Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

102. Kaset

 102 (04.03.1962) 70 dk. (149)

… Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl gerek kalp, vazife, aşk, bunların hepsi mânâ-i insaniye ait birer vasıf olmaları hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar.

İnsan; gelişinde gidişinde ihtiyârı olmayan, birçok vazife ile mükellef olarak bu âleme sevk edilen bu can. Bir sureti var bir de hakikati var. Sureti itibariyle dünya denilen bu iptila âlemine bağlı, bu mazâhire. Elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret olan vücûdu ile bu sahne-i şuhûda alakalanmış. Sireti itibari ile de mânâsı itibariyle de hakikati itibariyle de âlem-i kudrete bağlı.

Demek oluyor ki insan, iki veçhesi var. Bir veçhesi bu üzerinde yaşadığımız dünya denilen sahne ile alakadar. Bir veçhesi de âlem-i kudretle alakadar. Dünya denilen sahnede kendisine nispeten rehberlik edebilecek olan kuvvesi kuvve-i akliyesidir. Fakat bu kuvve-i akliyesinin karşısında da iki kuvvesi daha var ki, birine kuvve-i gadabiyye, birine de kuvve-i şeheviye derler.

Yaradılışı itibariyle fıtratında üç kuvvet var. Gadabi kuvvet, şehevi kuvvet, akli kuvvet. Akli kuvveti taata, salaha, kemale sevk edebilir. Diğer iki kuvvet de fesada, nifaka, zulme, kine, hasede, buğza, adavete, mudahaleye, riyaya, nifaka, şikaka üüü türlü türlü rezalete, cinayete götürür.

Şimdi bu kadar zorluklar içerisinde insan kendisini aramaklık ile nasıl aslına kavuşturabilir. İşte bunu gösteren varlığın adına ahlak diyorlar. Mevzû bunun üzerinde konuşmalar yapıyoruz. Hak ile batılı birbirinden ayırabilerek, fıtrat-ı asliyesindeki selameti bozmaksızın yürümek şartı ile aslına nasıl kavuşabilir bu?

Ben bu dünya denilen dalgalı deniz de… Malum ya insanlar doğumları ile dalgasız denizden dalgalı denize düştü demektir. Doğumun bir mânâsı da o dur. Burada iki mühim dalga eser, birine celal birine cemal... Kudret’in iki sıfatı var. Bunların tesirinden, biri batırır biri çıkarır. Sahil-i selamete kendi kulaçlarımla yüzerim çıkarım derse bir insan, pek kolay kolay yüzüp çıkamaz. Tıkanır kalır. Kesilir.

Kudret insanların ayağı kaymaması için, semavi levhalar asmıştır. O kadar da zor değildir. Ayak kayacak yerlerde birer işaret var. Elverir ki, hüsnü niyet ve ihlas ile oraya sarılabilmek. Evvela ilk levha der ki, bir kimse bir şeye emin olmadan, o şeye malik olursa ona o şeyden hayır gelmez. Adımını iyi at, der. Anlatabildim mi acaba? Bak semavi bir levhadır.

Bir kimse, bir şeye emin olmadan... Sen herkes kendini bilir. Sen o şeye ehil değilsin, bilirsin. Yahut ben o şeye ehil değilim. Eline vermişler gayet güzel bir rende, fakat tahtaya vurma şeklini bilmem, o rendenin bana faydası olmaz. Misal verdik bir tane, kaba bir misal. Ama o kadar lazım ki hayatta, bunu ne vakit ki insanlar kendisinde kaide eder, kaide halinde kullanmaya başlar, birbirini boğmak tehlikesi kalkar.

Bir kimse bir şeye ehil olmadan, o şeye malik olursa der ahlak, o şeyden ona faide olmaz. İnsanlar arasında bu bir düstur olaraktan kabul edilmeye başlandığı gün, huzur gelir. “Ben ona ehil miyim, değil miyim?”, herkes bilir. Başkası vermeyecek numarayı, kendin vereceksin. Feragat. O feragat ne ile olur? Bir şeyi sevmekle olur. Aslını sevecen. Hilkatinin sen de ariyet olduğunu duyacaksın. Onu duydun mu, evvela sende adalet başlar. Hep ölçülüdür, ahlakta her şey.

Adaletin bende başladığını nasıl anlayayım? Her şeyde Hakk’ı kabul etmeye başladın mı sen adil adamsın. Adaletin tarifi bu. Her şeyde Hakk’ı kabul etmenin adına adalet denir. Lafla değil. 

Efendim derler ki, herkes müsâvi olacak! Olmaz herkes müsâvi. Kudret öyle bir kanun yapmadı ki, hilkatte yok ki o. Olur mu o? Fıtratta yok. Sen seksen kilo gelirsin, ben yetmiş kilo gelirim. O yüz kilo gelir, öbürü doksan kilo gelir. Nerede müsâvi olacak bu? Müsavat vicdanlarda, gönül âleminde. Anlatabiliyor muyum? Burada. O da ne vakit oluyor. Her şeyde Hakk’ı kabul ettiğin dakikadan itibaren oluyor. Öbür tarafta ki sözler, sahte olur, sahte. Sen beni aldatırsın ben seni aldatırım. Netice çıkmaz. Sahte olur.

Mesela ahlakta düstur o kadar kuvvetlidir ki; adalet ve zulüm meselelerinde hükümetler, fertlerin mesleğine tabidir,  der. Hiçbir şey koyamamıştır bu tarifi. Hiçbir yer de bulamazsın, ahlakın koymuş olduğu tarifi. Adil ve zulüm meselesinde, hükümetler, idare ettiği cemiyetlerin, teşekkül eden fertlerinin mesleğine tabidir. Eğer o cemiyetin fertleri adilse, hükümet adil. Eğer o cemiyetin fertleri zalimse, hükümet zalim. Fertlerine tabidir. Haricinde olmaz, diyor. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle diyor.  كما تكونون يولى عليكم [1]. Kim bozabilir o sözü?

Onun içün de der ki, Mevlana: Kulak yolu ile gözüne ilaç akıt, gözüne. Kulak yolu ile gözüne ilaç akıt. Hangi gözüne? Bu gözüne mi? Hayır! İçerde bir göz varmış. Sürmesi marifetten çekilirmiş. Nerede bulmalı, nerede satılır, bilmem ki. O hani böyle göz kapaklarına sürülen sürme değil. Hani göz kapaklarına buralara filan sürülüyor ya. Öyle değilmiş o sürme. Yeşilden, kırmızıdan, sarıdan, mordan, kahverengiden... Bir başka… Bir marifet. Rengi yok onun. Sürme çek. E ne olur gözüne sürme sürerse, çekerse? Bu kafasındaki gözüne değil.

Kulak yolu ile gözüne akıtacak ilaç, kalp gözüne. O vakit, Hak ile batılı ayırmak kuvvetine sahip olacak. Kolay değildir Hak ile batılı ayırmak. “Ben ayırırım!” Yok canım! Öyle kolay şey değil. Çok zor o! Kolay gibi gelir adama ama zor.

Eğer kulak yolu ile gözüne ilaç akıtıp da batın gözünü hakikat sözüyle nurlandırmayıp, o marifet sürmesi ile sürmelendirmezse Hak ve hakikati birtakım adamlarla kaimdir diye yaşar. İnsanlara belini bağlar. Nerede bir Hak ve hakikat var, nerede? Filan adam. Onunla kaim zanneder. Yaa, ayıramaz. Hak ve hakikat, bir adamla, birtakım adamlarla kaim! Öyle zanneder. O vakit ne olur? Daima söyleyene bakar. Hâlbuki söyleyene bakmayacak. Neye bakacak? Söylenene bakacak. Bir şey anlatamıyorum galiba! Bugün o kadar rahatım da yok. Şahsı tartmayacak, sözü tartacak.

Bizim ecdadımız üç kıtada, varlığını meydana getirmiş, sahip idi. Tarihin en eski efendisiydi. Neden öyleydi? Hiçbir zaman şahsı tartmazdı, sözü tartardı. Ne vakit ki biz sözü tartmayı unuttuk şahsı tartmaya başladık, ondan itibaren düşmeye başladık. Tarih öyle gösterir, anlatabiliyor muyum acaba? Hâlbuki her şey fani. Fani ile ölçü ölçülmez.

Ma’ni-i suturu kâinatı ezber et zirâ
Seraba hıfza şâyan bir kitab-ı hayret eczâdır.
Okursan dide-i iman ile teslim edersin kim.
Hudâ’dan mâadâ her şeyde butlan aşikârdır. (Bir daha okuyayım da iyi dinle)

Ma’ni-i suturu kâinatı ezber et zirâ
Seraba hıfza şâyan bir kitab-ı hayret eczâdır.
Okursan dide-i iman ile teslim edersin kim.

Hudâ’dan mâadâ her şeyde butlan aşikârdır.

Biraz daha açalım mânâsını. Kâinatın, mânâ satırlarını ezber etmeye çalış. Ezberle, bedava yürüyüp gitme. Bu görmüş olduğun varlık, ezbere şâyan bir kitaptır. Eğer ibret gözü ile okuyacak olursan, teslim edersin ki, Allah’tan başka her şey batıldır. Butlan[2] vardır. Ondan başka her şeyin butlanı aşikâr olduğunu görürsün. Nerede deden? Dünyanın dörtte üçüne sahip olan İskender de bugün bir harabe altında yatıyor. Nerede?

Allah u bes baki heves. Hepsi geçmiş. Onun içün muhabbetle birleşmenin çaresine bak. Dost ittihaz et. Kalp birleşmesi yap. Dünyada ittihad-ı kulûbdan müessir bir kuvvet vardır zannetme zahirde. Hall-u kuvvet Allah’ındır. O hall-u kuvvet Allah’ın kuvvetinin sende zahir olmasını istersen, başka türlü insana tenezzül etmez, kalp birleşmesini gördüğü vakitte tenezzül eder. O da muhabbetle olabilir. Ondan da kuvvetli kuvvet yok. O öyle bir kuvvettir ki, zerreleri afitab yapar. Ufak bir zerre o kuvvetin karşısında afitab olur.

Allah korkusu ile münevver olmayan kalplerde de ittihat olmaz. Hangi kalpte Allah korkusu yok; “Gel muhabbet et birleş.” de, vallahi olmaz. İmkân yok. Kaide-i külliyedir bu. Hiç! Çünkü muhabbetin sermayesi, muhabbetin kendisi bir yerindir. Bakkalda satılmaz, aktarda bulunmaz. Kendi kendine dokuyamazsın, bir makine değil ki fabrikadan çıkarabilesin. Var mı elinde öyle bir sanat?

Atom yaparsın, semaya çıkarsın da çıkacaksın. Değil kamerde bütün seyyaratta gezineceksin. Sekene-i semavatla da hukuk tedarik edeceksin, elindeki Kitap ona amildir, hepsini haber verir. Sekene-i semavatla irtibatta yapacaksın, fakat muhabbeti yapabilir misin kendi elinle. Hayır, onun fabrikası Allah da. Olmaz. O vermedikçe olmaz.

Temiz sözü, pak olan özü, Hak ve hakikat olan nutku, temiz olan gönül kabul eder. Temiz olan şey, temiz kalp de durabilir. Bilmez ki şeytanın efsanesi, temiz olmayan kalpte bulunabilir. Girmez başka bir yere. Mevlana ne güzel söylemiştir. Çarpık ayakkabı, çarpık ayağa girer, der.

Kelimat-ı tayyibenin karar kılması için gönül âleminin pak olması şarttır. Gönül âlemini temizleyecek şey de, neylen gönül temizlenebilir? Neylen temizlenir? İbadâtlan, taatlen. Hayır efendim! Yalnız zannetme, aleyhinde bulunuyor zannedersin, tuhaf böylede insan da konuşurken korkuyor. Korkar adam, konuşmadan da korkar, ters anlar.  

İbadât taat, lâ-teşbih kovadır. O kovanın suyu muhabbettir. Kova temizlemez. O suyu taşımaklık için kova. O muhabbet ona konur. Anlatabildim mi? Biz sevmiyoruz birbirimizi. Niyetimiz de yok. Sevmeyince işte, bütün dünya böyle. Mevzii konuşmuyoruz, bütün dünya sekenesinde bu iş böyle hâllenmiş. Onun içün beşer rahata gidemiyor. Zannediyor ki o huzursuzluk da hariçten geliyor. Hayır!

Nik ü bedi sanma ki benden gelir.
Her ne gelirse sana senden gelir. Ezberle bunu.

Nik ü bedi, iyi veya kötüyü sanma ki benden gelir. Her ne gelirse sana senden gelir.

İstediğin kadar ilim oku, istediğin kadar fen oku, istediğin kadar ihtirâat[3] da bulun, istediğin kadar sanai de terakki et, çi faide ki kalbin fakir olduktan sonra gönül âleminde huzur olmadıktan sonra, meyvasız ağaca benzer. Ne güzel söylemişler. Diplomalı cahil mi istersin bu âlemde, maarif şimdi bizde meyvasız efkâra dönmüştür. Ağaç var ama üzerinde meyvası yok, ilmi var ama merhameti yok muhabbeti yok. Ne faydası var onun? Netice olacak.

Semeretü'l-ulûm el-âmelü bil-malûm.
İlmin yemişi bilinenle amel etmektir.

Bilinenle amel edecektir. O vakit taklit kalkar. O vakit şahıslar değil, sözler tartılırsa mukallitlikten insan kurtulur. Mukallitlikten kurtulunca, zayıf kavîden hakkını kolayca alır. Hangi cemiyette zayıf kavîden hakkını kolayca alır, bir anda yükselir cemiyet. Fersah fersah gider.

Ona binaendir ki, Hazreti Ömer öyle demiştir. “Benim yanımda sizin en zayıfınız, en kavînizdir. En kavîniz de en zayıfınızdır.” Bu bir ufacık cümledir amma, ciltler doldurur. “Benim indimde sizin en zayıfınız, en kavînizdir. En zayıfınız da kimdir bilir misiniz? Kendine güvenir, yaratırım der, semayı deler gibi bakar, yeri ezer gibi basar. O benim indimde en zayıf kimsedir.”

Fakat çi faide, gaflet şarabı ile mest olmuşuz, ölürken uyanacağız. Bilmiyoruz ki melek-ü mevtin bile elinin uzanamayacağı bir hayat var. Kudret demiş ki: Yahu seni Ben insan yaptım, sana âdem-i külli[4] vermeyeceğim. Ben bütün mevcûdâtı âdem-i külli ile mâdum[5] kılacağım. Bir gün her zerrenin ismi okunmayacak. Fakat senin ismini kendi ismim ile baki kıldım. Sana öyle bir hayat vereceğim ki, melekü'l-mevtin bile elinin uzamayacağı bir saha-i hayat var. Ona göre hazırlan. Cism-i canı tâli[6] olan vücûdlar, bir gün Zât-ı Bârî'nin bir feyzi tecellisi ile hayata kavuşacaklar. Gelin makam-ı itibar kazanın, der Kudret. Ben size aşığım niçün yüz çeviriyorsunuz benden, der. Sizden de bir şey istemiyorum. Tecellimde meydana gelen varlığa karşı vazifenizi görün, der.

Kudret bizden bir şey istemez. Müstağni bizden. Sen ne yapabilirsin Kudret’e? Ne ister bizden? Eşyanın hakkını yerine getir, der. Bunu istiyorum, göreyim sizde, der. Evladın var. Yetiştir, der. Evlatsın; doğduğun yere hürmetkâr ol, der. Bir muhitin var; lazım gelen hizmetini yap, der. Kalp taşıyorsun, der. Kalbin bir beklediği bir iş var, der. Vazifesini ayır, der. Kalbinle kalıbın vazifesini ayır, der. Ben seni ayrı bir hilkatte yarattım, Ben hiçbir mevcûdâta hürriyet vermedim,  diyor Allah. İrade ve hürriyeti yalnız insana verdim, diyor.

كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤول عَنْ رَعِيَّتِهِ . [7]  

Her biriniz çobansınız, her çoban kendisine teslim olunan maiyeti ile mesuldür.

Benim ne evladım var ne babam var ne anam var, bana hiçbir şey teslim olunmamıştır. Elin teslim olundu, gözün teslim olundu, kafan teslim olundu, ayağın teslim olundu; onun çobanısın, onun hesabını vereceksin. İşte bu “Her biriniz çobansınız, her çoban kendisine teslim olunan varlığı ile mesuldür.” kavli ile Allah diktatörlüğü yıkmıştır. Aleyhindedir yani ya. Görüyor musun kanun-u hilkati, tecelliyatı?

كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤول عَنْ رَعِيَّتِهِ   .
لا طاعة لمخلوق عنده معصية الخالق . [8]

Herhangi bir şeye mahlûka itaat olunmaz, o itaatten Allah’a isyan çıkarsa. Bu kaide-i düstur seniyyesiyle de beşerde tam bir hürriyet kabul etmiştir. Nelere sahipsin, ne varlıklar var senin elinde ama sen hepsinden gafil avare biçare. Gaflet gözlerimize batan çeri çöpü atmadıkça, tefrikalar perişanlıklar, kesretler, burada bir noktâ-i hakikatte toplanıp nizam-ı hayat, nimet-i selamete kavuşamazsın. Araz-ı faside beyninde bocalaya bocalaya nefeste biter. Ahhh der, geçer göçer, gideriz. Ondan sonra fayda yok. Öyle değil mi? Her konuşmada söylüyoruz, kaç yaşındasın? Elli. Koy orta yere bir şey. Bir şey yok. Bir o kadar daha yaşasan yine yok.

Kudret, insana o kadar kıymet vermiştir ki, insanın aslı olan Zât-ı alâ’ya kasem ediyor. Varlığın aslı olan, ahd-ı kül üzerinde Fatır’ın kasemi var. Yemin ediyor. Uful eden şeye yemin eder mi? Yani geçici olan şeye Kudret kıymet verir mi? Cenab-ı Halilullah bile vermemiştir, küçük çocukken ilk önce, arıyor. Dedik ya insanın hilkatinde aramak vardır, çok eski konuşmalarımda söylemişimdir.

Sizinle şöyle tarihin mazbut olmayan bir zamanına fikren seyahate çıkalım. Yıllarca sene evveline. Yüz binlerce sene evveline. Bidayet-i hilkat henüz mutasavver değil, layığı ile kimse bilemez. O yedi bin senelik, sekiz bin senelik... Ne yedi bin senelik sekiz bin sene, ne milyon ne nüvilyon sene. Onu kimse bilmez. Kudret, bu hilkatin ilk sayfasıyla son sayfasını kopardı, kendinde koydu, öbür tarafı attı orta yere. Nerede bulacaksın? Bulamaz onu. Beşerin takati dâhilinde değil.

Ağacın kovuğunun önünde oturur, avlamış olduğu hayvanın postekisini sırtına giymiş düşünür, taştan yaptığı baltayı da atmış. Ne düşünüyor acaba? Vergiyi mi veremedi. Henüz daha köy teşkilatı yok. Çocukların ekmeğini mi çıkaramadı? Aile teşkilatı yok. Ondan azade. Düşünüyor, kimim diye düşünüyor. İsmini koyamıyor. Yalnız ismini koyamayıp da “var, var” diyor. İşte o “var, var” diye bağırdığın şey O, O! Anlatabildim mi?

Hazreti İbrahim de öyle, daha mini miniyken bir gece bööyle çimenlikte yatıyormuş. Ay’ı görüyor; herhâlde beni bu yapmıştır, diyor. Nasıl yapmıştır, nasıl yapmıştır, önce neremi yapmıştır, nasıl olmuştur? Bu aşk ile bu sevda ile ay uful eder etmez. Uful eden beni yapamaz, diyor. Ben varım o uful etti, diyor. Güneş zahir oluyor. Bu yapmıştır diyor, aşk ile o zevk ile.  O da uful ediyor. Ben uful edenleri sevmem, diyor. Kudret kendisinin sırrına: “Ben yaptım seni, Ben!”  

Yani bir Halilullah bile uful edeni sevmez de Kudret uful edecek olan şeyi sever mi? Öyle olduğu hâlde, bak kasem ediyor, Hazreti insana büyük bir kıymet veriyor. Zor bir yer, söylemek de istiyorum ama yoruldunuz galiba? Hazreti insanın Kudret’in yanında ne büyük kıymeti olduğunu anlatabilmek içün, Büyük Kitap’tan bir misal vererek. Bu konuşmaya nihayet vereyim. Daha iyi anlaşılsın. O da uzun sürecek, şöyle bi misali toplayalım. Daha kısa olsun.

Hilkat insan içün ibrettir. Gece ile gündüz, değil mi? Gündüzün her şey aşikâr olur, görünür. Geceleyin de her şey setr olur örtünür. İnsanlar bundan niçün bir şey anlamazlar, der Fatır-ı Zül-Celâl. Niye anlamazlar bir şey, der.  Ve anlamaları içün de şöyle bir kasemi var. Zaman-ı Duhâ’ya kasem ederim ki diyor Allah ve gecenin kop koyu karanlığına da kasem ederim, diyor.

Şimdi bunun insan tercümesine alırsa, e ne olacak? Halık gündüzün aydınlığına yemin etmiş, gecenin karanlığına yemin etmiş, bundan ne çıkar? Gelir ya insana, bir şey gelir. Fakat daimi surette mevcûdâttan gaye insandır. Herhangi bir şey mütalaa edildiği vakitte insan üzerinde, onun tecellisinin akislerine bakmak, iktiza eder. Bizim bildiğimiz gündüz ve gece mânâsı tahsil edildikten sonra, bir mânâ-i hakikat aranacak olursa, değil mi bir mânâ-i hakikat aranacak olursa:“Ey zâtımdan zâtıma tecelli ettiğim vakitte zahir olan nuru’l-envar. Senin zamir-i nur-u pakine kasem ederim ki! (gündüz mânâsı o) Mevcûdât seninle zahir oldu. Bütün eşyanın hakikati seninle aydınlandı. Senin cismin de leyle işaret oldu. Senin merhametinle, bu âleme zuhurunla, hilkate sebep olman dolayısı ile senin cism-i Mustafaniyetinle de kabahatler örtüldü. İnsanlarda senin ahlakınla ahlaklaşacak olurlarsa, senden aldıkları feyizle kâinatı aydınlatabilirler, yine senden aldıkları feyzle birbirlerinin ayıplarını örtebilirler.” Ahlak ona denir. Bir şey anlatamadık. Ekseriniz uyuyor.

Şöyle bir misal verelim. Nasıl oluyor? Ekseriyetle verdiğim misallerden bir misal. Beşer maddesiyle değil mânâsıyla kemâl-i meratib eyler. Tabi maddesi ile de tekâmül etmesi şarttır. İnsan dendiği vakitte ruhu ve cesedi kastedildiği gibi maddesi ve mânâsı da maksuttur. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi kendisini insanlık âlemine takdim ederken: “Ben mekarim-i ahlakı itmama gönderildim” diyerekten gelmiştir. Mekarim-i ahlak da huzur-u kalp vardır.

Bazısı der ki efendim iyi ama bu kadar büyük insan şu kadar... Artık sen uzun boylu konuşma kardeşim. Medeniyetini taklit ettiğin Garp âleminde, en yüksek fen sahasında bulunan, fenni ile şusu ile busu ile kâinatı hayrette bırakan Almanlar dahi, Almanları da Alman yapan Bismark, senin gazeten de yazdı. Daha her vakit yazar ya, geçenlerdeki yazıda diyor ki. “Benim bir talihsizliğim var, senin devrinde yetişip de sana hizmet etmeyişimdir.” diyor. Dinler mi seni insan? “Benim bir talihsizliğim var, o da diyor. Ben senin devrinde yetişip, sana hizmet edemedim. Ne bedbaht bir adamım.” Ne var da öyle diyor?

Gelmeseydi,  kâinatta medeniyet yoktu. Ne var? İşte bu, bu var. Öyle mi? Evet! Hiç medeniyet kurulamaz mıydı? Hayır. Kurulamazdı, olmaz. Gezelim beraber, tarihi açalım. On dört asır evvel dünya medeniyetlerini okuyalım. Bakalım, seyredelim sahneyi birer birer gezelim, bakalım. Roma medeniyetine bakalım, Yunan medeniyetine bakalım, Ben-i İsrail medeniyetine bakalım, zaman-ı cahiliyette Arab’a bakalım. Bakalım dünyada ne kadar insan varsa, devrelerini birer birer gözden geçirelim. Nasılmış?

İnsan... Davenport der ki: “Câh, servet… Ne kadar tekâmül ederse etsin, ufak bir fark yapar.” Bunu kendi şahsiyetimizde de görebiliriz. Mektebe gidersin, ilk yazıldığın gün şöyle bir tuhaf bir tuhaf, melül melül. Sonra sınıfta bir parça dersi anladıktan sonra oturuş tarzın değişir. Anlayış tarzın değişir. Konuşuş tarzın değişir. Biraz daha tekâmül edersin, eğer bir köyden gelmişsen köye gittiğin vakitte, köyün kahvesinde köyün muhitinde, anlatma tarzın değişir.

Geliş gibi değil o. Başka. Öyle değil mi? “Bende öyle değil!” Elini de öpeyim, ayağını da öpeyim. Her kaidenin bir istisnası olduğu içün, demek ki Hazreti İnsan. O değişir o. Geldi mesela, ilk önce köyünden geldi, ufak bir ilime intisab edecek. Beni de yetiştirin der, şurası nasıldır der. Sonra o yetiştirin dediği adamdan daha büyük bir zekâya malikse, ondan üstün olduğu vakitte, bu sefer onu görmemezliğe gelir. İlk önce ona yalvarıyordu, arkasını çevirir.

Hatta babasını inkâr eder. Bakarsın ki babası köylü olur, kendisi müntehi talebe olur. O babasının giyiniş tarzı filan başka türlü, konuşması filan başka türlü. O kendi arkadaşlarıyla daha muazzam filan. Eğer orada biçim filan yapmışsa, kendine mahsus bir şekli filan olmuşsa, kendisine o muhitte bir yer edinmişse, yolda rast gelip boynuna sarıldığı vakitte, ayrılınca kim bu? Bizim köyde der, işte bizim odayı modayı temizleyen birisi. Ben bunları görmüşüm duymuşum da hikâye değil. Yaa!

O olduğu gibi kalmak. O ancak semâvi cazibeye tutulan insanlarda oluyor.  Hani bir de okuduğumuz cazibe-i arz var ya o değil, o değil yanlış anlama. Semâvi cazibeye. Hususi bir yerle irtibatı oluyor da, kalbi bir şeye mehbit[9] oluyor. O ayrı. Bizim paramız varken ki konuşmamızla yokken konuşmamız arasında farklar olur. Masa varken görüşmekle yokken görüşmek. Masadan düşünce konuşmakla masaya çıkınca konuşmak. Hep farklı olur. Cibilli bunlar. Cibilli.

Mesela “Ben mekarimi ahlakı itmama gönderildim” diyen Zât, hiçbir kimseyle... Cemiyet içerisinde hiç kimsenin kıymet vermediği bir kimseyle, o kadar dikkat etmişler hiçbir vakit böyle yan konuşmamış. Böyle konuşuyor. En hakir görülen, hakir yok ya! Kudret, ben batıl bir şey yaratmadım, diyor. Bana göre o.

Bizâtihi şer yok, bana göre var. Bir hayvan laşesi görürüz, şer deriz. Bana göre şer. Aman şunu kaldırın, kurtlanmış, tefessüh[10] etti. Burnunu tıkarsın. Belediyeye haber verin, hakikaten bana göre şer. Fakat acaba bizâtihi şer mi? Hakikatte şer mi? Yoook. Onun içinde gözümüzle gördüğümüz göremediğimiz, milyonlarla mahlûk onu, böyle mahz[11] ediyor, aman ne büyük nimet diyor. Ona göre de hayır. Demek ki bizâtihi şer yok. Yaa, sen nasıl çıkacaksın bu hilkatin içinden azizim. Bizâtihi şer yok ki!

Yılan gelsin senin ağzına tükürsün, derhal ölürsün. Onun tükürüğü olmasa zehirler tükürüğü, yaşayamaz. Sen de aç yılanın ağzına tükür yılanda ölür, senin de tükürüğün olmasa sen de yaşayamazsın. Senin tükürüğün yılana şer, sana hayır. Demek ki hilkatte bizâtihi şer yok. Belle bu kaide-i külliyeyi. Onun için nazar-ı hakaretle hiçbir zerreye bakma. Hiç!

Temiz bir şekilde yalvar de ki: Beni insan yapmışsın. Aman şu insanlığı muhafaza edeyim, insanlıktan istifa etmeden gideyim. Kimse benden Sana şikâyet etmesin. Maksat bu. Kendim de şikâyet etmeyeyim. Senin kendi içinde seni şikâyet eden yok mu? Değil mi ya! İnsan mesela bir haksızlık yapar. İki tane şahit götürür, bir şekil uydurur, kendine göre bir biçim yapar. Bir mahkemede beraat eder, şunu eder, bunu eder, fakat içinde birisi oturur. Sen alçaksın der, alçak. Seni ben bilirim, der. Sen ne alçaksın, sen ne can yakmışındır. Ona o biçimle kapanır ama sen alçaksın.

Benim içimde oturana da bana alçak dedirtme, diye yalvar. Hariç de değil ya, benim içimde oturan da bana alçak demesin. Zaten insan da, evvela insan kendinden utanmazsa hiç kimseden utanmaz. Ahlak öyle der. İlk önce kendinden utan, der. Evvela kendinden.

Hiç böyle konuşmamış olur. Kim olursa olsun. Veche’l-mine’l-vücûd. Niye? Burada imzâ-i Hak var, diyor. Ne hakla ben o yüze böyle yan durabilirim. Kim olursa olsun. Kudret, bu kâinatı Kudret’in bir fabrikası farz ederseniz, bu masnûâtta[12] o Kudret’in fabrikasından çıkmış O Sânî’in[13] bir masnû’u[14] farz ederseniz, her fabrikanın masnûâtın bir imzası olur bir etiketi olur. Allah’ın da masnûâtındaki imza insanın yüzündedir. Hiçbir yüze hor nazarla bakma. Mevzûu nereye getirecektim, söylediğim sözdü ama burada münasebet alıyor da tekrar ediyorum.

Tek başına bir dava açıldı. Dava: Aciz insana tapılmayacak, hürriyet davası. Ama nasıl hürriyet? Dava bu. Adaletle tahdit [15]edilmiş bir hürriyet. Aslını bulmak aşkı ile tecelli etmiş bir hürriyet. Çünkü malum ya, size tarif etmiştim.

Bir şeftali çekirdeğini alırız. O çekirdek ne vakit hürriyetini ilan eder? Çekirdeği dikeriz; patlar filizlenir, büyür, yapraklanır, çiçeklenir, bir şeftali olur. Kendisi gibi bir çekirdek o şeftaliden çıkar, ilk diktiğimiz çekirdek o ağacın neresinde? Onun cevabı dursun şimdi. O da uzun bir iş. O dursun. Ama sor kendi kendine, kendi kendine sor, bir şey cevap alırsın ihlas ile... Kendi kendine iç âlemine sor. Şu ilk diktiğim çekirdek neresinde şu ağacın, de. İlk dikdiğim çekirdek meydana geldi, değil mi? İlk diktiğim çekirdek, o şeftali de çıkar çıkmaz… O çekirdek çıkmıyor ama ilk diktiğim çekirdek hürriyetini ilan etti. O çekirdek ilk diktiğim çekirdeğin aynı değil, gayrı da değil, anlatabildim mi?

Hadi bir misal daha ver. Bir oğlun olur, bir kızın olur, sendendir. Nikâh müessesesine intisab ettin, evlendin. Kudret sana bir evlat verdi. Bu evlat senin aynın mıdır? Hayır! Gayrın mıdır? Yine hayır! Ya nedir? Onu ben beş dakikada şimdi sana söyleyemem, zaten yoruldum. O da dursun. Sen bu âlem-i hilkati ne zannediyorsun? Kafanı böyle dank vuracaksın yere, Allah diyecen, vuracan! Ne biliyorum, diyecen, vuracan. Ööyle gidiyoruz. Al bir şeftali çekirdeğini müsâvi, nâmütenâhi şeftali, de. Her şey.

Olsa isti’dâd-ı ârif kabil-i idrâk-i vahy
Emr-i Hakk irsâline her zerredir bir Cebrâîl!

Koca Fuzûlî, ne güzel görmüş, ne güzel söylemiş. Getiremedim yukarısını, orasını da getirseydim daha güzeldi.

Reh-rev-i ‘irfâna besdür sâgar u sâkî delîl [16]
Kim meh ü hûrşîdden kılmış temennâsın Halîl
Olsa isti’dâd-ı ‘ârif kâbil-i idrâk-ı vahy
Emr-i Hak irsâline her zerredür bir Cebrâ’îl

Ama daha yukarı da bir şey var, o hafızamdan çıkmış. Yani demek istiyor ki, sahib-i edyan, salik-i din olanlar,  Cibril Cibril derler. Ne Cibrili? Eğer diyor insanın istîdâdında kabiliyetinde o aşk olacak olursa, kâinatta hangi zerre vardır ki, o Cebrail ismini almasın? Hangi zerre O’nu beyan etmesin? Var mı O’nu beyan etmeyen bir zerre? Öyle diyor.  

İnsan da ne vakit hürriyetini ilan eder? Âlem-i kudretteki hürriyeti. Âlem-i hilkatteki hürriyetini anlattık. Bir de âlem-i kudretdeki hürriyeti vardır. Tam insan olma hürriyeti. Anlattık ya, insanın bir âlem-i hilkati var bir de âlem-i kudreti var. Âlem-i kudret.

Aslını bulduğu vakit. Bilecek, bulacak, olacak. Taalluk edecek, tahalluk edecek, tahakkuk edecek. Sevecek, sevdiğini giyinecek, sevdiği olacak. Daha Türkçesi bu. Yaa, çok zordur, o. Onun içün büyükler, çok korkarlar bu kelimeden. Şakaya gelmez bu kelime. Büyükler öyle korkar ki, mesela Kudret “sevdim” dedin mi bir imtihan eder adamı? Hani sevdindi, der.

Sevdim deyince kendin ara yerden çıkacan. Muhabbet öyle bir sıfat-ı muhlikadır ki, kendisinden mâadâsını yakar. Ne iraden kalır ne sen kalırsın. E sen var, olmaz o. Sen nefsinin kölesisin, o hâlde hür değilsin. Anlatabildim mi acaba? Kudret’deki hürriyet. Bu ayrı bir iş. Nefsinin kölesisin. Nefse bağlı. Şimdi bu bir parça şöyle, azıcık kabarık bir konuşma oldu bu. Anlatabiliyor muyum bilmem. Biraz daha kabarıkça konuşma. Ama işte zevki de kalsa bir iş. İnsan yapamasa da zevk alsa da bir zevktir ya değil mi?  Muhakkak her şeyi yapacak değil ya. Yapsa iyi.

O dava açılmış, davayı tek başına açmış. Beşeriyet hasım, hısımlar da hasım. Malum ya madde âleminde yaşıyoruz, esbab aranır. Hiçbir şey yok. Bu nasıl tutunacak? Hâlbuki İrade-i İlâhiye esbaba muhtaç değil. Esbap, iradeye muhtaç ama Allah’ın iradesi esbaba muhtaç mı? Değil. Esbab İrade-i İlâhiyeye muhtaç.

Tabi bu dava açılınca günün zalemesinin işine gelmiyor. Kolay değil, itiyâtlar çabuk çabuk atılmaz. İtiyat[17] İnsanlar adi sigaraya alışıyor da bunu bırakamıyorum, diyor. Ramazan geldi diye bugün sersemim, diyor. Öyle itikat ediyor, öyle oluyor. Telkindir o. İradesini kullansa, olmaz. Söz sözü açıyor, bir misal vereyim, bakalım ne diyeceksin. İnsanın en kuvvetli itiyâd ettiği şey anasının memesidir. Doğunca derhal yapışır. Zaika. Onu bırakabiliyor musun? Bıraktın. Başka neyi bırakamazsın kardeşim. Onu bıraktın mı? Bıraktın. Her şeyi her itiyâdı bırakırsın. Yalnız kümmelin-i[18] arifandan zatlardan birisi demiş ki: Bir şey bırakılmaz hilkatte o da muhabbet hakiki olursa. Ondan mâadâ her şey bırakılır. Tabiatıyla işte.

/Bu saat beşi beş mi geçer. Efendim, yedi? “Beş” Sen istiyorsun devam ettiğini, öyle anlaşılıyor. Peki, senin hatırın içün söyleyeceğim/

Ana vatan terk edilmiş, başka yerlere hicret edilmiş. Senlik benlik davası beşeriyette. Görüyor Hak ve hakikati görüyor amma senlik benlik bir de şeytanlık var. Bu davanın neticesi, senlik benlik netice: Şeytanlık. Attıysan ayağını kaydırır. Yuvarlar adamı. Ne kadar fena şeydir. Mesela İbn-i Hişam, biliyor, biliyor ama benliği müsaade etmiyor ki, benlik müsaade etmiyor. Sahte benlik müsaade etmiyor. Nihayet...

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin kızı. Pederi gitmiş, hicret etmiş, yanıyor babasının aşkı ile. Gizlice gideyim,  demiş. Haber almış hasımlar, bol para vermişler birisine. “Daha veririz, rencide olsun, öldür bu kızı sen!” Yetişmiş arkadan, bir mızrak atmış. Hamileymiş, iskat-ı cenin olmuş. Nihayet o hâl sebeb-i mevti olmuş. Tabi masum, sonra bir işin kemniyeti[19] olur keyfiyeti olur. Keyfiyet acı. Çok müteessir olmuş. Zaman gelmiş, mukadderat her vakit onun elinde ama zahiren göstermeklik de onun elinde tecellisi emri verilmiş.

Bir adam geliyor bir gün, ağlıyor, diyor ki:
“Beni imha edin imha. Beni diyor, imha edin!”
“Nüçün?”
“Sormayın diyor, yalnız ben sizi sertac-ı ibdihac etmişim. Sizi tanımışım, kabul etmişim. Fakat alçak bir adamım. Benim kabulümü, size gönül verdiğime, siz beni benden işittiğinize şahit olun ve beni imha edin.”
“Yok, ben imhaya gelmedim ki ben ihyaya geldim. Ben mevcûdâta hayat vermekliğe memurum, hayat almaya değil. Ben hayat almaya memur değilim. Hayat.”
“Ben öyle hayat verilecek insanlardan değilim. Ferşten arşa kadar benden alçak adam yok.
“Yok, diyor. Söyle bakalım senin nedir, suçun ne?”
“Ben sizin çocuğunuzun katiliyim!”

O vakit mübarek ellerini açmış, demiş ki: Ya Rabbi! Evladımdır, acırım. Şimdi yine tazeledi, tabi yüreğim yandı. Fakat bunun hâline yavrumdan fazla acıyorum. Bunu bana bağışla. Bunu bana bağışla!”  

Elbette bu ahlaktan bir şey anlaşılıyor değil mi? Bundan bir şey anlaşılıyor. Bunlar insanlara ait olan şeylerdir. İnsan. Enisi, munisi, yârı, nigârı Hak olacak, gönlünde başka şeyler olacak! Hayatı böyle üç günlük bir şey zannetmeyecek. Bak hepimiz geldik gidiyoruz. Gayet de süratli gidiliyor. Gayet süratli. 

Hiç olmasa arifin birisinin söylediği gibi olmalı. Çirkin söz amma der ki:  Yılan, böyle böyle böyle böyle böyle gider ama çukuru görünce dosdoğru gider der. Yılan böyle böyle gider fakat deliği görünce, yanlış söyledim. Yılan ne kadar böyle böyle gitse, deliği görünce doğrulur gider. Bizde hilkaten ne kadar yılan gibi yürüdükse de, doğrulalım da az kalmıştır, az kalmıştır. Kudret siler. Keremi boldur, bizim gibi değil. Anlatamadım mı, zevk almadın mı bundan! Yılan diyor ne kadar böyle böyle gitse, fakat deliği görür görmez, doğrulur girer, diyor. Bunda gizlenmiş büyük arifane sözler var. İş var içerisinde. Hiç olmazsa ondan da aşağıya düşmemeli insan. 

Nasıl olsa bir gün “Bitti, gel!” dediler mi, hiç vallahi, hiç kimse, ayy işte şu olsaydı bu olsaydı. Yook! Olsa molsa değil. Şüphe yok ki, ilim ilimdir, nafidir. Fakat “Gel” kumandasını durdurmak için bir şey değildir. Onlar da o kumandayı verenin bir emridir. Bu âlem içün işe yarar. Fakat gel kumandası verildikten sonra fayda vermez. Gideceğiz hepimiz bir yere. Orada da böyle toplanırız. Ne o? Yalnız böyle insanlar geceli gündüzlü. Seyyid Nigari’nin dediği gibi:

Bir yerde açtım indi bazârı.
Bî subhi şamest elhamdülillah, der.

Ahirete gitmezden evvel işaret ediyor. Kendisinin mânâsının kemaline ait bir işareti. Ben diyor şimdi bir yerde Pazar açıyorum, akşamı da yok sabahı da yok. Hep böyle akşamlı sabahlı saate bakaraktan oturmayız ya. Gönüller bir olur da saatsiz de oturulur. Hep saate bak, oldu olmadı...


[1] Hadisi şerif:Nasılsanız öyle idare olunursunuz.   (el Acluni, Keşful Hafa II.166)
[2] Butlan: Çürük, temelsiz olma durumu. Hükmü olmama durumu, geçersiz olma, geçersizlik.
[3] İhtirâat: Îcat edilmiş olan, daha önce benzeri olmayan şeyler.
[4] Adem-i külli: Tam yokluk
[5] Mâdum: Var olmayan, yok olan, nâbud
[6] Tâli: Doğan, tulû eden.
[7] Hadis-i Şerif (D.İ.B.Y. Sahihi Buhari; 3/40)
[8] Müslim 1840, İtaat 39, Buhari Ahkâm 4
[9] Mehbit: Bir şeyin indiği yer. İnilecek yer. Yukarıdan aşağı inilecek yer.
[10] Tefessüh: bozulma, çürüme, kokuşma.
[11] Mahz: Safi ve hâlis. Katıksız. Sırf. Hâs. Hulus ile muhabbet. Tâ kendisi.
[12] Masnûât: San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar. San'at eseri varlıklar. San'at eseri varlıklar. Sanatlı yapılmış eserler.
[13] Sânî: Sanatla yapan yapan, sanat ve maharet çerçevesinde işleyip meydana getiren
[14] Masnu: Sanatla yapılan.
[15] Tahdit: Çevresini daraltma, sınır koyma, sınırlama, kısıtlama, çevreleme.
[16] Gazel 177 Fuzuli *
[17] İtiyâd/İtiyat: Alışkanlık
[18] Kümmel: Kamiller. Olgunlar. İlmen, dinen ve manen kâmil olan büyük zatlar. Büyük maneviyat ve fazilet sahibi insanlar.
[19] Kemniyet: Kemiyetler, nicelikler.

*
Reh-rev-i itfâna bestir sâgar ü sâki delîl
Kim meh ü hur-şîdden tapmış temennâsın Halîl

Olsa isti’dâd-i ârif kâbil-i idrâk-i vahy
Emr-i Hak isâline her zerredir bir Cebre’îl

Her kimin takdirden maksûdu öz kadrincedir
Ehl-i aşk ister zülâl-i vasl zâhid selsebîl

Cennete zâhid bilir can vermeden yetmez velî
Câna kıymaz öz temennâsındadır miskîn bahîl

Ey kılan izhâr-i zillet müjde-i izzet sana
Kim bu der-gehde mukarrerdir azîz olmak zelîl

Va’de-i valsın beni salmış hayâl-i zülfüne
Kim diler tûl-i emel ser-rişte-i ömr-i tavîl

Ey Fuzûlî hûblar zikr-i cemâliyle hoşum
Şükr kim kesb etmişim âlemde bir zikr-i cemîl

Fuzûlî.

2 yorum:

Hiçbir zaman şahsı tartmazdı, sözü tartardı. Ne vakit ki biz sözü tartmayı unuttuk şahsı tartmaya başladık, ondan itibaren düşmeye başladık. Tarih öyle gösterir, anlatabiliyor muyum acaba?

Mesela “Ben mekarimi ahlakı itmama gönderildim” diyen Zât, hiçbir kimseyle... Cemiyet içerisinde hiç kimsenin kıymet vermediği bir kimseyle, o kadar dikkat etmişler hiçbir vakit böyle yan konuşmamış. Böyle konuşuyor.

En hakir görülen, hakir yok ya! Kudret, ben batıl bir şey yaratmadım, diyor. Bana göre o.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017