettim aynı taşla. O da düştü öldü.”
“E itiraf ettiniz. İdamınız lazım gelir. İdamınız lazım
gelir.”
“Elindeki mevzûat benim idamımı icap ettiriyor mu?”
“Evet, idam. Öldürmüşsün, kendin de söyledin.” Demiş.
“Bir şey rica edeceğim. Benim bir ufak kardeşim var. Babam vefat ederken bana vasiyet etti. Ve onun hissesini bana emanet etti. Onun nukutunu[13], servetini, parasını, ben bir yere gömdüm. Benden başka bilen yok. Şimdi beni burada ani imha ederseniz, kardeşim ondan mahrum olacak. Ben o işin de zalimi olacağım. Bana müsaade edin, ben iki gün sonra geleyim. Kardeşime bir vasi tayin edeyim, servetini de eline vereyim. Binaenaleyh ondan sonra beni şey edin, lazım gelen cezayı bana icra edin.”
Kalabalık: “Ne malum geleceğin?” demiş.
İbn-i Hattab: “Ne malum diyor, senin geleceğin?”
“Benim geleceğime
kefil olacak içinizde insan vardır.”
“Kim?” demiş.
Şöyle bir bakmış: “Bu zât bana kefil olur” demiş.
Ebu Ubeyde. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “İnsanlık
içerisinde en emin adam” diye rütbe vermiş kendisine. Öyle bir adam. En
emin adam. Hususiyeti var.
“Ne buyurursun?” demiş.
“Hay hay kefilim! Gitsin işlerini görsün, gelsin.”
"Dikkat et!” demiş:
“Bu kısas, bu ceza, senin üzerinde tatbik olur eğer gelmezse bu.”
“Pekâlâ”, demiş. “Tatbik olsun. Gelmezse olsun.” Gitmiş.
Mevzûu uzatmayalım. Şöyle bir yirmi sayfalık bir yerini keselim de, girelim. Tam gelme saati yaklaşmış. Babalarının intikamını almak, hakkını almak -ne dersen, de- isteyen çocuklar orada. Bakıyorlar, saat geldi yok. Terlemeye başlamışlar. Canı sıkılıyor.
Çocuklar başlamışlar, demişler ki: “Siz evet çok büyük
insansınız amma lüzumsuz yere buraya kefil oldunuz. Biz nasıl tatmin olacağız?
Duramıyoruz, babamız gözümüzün önünde.”
Öyle bir hâl olmuş ki, Ebu Ubeyde üzerinde icra edilecek. Ter içerisinde herkes, diyet verilsin filan diyorlar. Çocuklar razı değil diyete. Tam bu telaşlı herkesin gözü yaşlı bir vaziyetteyken, kan ter içerisinde delikanlı girmiş. Selam vermiş, içeriye girmiş. Herkes şaşırmış. Bööyle bir sevinç kaplamış. Onların bakış tarzları, hâlet-i ruhiyeleri değişikliğini görünce delikanlı: “Yoksa” demiş, “gelmeyecek mi zannettiniz?”
“Evet” demişler. “Evet!”
Başlamış ağlamaya. O cezayı yiyeceği vakitte müteessir
değil. Fakat bu “Gelmeyeceksiniz, zannettiğimiz” cümlesi karşısında ağlamaya
başlamış.
“Niçün ağlıyorsun?” demişler.
“Kudret acaba benim yüzüme: Bu insan ahdinde vefa gösterir,
nişanesini koymamış mı?” Bir şey anlatamıyor muyum acaba?
Dönmüş Ömer, Ebu Ubeyde’ye: “Ya Ebu Ubeyde, bunu tanır mısın sen?” “Hayır!” demiş. “
“Cinsini, cibilliyetini, kavmiyetini filan.”
“Hiçbir şeysini tanımam azizim!” demiş.
“Peki, nasıl oldu da sen?”
“Haa, o nasıl oldu mevzûuna gelince: Ben, diyor, mânâya ahlaka gönül vermiş; evvela canan sonra can diye yaşamayı şiar edinmiş -Bu şiarın da başında fazilet gelir- diyemem ki dedirtemezdim ki; Ben mekârim[14]-i ahlak-ı itmama gönderildim, diyen zâtın talebesinde fazilet artık kalmamıştır. Bu uğurda canım da feda olsa, o fazilet kalmamıştır cümlesini, cemiyet-i beşeriye söyletemezdim. Onun için kefil olacaktım.” Anlatabiliyor muyum acaba?
Biri diyor ki: “Ben nasıl olur da ahd-ı misakında vefası
yoktur dedirtebilirim?”
Biri diyor ki: “Meçhul bir şey, ben nasıl insanlarda
artık ‘Mekarim-i ahlakı itmam etmeye gönderildim’ diyen zatın peşinden giden
insanlarda fazilet kalmamıştır, dedirtebilirim.”
O sahnede, o kısası isteyen delikanlılarla, orada bulunan
büyük insanların da, arşın da temâşası karşısında, Kudret de onun filmini çeker.
O bir sıcak bir muhittir ki, ne parayla elde edilebilir ne milyon sayfalık
kitabın nazariyesinden meydana gelebilir. Yalnız gönül denilen, o gönülde
oturan bir sultanının aşkından ileri gelebilir. Başka bir şeyden gelmez böyle
şeyler adama.
O vaziyet karşısında o çocuklarda: “Siz ahdinde vefa yoktur dedirtmemeklik için koştunuz geldiniz. Siz hiç bilmediğiniz bir adama, insanlarda artık fazilet yoktur dedirtmemezlik içün kefaleti yaptınız. Biz de artık mürüvvet[15] kalktı dedirtemeyiz. Bundan vazgeçtik.” dediler. Bir şey anlatabildim mi acaba?
Evet, beşeriyet yalnız maddenin kesâfetinde kaldığı müddetçe, madde ile mânâ müsâvi bir şekilde yürümedikçe, omuz başı gitmedikçe, felah yoktur. Hangisini terk ederse bir tarafa yıkılır. İkisini müsâvi şekilde götüreceksin. İkisi beraber bir anda gidecek böyle.
Evet, “Ahlak, hakkını isteyene haklıdır.” der. Tabirime dikkat et! “Mücrimin cezasından
vazgeçene de, saburdur.” der. Allah’ın ismini verir. Anlatamadım mı acaba?
Hakkını isteyene... Kötülüğe iyilikle muamele eden adama Allah, “Eshab-ı
ihsandandır. Bana aittir” der. Eee der de ne olur? “Kalem kalksın!” diyor
ya. “O insana sual sormaktan hâya ederim!” diyor Hudâ. “Kendi zât-ı
ulûhiyetimden utanırım. Aciz bir mahlûka merhametiyle böyle tecelli etmiş, ben
merhametlerin, toplanmışlarının toplanmışlarının, ne kadar varsa erhâmiyim[16].”
Tabi bunlar gönle, duymaya bağlı. Bakmak başka, görmek başka. Dedik ya,
görmeyi bugün hiçbir fen adamı tarif edemez. Öyle mi, edemez mi? Edemez ya? Peki,
birçok kitaplar yazılıyor. O gözü tarif ediyor, ben ona görmeyi soruyorum. Konuşmayı,
kimin haddine düşmüş tarif etsin? Haddine mi düşmüş? Ben nasıl kulağımla
işitiyorsam, bu kubbenin altında, kalbinle işiten de vardır. İşte ona insan
denir.
Ahlak, adamı yalnız kulakla işitmek
makamında bırakmaz. Kalbinle işitmek makamına çıkarır. Bugün
kulakla işitmenin ne olduğunu... Kulağı tarif eder, o fiziki hadiselerini
söyler, der ama mânâ-i sem'î[17]
onu söyleyemez. Dairesi... Ne vakit ki, Kudret’in Es-Sem’î isminde fani olur,
ondan sonra onu söyler. Ama onun içinde kelime yok, harf yok, elfaz yok, o bir
zevk hâlinde kalır. Öyle değil mi?
Dil mi konuşuyor? Hayır, dilini tut. Iııhh!
Konuş bakayım. Bırak şimdi oraları. O da
zahiri ya, asıl konuşmak da o değil. Söz o değil. Söz asıl bu değil. Ruhun
sıfatıdır. Nasıl ruh mânâdan, kendisine ait olan tecellisini aldığı vakitte
ayrılır. Söz bitince adamı götürürler. Değil mi öyle? Sözü bittiğinde
tutuyorlar mı? Ne âşık maşukunu ne maşuk âşıkını, ne evlat annesini ne anne
evladını…
Onun içün söz, can verir can alır. Hayatta
daima can verici şekilde konuş. Ahlak öyle emreder. Hayatta daima can
verici şekilde… Sözdür. Söz adamın hayatını da alır, hayatını da verir.
Durup dururken can alır, can verir. Soğuk bir şey söylersin, derhal vücut
tamamıyla ne olduğu... O neresine işledi onun, ne oldu? Mide bozulur, sancılar
başlar bazı adamda kalp bozulur. Dersin, “Tıkanacak adam!” Güzel bir şey
söylersin, derhal işin şekli değişir. Demek ki söz, söz var ya söz…
Sözün iffetini muhafaza et. Ahlak,
bütün aza-i cevârihin[18]
iffetini muhafaza edin, diye emreder. Aza-i cevârihin iffetini muhafaza
etmek demek, her uzvun yerli yerine kullanması demektir. Kudret bize konuşmayı
emretmiştir. Konuşturan bir gün seninle de konuşacaktır, diye ders kaçırmıştır.
“O hâlde Benimle konuşabilecek konuşmaları tedarik et. Benimle konuşmaları
konuşabilecek konuşma, insanlığın gönlüne süruru ilkâ etmektir.”
Sabahleyin kapıdan çıkarken niyet et.
Bakalım kaç insanı ben bugün sevindirebileceğim, kaç kırık gönlü ben
okşayabileceğim?
Dünyada en büyük servet, en büyük
tacir, kime derler? Birçok emval-ı[19]
gayrimenkule, birçok kasaya malik olana denmez. Onlar emanettir alınır,
alınmayan bir şey var. Servet, seninle beraber gidene denir. Anlatabildim mi
acaba? Senle beraber gitmedikten sonra, giderken de bir hasleti vardır onun.
Kudret öyle diyor: Eğer insanlık senden işkence görmüşse, ah almışsan, birçok da
bir servete maliksen, gözünün önüne diker. “Seni ondan alıyorum bak!” diye bir
baktırır. Sen onunla mı meşgulsün, aslınla mı meşgulsün? Ne bileyim bir acayip
bir iş! Çok, çok acı iş o. Onun içün kalbinden çıkar, elinde götür, zararı yok.
Çok faydası var. Çok mühim faydası var.
Her ferdin -mevzûu atladık, bir şey
söylüyorduk. İyi bir şey söylerken geçtik buraya- fâidesi ve zararı kendisine
ait değil mi? Müspet menfi bir takım vazifelerle mükellef olmak üzere
gelmiştir. Menfi vazife olur mu? Ne demek menfi vazife? Ahlaktan çıkar mı menfi
vazife? Çıkar. Menfi... Anlatmak için öyle söylüyorum.
Mesela bir misal söyleyeyim işte şimdi.
İnsan... Misali de zor bunun. Cümleyi bitireyim de şu cümleyi, atlamış
olmayalım. Her uzvun iffeti, daima hayr-ı fazilet ve yaradılışındaki yerin
ne içün yaratılmışsa, ne içün kendisinde oldurulmuşsa, onu o yerde kullanmakla
kabildir. Belki cümleyi bozuk söyledim, siz anladınız. Onu düzeltin. Cümle
bazen öyle çıkar.
Dedik ki, insan birçok vazifelerle geldi.
Yani birçok ahlak kendisine insan olması dolayısıyla… Malum ya, insana ahlak
bir defa “çalış” diye emreder. Ama niye çalış? İnsan olmaya çalış. Anlatamadım
mı acaba? Ahlak insana “çalış” diye kalbine nida eder. Neye çalış? İnsan
olmaya çalış, der. İnsan, emri oradan alır.
Şimdi vazifeler birkaç kısma ayrılır.
Bir kısmı sıhhatine, bir kısmı iffetine, bir kısmı… Uzayacak, saatte çok geç.
Şu, müspet menfi dedim ya ona misal verecektim. Hem ahlaktan çıksın da hem
menfi olsun. Olmaz der zihin, reddeder. Belki içinizde reddeden olmuştur. Onu
şey edeyim. Çalışmak, hayatın idamesi içün şart değil mi? Hayat da bir vazife
olaraktan verilmiş, insana. Bir vazife olarak verilmiş. Çünkü hayatsız ne
dünya olur, ne ukba olur. Bunlar birbirine bağlı. Sonra, hürriyetsiz hayat,
hayat denmez ona. Onu tarif ediyor eski ahlakçılar. Hürriyetsiz hayata, bir
adam bir hayvana biner de dizgini elinde, onu yürütür. O hayvanın hayatına
benzer, diyor.
Şimdi biz menfisine misal veriyorduk. Çalışmak. Her
vücudun kendine mahsus bir tahammülü vardır. Ahlakta çalışmayı emretti, değil
mi? Tahammülünün fazlasını yüklersen menfi ahlak yapmış olursun. (27:05 dk. ile 31:57
dk. arası konuşma yok )
Menfi vazife. E onun ölçüsünden az yapacak olursan, ona
tefrit[20]
derler. Biri ifrat, biri tefrit; az yaptın mı, yine menfiye girer. Şimdi
anlaşıldı değil mi? Yoruldunuz mu?
Kuş; arkadaşının bir dama, tuzağa avlanmak içün bir dane mukabilinde, bir yem mukabilinde tutulduğunu görürse, katiyen arkadaşı gelmez. O yemi almaz, gördüğü dakikada.
Ahlak der ki:
“İnsansın, bu kadar musibet felaketleri, bu kadar beşeriyetin dama
düştüğünü gördükten sonra, artık ibret alsana!” der. Anlatamadım mı? “Kuştan
aşağı da olma yahu!” der.
“İnsansın sen!” der, “İnsan.” Ve onu söyledikten sonra der ki: “İnsanlar kendilerine ait olan musibetlerden ibret almazlarsa, kendileri kendilerinden sonra gelecek olan kimselere ibret olurlar.” der. “Sen ibret al!” der. “Başkasına musibet tecellisinde bir numune olmaklığa çalışma!” der. Yine bir şey anlatamadık! Yaa, geçmiş insanların ahvâl-i tarihiyesi daima bunu böyle göstermiştir.
Biz iyi bir dedeye malikiz. Bizim tarihimizin geçmişinde, dikkat edersek bize çok zenginlikler verir. Biz züğürt değiliz. Bütün iyilikleri, bütün teâliyi terakkiyi kendi mânâmızda, kendi varlığımızda bulmaklık kabiliyetine haiz bir camia-ı insaniyeyiz. Karadan gemi yürütmüş. Dünyanın haritasına bakmış; bir adama çok iki adama az, demiş. Zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere mânâyı koymuş. Bire on döğüşmüş. Şeceresini, soyunu, sütünü, sulbünü, daima ben filan adamın çocuğuyum diyebilecek şekilde kürsüde herhangi bir camia-i beşeriye toplantısında... Çok ileri gitme.
Ben, her şeyim mazbut[21] diyecek bir kudretle yaşamış. Kalbi
daima mevcûdâta karşı rikkatle çarpmış. Hiçbir vakit kendi tarihte almış olduğu
ün ve şöhretin, büyük faziletin, büyük büyük zaferlerin zevkinden kendisini
kaybedecek kadar bir hal geçirmemiş. “Eyy, demiş, bu insan bir şahap yıldızına
benzer. Bir yanar, bir de söner kül olur gider.”
Öyle değil mi? Semada şöyle bir şahap
olur, bakarsın parlar, hüüp yok. İnsan da ondan daha azdır haa! Ne olur? Hepsi
verilir bir yere. Hep verilir. Ariyet[22]
alınır, hep müsteardır.[23]
Kendinden tatbikata başla. Yirmi beş, otuz filan dedikten sonra başlar, saçta
aklar. Niye ak alıyor o saç? Niye geri çeviremiyorsun. Hani şöyle ezerim, böyle
keserim dersin ya. Sen daha saçının aklığını geri çeviremeyecek kadar aciz
bir insansın. O hâlde boynunu kes, Kudret’le azamet yarışına kalkma. O’nun
gadabına kendini siper etme. Boş yere de şeydir, değil mi öyle?
Faniyyeti cümleden ziyade, ak saçlarım eyliyor ifade.
Sonra daima bir taksim eden olduğunu bil kâinatta,
huzurla yaşamak istersen. Sana vermiş olduğu sıfatların heyet-i umumisini yerli
yerinde kullan. Akıl vermiş, akıl nerede kullanılacaksa o şekilde kullan. Eğer kemale
ermişsen; bir aşk vermiş, onun tecelliyatını tamamıyla icra et. Görmek içün göz
vermiş, neyi göreceksen görmeye çalış. Çalışmak içün bütün kuvvayı[24]
hazırlamış. Bunları yap! Yaptıktan sonra o tecellide ne çıkarsa sana, onun
üzerinde sakın ihtirasat-ı nefsaniyemi tatmin edeceğim diye, başkasına zarar
vermeye kalkma. O sana zararı olur. Onun faydası olmaz. Biz bilmeyiz. Sonra
canımız sıkılır.
Mesela iki tane hasta tasavvur edin. Bazı insanlar kızarlar. Bu âlemle bitmiyor bu iş ki kardeşim. Zaten daha hayata biz doğmadık, bakalım doğduktan sonra ne olacak? Henüz herkes hamiledir, herkes doğuracak. Öyle bir doktor doğurtacak ki, sakat çıkarmaz. Öyle bir ebe ki, alırken ters geldi, öbür tarafı bacağı takıldı, aman müdahale edilsin, kadında gidiyor, bacağını kesin, kolunu… Öyle bir şey yok, rabbadak çıkarır. Hiç, hiç sakatı yok.
Hepimiz doğuracağız, herkes hamile. Hepimiz ruhumuza hamileyiz, doğuracağız bir gün. Sakatsız doğuracak. Asıl hayat ondan sonra başlayacak. Ya bu nedir bu? Bu işte bu böyle bir... Böyle bir şey bu. Burada erecek kemâle, orada yetecek visâle[25]. Burası da boş değil.
Dünyâ nedir ü taallükâtı
Endîşe-i mevtdir hayâtı
Ammâ demezem yalandır ol hem
Ser menzil-i imtihandır ol hem [i]
İşi burada yürüyecek. İki tane hasta tasavvur et. Biri bir yatakta yatıyor, biri bir yatakta. İkisine de aynı doktor bakıyor. Gelir birisine “Pilav der, et, işte tatlı” verene de tembih eder. “Yemese de zorla yedireceksiniz, der. Israr edin. Durun başında yedirin, o yemez.” der.
Öbürküne de der ki: “Yirmi dört saat sakın ha, bir yudum
su vermeyeceksiniz, der. Ameliyat oldu bu bir yudum su vermeyin, gider bu!”
der.
Acaba doktor buna hususi bir iltiması mı var? Buna bir
düşmanlığımı var?
Şimdi hekim-i hâzık[26], hakikaten insanlığı düşünen, tam bir doktor tasavvur edelim. Semayı tavan, arzı taban, ara yerdeki insanı can diye tanımış bir doktor. Anlatamıyor muyum acaba?
Semayı tavan diyor, arzı taban diyor, ara yerdeki insanı can diyor. Böyle bir
doktor. Hiç! İvazı garazı filan şuradan belki bir aidat gelir, şuradan şöyle
olur böyle… Öyle bir şey yok. Böyle okumuş, bunu şiar edinmiş, başka bir şey
bilmiyor. Böyle bir adam geldi. Hazâkati[27]
de var. Sahasında hâzık[28],
hâkim; buna böyle vereceksin diyor, buna böyle vereceksin. Acaba buna
düşmanlığı mı var? Buna ayriyeten hususi bir iltiması mı var? Hayır. Bunun
kabiliyeti böyle, bunun kabiliyeti böyle. Anlatabildim mi?
Kudret’te bu âlemde, bu [29] نَحْنُ قَسَمْنَا mutfağında,
matbahında[30] öz
eliyle taksim eder vergisini. O çalışmalar yıpranmalar, muhakkak netice
itibariyle bir maddeyi meydana getirmek içün değil. O gelir gelmez, ayrı bir
şey. Ahlakın emri çalışmaktır. Ben
bu meydana gelsin diye çalışmıyorum, emir aldığımdan, diyor. Ne için çalışıyorum,
dersen. İşin zevkini alabilirsin. “Evet, çalıştım çalıştım da bak olmadı.”
Yook! O bize ait değil. Olduran
sen değilsin, olduran O’dur.
Sonra biz hayırla şerri de bilmeyiz. Hayırla
şerri biz bilir miyiz? Nasıl bu bizâtihi hayatın en büyük unsuru olduğu hâlde,
ben bunsuz yaşayamadığım hâlde, ameliyat olmuş olan hasta, tayin edilen saat
zarfında bu hayatın en büyük unsurunu ona vermek bir cinayettir. Kudret de bazı
adama büyük bir servetin verilmesini cinayet kabul eder, vermez. Anlatamıyor
muyum?
Biz bilmeyiz ki! Hayat-ı sûrîde de biz
bunlara tesadüf ederiz bazen, çoook. Yav deriz, filan adam kuzu adamdı, deriz. Melek
gibiydi. Ne kadar mülâyim, ne kadar efendi, ne kadar insan şöyleydi. Bu değişti,
deriz. Değişir. Kudret değiştirtmeye. Bazen değişiverir.
Nasıl bir geminin yürüyebilmesi için böyle
bir denize ihtiyaç vardır. O gemi, o denizsiz yürümez fakat gemi dibinden bir
rahne[31]
alır da su içeriye girerse, o gemi batar. Bir adamında eğer vücûd-u manevisi
sağlam değil de, zahirdeki varlık onun kalbinin içerisine girerse birdenbire o
adamı batırabilir. İsyana başlar, inkâra başlar, şekâvete[32]
başlar. Anlatabildim mi acaba? Bazen Kudret sever, bunlar başlamasın
içün perhiz verir. Biz onu bilmeyiz biz.
Sorsalar fikrimi dünya seferinden dolayı,
Düşünür ağzımı açamam beterinden dolayı.
Anlatamıyor muyuz acaba? Herkes şikâyet eder ama şikâyet edecek ne hakkımız var? Ne’n vardı ki, elinden aldı? Hangi mertebeden aşağıya saldı. Hayatta iflas yoktur kardeşim. Geldiğin vakitte sineğini kovamazdın. Ne kadar düşsen sakın yes’e kapılma. Ondan aşağı düşmezsin. Hiçbir şeyi senden almamıştır Hudâ. Vermişte almıştır, O’nundur. Kafa tutmaya hakkın yok. Anlatamıyor muyum ya?
Bizden hiçbir şey almamıştır. Almış gibi görünenler, sana verilmiştir. Senin hiçbir şeyin yok. Geldiğinde sineğini dahi kovamazdın. Yabancı insanlar, yanında insanlar olmasa belki telef de olabilirdin. Ne kadar düşersen düş, işte ondan fazla… İşte o hâlde iflas yok. Ara yerdekiler ne? Onlar ariyet. İşte bu ariyet, şeyyin arasında… Onu alabilir misin sen? Ne demiştim sözün arasında, en büyük tacir kime derler, en büyük tüccar, en en zengin adam?
İki çeşmim (iki gözüm) sirişk-i[33] efşân[34] ver, kalb-i virân al. Gel gözyaşıyla kanlı gözyaşlarıyla ak ak. Onu akıt, bir virân kalp al, kalp.
İki çeşm-i sirişk-i efşân ver kalb-i virân al.
Tükenmez, hasra[35] gelmez
daimi irad[36] lazımsa.
Herhangi bir şeyin eskir, tamir edersin. Hesabı olur, kitabı olur, vergisi olur, şusu olur busu olur. Fakat öyle bir şey al ki, karlı bir şey al ki, onun kiracısı Allah olsun.
İki çeşm-i sirişk-i efşân ver, kalb-i virân al
Tükenmez, hasra gelmez, daimi irad lazımsa.
Eğer hiç eksilmez, her an artan bir irad almak istiyor musun sen, hayatta? Git bir kırık kalp bul, al. Paraylan al, güzel sözlen al, ne bileyim ben? O belli olmaz; hâlinlen al, kâlinlen[37] al, malinlen al, ilminlen al, sabrınlan al, zevkinlen al. Al, bul!
Sorsalar fikrimi dünya seferinden dolayı
Düşünür ağzımı açamam beterinden dolayı.
Daha bedbaht olanın haline atfette nazar.
Hakk’a şükreyle bugün kendi hâlinden dolayı.
Yüzde kaç akili gördün bu garip âlemde?
Dikkat et buraya! Yüzde kaç akili gördün bu garip âlemde? Yani bu âlem, âlem-i hayret şu adam.
Yüzde kaç akili gördün bu garip âlemde?
İyi bir mevkie geçmiş hünerinden dolayı.
Anlatamıyoruz galiba? Yüzde kaç akili gördün bu garip âlemde? İyi bir mevkie geçmiş hünerinden dolayı.
Şu adam göklere çıkmış, bu adam düşmüş ise
Birdir esbabı azizim kaderinden dolayı.
Şunu bir defa daha okuyayım, benim hoşuma gitti. Kendime okuyayım bu seferde
ya. İnsan öyledir. Öyle değil mi? İnsan ne kadar acayiptir. Kendi evinde
oturursun; alırsın kemanını, udunu yahut sedanı, bir musiki yaparsın. Kimse yok
kendi odanda. Kim dinliyor? Ne kadar, Kudret büyük dersler kaçırtmıştır. Kim
dinliyor? Kilitledin odayı kapadın. Kendi kendine, güzeel bir keman taksimi yapıyorsun
yahut böyle mükemmel bir peşrev çalıyorsun yahut kendi sesinle güzel bir bir şey
okuyorsun, bir şey yapıyorsun. Kim dinliyor? Kendin söylersin kendin dinlersin,
zevk alırsın. Buradan konuşturur, bundan dinlettirir, bu vücutları birleştirir
sana zevk verir.
İnsan böyle durur, bu işin karşısında.
Şu eşyanın resmine baksana sen, eşyanın… Düşünsene, bu azameti bir defa düşünsene! Şurada otururuz, bildiğimiz bilmediğimiz neler seyrederiz. Burada oturursun, hariç bir memlekettesin, şu dakikada o memleket tamamen gelir. Bütün ahbaplarına gelir. Heyet-i umumisi birbirinin üzerinden gelir geçer, konuşursun, rengi, şahsı hepsi… Fotoğraf makinasını al bir resim çek, bir daha çek, üçüncüsü... Ondan sonra karışır. Burada niye karışmıyor? Anlatamıyor muyum? Neden karışmıyor bu çekilişte? Bu makine niye karıştırmıyor da, o makine karıştırıyor. Ya, görmek değil mi şimdi? Anlaşıldı mı görmek bir parça? Niye karıştırmıyor bu? Sonra niçün ters görmüyoruz? Uzun iş bu bahis.
Sorsalar fikrimi dünya seferinden dolayı,
Düşünür ağzımı açmam beterinden dolayı.
Daha bedbaht olanın hâline atfette nazar. Daha bedbaht olanın hâline
atfette nazar.
Hakk’a şükreyle bugün ki hâlinden dolayı.
Yüzde kaç akili gördün bu garip âlemde?
İyi bir mevkie geçmiş hünerinden dolayı.
Şu adam göklere çıkmış, bu adam düşmüş ise,
Birdir esbabı azizim kaderinden dolayı.
Onun içün:
Bilenler macera-i meclis-i nahnu kasemnayı,
Humar-ı neşve-i idbarda asla melul olmaz.
Zaruridir bütün bey-ü şira kişver-i icad
Bu bazar-ı kazada şart-ı icab-ı kabul olmaz.
Biraz daha Türkçeleştireyim size, anladınız ama olsun. Bilenler macera-i meclis-i nahnu kasemnayı... Bunu iyi anlatmak içün bir misal vereyim ben. Arife, akile. Kudret’e tam boyun vermiş. Esbabda değil de müsebbibü’l-esbabda kendini boşaltmış. Şimdi bir sebepler vardır. Sebepler, şu iş şöyle olması içün insan sebebini arar. Bu sebeptir. Bir de sebebi yapan vardır. Sebepler, sebebi yapanın iradesine bağlıdır. Fakat sebebi yapan sebeplere bağlı değildir. Dilim bu kadar dönüyor benim.
İlmi tabiri böyle. Esbab, müsebbibe
muhtaç, müsebbip esbaba muhtaç değil. Belki bu tabirden bir şey anlatamam
diyerekten, işte bu kadar becerebildimse ne alâ. Bu kadar söyledim. Şimdi
sebeplerde değil de, sebebi yapanda, yani müsebbib’ül esbabda. Gönlü orada. Ama
bu birinci sınıf insanlara ait, benim hakkım değil. İnsanlar malum ya sınıf
sınıf. Birinci sınıf insana. Biz esbapta buna bakarız, bu bir sebeptir, bu buna
bağlıdır, o ona bağlıdır, öyle gider. O kanmıyor ona. Ben diyor, binayı gördüm,
bina ile alakam yok. Binayı yapan mimarı göreyim, diyor. Başka.
Birçok çocuk getirmiş dünyaya. Bir daha hamile olmuş.
Adam demiş ki:
“Zaruret var. İyi ama biz sonra... Bu yekûn kabardı. Biz
buna bakamayız. Sefil olacağız. Ne yapalım eh, bu çocuk tekevvün etmeden
icabına bakalım!”
Kadın, demiş ki: “Evvela senlen ayrılalım!”
O kadar da birbirinden memnun ki, çok. İkisi birbirinde
fani gibi yaşıyorlar, o kadar birbirinden memnun.
Evvela, demiş: “O işten önce evvela birbirimizden
ayrılmamız icap eder. Ayrılalım!”
“Olmaz!” demiş.
“Ben aldanmışım.”
“Ne gibi, demiş. Benim ne kusurum var?”
“Ben, demiş. Esas
itibariyle, seni mânâ ile meşbû[38],
tam inanmış, Kudret’ten başka bir yere boyun bükmemiş, zulme divan durmamış,
öyle bir insan zannederdim. Ve o zevk-i aşk ile sana ram olmuş. Senin daire-i
zevciyetinde kalmayı şeref tanımış ve o şereften de zevk almış, benim içün
ondan büyük bir zevk yok. Böyle yaşardım. Sen şimdi kendi kendine dedin ki, buna.
‘Çoğaldı, bunlara kim bakacak? Sefalet. Sefalet!’ Demek ki, senin mânâya karşı gönlünün bağı o
elfâzdaymış.[39]
Söz. Sen bir defa düşünmedin. Benim
karnımdaki yavrunun bu âleme geldikten sonra, dişlerini hazırlayan Kudret, o
dişlerin koparması içün lazım gelen maddeyi daha önce hazırlamıştır. O dişleri,
bunları biz hazırlamıyoruz. Bu dişleri hazırlayan Kudret, o dişlerin
koparabileceği eşyayı ondan önce hazırlamıştır. Bir defa burada şüphen var. Ben
senle beraber oturamam.”
Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Ama şimdi bunun tatbikat
âleminde… Bu söz tamamıyla haktır. Ve ahlakın emrettiği de budur.
Mesela Almanya’da. Almanya’da, Almanya’da! Bir adamı vaktiyle, hain-i vatandır diye, kanunen asıyorlar. Asıyorlar. Kadın da vatan muhabbetiyle çarpan bir kadın. Kocasının öyle olduğunu bilmiyor fakat asıldıktan sonra nefret ediyor ve karnında ona ait bir çocuk var. “Ben öyle hain bir adamın çocuğunu bu hayatta da görmek istemem!” diyor. Çocuğu aldırmak için doktora müracaat ediyor. Hukukçular münakaşasını yapıyor. Nihayet hukukçular çocuğun alınmasında bir beis yok diyor, çocuğu alıyorlar. Zaman geliyor, Alman hükümeti doktoru çağırıyor.
“Ne diye aldın bu çocuğu? Sen böyle bir çocuk…”
“Ben kendi reyimle almadım.” “Yaaa?”
“Buna Alman hukuk-şinâsı[40]
alınmasında karar vermiştir. O kararı gördüm aldım.”
“O ayrı bir şey, diyor. Sen mektepten çıkarken, diplomanı
alırken, böyle bir şey yapmayacağına yemin etmiştin. Sen şimdi o yemini ayakaltına
aldın. Ver bakalım o diplomayı!” diyorlar, cart cart... Artık defol git. Anlatabiliyor
muyum acaba? Muazzam iş.
Ama şöyle der şimdi. Kudret, adamı bu âlemde imtihan eder. “İyi ama işte bak birken iki, üç oldu, bu gün sefalet çekiyor, olmasaydı eğer...” Sen onu öyle mütalaa etme. Her gelen yavru, o ailenin başına gelecek olan musibetlere siperdir. Eğer o gelmeseydi, -bugün belki aç kaldı, belki bugün ona bakamadı, belki ona bakabilecek şekli azaldı ama- büyük felaket gelecekti. Anlatabiliyor muyum?
Sen bilir misin şeyi, müfredat programını, esrar-ı kadere agâh mısın sen? Hatta o kadar mühim ki, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, bir gün, ezvâc-ı tahirattan Hazreti Aişe’yi çağırmış; “Ya Aişe, benden sonra tebliğ et, yanlış söyledim. Bunu daima tebliğ et. Bir hamile kadın, nikâh müessesesine intisap etmiş, o müessesenin icabatından hamile kalmış bir kadın, bütün müddet-i hayatında, kudret tarafından hususi bir ikrama nail olmuştur. Ve geceleyin kaim[41], gündüzleyin saim[42], meydan-ı harpte de mücahit. Taraf-ı Sübhaniden ne alırsa, ona o verilmiştir.” Yani geceleyin bütün alnı secdede çürümüş gibi, gündüzünde her gün oruçlu gibi.
Ama bir de oruç tutan vardır öyle
değil. Oruç tutmak ayrı bir iş. Muhakkak oruç tutmak aç kalmak değil, Allah’ın
sıfatıyla sıfatlanmak. Buralarını da anlatmak lazım. Ben de tutarım dersin.
Aç kalmak değil, aç aramak. Yalnız oruç tutmak aç kalmak değil ki, açı
arayıp bulmak. Kudret’in sıfatlarıyla muttasıf[43]
olmak. O bütün o sıfatları giyinmek. Yani onun gibidir. Onun gibi olanın
alacağı karşılık ne ise, o kendisine verilir, diyor.
Buraya nereden girdik? Ahlak,
insana Kudret’e karşı tam bir itimat verir. İtimattan girdik. Anlatabildim
mi acaba? Birdenbire bu nereden buraya girdi dersin de belki aklından. Oradan
değil. Böyle birdenbire girmedik de, Kudret’e karşı bir itimat.
İtimat olmak içün benliği atmak
şarttır. Evvela ahlakın talimi bu. Kibr-u gurur, kin. Hak ve
hakikatin meydana çıkması içün, servet. Bunlar feda edilmedikçe beşeriyete
felah yoktur, der. Anlatabildim mi acaba? Bak kendi kendine. Kin var mı, kibir
var mı, gurur var mı? Bunlar yoksa, ahlakın orta yerlerinde yaşıyorsun
demektir.
Ahlak çekilirse insanda hissiyat, gayzını[44]
beslemeyi emreder. Bir cemiyeti beşeriyede de gayz beslenirse, tamamıyla
emniyetsizlik meydana gelir. İşte bugünkü beşeriyetin düşmüş olduğu
felaket budur. Bütün dünyada emniyet yoktur. Bütün dünya sekenesi itimatsız
yaşıyor. İtimat yok, emniyet yok, onun için huzur yok.
En büyük kafalar toplansın, muazzam
muazzam diplomatlar bir araya gelsin, en birinci iktisatçılar, en mükellef
terbiye tezgâhları, en muazzam inzibat teşkilatı, bunların heyet-i umumisi
birleşsin, çalışsın çalışsın, bugünkü beşeriyete tam bir huzur verebilir mi?
Katiyen veremez. Yok. Nasıl olacak?
Mânâya ve ahlaka dönecek. Döndükten
sonra akılla hissin taarruzunu o birleştirir. O birleştikten sonra bir netice
çıkar. Vahdet, o vakit muhabbet denilen şey meydana çıkar. Kudret’in de kâinata
vermiş olduğu en büyük servet de odur. İlk konuşmamdan, taa senelerden beri,
her konuşmada fırsat buldukça söylerim.
Üç şeyi beşeriyet kaybetmiştir. Binaenaleyh felaha kavuşması çok zorlaşmıştır.
Büyük tabakada merhamet, küçük tabakada o merhamete karşı hürmet. Bunun
ikisi birleşecek, muhabbet meydana gelecek. Muhabbet meydana geldikten
sonra senlik benlik orta yerden kalkacak. İnsanlık insan olarak yaşayacak.
Ve illâ işte böyle zavallı gelir gider.
Eh, bu kadar konuşma bugün yeter.
[1] Mazâhir/ Mezahir: Ortaya
çıkma, görünme, tecellî etme yerleri. Ortaya
çıkmış, zuhur etmiş şeyler, varlıklar, mevcûdat
[2] Kün: “Ol" mânasında
emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey olur.
[3] Muhit: 1) İhata eden.
Etrafını kuşatan, çeviren. 2) Etraf, Çevre
[4] Mütesâvi: Birbirine
müsavi ve eş olan.
[5] İhtisâs (ﺍﺣﺘﺴﺎﺱ) “Hiss; duyu organlarıyle bilmek,
sezmek”ten. Hissetmek.
Sezmek. Duymak. Duygulanmak. Hislenmek. ( İhtisas(ﺍﺧﺘﺼﺎﺹ) ise: Uzmanlık, ustalık vb. mânâlara
gelir.)
[6] İstinatgâh: Dayanak
noktası.
[7] Ukba:
Âhiret, öbür dünya, bâki olan âlem.
[8] Şek:
Şüphe, zan.
[10] Ahd
ü Misâk:Yemin, anlaşma, sözleşme.
[9]1 Canhıraş: Dayanamayacak derecede acı ve
keder veren.
[11] Vükelâ:
(Vekil) Vekiller. Bakanlar. Nâzırlar. Kendilerine iş havale edilenler.
[12] İktizâ:
Lâzım gelme, gerekme. Lâzım, ihtiyaç. Gerek. İşe yarama.
[13] Nukud:
(Nakid) Nakidler, paralar, akçeler, madeni paralar.
[14] Mekârim:
(Kerem) Keremler. İyilikler. Güzel ahlâk sahibi olmak. Ahlâk-ı hamide,
Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, beğendiği güzel ahlâk.
[15] Mürüvvet:
İnsaniyet. İnsanlığa uygun olan şeyi yapmak. Güzel ve iyi şeyleri alıp,
kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak. Ana baba saadeti. Mertlik, yiğitlik.
Reculiyet.
[16] Erhâm: 1) (Tekili: Rahim) Döl
yatakları, rahimler. 2)En rahim, en merhametli, en çok şefkatli.
[17] Sem'î: İşiten,
duyan Her şeyi işiten Allah.
[18] Cevârih: El, ayak gibi vücud azaları.
[19]
Emval: Mallar
[20] Tefrit:
Ortalamanın yani vasatın çok altında kalmak, geride kalmak. Normalden aşağı
olmak.
[21] Mazbut:
Zabtolunmuş, elegeçirilmiş. Sağlam. Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda
tutulmuş. Derli toplu. Muhâfazalı.korunmuş. Belli, belirtilmiş.
[22] Ariyyet:
Ödünç verip almak.
[23] Müstear:
(Ariyet. den) Kendi malı olmayan, iğreti alınmış, emâneten alınmış olan.
Kendini belli etmemek için kullanılan takma bir isim.
[24] Kuvva: Güçler, duyular
(işitme, koklama güçleri gibi
[25] Visâl:
(Vasıl. dan) Vâsıl olma. Sevdiğine ulaşma. Kavuşma. Ayrılıktan k urtulma
[26] Hekim-i
hâzık: Uzman doktor.
[27] Hazâkat:Ustalık, uzmanlık. İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir
san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.
[28] Hâzık: Mehâretli, işinin
ehli, mütehassıs.
[29] Zuhruf
Suresi 32. Ayeti Kerime
أَهُمْ
يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا
بَيْنَهُم مَّعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ
فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُم بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَتُ
رَبِّكَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ
Meali: Rabbinin rahmetini onlar mı taksim
ediyorlar? Onların dünya hayatındaki geçimlerini aralarında Biz taksim ettik. Bir kısmını diğerinin üstüne
çıkardık ki derecelerle bazısı bazısını tutsun çalıştırsın. Rabbinin rahmeti
ise onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.
[30] Matbah:
Mutbah. Yemek pişirilen yer.
[31] Rahne:
Gedik, yarık. Gemilerin bordalarında veya su kesimlerinin altında mermi
isabetiyle veya herhangi bir te'sirle açılan delikler, yarıklar. Yara.
Bozukluk. Zarar.
[32] Şekâvet:
Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak.
Haydutluk, eşkiyalı
[33] Sirişk:
Gözyaşı. Ateş şeraresi.
[34] Efşân:
Dağıtan, saçan, serpen.
[35] Hasr:1)Bir
şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma. Bir çember içine almak. Askerle
etrafını kuşatmak. 2)Sıkıştırma. Kısaltma. Okurken tutulup kalmak.
[36] İrad: Varid kılmak. Getirmek. Söylemek. Gelir.
Kazanç. Bir mal veya mülkün getirdiği kazanç
[37] Kâl:
Söz,laf
[38] Meşbu':
Tok. Doymuş. Kanmış.
[39] Elfâz: Lafızlar. Sözler.
Lügatlar.
[40] Hukuk-şinas:
Hukuk bilimcileri, hukuk âlimleri.
[41] Kaim:
Ayakta duran. Mevcut. Baki. Vaktini ibadetle geçiren.
[42] Saim:(Savm.
dan) Oruçlu, oruç tutan.
[43] Muttasıf:
İttisâf eden. İyi veya kötü bir sıfatla tarif edilen. Vasıflanmış, vasfı mevcut
olan.
[44] Gayz:Hiddet,
kin, öfke, gadab. Dargınlık. Hınç.
[i] Fuzuli
Dünyâ nedir ü taallükâtı
Endîşe-i mevtdir hayâtı
Ammâ demezem yalandır ol hem
Ser menzil-i imtihandır ol hem
Billâh ki bu dil-firîb menzil
Öyle bana verdi râhat-ı dil
Kim eski makamımı unutdum
Sandım vatanım makâm tutdum
Bildim bu imiş senin murâdın
Kim ehl-i kemâl ola ibâdın
Bunda yete rütbe-i kemâle
Anda yete devlet-i visâle
Bu râhdan etmek olmaz ikrâh
Hoş râh durur sana giden râh
Her hilkatde gerçi bir sebeb var
Ayâ sebebi kim etdi izhâr
Ger "Kâf ile Nûn" dan oldu âlem
Ayâ neden oldu "Kâf u Nûn"dan
Bîhûde değil bu kâr-hâne
Bî-fâide gerdiş-i zamâne
Her zerre-i zâhirin zuhuru
Bir özgeye bağludur zarûrî
Fâş oldu ki sırr-ı Hak nihândır
Âlemde nişânı bî-nişândır
Kıldı seni hiçden bir âdem
Esbâb-ı tenâ'umun ferâhem
Ey nefs-perest ü cism-perver
Olma gam-ı hırs ile mükedder
Sa'y ile metâ’-ı mûr yığma
Cehd ile azâb-ı gûr yığma
Dâmân-ı tarîk-i şer'i dutgıl
Her ne ki hilâf-ı şer unutgıl
Tahkîk-i vesîle-i vusûl et
Taklîd-i şerîat-ı resûl et
1 yorum:
Denizin dalgasına benzer. Bazen bu deniz simsiyah kükrer, olanca hamleleriyle dalga sahile vurur. Fotoğraf makinasını da alırsan resmini de çekebilirsin, alırsın. Ve o dalga azametiyle vururken “Ben varım!” diye vurur. Deniz de ona güler. “Ne sen varsın ben varım!” der. “Biraz sonra görürüz seni!” der. Bakarsın ki, bir an gelir. Onun içün adına dalga denmiş. Ve bazen de amiyane tabirle, biz de konuşurken herhangi bir şey olursa “canım, dalga” deriz. Yani, hakikatte vücûdu yok, demektir.
Yorum Gönder