101 (18.02.1962) 65 dk (147)
… Akıl. Aşktan doğan
ahlakın da, menşei kalp olduğunu izah etmiştik. Ufak birer tariflerini yapalım,
tekrar edelim, ana mevzûa geçelim.
Akıl, hissin galatlarını tashih
eden bir kuvve. Meçhulden malumu çıkaran bir varlık. Mesela hissin galatlarını
tashih eden bir kuvve dedik. Güneşi şu kadar görürüz. Hâlbuki güneşin
bulunduğumuz âlemden ne kadar büyük olduğunu akıl tashih eder. Medar-ı
tekliftir. Hayır ve şerri bizâtihi bilmez. Bildirildikten sonra işe yarar.
İnsanın bir veçhesi âlem-i hilkatte, bir veçhesi âlem-i kudrette. Âlem-i hilkatte olan veçhemizde akıl bize rehberdir. Âlem-i kudrete gelince akıl orada tıkanır. Bizim de bir yüzümüz âlem-i kudrete raptedildiğinden dolayı, burada kullanacağımız bir varlık vardır. Beşer bu varlığı layığı ile... Kelimesini bulup söyleyemiyorum, tam mânâsı ile sağlamadığından dolayı, bugün bütün dünya sekenesi huzursuzdur.
Mevzii konuşmuyoruz bütün dünya
sekenesi, huzursuzdur. Masası olan da, kasası olan da, câhı olan da rütbesi
olan da havası da avamı da. Zira işte hemen birkaç haftadan beri konuşuyoruz.
Münasebet aldıkça söylüyoruz. Huzur kisbi değildir, vehbidir. Umur-u
kalbiyedendir. Kalbe ait olan şeyler, kisb ile hâsıl olmaz. Binaenaleyh Kudret
vermiyor. Vermediğinin sebebi kendisine ait olan o muhabbeti o aşkı, insanlık âleminde
görmüyor. Onu görünceye kadar da vermez.
Hamule-i irfaniye-i beşeriye,
insanların taşımış oldukları büyük irfan yükü gözleri kamaştırıyor. Fen saha-i
terakkide. Fakat çi faide ki, terakkisi de ihyaya değil de maalesef imhaya
doğru sürüklüyor. Teceddütten memat hâsıl olmamalı. Hayat hâsıl olmalı. Kudret,
bütün beşeriyetten teceddüdü ister yani yenilik ister. Daima yeniliği amirdir, Fatır’ın
tecellisi. Fakat o yenilik, neticesi mevt-i intaç[1]
etmemeli. Hayatta yenilik olmalı. Olmuyor!
Fen, gözleri kamaştırıyor. Felsefesi,
fikirleri durduruyor. İlmi, akla veleh veriyor. Çi faide, servet-i ilmisi tam
olaraktan beşeriyet yaşayamıyor. Servet-i ilmi demek; yalnız kitaplar üzerinde
yazılan yazıların bilgileri ile çoğalmak, sahne-i şuhutta da tenekeyi çoğaltıp,
birçok şekiller yapmak değil. Bunun bir de kalp âlemine gönül âlemine ait olan
bir servet vardır. Eğer o servet-i ilmi, iki veçheli olursa tam olacak olursa,
o insanların ölüsü de dirisi de medeniyetin aslı olur. Bilmem anlatabiliyor
muyum? Mesele bu. Ahlakın uğraştığı nokta bu.
Onun için diyor ki Kudret: “Ben mânâ-i
hakikati açtım. Her gelen isteyen için yolları kolaylaştırdım. Açmış olduğum
hakikati siz yıkmak isterseniz, Ben onun rükünlerini öyle sağlam yaptım ki, sen
çarpar kendin yıkılırsın onu yıkamazsın. O deniz içinde yalçın bir kayaya
benzer, çok serseri dalga vurur, geçer. O mânâ-i hakikati, hakikata açtığım o mânâya;
kendisine sarılanlara necât, sâyesine sokulanlara selamet, lisan-ı hikmetini
söyleyenlere burhân, müdafaasında bulunanlara şahit, ziyasını isteyenlere nur,
aklı olanlara idrak, düşünenlere dimağ, Hakk’ı arayanlara nişân, azim
sahiplerine basiret, ibret almak isteyenlere intibâ, tasdik edenlere halas,
tevekkülde bulunanlara istinatgâh, tefviz[2]
eyleyenlere rahat var.” diye aşikâr etmiş. Mallar orta yerde matah da orta
yerde.
Hemen her konuşmada tekrar
ettiğim gibi, dünyanın her sahada tekâmül etmiş olan insanları, zahirde tekâmül
etmiş olan insanları, toplanıyor toplanıyor, beşeriyetin ah sesini dindirelim,
diyor. Netice yok. İri iri… Olmaz...
Evvela hürriyet adaletle takyid[3]
edilmelidir, der Fatır. Kaidelidir. Nasıl Kudret bu mükevvenatı,
muhabbet-i zâtiyesinin sureti olan o mânânın tecellisi ile meydana getirmiş. Ve
buna ait bir kanun yapmışsa beşerin topluluğuna da kanun yapmıştır. Huzur-u
tamın tecelli edebilmesi için, evvela hürriyet adaletle takyid edilirse beşeriyet
için nafi olur, der. Ve hakiki demokrasi, ancak hürriyet, adaletle takyid
edildiği vakitte payidar olur. Sana bir ana düstur verdim bak.
Hürriyetin adaletle takyid
edilebilmesi için, insanın evvela kendisinin, bir Kadir-i Mutlak’ın eseri
olduğunu idrak etmesi şarttır. Bir adam kendisine tevdi edilen, kudret
tarafından verilen emaneti -ki onun adına hürriyet derler- onun kıymetini
bilebilmesi içün, o hediyeyi verenin kıymetini bilmesi şarttır. Hürriyetin
kıymeti bilinmeyince, katiyen demokrasinin kıymeti bilinmez. Laftan ibaret
olur. Ahlakın tarifinde böyledir. Ve kolayca feda edilir. Gayet kolay feda
edilebilir.
Bak Kudret, nasıl tanzim etmiş kâinatı?
Nasıl bağlı birbirine? Öyle, öyle bağlı ki, nasıl seyyarat birbirine her
birisi, kendi âleminde yüzüyor. Her birisi kendi âleminde akla veleh verecek
şekilde harekette seyeranında fakat bir kanuna tabi olmuş. Hiç sızıntıya meydan
vermez, seyri tam ile seyrini icra eder.
Beşeriyetinde öyle seyri vardır.
O seyrin tam bir huzur içinde olması içün, evvela kendisine Kudret tarafından Fatır
tarafından tevdi edilen en büyük emanet ki o emanet hiçbir mevcutta yok. Hiçbir
mevcutta yok. Yalnız insan sınıfına verilmiş. Ama biz bunların farkında
değiliz. Sonra o kadar, Fatır işi
beşeriyeti huzura çıkarmak için o kadar muazzam... Nasıl tarif edeyim? Nasıl
anlatayım? Öyle büyük, rahmeti ile tecelli eylemiş ki!
Mesela ilim hayata ancak
tarik-i has ile yol verebilir. İlim diyoruz ya herkes; ilim, ilim, ilim.
Güzel! İlim hayata ancak, bir cemiyetin havas tabakası üzerinde icra-i faali
eder. Senin anlayacağın tabirle, bir cemiyette bir memlekette herkes âlim olur
mu? Olmaz. Herkesin kafası aynı kafada olur mu? Fakat herkes aynı ahlakı, aynı mânâyı
taşıyabilir.
Herkes yalan söylemeyebilir.
Herkes şunu bir seferde okuyup anlaması mümkün değildir. Fakat herkesin yalan
söylememesi mümkün müdür? Nasıl misal getireyim ya? Mümkündür. Hah, onun içün mânâyı
bir tecelliye, öyle bir ana, öyle bir... Kelimesini bulamadım, sen benim
tarifimden anla. Öyle bir büyüklüğe sığdırmıştır ki, öyle bir merhameti ile
tecelli etmiştir ki... Mesela ilim, hayata ancak tarik-i has ile tecelli
ettiği hâlde, manâ havas ve avama
tamamı ile şamildir. Yani ondan kimse mahrum kalmaz. Ahlak dendiği
vakitte herkes ahlaklı olabilir, ilim dendiği vakitte herkes iyi âlim olmaz.
Onun için ahlak ilimden efdaldir. Anlatabildik mi acaba?
Demek oluyor ki, şimdiye kadar
konuştuğumu hulâsa edeyim. Beşeriyetin huzura kavuşabilmesi içün, bütün
insanlık âleminin rahat edebilmesi içün, evvel âlemin… En evvel lazım olan şey,
Kudret’in kendisine, insanları sair mevcûdâttan ayıran bir mevhibesi[4],
bir hediyesi var, bir ihsanı var. Ona emanet derler. O emanetin adına, -Türkçeleştirirsek- o emanetin mânâsına hürriyet
derler. İşte o hürriyet evvela adaletle takyid edilmeli. Adaletle takyid
edilebilmesi için kendisinin, bir Kadir-i Mutlak’ın, kendisi ona muhtaç, O
hiçbir şeye muhtaç olmadı. Mâfevk bir Kudret’e tabi bulundu, o mâfevk Kudret’in
her şeyden müstağni hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını; bir defa gönlü ile bütün
varlığı ile benliği ile idrak etmeli. Ondan kendisine bu ihsan edildiğini
anlamalı ki, o hürriyetin kıymetini bilebilsin. O hürriyetin kıymeti bilinecek
olursa, demokrasi muhafaza edilebilir. O kıymeti bilinmezse gayet çabuk feda
edilebilir, gayet çabuk. Onun içün
ahlak, yeni bir tarif yapayım sana, kısa bir şey.
Ahlak, bütün varlığı ile en
büyük tahallüd[5] ile vicdanı
gölgesine saklayacak İlâhi bir âlemdir. Kısa bir tarif soracak olursa,
ahlak nedir? Anlatabildim mi acaba? Öyle İlahi bir âlem işte…
Neden öyledir? Haricinde sana bir
misal vereyim.
Her insan, kendi nefs-i emmare sini
okşayabilecek makam-ı insaniyetten makam-ı süfliyete düşerek, nefsi ile baş
başa kalıp, kendi cürmü ile yan yana oturarak... Oturabilmeklik fırsatını bulabilir
mi? Bulamaz. Bulur. Bu fırsatı bulduğu vakitte, kanun onun yanına girebilir mi
giremez mi? Giremez. Bu fırsatı bulduğu vakitte, onun yanına girebilecek
kanunun adına ahlak derler. Anlatabildim mi acaba? En mühim nokta bu? Öyle bir
fırsatı bulduğu vakitte onun yanına.
Beşer, ekseriyetle iki maske
kullanır. Biri hususi maskesi biri umumi maskesi, tabi ahlakın haricine
çıktıktan sonra konuşuyoruz. Ahlak umdelerine sadık kalmak vaziyetinde
değil. Ahlakı istihfaf[6]
etmiş. “Bırak şimdi bunları”, demiş. “İnsan kör bir tesadüfün neticesidir. İhtirâsât-ı
nefsaniyesi kabardığı vakit, fırsat eline geçtiği zaman, onu tatmin edebilecek
şekiller, işte onun içün saadettir” diyerekten, yaşayan bir adam, daima iki
maskelidir o. O iki maskesini kullandığı vakitte bir gün birisini kullanır, bir
gün birisini kullanabilir. Bu iki maskeyi kullandırtmayıp, tek maskeli insan
olaraktan yaşatan şeyin adına ne derler? Ahlak derler. Anlatamadım mı acaba? Bu
adamı o kadar, o kadar zevki-yâb eder ki.
İnsan şöyle kendi kendine
düşünürse, “Ben cemiyete suret itibariyle, faydalı gibi görünüyorum. Maskemi
böyle gösterdim.” -Kanun, insanın içindekinin vaziyetinin fotoğrafını çekemiyor
ki. Çekemiyor o. Bir yere kadar geliyor, duruyor orada. İçindeki fotoğrafı
çekemiyor.- İçindeki, dışındaki maskemle, beşeriyete cemiyete faydalı şekilde
gözüküyorum. Fakat cemiyete gayet muzurum. Acaba beni bu muzur olmaktan kurtarabilecek bir şey var mıdır
yok mudur”, diye aradığı vakit, ilk yapışacağı şey nedir, kurtulabilmesi içün?
Şimdiye kadar konuştuğum şeyden siz kendiniz onun ne olduğunu anlarsınız. Orasını
söylemeyeyim kendiniz bulursunuz, değil mi?
Demek oluyor ki, mevzûu vak’a, ahlak
mefhûmu üzerinde konuşuyorsak da, asıl konuşmamız insan mevzûu üzerindedir.
İnsan mevzûu ile meşgulüz. İnsan demek, talib-i Hak ve hakikat olan can
demektir. İnsanın tarifi bu. Ünsten müştaktır; enisi, munisi, yârı, nigârı Hak
ve hakikat olan canın adına insan denir. Bunu o kadar yükseltir, o kadar teâli
ettirir ki, ferşten arşa kadar olan şey, onun yanında sivrisineğin kanadı kadar
kalır. Değil ufak bir matah-ı dünyaya kendisini satabilsin! Ferşten arşa kadar
olan şey onun yanında sivrisineğin kanadı kadar kalır. Hiç kıymeti olmaz. Oraya
kadar tekâmül ettirir.
Size bir misal vereyim, tabi
kendime söyleyeyim. Belki sizin içinizde öyle insanlar vardır. Fakat ben onun
ehli değilim. Benim yapamayacağım iş. Fakat bu lacivert kubbe, ne muazzam
insanlar yetiştirmiş. Neler gelmiş? Ne kadar muazzam muazzam insanlar
yetiştirmiş. Bir insan yapamamakla
yapılmışı gördüğü vakitte de üzenmesi de bir nimettir. Onun içün misali
veriyorum.
Dedim ki; insan ahlaken tekâmül
ederse, demiştik ya aşktan doğan ahlak, kalp demiştik. Neden kalp diyoruz? Kalp,
insan kalbin mutasarrıfı değildir. Bir şanda durmadığı için kalp diyoruz. Bak
kalp daima değişiyor. Kudretin her an bir tecellisine mazhar. Değişip de,
eğer sahib-i kalpsen, kötülüğe gitmiyor ha! Kötülüğe giden adam da kalp
yoktur, et parçası vardır, mudgadır, kan pıhtısı, der. Büyük Kitap onu öyle
tarif eder.
Eğer hakikaten kalbi varsa, o Kudret’in
her an… Çünkü o kadar, Kudret insanı, nazdar, nazenin, niyazdar, yaratmıştır
ki, onu hiçbir an bir gösterdiğini bir daha göstermez. Bıkar, der. Her an kendisinden
başka bir neşve ile neşve-yâb[7]
eder. Anlatamıyor muyum acaba? Ondan dolayı sahib-i kalp diyor.
Her an değişiklik var. Her an
teceddüd var. Kalp, hep bir anda bir tecellide değil. Elverir ki, o kalbe sahip
olabilmesi içün insan kendi kendine kaldığı vakit, aslını düşünebilsin ve o aşk
kendisinde tecelli edebilsin. Evvela söyle düşünecek. “Hangi kanun vardır ki
kimseye sezdirmeden, kimsenin haberi olmadan, ben başkasının hukukuna tecavüz
imkânını bulduğum vakit, bana karşı faaliyete geçebilecek kim vardır?” Bunu
kendinde duyabilsin. Anlatamıyor muyum? Baş başa kaldığı vakitte: “Bana öyle bir
kanun göster ki, kimseye sezdirmeden, kimseye duyurmadan, bana dahi işittirtmeden,
başkasının hukukuna tecavüz imkânı benim elimde varken, benim yakamdan
tutabilecek, faaliyetini gösterebilecek, kim vardır?” deyip ve bunu görebilsin,
duyabilsin, bulabilsin, olabilsin. Bu şekle gelebilsin. Yalnız bunun lafı ile
geçiniyoruz.
Hiçbir kuvvetin, vicdaniyete
müdahale edemeyeceği farz olunan bir asırda yaşıyoruz, diyor. Çok güzel
öyledir. Bu asırda değil hiçbir kuvvet, beşerin bidayetinden nihayetine kadar,
vicdaniyetine müdahale etmeklik hakkı yoktur. Fakat bu vicdaniyatın, bir elle
tutulmayan büyük bir avucun içerisinde, oyuncak olduğunun da farkında olmadan, bir
adam gelir göçer gider de âleme oyuncak olursa yazık günah değil midir? Nihayet
üç günlük hayatını, baht-ı ebedisini, hayat-ı ebedisini, nefs-i emmaresinin adi
bir semerine terk etmesi kendisi içün büyük bir ziyan değil midir?
Nerede hayat? Hayat hayat diye
bağırıyoruz, hani ya nerede istikbal? İşte otuz yaşına geldi geçti. Elli, geldi
gine geçti. Atmış. Hayat ve istikbal, doğum denilen, ölüm denilen doğumdan
sonra başlar kardeşim. Burada yeteceksin kemale, orada yeteceksin visale.[8]
Burada bir şey söylemiştim,
aşağıda kulağıma geldi şey ederken, yanlış telaffuz etmişim, hafızanızdaysa
tashih ediniz. Halk yok varlığına aldanırlar, orasını yanlış geçmiş
benim telaffuzumdan. Halk var olanı yok sanırlar Yok varlığına aldanırlar.
Var yokluğuna aldanırlar değil. Öyle geçiyor makinada. Halk var olanı yok
sanırlar Yok varlığına aldanırlar. Var yokluğuna değil. Öyle şey etmiş.
Ne dedim? Ahlaken tekâmül eder. Eder,
eder de ferşten arşa kadar olan sahayı sivrisineğin kanadı kadar görmez, dedim.
Buna misal verirken bu lacivert kubbe ne insanlar yetiştirmiştir, dedim. Bir
insanın yapamaması başka, yapmışı takdir edip de kendisinin imrenmesi gine bir
başka. Ben kendi hesabıma imrendiğime misal veriyorum.
Rabi, isminde bir zat namaz
kılıyormuş. Namaz kılarken gayet giranbahâ, şimdi var ya koşu atları, mesela halisü’d-dem[9]
İngiliz kanı diyorlar. Üç yüz bin lira, beş yüz bin lira, dört yüz bin lira.
Yaa! Arap atı diyorlar yüz bin lira, seksen bin lira, sen şimdi bugünkü bildiğin
işittiğin, en yüksek revaçta olan bir fiyatta, Rabi’in öyle bir atı var. Gayet
güzel.
Namaz kılarken o atı biri çalmış.
Dostları gelmişler, teselli ediyorlar. At bulunamamış, kendisini teselli
ediyorlar. Gülmüş, demiş: “O, atı çözerken, ben çalan adamı atı çözerken
gördüm. Namazı bozup da ne yapıyorsun, demedim. Görüyorum, fakat ben o anda öyle
sevdiğim bir şeyle meşguldüm ki (Şu incelik için söylüyorum.) Öyle sevdiğim, o
kadar sevdiğim bir şey ile meşguldüm ki, sâriki[10]
kovacak kadar bir vakit sevdiğimden kendimi ayıramadım.” Bir şey anlatamadım
galiba!
Sen de öyle bir aslını maşukunu bulursan, böyle bir atın
çalınırsa sen de ayıramazsın. Ama sakın takliden bulmadan, birisi çalarken öyle
kazık gibi durma hemen ayrıl, ata yapış. O başka o. Öyle hakikaten öyleyse,
bulmuşsa, o fırsatı kaybetme. O bir andır, kâinata bedel o. Ne kâinatı, hiçbir
şey... Fakat öyle değil de, avare biçare bir vaziyetteyse, hemen, “Nereye
götürüyorsun?” de yapış.
İşin zevki, daha tatlı tarafı. Başlamışlar, inkisar etmeye. Bedduaya başlamışlar, teselli eden dostları. Rabi, şöyle demiş: “Bana kimse zulmetmemiştir. Her zalim kendisine zulmetmiştir. Kendi zulmünün cezası kendisine yeter, bir de siz yüklenmeyin. Bırakın.” demiş.
Ahlak insanı o kadar latif
kılar o kadar latif kılar ki, aslı ile kendi arasındaki benliğini kaldırır. O
letafetle hakikati gördüğü vakitte, işin tabi anını gördükten sonra işin ne
olduğunu anlar. O vakit böyle der. O gine ayrı bir iş. Öyle der.
Bu âlemde insan o kadar çalışmalı
ki, o kadar çalışmalı ki… Sonra bunlar çok zor gibi gözükür ama zor değildir. O
kadar zor değil. Gaflet bizi aldatıyor da zor gibi geliyor. Gaflet
aldatıyor. O kadar zor da değil. Ufak bir muhasebe-i nefis yapıp, evvela
kuvvetli bir iman lazım. Peşin kendisi hesabını yapmalı. Ben hakikaten
kuvvetli bir imana sahip miyim değil miyim? Birinci şartı bu.
Lafzan değil, bütün aza-i
cevarihi. Benim şu elim iman etti mi etmedi mi? Yokla elini. Etmiştir yahu, eğer
kötülük etmemişse etmiş. Herhangi bir kötülüğe doğru gidiyorsa “Yahu insaf et
be! Seni ben inanmış bir el diyerekten vücudumda taşıyorum.” Birer birer başla.
Göz, görülecek bir şeyi görmekten başka bir yere dönmüşse... Bu âlemde
herkes bir şey görmek içün gelmiştir. Göz nuru onun içün verilmiştir. İnanmış
demektir.
Bunların heyet-i umumisi
toplandıktan sonra bekâ kendisinin önünde tahakkuk eder. O adama müceddid
denir, yani yenici. Bu adam mürteci değil, teceddüt kafalı. Anlatabiliyor
muyum? Yoksa kafanı şarktan garba doğru koşturtmak yenicilik değil. Kafayı
böyle dünyanın her tarafına koşturacaksın.
Bir tarafına değil, dünyanın her tarafı senin parmağında oyuncak olacak.
Kudret sana bütün mevcûdâtı eline oyuncak olaraktan vermiş. “Sen, Bana
muhatapsın. Benim yerime vekilsin.”
ئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ
.[11]
“Seni yer üzerinde kendime naip
kıldım. Bütün sıfatlarımı sana verdim, bu yer üzerinde Benim istediğim gibi
oynat.” diyor. Anlatamıyoruz galiba!
Bunu bildiği gün der ki, o zaman...
Anladı ya artık, bekâyı tahakkuk ettirdi gözünün önünde. Zaman tefrika zamanı
değildir, ittifak zamanıdır, der. Vahdet zamanıdır, der. Esef geçmişi geriye
getirmez, der. Keder musibeti def etmez, der. Selametin anahtarı varsa yoksa
iştir, der. Hulâsa yükselmek için doğruluktan, hüsn-ü niyetten başka merdiven
yoktur, der. Ruhlar kalpler bir mânâ altında toplanacak, muhakkak zıll-i arşı Rahman’da
ben bununla koklaşacağım, der.
Böyle bir hayat-ı cavidaniye
yaklaşacağım diye, birbirimize sarışır, koklaşırız. Böyle bir şey yok. Yerinde
say! Her gün aynı yerde sayarsın. Say yerinde! Yoksa insan zübde-i kâinat-ı
cihandır yahu! Ahlakçılar bütün mevcûdâtı bir vücut yapıyorlar, insanı da o
vücudun gözü yapıyorlar. Anlatabildim mi?
Mevlana gözden bahsederken
Mesnevi’de göz dediği vakitte Hazreti İnsanı kasteder. Sen belki onu göz
diyerekten okursun. O göz dediği, göz dedi mi, bütün mevcûdât ne kadar arşı,
ferşi, levhi, kürsüsü bildiğimiz bilmediğimiz ne âlemler ne seyyareler, ne
kadar varlık varsa bunların hepsi toplanır bir vücut olur. Hazreti İnsan da
toplanır o vücûdun gözü olur.
Göz; hilkat-i kâinatta insan,
Kudret’in gözü. Koyduğu göz. Devr-i eflâkın neticesi insan. Öyle bir noktâ-i
kübra ki, mevcûdât insanın harfleri. İnsan bu kadar geniş bir varlık olduğu hâlde.
Hiç ortaya bir şey koymadan zavallı bir vaziyette gel göç git, günah değil mi?
Yalnız kelimeleri belle, cici bici, olmaz! Fuzûlî’nin dediği gibi:
Her kimin vâr ise zâtında şerâret küfrü
Istılâhât-i 'ulûm ile müselmân olmaz
Ger kara taşın kızıl kân ile rengîn etsen
Rengi tağyîr olur amma lâ'l-i Bedahşân olmaz
Eylesen tûtîye ta'lim-i edâ-yi kelimât
Nutku insân olur ammâ özü insân olmaz
Papağana öğret, konuş konuş. Konuşur insan gibi amma özü insan olmaz.
Eylesen tûtîye ta'lim-i edâ-yi kelimât
Nutku insân olur ammâ özü insân olmaz
Bu âleme gelmekten garaz[12] insan olmak, bizim içün. Adam da ne kadar güzel anlamış. (Yoruldunuz mu? Vakitte epey ilerlemiş) Evvela kendimizi yoklamak lazım. Yokladıktan sonra muhasebe-i nefis lazım. Nefsi hesaba çekeceğiz. Her akşam bir hesabı yap. İyiliğini, kötülüğünü topla bir kenarda. Bütün fenalıklar birden atılmaz kardeşim. O birden atan o ne mutlu ama zor iş o. Birer parça birer parça. Azar azar. Hiç belli olmaz. Herkes kendi çıkıklığını bilir. O çıkıklığından bir kısmından bir parça bir parça bir parça, bir de bakarsın ki Kudret yardım eder. Görsün ki senin niyetinde şu fenalığı atmak istiyorsun. Derhal kendisi yolu açar, O. O kendisi, kendi kendine açar. Biz de onu görmesi şart.
Ahlak olmayan cemiyetlerde en
mühim işlere sarf edecek fikirler, dedikodu ile geçer diyor, İmam-ı Ali. Böyle
bir rapor vermiş. Hangi cemiyette ahlak düşkünlüğü vardır, o cemiyette en mühim
yapılması lazım gelen mesele konuşuldu mu orada o konuşulmaz diyor, olmaz. Orada dedikodudan başka bir şey olmaz.
Nihan-ı umuriyeye sarf edilecek efkâr, yalnız dedikodudan ibaret olur, diyor. E
dedikodu ile insan ömrünü tüketirse olur mu? Bitiyor.
Herkese bir “Bak!” kumandası
verilecek. Ölenin kumandası değil ki bu. Semayı deler gibi bakan baş, öyle bir
döner ki, şırakkadak! O, yeri sert sert ezer gibi basan ayaklar, titrer böyle.
Yorganı kaldır, ağırlık veriyor, der. O, bulduğu vakitte yerin toprağını
sallarken, incecik böyle patiskadan çarşaf, şunu kaldır ağrı yapıyor der, ağrı…
Soğukluk versin diye verdiğin iğne sıcaklık verir, sıcaklık versin diye
vurduğun iğne soğukluk verir. İshali durdursun diye verdiğin iğne ishal yapar. Kabızı
yapsın diye verdiğin iğne ishal yapar. Etibba şaşırır.
Karın, kocan, anan, kızın,
evladın geri çekilir, doktorun yüzüne bakar. Doktor da böyle bir bakar kendi
kendine, yani ne yapayım benim elimden ne gelir? Lisan-ı hâliyle işte iş buraya
kadarmış, gibi gelir. Geri çekilir, gözünün yaşını içine yutar. O şöyle
etrafına bakarken belli olmasın gibi kapı tarafına kafanı döndürürsün. İş hepsi
buraya kadar. Hepimiz de böyle bu.
Değmez, kimsenin gönlünü kırma!
Hep buraya kadar. Bu kadarcık. Fazla bir şey değil. Herkese “Bak!” diyecek,
bakacak öyle. Mümted[13]
nazarlar döner. Bazen bakarsın ki güler. Eliyle, oradaki perde-i gaflet
açılmış, neyse, bazen kaşlarını çatar. Gitmek istemez, gel derler, gel! Nereye
gitmek istemiyorsun? Ayağından adamı kelepçelerler. Hayat bu bunun kadardır.
Ondan sonra amel sandığı denilen çukurun önüne getirilir. Ama o çukurun önüne
ister binlerce demet, on binlerce şey çelenkle gelsin. Hiçbirisi içeriye
girmez.
İstemem nakl-i cenâzemde çeleng u âhenk,
Debdebeyle gidilir sâha değildir makber
Orası medhalidir bâr-gâh-ı Mevlâ'nın,
Kapısından içeri acz ile girmek ister.
Hiçbir şey yok. Eğer Hak namına bir hukuk tedarik etmişsen, ne alâ. Etmemişsen işte o hepsi ah vah filan, oraya kadardır o. Döndükten sonra ne ah var ne vah var. Hepsi gitti. İnsan ameli ile beraber vücûd bulur. Vücûd bulur mu? Bulur ya, Kudret dersini kaçırmış. Bundan birkaç asır evvel konuşmuş olduğun şeyin hariçte vücûdu var. Dipdiri duruyor dendiği vakitte gülerdin. Bak, bunun vücûdu olmasa Amerika’da duyabilir misin? Onun nasıl böyle, senin vücûdun var, onun konuştuğun bile vücûdu var.
Kudret muhafaza altında hiçbir
şeyi eksiltmez. Hepsi muhafaza altında. Ve bir gün gelecek bunların hepsi
toplanacak. “Oku bakalım kendi kitabını!” diyecek adama. Beşerin yegâne silahı
inkârdır. “Açın filmini, filan günü filan işin sahibi sensin, buyurun bu siz
değil misiniz? Bu film sizin değil mi? Ya, ver hükmünü kendine.” Onun için hiç,
değmez.
Kudret namına, Hak ve hakikat
namına, bir insana buğzun varsa, o mazur. Orada sen yoksun, Hak vardır. Hak
namına ben bununla alakamı kestim. Yok, kendi nefsinin hesabına varsa, geç! Ama
ne malum öyle bir şey? Ne malumu filan kaldı mı ya artık geçti, ne malum yok.
Cesetteki ruhunun nerede
olduğunu bilmediğin hâlde var diyorsun, değil mi? Şu cesette senin bir
ruhun var mı? Neresinde bakayım bunun? Rengini yüzünü filan gördün mü? Yoo! E nasıl var, diyorsun? Görmeden var diyorsun,
deli misin sen?
Cesetteki ruhunun nerede olduğunu
bilmediğin hâlde var diyorsun. Hudâ da mükevvenatın neresinde olduğunu
bilmediğin hâlde, nasıl cisminin her yerinde, her bir anında mutasarrıf bir ruhun
varsa mükevvenatın her anında da mutasarrıf bir Zât-i Bârî vardır. Âlemde
mutasarrıftır, hiçbir yer O’ndan halî değildir. Fakat O hiçbir yere muhtaç
değildir. Anlatamadık gine! Hep bunları ders kaçırmak için söylemiştim.
Hani vardır ya öyle efendim ne
malum? Ne malum filan yok! Nerede? “Nerede” yok iken “O” vardı. “Nerede”
yok idi “O” var idi. “Nerede” yok idi “O” var idi. Sonra belki de bir
sevdiği insan olur Kudret’in, onun ayağının kaymaması içün neler yapar neler
yapar. Bir sevdiği insan için. Ağası değiliz ya! Misal verir. Senin der,
mutasarrıf koydum, senin iklim-i vücûduna. Bak bir ruh diyorsun, senin bütüün
cesedindeki varlığının her tarafını muhit. O neresinde bakayım, diye
gösteremezsin. Nerede o? Rengini filan? Sana o kadar yakın ki yakın olduğu
halde, tutup da işte bana “bu” diyemiyorsun. Sana o kadar yakın, o kadar senin
elinde, işte bana “budur” diyemiyorsun!
E ne diye başını yukarıya
kaldırıyorsun!? O burada başını yere eğ! Radyoyu yapanın karşısında hürmetle
eğilirsin de kulağını yapanın karşısında niçün kafa tutarsın!? Kulağını
yapmasaydı neyi dinleyecektin? Ahh!
İnsan âlemin ve âdemin
hakikatini bilmesi şart. İnsana da âlemin ve âdemin hakikatini bildiren şeyin
adına ahlak derler. Konuşmayı kesiyorum. Bunu da bilebilmesi içün, suret
elbisesini çıkarmadan, beşeriyet libasından soyunmadan, iç âlemine dalmadan, o
hamamda kirini yıkamadan, yıkayamadan, bunun hakikati pek kolay kolay öyle
sahte benlikle anlaşılmaz.
Hani var ya bir sahte benlik,
hepimiz de var. İnsanın cebinde parası varken yürüyüşü ile yokken yürüyüşü
arasında fark vardır, değil mi? Parası yokken boyuna ayağı takılır bir şeylere, tak tuk filan öyle. Varken hiç takılmaz.
Konuşması başka mesela muazzam bir masaya sahip, salahiyetli, konuşurken başka
türlü konuşur. Ense teşkilatı başka türlü döner. Başka türlü şey eder. Oradan
düştükten sonra gine başka türlü olur o.
Züğürtlük insanı maneviyata
sevk eder. O makbul değildir. Züğürtlük insanı maneviyata sevk eder, o
makbul değil. Züğürtlemeden, yüzüne bakılırken, kudretin elinde varken,
servetin cebinde bulunurken, alçak gönüllü olacaksın. Yoksa her şey elinden
düşmüş. Hizmetçini arıyorsun derdini yanmaklık içün. Her şeyin varken; haddini
bilsene sen kapıdan içeriye girme, der.
Hudâ bizi hiç kovmadı, haddini
bilsene diyerekten bir gün kovmadı. Neler yaptık neler yaptık, hiçbir gün
yüzümüze vurmadı. Belki bir gün döner der, O. Hiçbir vakit yüzümüzü o kadar
kötülük yaparız da kendi cinsimizin arasında yüzü kızarsın diyerekten, daima
örter. Settardır, Settar. Örter. Keremiyle muamele eder.
O züğürtledikten sonra arar
artık, hizmetçisiyle de konuşmak ister. En ufak gördüğü insanla. İnsan, çünkü
ihtiyacı var. Asıl züğürtlük ne vakit biliyor musun? Eğer burada bir şey, bir
gönül kazanamadan gittiysen, bir gönül satın alamadan gittiyse, bir insana bir
insanlık aşısını vuramadan gittiyse. İnsan bu âleme insan yetiştirmek içün
gelmiştir. Vazifesi bu. İnsanın vazifesi insan yetiştirmeklik içündür. Bir
insana bir hakikatı anlatamadan, bir gönlü fethedemeden gittiyse asıl
züğürtlük, gariplik odur.
Bütün efâlide çirkinse vücûd bulur.
Öyle diyor, Kudret. Hayatında ne yapmışsa hepsine can vereceğim, diyor. Nasıl
verecek? Nasıl vereceği var mı? Şimdi nasıl verdiyse o vakit öyle verecek. Sen
kaç yaşındasın? Kırk. Kırk beş sene evveli senin bir defterde ismin var mıydı?
Kendini bilir miydin kırk beş sene evveli? Kırk yaşındaki insan, kim seni tanırdı?
Varsın şimdi var haah! O hâlde inkâr kapısı kapandı. Batıl, ilmen batıl. İsmin
resmin cismin resmin yok iken, şimdi var mısın? Var. O hâlde ilmen tekrar
varlığım olmaz diyemezsin. Bidayette ismini bilmiyordun, resmini bilmiyordun,
kimse de tanımıyordu, şimdi varsın değil mi ya? O hâlde bitti.
Zavallılığı bırak. Boynunu
kes, insan yetiştirmenin çaresine bak! Her sabahleyin kapıdan çıkarken: “Ben
kimsenin kalbini kırmayayım, bana geniş rızık ver de bir açı doyurayım.” Bize
bu sevda gelmeli. Bizim ecdadımızın kapısının önünde değil insan doymak, kedi
köpek doymak için yalaklar yerler vardı.
Her on adımda bir hamal mola
yapsın diye, mola taşları vardı. O yük… Çünkü vücûd birdi. Hammalın… Siz
bilmezsiniz onu. Bööyle gitmekten farkında değiliz ki! Burun bu kadar kalkmış,
neyi görecek, bir şey görmüyor ki. Geçen konuşmamda dediğim gibi, şurada birisi
eğilse, sen böyle ayy yaparsın. Ne oldu, o eziliyor. Kudret ders kaçırıyor. Vücûdunuz
bir vücûda münhasırdır, diyor. Yabancı yok, eğer biraz daha teâli etmiş
olsak, onun duyduğu acıyı, orada patlayan kanı burada da biz duyarız.
Fassâd, neşterin aheste vur[i]
Zirâ Leyli’nin kanı Mecnûn’un azâsındadır, dedi
Kays.
Aynen o tecelli bizde de olur. Adam ekmek parasını çıkarmaklık için almış sırtına doksan kilo yükü, yarım saat yürüdükten sonra doksan kilo, yüz seksen kilo olur. Kırk dakika olduktan sonra iki yüz yirmiye çıkar. Elli dakikayı geçti mi başlar bacak titremeye. Sonra o hayaline kor. “Şuradan yürüyeceğim, elli metre sonra orada bir taş var, onun üzerinde dinleneceğim.” O iki yüz yirmi kilo yük o hayale gelir gelmez, (hayal acayip bir âlemdir.) o yükü derhal elli kiloya indirir. Anlatamıyorum galiba! O yük derhal… O ne yapıyorsa onda o Kudret. Ne tecelliler yapıyorsa, o tam basmışken o hayale o taş geldi mi derhal yükü hafifleşir, adımlarını biraz daha sıklaştırır. Tam oraya bir gelir de şöyle bir ohh dedi mi... Ee insan yükü hafifleştirdin, merak etme Kudret senin o yapmış olduğun hizmeti çiğner mi zannedersin! Çiğnenir mi?
Rıza-i İlâhi baha ile değildir,
bahane iledir. Kudret’in rızası baha ile alınmaz. Bahane iledir. Hiç
bilmezsin ufacıcık bir insanın bir ufacıcık kalbindeki sürur, senin bir yığın
seyyiatını, Kudret böyle bakar: “Şu sevinmiş Ben şunu seviyorum, bu bunu
sevindirdi, sormam yahu, der. At gitsin.” Ağasımızın Allah’ın? Sormam, sormam,
der. Ufak bir…
Ey şah-ı Resul, nazar-ı akdesi lütfun.
Mücrimleri Cibril kadar muhterem eyle.
Bir ufacıcık bir nazar, bir ufacıcık bir iltifat, şöyle bir bakmış olsa, o bakışa Kudret dayanamaz. Bunu mu istiyorsun, der. Bitti iş bitti. Ama o hâli görmek lazım. O işte kazık gibi olmaz. Birbirimizi sevmekle olur. Nifakı, fesadı, şikakı atarak, kalplerimizi birleştirmekle olur.
İşte hayatta denilen, zaten üç günlük
ömürden ibaret, başka bir şey yok. Netice-i hulâsayı söyledik. Bak, hiç ölenin
yanında bulunmadın mı, merak et, bulun. “Efendim ben korkarım bilmem ne,
korkarım.” Ne korkacaksın. Diriden kork, ölenden korkma bir şey yok. Diriden
kork diriden! Öldü mü tasarrufu kalktı onun bir şeysi yok. Korkacak ne var
ondan. Sarıl kendi ölünse. Bunda bir şey yok.
İbret al, öyle ibretli şeyler
vardır ki, öyle ders kaçırılmıştır ki o sahalarda. O bakarsın sen, o acayip
acayip şekillerin heyet-i umumisi kalkmış. Kudret elden gitmiş, perde-i gaflet
açılmış. Ondan sonra kalmış zavallı bir vaziyette. Dedim de dediktir
diyerekten, yaratırım iddiasıyla yaşayan adam. O, zavallı bir sabun tahtasının
üzerinde kafa bir öyle gider, bir böyle gider. Bir milyon sayfalık kitaptan
üstündür o hâli temâşâ. Şöyle bir bakarsın, eeey. Kâinat emrine müsahhardı
ha, dersin. Ondan sonra bakar. Şöyle bakar böyle bakar. Hehehe! Ondan sonra daracık
bir yer. Paydos!
Hiç kimse de beraber girmiyor.
Hiç kimse, hiç kimse beraber girmiyor. Hiçbir adam beraber, hem içeriye
koyduktan sonra zıplıyor çıkarken. Derhal zıplar. Böyle bir atlar yukarıya,
ondan sonra haydi. Şakır şukur kürekleri atarlar. Ne oldubitti. Bir varmış,
bir yokmuş. En doğru söz o. Bir varmış bir yokmuş. Var olan kim? O. Oradan
geldi oraya gitti. Orada o olsun.
Bugünlük konuşma bu kadar yeter.
[1] İntaç: Sonuçlandırma,
sonunu alma, bitirme.
[2] Tefviz: İşlerini Allah'a
bırakma ve O'nun yaptığı her şeyi teslimiyet, tevekkül ve gönül hoşluğu ile
karşılama
[3] Takyid/Takyit: Kayıt ve
şartla bağlama, kayıt adına alma.
[4] Mevhibe: Allah vergisi,
ihsan, bağış, hediyesi.
[5] Tahallüd: Bir yerde
devamlı kalmak. Devamlı olmak.
[6] İstihfaf: Küçük ve aşağı
görmek, küçümsemek, tahkir ve tahfif etmek.
Hafife alma. Küçük ve aşağı
görme, ehemmiyet vermeme, küçümseme.
[7] Neşve-yâb: Neşeli,
keyifli
[8] Visal: Vuslat, kavuşma
[9] Halisü’d-dem: Arı kan,
saf kan
[10] Sârik: Çalan, çalıştıran
kimse, hırsız
[11] Bakara Suresi 30’ncu yet-i
Kerime وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ
قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ
وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا
تَعْلَمُونَ
Meali: Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım"
demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek
birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis
ediyoruz" dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi
bilirim." dedi.
[12] Garaz: Gāye, maksat,
istek, arzu • Birine karşı güdülen kapalı düşmanlık, kötülük etme isteği.
[13] Mümted: Uzayan. Sürekli,
devamlı. Uzanmış, çekilmiş, imtidâd etmiş.
[i] Sabret gönül eyyamı sefa yarede kalmaz
Ğem çekme ki vuslat demi
eğ yarede kalmaz
Güller solar eshar
dağılır badı hezanla
Gül zarı hezaren gülüp
pürğanede kalmaz
Çek cevrini sakın etme
canana şikâyet
Bir gün gelir ahın o
sitem karede kalmaz
Mef cismini kelbettiği
gün hâke nezihe
Gem giryo biter talih-i
ğeddare kalmaz
Yeter ey fassâd yeter
neşterin aheste vur
Çünkü leylanın kanı
mecnunun azasındadır
Herdem ey zalım felek
sineme dokunma benim
Taş mı sandın yüreğim
kala mı sandın bedenim
1 yorum:
Ahlak olmayan cemiyetlerde en mühim işlere sarf edecek fikirler, dedikodu ile geçer diyor, İmam-ı Ali. Böyle bir rapor vermiş. Hangi cemiyette ahlak düşkünlüğü vardır, o cemiyette en mühim yapılması lazım gelen mesele konuşuldu mu orada o konuşulmaz diyor, olmaz. Orada dedikodudan başka bir şey olmaz. Nihan-ı umuriyeye sarf edilecek efkâr, yalnız dedikodudan ibaret olur, diyor.
Yorum Gönder