100 (04.02.1962) 62 dk (18)
Ahlak mevzûu üzerinde devam etmektedir. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın membaı kalp olduğunu da söylemiştik. Gerek akıl, aşk, kalp, vazife, bunlar mânâ-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle, mevzûun en mühim rüknünü insan mefhûmu teşkil ediyor. Fakat beşeri takatle de insanı hakkıyla tarif etmek imkânsızdır. Nasıl tarif edebilir ki, şu anda her birinize, ayrı ayrı tecelliler olmuştur.
Kül halinde değil, cüz halinde
dahi düşündüğünüz zaman, kendimizde dahi vaki olan tecellileri, zapt etmeye, o
tecellilerin bize akislerini durdurtmaya, tutmaya kendimizin de takati yoktur.
Şu anda her birimiz ayrı ayrı düşünürüz. Her birimizin içinde; sessiz sözsüz,
bizsiz sizsiz, konuşan o büyük mânâ ayrı ayrı konuşur. Ve o konuşmazdan evvel,
kendimizle ne konuşacağımızı bilmeyiz. Böyle bir mânânın hamili olan insanı,
bir insan tarif edebilir mi? İmkânı yok. Bir şey anlatabildim mi acaba? Fakat
hiç tarifsizde geçilir mi? Geçilmez.
İnsanın iki veçhesi var. Vâkıâ ben bu cümlelerimi her konuşmamda
tekrar ediyorum. Bu aynen sofranın ekmeği gibidir. Sofrada yemek değişir, ekmek
değişmez. Söyleyeceğimiz mevzûun ana temelleri olduğundan dolayı, tekrar etmek
mecburiyetindeyiz. Yalnız insanı tarif ederken, bugün söylemiş olduğum iki üç
cümleyi, henüz bugün söyledim. Ondan evvel söylememiştim.
Bir cephesi âlem-i
kudrete bağlanmış. Bir cephesi de âlem-i
hilkate raptedilmiş. Âlem-i hilkat işte içinde bulunduğumuz, havasımızla
idrak ettiğimiz edemediğimiz, bildiğimiz bilmediğimiz, avâlim. Mevcûdât, varlık.
Bu âlem-i hilkate raptedilen yüzümüze, rehberlik yapsın
diye Kudret, nûr-u akıl denilen
varlığı ihsan etmiş. Onunla meçhulden malumu çıkarır, hislerin galatlarını
tashih eder. Hayır ve şer kendisine bildirildikten sonra, medâr-ı teklif
olduğundan dolayı, ayırabilmeklik kabiliyeti verilmiş, bizâtihi kendisi bilmez.
Fakat bildirildikten sonra beşere, bu hilkat âleminde bir yol gösterebilecek,
tecellide bulunulmuş.
Fakat biz insan olmamız dolayısı ile bir yüzümüz, bir veçhemiz âlem-i kudrete bağlı bulunması
hasebiyle, yalnız aklımız bizi hakikate îsâl[1]
edemez. Yaklaştıramaz. Vasıl kılamaz. Tahkik
yolunda akıl tıkanır. Ona durak yolundan ileriye müsaade verilmemiş. İnsan ise
hakikate âşıktır. Eğer makam-ı insaniyete kadem basmışsa, insanlık âlemine
ayak basmış ise, Hak ve hakikate âşıktır. Elestü bezminde almış olduğu yükü,
taşıyabilmeklik içün bir şey arar.
Bu âleme hepimiz yüklü gelmişizdir. En büyük kasaya sahip
olsa yine yüklü müdür? Hem nasıl yüklü? Ya şöyle büyük bir masası olsa? Acaba
yükü hafiflemez mi? Hayır! Kudret öyle pazar açmamış. Herkesi bir yerinden
yakalamış.
بِالنَّاصِيَةِ [2]
Şurasından yakaladım, der. Umur-u
hariciyede insanlar anlasın diye, mevcûdâtın sahib-i hakikisi olan Allah, öyle
buyurur. Ne masaya sahip olsa ne kasaya malik olsa ne rütbenin efendisi olsa ne
câhın maliki olsa, yine yakalanmış vaziyettedir. Herkes yakalanmıştır, yüklüdür.
Bu yükünü kendim ben taşırım da sahil-i selamete çıkarım derse, pek zavallıdır.
Tıkanır yolda kalır.
Bu öyle bir deryadır ki insan
kendi kulaçlarıyla yüzüp bunun kenarına çıkamaz. Bu deryada Kudret’in iki büyük
dalgası vardır. Allah’ın bir sıfatı Cemâl, bir sıfatı Celâldir. Cemâl sıfatı
ile kaldırır, Celâl sıfatı ile batırır. Bunun arasında beşerin atmış olduğu
kulaçlar kesilir, nihayet boğulur kalır.
Fakat bu deryada Kudret’in bir
sefinesi var. Buraya ücret almazlar. Herkes müsâvi şekilde ihlası ile girer. El
uzatılmıştır; minnetsizdir, külfetsizdir, zahmetsizdir. Yalnız ihlas ve
tevekkül biletini almak lazımdır. Onun içerisine girdikten sonra, insan
zahmetsizce yükünü oraya yükletir ve sahile çıkar.
Nasıl ki en uzak bir yere gitmek
isteyen bir kimse, büyük bir gemiye
girer, içerisinde yer içer, yatar uyur. Sabahleyin haberi olmadan bakar ki,
gideceği yerin iskelesine yaklaşmış. İşte hepimiz bir yere gideceğiz, bazı
insanlar böyle zahmetsizce -o yerin, sahil-i ehadiyyet derler oraya- oraya
yaklaşıverir. Bazısı da: “Amirim vicdanımdır, hâkimin aklımdır. Ben varım!” der.
Allah der ki: “Gani Benim” der. O’nun karşısında, o “Bende ganiyim!” der.
O’nunla azamet yarışına kalkışır. Zavallı boğulur, çöker geçer gider.
Ya diri olarak çıkar bu âlemden
insan, ya lâşe olarak çıkar. Bu
çıkmak hususunda da Kudret hiç kimseye cebir muamelesi yapmamıştır. “Eğer
cebretmiş etseydim inanmaklık mecburi olurdu, zaruri olurdu. Benim sünnetimde
böyle, âdetim böyle değil.” diyor. Yani “Ben
gayet insanlara inanma hususunda geniş bir hürriyet vermişimdir. İsterse inanır
isterse inanmaz.” Bir şey anlatabiliyor muyum?
Mevzûu değiştireyim mi acaba,
anlaşılmıyorsa? Dedik ki akla durak yolundan ileriye... Bir durak var işte bir
saha, gösterdik ya sahasını, oradan ileriye yol vermiyorlar. E oradan öteye
geçmek ister insan. Kalır mı hiç böyle? Mahdut bir yer de ufacık bir şeyle?
Hayvan da yer içer tenasül eder insan da yer içer tenasül eder, değil mi? Bir
farkı olmayacak mı?
Bazı kimseler der ki: “Efendim,
şöyle insan bir kuş gibi gelip gitmeli.” Ona da razı olmaz. Ne demek bir kuş
gibi gelip gitmeli? O kadar küçük bir şey mi insan? Kudret’e muhatap olmuş,
Allah bütün sıfatları ile mücehhez kılmış, kerremna tacını giydirmiş, rûh-u menfûh
ile tekrim etmiş. Nihayet konuşturan benim, seninle bir gün konuşacağım, demiş. Bu kadar muazzam ikram içerisinde
bulunurken bir insan, böyle adi bir kuş gibi, öyle şey olmaz! Hakiki insan
böyle şeylere razı olmaz.
Buradan öteye gidecek şey nedir?
İman ve aşktır. İman ve aşk. Tabi ahlakın tarif etmiş olduğu aşk, hemen
hemen her vakit tekrar ettiğim gibi romanda okunan aşk mânâsına değildir. İnsan esasen bu âleme gelmesindeki gaye, kendisini bulmak içündür. O diğer
işlerimiz, rütbelerimiz, masalarımız, kasalarımız, ticaretlerimiz, amirliğimiz
memurluğumuz, hamallığımız, rençberliğimiz -herkesin bir mesleği var- bunların
heyet-i umumisi furuat, teferruattan ibarettir. Bir geliş var, bu gelişteki
gaye, gelişteki gaye asıl bu değil. Gelişteki
gaye, kendisini bulmak. Kendisini bilmek…
Niye geldim bu âleme? Kendimi
arıyorum. Kendisini arıyor. مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ
رَبَّهُ
Kendi hakikatine arif
olursa kimse, her şeyin hakikatine arif olur. Dolayısı ile Hakk’a arif olur. Bunu arıyor. Bunu aramaya
gelmiştir. Onun içün yalnız nefsinin muradını arayanlara,nazı-ı istinâda,
nefsinin arzusunda müstağrak kalanlara, cefa çekmeyenlere, Hakk’da fani
olmaklık zevkini tatmayanlara, o Hakk’da fani olmaklık zevkinden sonra orada
bir beka vardır, onu duymak istemeyenlere -onu duyanlara ricalullah derler- onlarla
bir hukuk tedarik edip, yol almak istemeyenlere, kâm[3],
yani nasıl diyeyim cümlesini de
bulamadım, netice alamazlar. Bu işte üç günlük hayat-ı dünyevide alınacak. Beş
on günlük sayılı nefesin içerisinde, böyle büyük bir iş var.
Geçen konuşmamda dediğim gibi; kanın
süt olması için, çocuğun zuhuru şarttır. Sütün aslı kan değil mi? Anne
çocuğu doğurduktan sonra Kudret; o kanı, süte inkılap ettiriyor ve mâbihil-hayatı[4]
oluyor çocuğunda. Nasıl kanın süt olması için çocuğun zuhuru şartsa, kalbinde
çocuğunu doğurmadıkça, nefs-i emmâreyi teslim alamazsın. Nefs-i emmâreyi
teslim almadıkça da hürriyetine sahip olamazsın. Hür insan olamazsın. Bu olursa
ne olur? İstersen bütün kâinata emir ol. Nefsinin uşağısındır.
Birkaç ay evvel size konuştuğum zaman bir misal getirmiştim. Hak ve hakikate gönül veren,
hazreti insanı o asrın cebâbiresinden[5]
bulunan büyük bir hükümdar huzuruna
çağırıyor. Tahakküm ediyor, tekebbür ediyor, ağır ağır konuşuyor. O gülüyor.
Diyor ki: “Niçün gülüyorsun? Niye bana kıymet
vermiyorsun?”
“Sen benim kölemin kölesisin. Ben sana ne diye kıymet
vereyim? Diyor. Senin bir defa hürriyetin yok. Hürriyetin olmadığı içün sen
henüz, benimle konuşmaklık hakkın bile yok. Ben tenezzül ettim de duruyorum
karşında!” diyor.
“Nasıl olur?”
“Sen nefsinin esirisin yahu! (diyor) Ben nefsimi teslim alıp adam ettireli ne kadar sene oldu. Sen ona uşak olmuşsun. Onun uşağının uşağısın!”
Binaenaleyh bu sözler, bu kibr-i nahvet, bu zulüm… Zalim ne içün zalimdir? Hür insan olmadığından dolayı zalimdir. Sen zalim insanı zannetme ki efendim sahasını boş buldu da işte böyle kuvveti... Yook! Nefsinin mis gibi uşağıdır. Herkes de yakalanmış ya. Ölümü de öldüremiyorsun kardeşim. Kabrin kapısını da kapayamıyorsun. O hâlde mahkûmsun, mahkûm. Çare yok.
Ölümü öldürebiliyor musun? Kabrin kapısını kapayabiliyor musun? Kapayamıyorsun? Uykuyu dahi kaldıramıyorsun? “Hap yutarım da kaldırırım!” Hapı yuttuğun vakitte kendin hapı yuttun. Sıhhatini tahriş ediyorsun. Bir gün yuttun, iki gün yuttun üçüncü gün yıkılırsın. Haplan kalkan uykuya, uykuyu kaldırmak denmez. Hani var ya; hapı yutarım da diyor, bu gece uyumam. Bu gece uyumazsın, yarın gece, öbür gün gece? Sonra o yuttuğun vakitte o hap senin vücudunda kaç kerpiçi kopardı, farkında mısın onun? Onu bedava yutmadın sen. Onu yuttuğun vakitte bu beden-i hudadan, kaç tane kerpiç koptu? Onun farkında mısın?
Hulâsa “İki defa doğmanın çaresine bak!” der, ahlak.
Acayip iki defa nasıl doğar? Evet, insan iki defa
doğmadıkça adam olmaz.
Men lem yelid merreteyn, lem yelid melekûtes-semâvât.
İki defa doğmadıkça semavatın kapısı açılmaz, diyor. Bir
defa annesinin karnından doğar. İkinci sefer de ruhunu nefsinin esaretinden
kurtarır. İkinci doğuş da o dur. Ondan sonra sana bir hürriyet verilir. Yer
alırsın Kudret’in indinde. Yer!
Buraya nereden girdik, insanın gelmesindeki gaye kendi hakikatini aramak. Kendim bu değil miyim? Hayır, bu değilsin? Nasıl yahu işte bu! Nasıl bu gömlek benim tenimi kaplamışsa, bu bedenime bir gömlek olmuşsa, bu gömlek nasıl bu beden değilse, gömlek dendiği vakitte benim şu, şu anım senin hatırına gelmiyorsa, işte bu tenim de benim gömleğimdir. Mânâmın gömleğidir. Bu gömlek nasıl bu değilse, bu da benim aslım değil. Anlatabildim mi acaba? Şu gömleğimin şununla bir alakası var mı? Var ama işte buna bir gömlek olmuş, bu kadar alakası var. Bu da benim aslımla alakası, bu gömleğin, bununla alakası kadar alakası var.
Eski misallerden bir misal vereyim. Burada konuşuyorum, şuradan
biri gidiyor. Konuşma hoşuna gitti veya nefretini mucip oldu. “Kimdir bu adam?”
dedi, görmek istedi. Geldi, orada iki tane nöbetçi var. Beni buraya çıkartmış.
Göreceğim, dedi. “Yasak!”, dediler.
“İşitmiyor musun?” “İşitiyorum.”
“Anlamıyor musun?” “Anlıyorum. Ama bir defa?”
“Hayır. Müsaade yok!”
Yalnız o münakaşa yapılırken benim bu aynaya akseden
yüzümü, konuşma tarzımı, hututât-ı veçhiyemi aynen oradan gördü.
Dedi ki, orada içeriye bırakmayan insana: “Şu aynada
gördüğüm insan mı konuşuyor?”
“Evet, o konuşuyor.”
“Tamam, o hâlde dedi, görmeye lüzum yok.”
Makineyi de aldı, cık dedi fotoğrafı da aldı gitti.
Beni mi aldı? “Seni aldı ya!”
Ben taaddüd[6]
mü ettim, bir orada bir orada mıyım?
“E sizin oraya aksinizi aldı, sizin hayalinizi aldı,
sizin zıllinizi[7] aldı.” Neyse
bir isim koy.
Peki benim aksim, benim, zıllim benim hayalim, benim
aynım mıdır? “Evet aynınızdır.”
E benim aynım olunca ben taaddüd mü ediyorum, bir orada
bir orada mı oluyorum?
“O hâlde gayrınızdır.”
Peki benim gayrımsa, ben çekildiğim vakitte onun orada
vücudu yok. Gayrımsa o vücudun orada durması lazım. Sonra ben oraya aksettiğim
vakitte, orada tecelli ettiğim vakitte, o sath-ı ayna nerede kayboluyor?
Aynanın sathı[8] nereye
gidiyor, ben oraya çıkınca? Yahut sen oraya çıkınca?
Anlaşılıyor mu misalden bir şey. Nereye gidiyor o?
Ama yalnız o aynada beni gördüğünü o insan inkâr edemiyor
değil mi?
“Evet, orada bir varlık gördüm, konuşuyordu.”
Fakat lambaları buraya biraz daha fazla yaparsak orada
beş tane, on tane, on beş tane gözükebilir. Ona bir vaziyet alırsak.
Şimdi bu misali zihninizde şöyle toplayın. Orada
fotoğrafımı çekti gördü, şey etti. Güzel.
Geldi birisi bir taş aldı, bir şırak dedi aynaya vurdu. Hemen
olduğu gibi ayna aşağıya indi. Artık benim orada görünmeme imkân yok, ayna ortadan
kalktı. Bir şey anlatabildim mi acaba?
Bende bir ziyan oldu mu? Olmadı.
Yalnız bende ne oldu? Artma oldu?
Ne gibi artma oldu?
Beni vakti ile buraya çıkaran kimse demişti ki: “Sen
konuşurken yalnız aynaya bakıp konuşacaksın. Şimdi artık ayna kırıldı, serbestsin; oraya bak buraya bak, şuraya bak,
böyle git.”
İşte bu ten de kırılması buna aittir, bunun gibidir.
Anlatamadık galiba!
İşte insanın ayna kırıldıktan sonra kalan o varlığını
aramaklık zevkinin adına aşk derler. Bir şey anlatabildim mi?
Benim bu aynada bir varlığım var. Bu benim aynammış ama bu kırıldıktan sonra benim bir varlığım var, asıl vücûdumu göreyim. O vücut nedir? Onu aramaklık zevkine, o heyecana, onun adına aşk derler. Hepimiz bununla mükellefiz. Onun içün “Bil, bul, ol!” denmiştir.
Taalluk edecek, tahalluk edecek, tahakkuk edecek. Evvela bilecek, sevecek, sevdiğini giyinecek, sevdiği olacak. Yol bu? Ahlakın göstermiş olduğu yol. Maddede bu çıkmaz. Yani o âlem-i kudretle benim irtibatım yok deyip de, yalnız madde sahasında kaldı mı, maddenin kesâfetinde kaldı mı netice alınmaz. Dünya çok böyle geçirmiştir devreler. Devreler, böyle devreler çook geçirir. Eski dünya. Neler geçirmiş?
Biz ne Rüstemler, ne Sâm u Güstehemler görmüşüz [i]
Her biri olmuş kefen eshâbının iclâline
Eşkimiz mey, nâlemiz ney, şem’imiz âh-ı münîr
Var ol ey hicran şebi, senden çok keremler görmüşüz.
(Yahut sitemler görmüşüz)
Eski bu iş. Onun için ahlak der ki: Dikkat et, der. Cehildir der, insanın kalbini öldüren. Cehil dendiği vakitte okumak yazmak bilmeyen mânâsını alma ha! Şimdi bazı insanlar âlim dendiği vakitte; şöyle beş-on tane lisan bilir, efendim ne bileyim ben, işte sûrî ilmin şu kısmından şurasından burasından mezun... Ahlak, kıymet bilirini arar. Eğer orası varsa kıymet verir, orası yoksa kıymet vermez.
Ahlaka göre cahil adam, doğru
histen mahrum olan adamdır. Anlatabildim mi? Hangi adam doğru histen
mahrumdur; isterse seksen tane fakülte bitirsin, yine cahil yine cahil. İsterse
yüz tane lisan bilsin, yine echel[9],
yine echel. Niye? Doğru histen mahrum. Doğru hisse sahip bir adam, arif.
Anlatamadık mı acaba? Tarifi öyle ahlaka göre.
Onun içün ahlak der ki: Cehil,
kalbin ölümünün sebebidir, der. Cahilin dostluğunu kabul eden sözünü
işiten kimse, kendisini yakmıştır, der. Vak’a o der, bazen farklı konuşur.
Cicili bicili söyler. Ah canım der, vah gözüm der, yazık sayılı nefesini
bitiriyorsun, der. Seni aldatmasın, der.
Çünkü sayılı nefes malum ya, vakit
yakutla satın alınmaz. Fakat yakut vakitle satın alınabilir. Mesela ömrünün
bir dakikası geçtikten sonra Kudret’e desen ki: “Benim ömrümden bir dakikayı tekrar
ver, nâmütenâhi servetimi vereyim.” Geçti, geçti! Onun içün hayatı öyle tarif
ederler.
Bir hüsran-ı ebedi gayyası
tasavvur edin. Bir kuyu tasavvur edin, dibi yok. Öyle bir korkunç kuyu tasavvur
et, dibi yok. Muhayyelene al. Üzerine de bir ip gerilmiş rişte-i[10]
rakik-i[11]
hayat. Hayatın ince ipi. Raptetmişler.
Seni de onun üzerine oturtmuşlar. Hepimizi. Her ömrünün geçen dakikası, o ipi
kesmeklik üçün Kudret tarafından bilenmiş bir kılıç. Raak vuruyor, anlatamadık
mı? Şimdi yalnız kuyunun etrafında eller var. Ver elini, diyor. Mesela Beşeriyetin
Fahr-i Ebedisi uzatmış; -minnetsiz- versene elini, diyor. Böyle birçok eller uzatıldığı hâlde,
kibr-i nahvetinden dolayı, o ele elini vermeksizin etrafına bel bel bakan adama
ne derler? Onun sen hükmünü ver. Hepsini ben değil ya. Ne derler sen söyle.
Doğru yol. Onun içün insanlar
öldükleri içün gam yemesinler. İnsanlar öldükleri içün hiçbir vakit gam
yemesinler. Terk ettikleri Hak ve hakikati daha açıkça Allah’sız
geçirdikleri nefesleri için gam yesinler. Tek bir kelime. Hangi nefesini Hak
ve hakikatsız, Allah’sız geçirdin, onun içün gam ye. Yoksa ölmüşsün, niye gam
yiyorsun? Onun içün gam yenmez.
Allah’sız ömrünü tüketen adam,
lâşey[12] olan lâşey-i dünyayı kendisine kıble yapan
adamdır. Tarifi budur ahlakta. Onun kıblesi lâşey olan lâşey-i dünyadır.
Onu kıble yapmıştır. Acı ona hep. Zira insanlar hilkatte beraber hakikatte biraderdir.
Çok acı, yazık de. Beraber geldik, beraber yoğrulduk. Senin çamurunda da
Allah’ın eli var. Niçün o ele kendini uzatmadın?
Hammertü biyedeyye erbaîne sebâhen.
Var senin çamurunda da. Kudret’in o sıfatları var. Tabirimi anlatabildim mi
acaba? Onun kıblesi lâşey olan lâşey-i dünyadır. Mahrum. Ve ona, o oraya
kadar kıble ettikten sonra sakın aşktan bahsetme! Anlamaz, sahası değildir.
O ne gözyaşından anlar ne ciğer ateşinden anlar. O, sırf bir merhametsizlikle.
Mesela merhamete der ki o; Sinir zaafı var, der. Rikkati kabul etmez. Acımaklık
haline “Zafiyet gelmiş, asabında zaaf var!” der.
E tabiatı ile hayattan azl oldun
emri geldiği vakitte, o emrin infazına gelecek olan manzume-i kuvva-i İlâhiden
bulunan o kuvve gelir gelmez, aman dediği vakitte: “Ben de acımak yok, der. Ben
o hastalıktan beriyim, der. Yook, sence ona hastalık diyorsun ya, ben sapsağlam
gelirim der ve dipdiri alırım, der. Hastalık yok ben de!” der. Kabul etmez
çünkü.
Onun içün insan nakşın
üzerindekinden haberi olup da nakkaştan haberi olmazsa zavallıdır. Değil mi
ya? Nakşın üzerindekinden haberi olmasa, nakkaşın. Şunu yapandan şunu görüyor
güzel diyor da, bunu yapanı hatırlamıyor. Bu radyoyu yapana karşı hürmetle
eğiliyor da kulağını yapanı düşünmüyor. Kulağını yapmasaydı ne para ederdi bu
radyo?
Nakkaştan haberi olmamak, fena
şey! Sonra bazılarının da haberi olur da, böyle kendi kendilerine şey
yaparlar. “Bunu niye yaptı, bunu yapmamalıydı, bu ne olduydu filan.” Kendi
kendine, aklı ile onu ölçmek ister. Zavallıdır, öyle üç-beş kelime filan.
Lâ-teşbih, ressam en güzel
resmi yaptığı gibi, en çirkin resmi de yapar. Eğer, çirkinini yapamazsan
ona ressam denmez. Anlatamadım mı acaba? Bir adam gayet güzel bir şey yaptığı
gibi, güzel bir resmi yaptığı gibi, gayet çirkinini de yapar. Yapamadı mı ona
denmez. Eksik olur o. Ya Kudret, hepsini yapar. Sonra onu bizim eksik
görüşümüz kendimize göredir.
O maddenin kesâfetinde kaldı mı
bir adam; o rikkatten, merhametten, adaletten, hiç şey etmez. Ona dense ki: “Kudret
gözyaşı ile ciğer ateşine dayanamaz. Allah dayanamaz. Bütün işlerini sıcak
gözyaşı ile hallet!” desen güler. Hâlbuki bütün işler de onunla hâllolur.
Bütün işlerini sıcak gözyaşı ile hallet. Sakın merhametsizlikle o çeşmeyi
kurutma, der ahlak.
Ama bir iki konuşmadır
söylüyorum. Biz de çok ağlarız, kendimiz içün ağlamayız biz. Eğer kendin
içün ağlamış olsan sema ayağına iner. Ağlarız, kendimize değil. Kendi zatımız
içün değil. Öyle olsa, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, o Zât-ı Alâ öyle dedi.
İhden immid dua inder rikka.
Eğer kendini hatırladın da kendin içün ağlayıp, o rikkat gelip, burnundan doğru
bir şöyle burma olur ağlarken şöyle bir sızı olur, o sızı ile kalbinde şöyle
ısınmış olan o sıcak su, gözünün önüne kirpiklerine dizildiği vakitte ona bir
kimse müşteridir. Kimsenin hazinesi alamaz. Allah! Var kapıyı çal! Derhal ne
dersen, de. Lebbeyk, der. Hazırdır, O.
Ama çok dökmüşüzdür biz de
gözyaşı. Buna buna şuna. Şöyle olaydı olmadı, böyle olaydı olmadı. Tam yerine
gelmişti kaçtı. Bu bana olmalı mıydı? Bunları da layığı ile öğrenebilmek
için, mânâ ve hakikat tahsilinden sonra marifetullah mektebine girmek şarttır.
Kısmeti nasibi varsa, istîdâdına göre orada. O yaş nasıl gelir, nasıl alınır,
nasıl verilir? Hepsi olur. Yoruldunuz
mu, keselim mi? Daha başlamadım, konuşamadım.
O aşkta tekâmül etti mi insan,
tekâmül edince başka bir zevk başlar adamda. Âşık, ahiret ameliyle de
meşgul değildir. Hadi sana acayip bir cümle söyleyeyim. Öyle mi? Evet. Onla
da meşgul değil. Ne dünya menfaatine taliptir ne ahiret ameliyle meşguldür. Bununla
da sanki tembel atıl, ahkâma riayet etmez, bunu kabul etmez. Bu mânâda değil.
Onların hepsi bööyle sıra ile yapılır, fakat gönül onunla meşgul değil.
Anlatamıyor muyum acaba? Gönül onunla meşgul değil.
O âlem-i ervahtaki hitabın
lezzeti ile meşgul. O kadar kesafetini eritmiştir ki; elestü bezminde
Kudret, dudaksız bir hitap ile hitap etmiş. O da kulaksız bir işitmek ile
işitmiş, o vücûdu kendisine verilmiş. “Ey Mâşuku arayan kendini, aslını
arıyordun. Al bakalım eski vücudunu, işit bakalım o hitabı!” Şimdi o mâşukun sesini duyarken başka bir
şeyle meşgul olabilir mi? Anlatamadık galiba değil mi! O’nunla meşgul. Onun
içün her şey, her şeyin firakı, her şeyin firakı onun içün zehir sayılır.
Herhangi bir ayrılık, onun içün zehirdir. Güzel bir şey okuyayım da dinle bak. Firak
dedim de, her şeyin firakı onun içün zehirdir.
Vaslın bana hayât verir firkatin memât[ii]
Sübhâne hâlikî halaka’l-mevte ve’l-hayât
Vaslın bana hayat verir. Ey
Zât-ı Ehâdiyetin hususi misafiri Cenâb-ı Ahmediyet, sana vasıl olmaklık zevki
bana hayat verir. İşte benim için ölüm, yüzünü şöyle çevir dediler mi, o firkat
benim için memâttır.
Sübhâne hâlikî halaka’l-mevte ve’l-hayât
Ey Sübhân, ey beni mevcûdâtın hatırına hutur eden her
şeyden münezzeh olan O Zât. Ey Sübhân olan Hâlık, benim yaradanım, Sübhâne hâlikî
halaka’l-mevte ve’l-hayât
“Hayâtı da memâtı da halk ettim.”
Ama ben duruyor orada şimdi. Benim hayatım ona vasıl olmak, e benim memâtım
ondan ayrılmak.
Hicrânına tehammül
iden vaslını bulur
Tûbâ li men
yüsâ'idühü's-sabru ve's-sebât
Mihrindir iktinâ-i
mekâsıd vesîlesi
Mâ şâe men erâde
bihi'l fevze ve'n-necât
Dökmüş riyâz-ı
tab'ıma bârân-ı şevkini
Men enzele'l miyâhe
ve ahyâ bihe'n-nebât
Hakk âferînişe... Hilkate yani ya. Bu kubbe böyle camialar görmüş. Bu lacivert kubbe. Bunu, o gönlü böyle der demez gözleri yaşarmış. Kudret’e elini açmış. “Böyle bir camianın başına getirdin nasıl Sana hamd etmeyeyim.” Anlatabildim mi? O onu takdir ediyor, o onun kıymetini biliyor. O onu takdir ediyor, o onun kıymetini biliyor.
O Ömer, ganâim taksiminde herkese bir parça kumaş,
aynı cins kumaş parçalanıyor veriyor. İki parçadan olur, o günün örf ve
âdetinde elbise bir böyle üzerine giyilir bir böyle. Birer parça çıkıyor
herkese. O gün gelmiş Cuma günü, Ömer iki parçayı birden yapmış gelmiş. Gelmiş
ama herkes birbirine bakıyor. Bu ne bu? Ağzı ile söylemiyor ama herkes,
yapıyorlar böyle. Anlamış tabi. Oğlu Abdullah İbn-i Ömer. Kalk, demiş oğluna.
Kalkmış, onda bir şey yok. “Ben Hakk’a hamd ederim, beni ayırmaz doğruluktan. Ben
demiş, bir yere gönül vermişim. O beni muhafaza eder. Gönlünüzdeki şeyi çıkarın, bak oğlumda yok, bana
hissesini verdi de ikisini birleştirdim.” demiş. Anlatabildim mi acaba? “Bana
hissesini verdi, öyle...”
Buraya nereden girdik? Bu
işlerden zevk alabilmek içün, insanların evvela kendi lokmalarını, lokmalarını
murakaba etmeleri. Bu lokma nereden geldi, bunu bilecek. Herkes
kendi kıymetini bilir. Mesela bir adam (lokma dedim de, misal vereyim) bin lira alıyor ve kendi
kendine diyor ki: “Ben beş yüz liralık bir adamım. Filanın iltiması ile bin
lira veriyorlar.” Beş yüz lirası manen ona o lokmada dâhil değildir işte.
Anlatabildim mi acaba? “Çalmadım ya!” Buradaki söylüyor ya! Sen beş yüz liralık
adamsın. Anlatamıyor muyuz acaba? Buradaki söylüyor sana. E o kadar da kolay
olsa, bu kadar da zevkli iş olmaz tabi. Biraz bunların kolay yerleri vardır.
Niçün demişler, kisb-i mahdud ile
yaşamayın? Ya, en büyük Ahlakçı öyle demiştir. Aman, der kisb-i mahduda
rağbet etmeyin. Kisb-i mahdud demek;
mesela şuraya girdim, şu kadar ayda şunu alacağım. Erbab-ı ticaret öyle değildir.
O, o Habibullah. Eğer Hak ile muamelesini yapmışsa. Çünkü bilmiyor, yarın ne
verecek? Gönlü oraya bağlı. Bin verir, on bin verir, yüz bin verir, milyon
verir, nâmütenâhi verir, onu bilmiyor. Bakalım ne yapacak? Daima Hak ile
muamelesi var. Eğer tanıdığım şekle girmiş olursa.
Kisb-i mahdud öyle değil. Kisb-i
mahdutta ayda bir milyon lira alsan yirmi dokuz, otuzuncu günü haddizâtında maddi
bir sürûrun olur. Öbürkü öyle değil. Beş kuruş kazanırsın, ikinci bir beş kuruş
geldiği vakitte yine aynı zevki alırsın. Anlatamadım mı acaba? Her an, her an
sevgi makamında yürüyorsun. İtimadın artıyor. Anlatamıyoruz yahu!
Bugünkü konuşma, ne dersiniz? HI?
Yorulmadınız öyle mi? Hulâsa edelim konuştuklarımızı da, Kudret müsaade ederse
yine haftaya konuşuruz.
Evvela hususi bir aşk tarifi
yaptım. Ondan sonra mevzûumuzun asıl ana noktası, merhametti. Bu merhamet
üzerinde yürüdük. Bir insan merhameti galip olacak olursa, Kudret’e
kendisini sevdirir. Kudrete sevdirdikten sonra iş hâllolur dedik. Ve bu
merhamet de çerçeveli olmayacak. Çerçeveli olursa, o merhamet olmuyor. Umumi
bir vaziyette. Nas-ı iyalullahda mevcûd. En-nâs iyâlullah. Mesela bir tane
misal vereyim.
اتقوا دعوة المظلوم وإن كان كافرا فإنه ليس دونها حجاب Mazlumun ahından kaçınız, kâfir de olsa. Benimle arasında perde yoktur.
Bir şey anlayamadın mı? Elbette
bundan anlarsın. Yani bir insan mazlum mevkiinde, ah etti mi bu ahtan kaç diyor,
Allah. Ama kâfirmiş! “Kâfir de olsa! Benimle arasında perde yok.” O onun küfrüne
taalluk eden saha, o biz biliriz o işleri. Bize ait işler.
En-nâs, bütün mevcûdât, iyâlullah.
Ama bunlar, nefsin perdelerini yırtıp, kalbi ortaya çıkarmadan göremez
insan. Ahlak onun içün der: Nefsin perdelerini yık, kalbi ortaya çıkar. Kalp
Kudret’e ayine olmuştur, manzume-i kâinatta ne var, Kudret’le beraber mütalaa edersin,
der.
Biz onun içün zorluk çekiyoruz.
Sonra en ziyade biz vaziyeti müsait olan adamların hatırını sayarız, değil mi?
Nedense bilmem ki! Hâlbuki onlar insana yardım etmezler. İnsana garipler
yardım eder yahu! Vallahi yardım etmezler. Hiç! Ama biz nâhak yere eğiliriz
bükülürüz filan... Garip yardım eder. Garip. Mesela, Hudâ der.
يا
ابْنَ آدَمَ، مَرِضْتُ فَلَمْ تَعُدْنِي Hepimiz bir yere gideceğiz Öyle değil mi ya? Soracağım diyor. Ey
âdemoğlu hastalandım da Beni ziyaret etmedin.
قالَ: يا رَبِّ، كيفَ أعُودُكَ Ya Rabbi, ben Seni nasıl ziyaret
edebilirdim?
أَنْتَ رَبُّ العالَمِينَ Sen âlemlerin Rabbisisin.
Cevap veriyor Hudâ: “Bilmedin
mi filan yerde, filan şekilde, bir garip bir hasta vardı. Gidip onu ziyaret
etmiş olsaydın, Beni onun yanında bulmayacak mıydın?”
Biz, aman bulaşır deriz. Yahut
odası kokuyor, deriz. Yeri biçimsiz deriz, iyi ama sokağı çamurlu deriz, hava
bozuk deriz. Öbür tarafta vaziyeti biraz daha şey oldu mu, hiç lüzumsuz, bir
şey olacağı filan yok. Şimdi nasılsa insanlarda bir acayip bir şeydir o. Öbür
tarafta bakarsın ki bütün taat bütün her şey yerinde, “Beni sen ziyaret
etmedin, Ben sana bakamam. Defter kapansın!” der, hop gider. Anlatabildik mi
acaba? Gider.
Bunlar çok ince yerlerdir. “Sen,
diyor. Ben sana kerremna tacını giydirmiştim, kerim olacaktın. İrfan meydanına
gidecektin, arif olacaktın. Arif, bir şeyi olmadan evvel sezecektin sen, diyor.
Sen, bilecektin ki Ben, kuluma can damarından daha yakınım.” Sonra o ölmezden
evvel ölen bazı insanlar var ki, ondan daha yakın olduğu da vardır, diyor. Yaa!
Ondan daha yakın olduğu da vardır, diyor. Ama bûy-u Rahmânı kokla da anla,
diyor. Ara! Kur’an’da taaffüf[13]
kelimesi ile geçer.
Hudâ diyor ki: “Bazı benim
tuttuğum insanlar vardır. Cemiyet onları zengin söyler. Onlar benden başka
kimseye dertlerini açamazlar. Onlar derdini benden başkasına söyleyemez. Öyle
yarattım onları ben. Onları anlamaya arif ol. Onların renklerinden anlaşılır ve
o günkü cemiyet de onların vaziyeti müsait zanneder. Fakat onlar çok düşmüş
olurlar. Onların eline bir şey koyacak olursan, o el benim elimdir.” der.
Anlatabildim mi acaba?
Bak, rızâ-i İlâhi baha ile
değil, bahane ile. Sonra gayet menn-i ezasız bırak, der. Menn-i eza
olmasın sakın ha! Göstermeyeceksin. Bilmeyecek. Böyle acayip incelikler
vardır. Sağ elle verdiğini sol el bilmesin, diyor. İnsanın sağ elinin
verdiğini sol el bilmez olur mu? Yani o kadar bu iş mahviyette olsun ki, o
kadar özür dile ki sen ona verirken sen utan, o senden utanmasın. Anlatabildim
mi?
Bizde öyle değildir ama. Ufak bir
hayır yapar kapısının önüne kocaman bir levha yazar. Hehe... İnsanın mumunun
artması kendi elindedir. Beş mumluk ışığın varsa, beş yüz mumluk olmaya
gayret et, beş yüz mumluk ışığın varsa, aynen bu elektrik cereyanı gibidir. Bu
mesela buraya bin mumluk takılır, beş yüzlük takılır. Bunun şeyi yapılır, insan
da öyledir. Cereyan bir yerden gelir, sen ampulünün vaziyetini değiştir, Kudret
sana kuvvetli bir ışık versin. Anlatamadık mı acaba? Kuvvetli bir ışık versin.
Bu da sabah olmadan olmalı. Hangi sabah? Ters anlama yarın ki sabah değil!
İnsanlara hakiki sabah,
ölümden sonra gelir, Subh-u hakiki rûz-u eceldir. Anlatabildim mi? Hakiki
sabah, ecel günüdür. Sabah olunca lambayı dinlendirmezler mi? Sabah olunca
da bu lamba dinlenir.
Konuşma nihayet buldu.
[1] Îsâl/İsal: (vusûl’den) Vâsıl etmek. Ulaştırmak. Eriştirme. Vardırma, vardırılma.
[2] Alak Suresi 15. Ayet-i
Kerime كَلَّا
لَئِنْ لَمْ يَنْتَهِ۬ لَنَسْفَعًا بِالنَّاصِيَةِۙ Meali: Hayır, hayır! Eğer o, bu davranışından
vazgeçmezse, and olsun ki biz, onu perçeminden,
[3] Kâm: İstek. Arzu. Maksad.
Murad. Dilek. Lezzet.
[4] Mâbihil-hayat: Yaşamaya
sebep olan, hayata vesile olan anlamlarına gelmektedir.
[5] Cebabire: Cebrediciler.
Mütekebbirler. Zâlimler. Zorbalar
[6] Taaddüd: Adetlenme,
sayıca artma. Çoğalma, birden fazla
olma, tekessür etme. Çoğalma. Birden
fazla olma. Tekessür etme.
[7] Zıll: Gölge. Perde. Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye
etme. Gölge. Gölge, görünüş,
[8] Sath: yüzey
[9] Echel: Çok câhil. Çok
bilgisiz. En câhil.
[10] Rişte: Tel, iplik, hayt.
[11] Rakik: 1) İnce, nazik. 2) Merhametli, hassas, çabuk üzülen, yufka yürekli,
rikkatli.
[12] Lâşey: Bir şey değil. Değersiz. Önemsiz. "Bu
dünyâ dedikleri lâşeydir." (Eşrefoğlu Rûmî)
[13] Taaffüf: İffetli olma.
İffetli görünme. Tekellüfle salihlik
yapma. Ahlâk dışı şeylerden kaçınma.
İstemekten uzak durma.
[i] Muhyî’nin Cûdî’ye yazdığı 8 beyitlik nazire şöyledir:
Biz ne Rüstemler, ne Sâm u Güstehemler görmüşüz
Sâgarından ayrılıp göçmüş ne Cemler görmüşüz
Subha benzer bin şeb-i mihnet temâşâ eyleyip
Leyl-itârı andırır çok subh-demler görmüşüz
Bir fezâ-yı bî-tenâhî-i mahabbettir ki dil
Anda yer yer âsmân-ı müntecemler görmüşüz
Yâdigâr-ı yâr bilmiş, etmişiz hüsn-i kabûl
Yârdan ümmîd edilmez çok sitemler görmüşüz
Eşkimiz mey, nâlemiz ney, şem’imiz âh-ı münîr
Var ol ey hicran şebi, senden keremler görmüşüz
Çok mu pâ-bûsiyle olsa pâyemiz reşk-i semâ
Basdığı hâke sücûd eyler sanemler görmüşüz
Herbiri olmuş kefen eshâbının iclâline
Biz cihânda ser-nigûn olmuş âlemler görmüşüz
Görmedik bir hâme
Muhyî, kilk-i i’câzın gibi
Uçlarından gerçi kan damlar kalemler görmüşüz
[ii] Fuzûlî
Vaslın bana hayât verir firkatin memât
Sübhâne hâlikî halaka’l-mevte ve’l hayât
Hicrânına tehammül iden vaslını bulur
Tûbâ li men yüsâ'idühü's-sabru ve's-sebât
Mihrindir iktinâ-i mekâsıd vesîlesi
Mâ şâe men erâde bihi'l fevze ve'n-necât
Dökmüş riyâz-ı tab'ıma bârân-ı şevkini
Men enzele'l miyâhe ve ahyâ bihe'n-nebât
Hakk âferînişe sebeb etdi vücûdunu
Evcebte bi'z zuhûri zuhûre'l mükevvenât
İzîd serîr-i hüsne seni kıldı pâdişâh
A'lâ kemâli zâtike fî ahseni's sıfât
Kıldın edâ-yı na't Fuzûlî tamâm kıl
Kemmeltü bi's-selâmi ve temmettü bi's salât
2 yorum:
Niçün demişler, kisb-i mahdud ile yaşamayın? Ya, en büyük Ahlakçı öyle demiştir. Aman, der kisb-i mahduda rağbet etmeyin. Kisb-i mahdud demek; mesela şuraya girdim, şu kadar ayda şunu alacağım. Erbab-ı ticaret öyle değildir. O, o Habibullah. Eğer Hak ile muamelesini yapmışsa. Çünkü bilmiyor, yarın ne verecek? Gönlü oraya bağlı. Bin verir, on bin verir, yüz bin verir, milyon verir, nâmütenâhi verir, onu bilmiyor. Bakalım ne yapacak? Daima Hak ile muamelesi var
Kur’an’da taaffüf[13] kelimesi ile geçer.
Hudâ diyor ki: “Bazı benim tuttuğum insanlar vardır. Cemiyet onları zengin söyler. Onlar benden başka kimseye dertlerini açamazlar. Onlar derdini benden başkasına söyleyemez. Öyle yarattım onları ben. Onları anlamaya arif ol. Onların renklerinden anlaşılır ve o günkü cemiyet de onların vaziyeti müsait zanneder. Fakat onlar çok düşmüş olurlar. Onların eline bir şey koyacak olursan, o el benim elimdir.” der. Anlatabildim mi acaba?
Yorum Gönder