Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

103. Kaset

103 (11.03.1962) 60 dk (150)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak denmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesinin akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakında menşeinin kalp olduğunu söylemiştik. Gerek kalp, akıl, vazife, aşk bunlar mânâ-i insaniye ait birer vasıf olmaları hasebiyle, mevzû daha daha insan mefhûmu ile alakadar.

İnsan... Her hafta tekrar ettiğim gibi, her konuşmamızda söylediğim gibi; insan sureti zahiresi ile elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret. Fakat mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası bütün kâinatı muhit. Zahir görünüşü iki metre uzunluğunda bir çukurun içerisine girer. Fakat iç görünüşüne bütün kâinat girer. Nasıl anlatayım? Bir yüzü âlem-i hilkate çevrilmiş, bir yüzü âlem-i kudrete bağlanmış. İki veçhesi var. Âlem-i hilkatteki varlığına, Kudret aklı ihsan eylemiş. O varlığında bu sana rehberlik etsin, demiş. Âlem-i kudretteki varlığına da Kudret, aşkı imanı bahşetmiş. Bu da senin elinden tutsun, Bana getirsin,  demiş.

Gelmesinde gitmesinde ihtiyârı olmayan, yani elinde bir kudreti olmayan... Öyle değil mi? Bizi bu dâru'l-belvâ olan, zahirde bal gibi tatlı gözüküp fakat içinde semm-i katil bulunan, bu dünya o kadar... Bir imtihan âlemi. En büyük elemi, dününü muhafaza edemedin. Neye mal olur? Neye malik olursan ol, bir saat evveli elinde yok mu? Yok. O hâlde, iyi düşünebiliyor musun? Bütün kâinatı sana versinler fakat yarım saat evvelki hâlin var mı senin? Elinde tutabiliyor musun? Yook! E o hâlde?

Kaç yaşındasın? Otuz. Koy ortaya bir şey. Koyamazsın. Elli. Yine koyamazsın. Yüz, yine koyamazsın. Bunlar Kudret’in en büyük imtihanlarıdır. Başını sert yukarıya kaldırmamaklık içün semâvi birer levhalardır. Pek semayı deler gibi bakma, der. Nazar-ı merhametle yaşa, der. Mevcûdâta kalbin rikkatle çarpsın ki, sekene-i semavat da sana tebessüm etsin,  der. Ne yeri ezebilirsin ne semayı delebilirsin. Yer, seni yer. Öyle değil mi? Ama gaflet hepimizde oluyor o bazen insan, sert set basar, dik dik basar. Sahte benlik gelir “Yaparım!” der. Hepsi ariyet. Müstear alınır.

Her şey fani, biter tükenir. İnsan ağaran saçını geriye döndüremiyor. O hâlde daha nesinden bahsedebilir? Öyle değil mi? Ağaran saçını geriye çeviremez. Hepsi eğreti. Ah alma! Bugüne kadar ne zarar yaptınsa dön. Kudret elden gitmeden, perde-i gaflet açılmadan zamanı fırsat bil, ferdâ-i maadın için zat-ı zahire topla.

İnsana insan denmesindeki illet, kendini ibdâ[1] eden Zât-ı Mutlak’ı, düşünmek iktidarı kendisinde bulunduğundan dolayıdır. O düşünmesi yoksa ahlak mefhûmunda ona insan denmez. Neden? Enisi yok, munisi yok, yârı yok, nigârı yok. “Efendim benim filan dostum var filan.”  Hepsi ariyet kardeşim. Enisin yok senin, insanın enisi, munisi, kendisinden hiçbir an ayrılmayanıdır.

İşte hayatın icab-ı zarurisi ey yâr. Bugün sen benden, yarın ben benden ayrılmam.
İşte hayatın icab-ı zarurisi ey yâr. Bugün sen benden, yarın ben benden ayrılmam.

Meğer o hukuk; sen senden gidersin, ben benden giderim de varlıklar bir yerde toplanır da, O olursa o vakit, ne sen benden ayrılırsın ne ben benden ayrılırım. Ne senin senliğin kalır ne benim benliğim kalır. O vakit tâm olur amma gaye o, zor.

Niçün derler: Hukukunu Hak içün tedarik et. İnsanların asıl ismi nedir? Neyse o da başka bir konuşmada. Sağ kalırsam. Demek oluyor ki, gelmede gitmede hiçbirimizin ihtiyârı yok. Bu sahne, dünya denilen bu dâr-ı iptila, zahirde tatlı, ya elemin var ya emelin var. Öyle değil mi düşün kendi kendine. Bunun ikisinden hariç değil mi? Yahut hem emelin var hem elemin var. Hepsi birer kayıttır. Ya elemin vardır yahut emelin vardır. Veyahut hem emelin vardır hem elemin vardır.

Buraya insanlar ne içün getirilmişlerdir bilir misiniz?  Bu sahne-i şuhûda gelmesindeki illet, hepimiz bir şahadet için gelmişizdir. Bir şahadet. Bütün insanların bu sahne-i şuhûda gelmesindeki illet, bir şahitlik meselesi vardır, şahitlik. Ne mutlu o şahitliği yapıp da gidene. Diğer işler teferruattır, furûattır. Bütün yapılacak işler, varlıklar, servetler, şunlar hepsi insan içün lazım, gaye.

Fakat gaye-i hakiki, bir şahitlik. Şahadet meselesi içün. O şahadeti layıkı ile yapanlar, tabiat zindanında kalmazlar. Kâm alırlar, giderler. Naib-i Hak olurlar. O vakit onlar ifritle de yan yana olursa: Gel bende buy-u Rahman var, der. Ben Hak ile tahalluk etmişim, der. Sen ne kadar iblis olsan da ben sana rahmet vereceğim, der. Anlatabildim mi acaba?

Bütün kâinatın tecelli etmesindeki gaye ve o kâinatın varlığındaki gaye de insandır. O insanın da sevkiyat âleminden bu âleme gelmesindeki… Çünkü bütün insanlık bütün varlık, bir emrin “oluverin” emrinin daire-i merkezinde dönmektir. Hepsi birden olmuştur, sevkiyat muamelesi vakit vakittir. Yani filanca filan vakit oldu öyle değil. Sevkiyat. Hep birden olmuştur. O sevkiyatın ben amiri değilim, memuru değilim. Ne vakit isterse o vakit sevk eder, şahitlik meselesi içün.

O şahitliği layıkı ile yapan, tabiat zindanında kalmaz. İfrit-siret olanlarla da iblis-siret olanlarla da hembezm[2] olur. Onlara da der ki: Senin aradığın bende yok, der. Ben Rahmân’ın ahlakı ile ahlaklanmışım; bende buy-u Rahman vardır, bende hulk-u[3] İlâhi vardır. Gel sana rahmetimle tecelli edeceğim, der. Hani bazı insan şaşarsın sen, yahu dersin bu ne biçim adam? Öyle dersin, yaa! Bu hakikatleri bildiren varlığın adına, ahlak denir.

Biraz evveli ne dedim? Niçün insana insan deniyor? İnsana insan denmesi, kendini ibdâ eden Kudret-i Mutlakâyı düşünmeye muktedir ve layık olduğundan dolayı. O’nu düşündüğü an, O’na şahit oluyor, vazifesini yapmış oluyor. Şahit demek, hem bilmek hem bildirmek demektir. Biliyor, bildiriyor. O vazifeyi tam yaptığıyla, kâm alıyor. Kâm alınca onun hali değişiyor. O hâl değişince sıfatlar değişiyor. Malum ya suretâ insan olur, siretâ canavarları utandırtacak kadar aşağı olur. Onda o hâl kalmıyor.

Size bir misal vereyim. Bir gün inkâr sahasında gezen bir zât, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin evine misafir geldi. O hane herkese açık. İnananda gelir, aynı itibarı görür, inanmayanda gelir aynı rağbeti görür. Hücre-i saadette geceledi. Yani misafir geldi ve kaldı. Geceleyin de kaldı. Dışarıya çıkmak zarureti hâsıl oldu. Kapıyı açamadı, çıkamadı. Beşeriyetini, kirini, o Zât-ı Alâ’nın odasının bir köşesine def etti. Mahcup oldu, utandı. Sabahleyin kimse görmesin diye kendisini, hayâsından erkenden çıktı. Odalar gezilip bakılıyordu. Misafirin kaldığı odada o çirkinliği gördüler. Temizlemek için su, süpürge, temizleyici şeyler… Gördü. 

Mürebbi-i ukûl olan o Zât-ı alî gördü. “Ne yapıyorsunuz?”
“Efendim misafir burayı kirletmiş, gitmiş.”
“Bırakın dedi, misafir benimdir, kiri de bana aittir. Benim temizlemem lazım. Misafir benim, kiri de ben temizleyeceğim.”
Israr ettiler, kendisi de ısrar etti. “Hayır, ısrar etmeyin.”  Yedullah olan o eli ile.
Çünkü Büyük Kitap da öyle diyor. Kudret kendisine izafe ediyor.

 اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْ  .[4]

Seninle biad edenler, Allah ile biad ettiler. Ellerin üzerindeki elde Allah’ın eliydi, diyor. Keyfiyeti bizce meçhul. O ikram. Titiz Zât-ı alî gayet, temizlenmesi hususunda da gayet titiz. Kendisi öyleydi, çok titiz. Mesela daima beyaz elbise giyer. Ve Herkese de beyaz elbiseyi tavsiye eder. Niçün? Beyaz kir kaldırmaz. Beyaz elbise giydin mi mecbursun iki günde bir yıkamaya. Bir palto giyersin, on sene giyersin, kiri de üzerinde şeyi de üzerinde. Hiç! Giyersin onu. Vur boyuna tozu çıkar, işte o kadar. Ama Beyaz giydin mi, o iki defa üç, ondan sonra giyemezsin. Beyaz elbise. 

Kudret... Misafirin yolda birdenbire heykeli aklına geldi. Gayet zikıymet[5] bir heykel var. Giranbahâ.  Acelesinden heykeli unutmuş. Onun üzerine hırsı var, haris. Heykelin üzerine. Hırs, ihtiras-ı nefsani, çok şeyi insanda yener. Burada ibret alınacak bir şey vardır. O kadar hayâsı var fakat hırs o hayâyı yendi. Geriye döndü. Şu inceliği anlatmak içün burayı anlatıyorum. Acaba anlatabildim mi? Sabahleyin erkenden kaçtı ama utandığından dolayı fakat heykele olan hırsı, o hayâyı yendi. Tekrar döndü. İyi oldu ya, onun için bir nimet.

Demek ki insanda hırs, çok şeyleri yeniyormuş. Üüü daha neler yener. Yalvarmalı Kudret’e, o sıfat kalmasın insanda. Fakat hırsı yenende tecelliler oluyor. Bazen işte. Geldi baktı ki o Yed-i Kudret orayı temizlemekle meşgul, görür görmez bir cezbe halinde ağlamaya başladı. O hırsı olan heykel onun yâdından[6] kayboldu gitti. Hiçbir şey kalmadı. Dövünmeye başladı, kafasına vuruyor, göğsüne vuruyor.

İnsan bir şeyde çok yerindi mi kafasına vurur, göğsüne vurur. Gayri ihtiyâri, fıtrat vurdurur. Acaba inceliğini bilir misin? Hani insan, hepimiz yaparız. Şöyle gayet bir şey oldu mu ah yaparız. Aklım yok demek, tam imanım yok demek. Dövünmenin hikmeti mânâsı o. Niye benim tam aklım yoktu da bu güne kadar geç kaldım. Niye bende bir nur-u iman yoktu ki buramla onu göremedim. Bu dövünme işareti o.

Ağlaması, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin rikkatine gitti. Nefs-i natika-i kâinatın kalbi, çok şefkatli, çok merhametli. Ona cezbe gelmiş (misafire) dövünüyor, ağlıyor. Bir kenara çekti, okşamaya başladı. Gözlerini sildi. 

Dedi: “Ağla ağla! Boşal iyice. Sehâp[7] suyunu bırakır, çimen güler, o onu ister. Eğer ebr-u sehâb ağlamazsa çimen gülmez. Sabi ağlamazsa memedeki süt, cûşa gelmez. Çocuk ağlayınca memedeki süt cûşa gelir. Onun ağlamasından daye[8] yetişir. Süt veren yetişir. Ya dayelerin dayesi, senin hâline yetişmez mi zannedersin? Hadi işin buraya kadardı. Kısmetli bir adammışsın.”  Anlatabildim mi? 

Bunu niçün söyledim? Demiştim ki: Hayat ne kadar gitmişse gitmiş, nereye kadar yürütmüşse çürütmüşüz fakat acılıklardan dönme zamanı kapanmamıştır. Herkes bir muhasebe-i nefis yapar, kötülüğünü tatile getirir. Huyu çirkinse güzelliğe tebdil edebilir, kâm alabilir. İşte bitiyor. Şeytanın mekr-i hilesinden kurtulmak isterse bir insan, aklını bir yârın aklına yâr kılmak esası vardır. Bul! Başka çaresi yok. Ruhunla birleştir. 

Her şeyin bir zevki vardır. Her şeyin. İnsanın kalbinin lezzet-i izzeti, marifet-i Haktır. Nasıl ki… Nasıl anlatayım? Kulağın lezzeti sem’in işitmenin zevki, güzel sesler güzel nağmeleri, işitmekliktedir. Gözün, güzellikleri görmektedir. Dimağın, ervah-ı tayyibeyi,  zevâhir-i tayyibeyi iştişmamdadır[9]. Değil mi? Aklın lezzeti, hakâyık-ı[10] eşyayı, dekâyık-ı[11] mânâyı anlamaktadır. Gönlün de zevki müşâhede likâdadır[12]. Bunlardan azade yaşadıktan sonra bir insan, milyarlara sahip olsa neticesi ne olacak? Kaskatı gelir, kaskatı gider. Bir şey yok orta yerde. Kaskatı gelir, kaskatı gider.  Hayat ise insana ileride hesabı sorulmak üzere verilen bir sermayeden ibarettir. Hayatın tarifi bu. 

Hayat ne diye sorulursa bir adama, hayat nedir? İleride hesabı verilmek üzere insana verilmiş eğreti bir sermayedir. Sorulur hesabı. Fakat tefkik-i[13] haber, tamik-i[14] nazar, tahkik-i eser, hassaları bir adamda bulunmazsa hayatın ariyet kendisinde bir sermaye olduğunun farkına varabilir mi? Varamaz. Ne olur sonra, iflas eder de gider. İflas eder de ne olur? Hayatı ebediden mahrum olur. Yazık günah değil mi? 

Tefkik-i haber. Bak esas kaide va’z ediyoruz. Tamik-i nazar, tahkik-i eser, hassaları bir adamda bulunmadı mı, hayatın kendisinde, öyle bir ariyet, ilerde hesabı verilecek bir sermaye olduğunun farkında olmaz. Böyle yer içer, yatar. İthalat ve ihracattan başka bir şey bilmez. İnsan bu âleme yalnız ithalat ve ihracat içün gelmemiştir. Hayvan da yer içer tenasül eder, insan da yer içer tenasül eder. Arasını ayırmak lazım gelir. 

Fıtratın taharet-i asliyesini bozmamak için Kudret insana bir müessese göstermiştir. Ahlak demiştir. Oraya intisâb et, bunlar orada var, der. Başka türlü çıkamazsın işin içerisinden. Ama öyle bir hâl ki insanlar da şimdi. Niçün uyuyorsun? Hırsızı tutamıyorsun? Hırsızı tutmuş haber verirse bu sefer beni niye uyandırdın, diye onu dövüyorsun. Kendin uyuyorsun, hırsızı tutamıyorsun, birisi ‘hırsızı tuttum’ diye sana haber verirse, ‘Beni niye uyandırdın?’ diye dövüyorsun. Saat kaç saat?

Onun içün demişler ki: Yalnız topraktan çıkanı yeme. Birazda gönülden çıkanı ye ki, genç kalasın. Genç, genç, genç! Hep topraktan çıkanı yersen çabuk ihtiyarlarsın. O ihtiyarlamak başka mânâya ihtiyarlamaktır. Azıcık da gönülden çıkanı yemek lazım.

Hulâsa ahlak; insanı yaşatmak, hem de mesutane yaşatmak, aharane, hakimane, bahtiyarane yaşatmak içün insanlara açılmış bir kapıdır. İntisâp edene ne mutlu. Oraya intisap etti mi ilk önce insan, aslını aramak sevdası başlar. Aslını aramak sevdasına tutulan kimseye, ilk önce derler ki: Gel bakalım, derler. Sen bu sevdaya tutuldun mu, bunun bileti istikamet, derler. Doğruluk, en zor şey o. Kolay değil. Doğruluk. Ben aslıma inandım dedikten sonra, doğru olmaklık emri geldikten sonra, İblis de onun karşısında tir tir titrer.

Niçün insanlar daimi surette böyle zavallı vaziyete düşer? Tetkik edersek kendimizi, biz tam doğru değiliz de onun için. Tam doğru oldun mu muhakkak senin elinden tutan vardır. Kim? Allah! O’nun karşısına kimse çıkabilir mi? Çıkamaz. Hiç imkânı yok, bu kaide bozulmaz kardeşim. Doğruydum da filan… Yook! Vardır onun eğri tarafı vardır. Olmaz.

وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا .[15]

Bir şeyi ki, Allah beyan etsin, onda hilaf olsun, ona imkân mı var? Ben göreyim ki bir insan, kararını versin. Benim istediğim şekilde olmaklığa, Benim gösterdiğim yolda yürümekliğe, Ben onun elinden tutmayayım, Ben yolu açmayayım.  Ona imkân var mıdır, diyor. Bir şeyin yolunu ki Kudret açar, o yolun önüne kimse engel olabilir mi? Kim ona engel olabilir? Kim o yolu tıkayabilir? Buna imkân yok o.

Kerem-i Hak, Hakk’ı layıkı ile tanıyanlara mahsustur. Hepimiz Hakk’ı tanırız. O tanımak başka bu tanımak başka. Hepimiz tanırız. Tabire dikkat et. Kerem-i Hak, Hakk’ın keremi, kendisini layıkı ile tanıyanlara aittir. Efendim bende yanıyorum tanıyorum, yok! Bizim yanmamız tanımamız ivazlı garazlıdır. Makbul değil mi? Makbul başka. Sofraya oturursun ama kendisini görür müsün görmez misin o da ayrı bir iş.

Nimete mazhar olmak başka, Nimetin Sahibine muhatap olmak başka. Herkes nimete mazhar olacak. Kudret Kerim, herkese nimetini verecek. Fakat kendisini, mesele burada. Hakk’ın varlığını bilmek başka, Hakk’ın kendisini bilmek gine başka. Bunlar ayrı ayrı şeyler. Ufak bir menfaat gelince biz döneriz. Ufacıcık bir başlar, nefsani düşünceler.

Ooo, içeride kaç tane vücût var? Hepsi birden dirilir. Ben bir tane değil miyim? Bir tanesin ama birçok vücûdun var içinde. Öyle yapmış seni Kudret. Hepsini yenip de asıl vücûdunla baş başa kalırsan, ne mutlu sana. O yedi başlı ejderha bırakırsa seni, başlı başına. Çöreklenmiştir vücûdunun içerisine. O iş öyle yalnız taat ve ibadat ile de değildir. Res-i[16] ibadet nefse muhalefettir.

Öyle düsturlar koymuştur ki Kudret. Öyle imtihan yerleri vardır ki, senin alnın secdede çürür, nefse muhalefet edememişindir. “At onların hepsini!” der. “Yahu bu adam elli sene oruç tuttu!” Yahu, nefse muhalefeti yok, hepsini at!” der. “Bu adam secdeden başını kaldırmadı?” “Nefse muhalefeti yok!” der. Ben ilan ettim, der. Res-i ibadet, nefse muhalefet. Ölçü bu, ondan sonra ötekiler gelecek. İmtihan et kendini.

Hayat edeple zırhlanır, diyor. Hani dedik ya: Hayat; ariyet, sermaye. Kudret tarafından ileride hesabı görülecek, eğreti verilmiş sermayenin adına, hayat deniyor. Hayatın şöyle bir zahiri, ufacık bir tarifi. Bunu muhafaza içine almak. Bu ne ile muhafaza edilebilir? Edeple muhafaza edilir? Gaye-i edep, insanın nefsinden hayâ etmesiyle kaimdir.

Evvela kendinden utanıyor musun? Bir defa kendinle baş başa kalıp da, yaptığın işleri hesap edip, kendinden utandığın hadiseler var mı? Böyle bir düşünceye sahip oldun mu? Evvela kendinden utanacaksın. Kendinden utandın mı diyor. Bu dünyada diyor, muhasebe-i nefse lüzum görmeyenler, ukbâda muhasebe-i Hakk’a kabul göstermeyenlerdir. Üüü, uzun iş bu. Onun üzerine de ıslah-ı nefis, ıslah-ı gayırdan mukaddemdir[17]. Kendisini insan ıslah etmeden başkasını ıslaha kalkmasın, der. Yaa!

Size pek eski konuştuğum vakitlerde getirdiğim bir misal vardır, gine getireyim o misali de konuşmayı keseyim. Vaktiyle bir insanın bir çocuğu varmış. Birisinin bir çocuğu var. Bal yemeye müptela. Olur ya, bir hastalık gelmiş, tatlı yemeyecek. Bal yemeyecek. Tatlı filan yemeyecek. Bu da bal yemezse sofrada bal görmezse yemek yemiyor. Zafiyet başlamış, balı yese bir türlü, yedirmezlerse bir şey yemiyor. Fazl-ı kemâli ile herkesin hüsn-ü zannına mazhar olmuş bir zât varmış o civarda.

Demişler ki: “Yahu gidin, bu zât bu çocuğa dua etsin de şu bal yemekten şu kurtulsun. Belki onun hatırı içün onu sever, onun sözünü kırmaz. Yemez. O söylesin. Nasihat etsin.”

Götürmüş. Anlatmış babası işte böyle böyle.
“Kırk gün sonra getir.” demiş.
Kırk gün sonra getirmişler. Çocuk daha bitkin bir vaziyette.
Giderlerken çocuğu okşamış demiş ki: “Yavrum, benim hatırım için artık bal yeme emi!”
“Baş üstüne efendim!” demiş.
“Babası diyor ki nezaketen dedi, diyor. Bu durur mu öyle. Benim hatırım için bal yeme demiş. İmkân mı var? E nezaketen böyle idare-i kelam etti.”
Gine sofra kurulmuş, çocuğun balı önüne gelecek. Başka türlü yemek yemiyor ki. Sofrada balı görür görmez başlamış dışarıya çıkarmaya. Şaşırmışlar. Bal yemeyi bırak, görünce dışarıya çıkarıyor.
Koşarak gelmiş, demiş ki: “Ah efendim, ne olur bunu siz kırk gün evvel söyleseydiniz de bu kırk gün zarfında bu kadar daha yıpranmasaydı!”
“Haa demiş, tutmazdı o vakit demiş. Onun arazi-i kalbiyesine, benim o gün ki söz tohumum tutmazdı.”  “Niçün?”
“Ben o gün kendim bal yemiştim, demiş. Ben yediğim balı kırk günde onun vücudumdaki intifaı[18]nı def edebilirim. Onun intifaı benim vücudumdan kırk günde def olduktan sonra ben o çocuğun hatırı içün de kırk gün bal yemedim. Söyledim ki tutsun.”

Demek oluyor ki insanlar, evvela ilk önce kendilerinden, tabi biraz zor şey bunlar ama tatlı şeyler. O vakit kalp başka türlü görür. O vakit kalp de kalbinde kendini görmeye başlarsın.

Arifin ayine-i kalbi musaffa görünür.
Vech-i dildârı ol ayinede beyda görünür.
Aşk sevdasına düş, dil kapısını bekle gece
İsmi can-perverini şevk ile tekrar edenin,
Dili cânında ayân nur-u müsemma görünür.

Biz Hak Hak deriz, hiçbir şey gördüğümüz yok. Böyle ıslah-ı nefs ettikten sonra, o ismi çağırdığın vakitte lebbeyk der, Kudret. Ne istiyorsun efendi, emrine muntazırım, der. Anlatabildim mi acaba? Yaa… Bunlar hep insana ait şeyler.

İnsan, Kudret’e muhatap olmuş can demektir. Zor gibi görünür amma pek zor değil. Gönül uyanıklığına bağlıdır. İstikbal de gönül uyanıklığına bağlıdır. Bazı kimseler istikbal nasıl, derler. Gönül uyanıklığına bağlı. Gönlün nasıl uyanmışsa öyle. Evvela birbirimizi sevelim. Haset, buğz, adavet, bunlar kalkmalı. Bunlar insani sıfatlar değil. Bunlar canavarlara ait olan vasıflar. Bunları tedavi edecek insanlar. Bunların ilaçları var ahlakta. Alacak, kullanacak.

Her günkü efalimizi bir defa hesaba çekelim.  İşte ona muhasebe-i nefis deniyor. Kötülüğün hepsi bir günde atılmaz. Atabilen varsa başka, Fakat. Birer birer. Ağır ağır. İtiyatlar çabuk çabuk insandan def olmaz. Bir gün bir tanesini, bir ayda bir tanesini. İki ayda iki tanesini. Bir sene de üç tanesini. Niyet ettin mi yolunu açar Kudret. Hem onu sen atamazsın, senin niyetini görür görmez, Kudret kendi eliyle attırır. Haberin bile olmaz. El verir ki senin o dertle yandığını görsün. İşi yapan yine Allah’dır. Onu sen bil. Onu sende bir görsün. Bir defa görsün ki bu … Onların hepsini…   …istedin, bulmaklıktaki maksadın nedir? Kimin hesabına istiyorsun? Neye talipsin? Neye ragıpsın? Onların hepsini O bilir? Ona göre onu ihsan eder. Öyle bir hâl gelir ki, dersin ki senden başka bana her şey haindir. Her şey bana hain.

Nem var ki laf eden özümden
Mahveyle beni benim gözümden, dersin.

Ama ihtirâsât-ı nefsâniye ile kalp çarparsa. O günden güne artar. Öyle çabuk büyür ki, kötülük çabuk büyür, iyilik büyümez de, yabani ot gibidir. Bir gül dik, seksen defa bakacaksın, fakat ısırgan kendi kendine büyür. Sulamadan büyür. Ne gübre ister ne bir şey. Fenalık da öyledir. Kendi kendine büyür. Hiçbir şey istemez.

Evvela dikkat et. Eşyaya nazar-ı hakaretle bakma. Birinci şart bu, ahlakta. Mevcûdâtta hiç kimseyi küçük görme! İnsanı yakan nokta budur. Kıymet vermezsin küçük görürsün. Senin o küçük görmüş olduğun şey, Kudret’in yanında çok büyüktür, sen yanar gidersin. Bakarsın çok büyük görürsün fakat Kudret’in yanında hiçbir şey değildir, çöker gidersin. O bilinmez. Mevcûdâta hiçbir vakit nazar-ı hakaretle bakma.

Cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd.[19]

Onun vücûdunun bu âlem-i hilkatte bir sebebi var ki, Kudret onu var etmiştir.  Vardır. Sebepsiz değildir. Şakiyi gördün yalvar Kudret’e. Beni yapsaydın olmam mı diyecektim?  Bana acımışsın beni şaki yapmamışsın, de. Anlatabildim mi acaba? Gördün bir koyu şaki. Ahh bana ikram etti, de. Ben olsaydım ya böyle kötü. Kötüyü gördün, hakaret etme. Beni yapmamışsın, de. O zaten belasını bulmuş. O bulmuştur o. O cezasını bulmuş. Onun kötülüğü ona yeter o ceza. Üüü, bırak onu Rabbisi ile baş başa kalsın. Sen kendini kurtar. Ne büyük nimet.

Daima eşyanın kemâline nazar edin.  Varlığın mevcûdâtın kemâline. Biz bunun hiçbirisini yapamıyoruz. Maalesef yapamıyoruz. Dinliyoruz, dinlerken doğru diyoruz, şöyle diyoruz. Karar  veremiyoruz da yalnız doğru diyoruz. Demiri sokarsın ateşe, verirsin harareti, körüğü verirsin kıpkırmızı nâr-ı beyzâ olur. O dakika da ona demir diyemezsin. Niçün? Sıfat aldı ateş oldu, yakıcı. Çıkarır tekrar durur, soğur. O vakitte ateş diyemezsin çünkü demir oldu.

Şimdi böyledir, sözlerde söylenir, bir tesirini gösterir. Fakat dağıldıktan sonra, çekildikten sonra, onların hepsi uçar gider. Yine o aynı biçim o. Hepsi yerli yerinde. Hangi sıfatlar varsa tekrar yerine gelir, aynı sıfat aynı biçim işler. Kendi sıfatına uygun bir şey varsa ondan zevk alır o gider. Uymamışsa o gine yerli yerine işler. Öyledir o, değişmiyor. 

Her insan en aşağı, en aşağı bir insan yetiştirmekle... Vazife, vazife o demektir. Ben vazifeliyim, diyor. Vazifen nedir senin? Evvela insan yetiştirmek. Hani herkesin ağzında dolaşır, vazife vazife her şeyden mukaddes. Vazife ne? Vazife, insan yetiştirmek. En mühim vazife insan yetiştirmektir. Yetiştirdin mi bir insan hayatta? Vazifeni yapmadan gittin. İnsanı nasıl yetiştireceksin?

Hak ve hakikat tanıyan bir kimseyi yerine koyup gidecen. Bir koy, on koy… Birden aşağı olmayacak. Paraylan koy, güler yüzlen koy, tatlı sözlen koy, neylen olursa o. Belli olmaz o. Koyacağın insanın istîdâdına bağlı. Paraylan olur, tatlı sözlen olur, güler yüzlen olur. Artık onun biçimini de öğretecek değil ya. Her insan bir insan yetiştirmekle mükellef. Efendim yetiştirdim! Ne yaptın? İşte on beş sene okuttum, on sekiz sene okuttum, şunu. Canım o değil. Okutmuş.

İnsan diyorum insan! Kalpler feth edecek. Hak ve hakikate aşk peyda edebilecek. Düşmüş arayabilecek, zayıfın gönlünü tamir edebilecek. Zayıfın hakkını kaviden alabilecek. Böyle adam, böyle insan yetiştirmekle. Yoksa okumuş, yirmi hayvan yükü kitap okumuş, seksen şekilde tetebbuât[20] yapmış. Fakat irtikâp etmiş olduğu fiiller, canavarlar utanıyor. Ona insan yetiştirme denmez.

İnsan, insan! Sema bakacak, kanatlarını açacak. Böyle, semanın himayesinde. Mânânın himayesinde. Sen yetiştirirsin öyle yetiştirirsin ki yetiştirdikten sonra seni beğenmez. Sonra kızarsın beni beğenmedi diyerekten. Yetiştiremedin ki seni beğensin. Sen yetiştirirken niyetin başkaydı. Neydi efendim istikbalini kazansın, ayda şu kadar lira alsın, bu kadar şey etsin, şunu etsin bunu etsin. Yalnız madde yaptın, madde. Madde. Öyle değil mi? Kafan bunla doludur. Ya, cemiyet içerisinde mevkii olsun; şu kadar aylığı olsun, şu kadar parası olsun, şu kadar serveti olsun! O başka yetişme bu başka yetişme. O olacak, o ayrı o. O ayrı. O kolay o kolay. Bunda gece uykunu kaybedecen, huzurunu kaybedecen, ağlayacan, yalvaracan, değil mi?

Çocuk bir dersini yapamaz, seksen tane ikmal hocasını tutarsın. Fakat çocuğun bir mânâsını yokla bakalım. Vicdanen. Çocuk mesela bir yalan söyledi, hiç birimiz müteessir olur muyuz? Bu çocuk yalan söyledi, Kudret’le irtibatını kesiyor, bunu yalandan kurtarmaklık içün ne yapacağım diyerekten hiç ağladın mı? Bir gün düşündün mü? Yoo! Neyi yetiştirdin?

Mânâ ile yalan ikisi bir kalpte durmaz dedi, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. Ya çocuk bir defa yalan söyledi, bunu duydun. Şöyle bir başından aşağı sıcak su dökülmüş gibi binlerce liran kaybolmuş gibi bir sıcaklık bir şey, bir azap geldi mi senin kalbine? Gelmedi! Henüz daha nerdee? Ufak bir misali bunun işte. Bütün kötülüklerin annesi yalandır. Bütün kötülüklerin. Bir adam büyük bir cinayet irtikâp edecek, evvela yalan tezgâhına kor, orada dokur. Biçimini şeklini, şöyle olacak, böyle olacak, ondan sonra o fiil meydana çıkar. Herhangi bir kötülük, herhangi bir fenalık yalan tezgâhında dokunmadan dışarıya çıkmaz.

Demek oluyor ki, onun için dedi Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, nefs-i natıka-i kâinatın kalbi olan Zât-ı Alâ öyle dedi. Sordular kendisine, hakiki bir insan yalan söyleyebilir mi? Hayır, diyor. Şöyle bir çirkinliği yapabilir mi? Yakışmaz ama yapanı olabilir. Fakat yalan durmaz, diyor. O kalpte ikisi beraber olmaz.

Şimdi böyle bir imtihan yapalım hepimizi, yeni baştan işe başlamak lazım. Evvela kendi nefsimden. Kendime söylüyorum, size değil. Bir ufak mevzû işte, bir ufak. Kırk gün, diyor. Eğer bir insan yalan söylemeyecek olursa kırk gün, muhakkak kalbi, bu kalbi, mevcûdâtı başka türlü görür. Ama kolay dersin yahu, kırk gün şuna dayanalım. E çekilelim bir odaya kapıyı kitlerim, bir yere gitmem yahut giderim. Tenha bir yerde. Öyle değil. Öyle kesret camia içerisinde. Muaşeret hâlinde. Hem de öyle ağır imtihan yapar ki tam otuz dokuzuncu günü senin karşına bir hadise çıkarttırır. Tabi o iş imtihanlıdır. Kırk gün kalbinden hikmet membaıları taşmaya başlar.

Dikkat edilirse, daima muvaffakiyet hiç yalan söylemeyenlerde veyahut bundan çekinen insanlarda oluyor. Başka türlü Kudret muamele yapıyor. Hilenin en büyüğü doğruluktur. Bu tabiri unutmayın. Hilenin en büyüğü doğruluk, ne demek o?

Hileyi bir adam niçün yapar? Kazanmak içün yapar. Kim kazanır? Doğru adam kazanır. Bir şey anlatabildim mi acaba? Onu ben şekillendiririm, şöyle yaparım, böyle yaparım, olmaz o iş. Hilenin en büyüğü doğruluk. Hile niçün yapıyor, hile yapan adam? Kazanayım diye yapıyor. Kim kazanır? Doğru adam kazanır. En, en makul olan... Anlatamadım burayı, galiba zihinler de karıştı. E ne yapayım karıştıysa, düşün çıkartacan. Takatım yok anlatmaya.

Bugünkü konuşma bu kadar yeter.


[1] İbdâ: Meydana getirme. Yaratma.
[2] Hembezm: Sohbet arkadaşı
[3] Hulk: Huy. Ahlâk. Tabiat. Yaratılıştan olan haslet. Seciyye. Cibilliyet. İnsanın doğuştan veya sonradan kazandığı ruhî ve zihnî hâller. Huy, tabiat.
[4] Fetih Suresi 10’ncu ayet-i kerime. اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْۚ فَمَنْ نَكَثَ فَاِنَّمَا يَنْكُثُ عَلٰى نَفْسِه۪ۚ وَمَنْ اَوْفٰى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّٰهَ فَسَيُؤْت۪يهِ اَجْرًا عَظ۪يمًا۟
Meali: Herhalde sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.
[5] Zikıymet: Kıymetli
[6] Yâd:  Anma. Hatırda tutma. Zikretme.Hatır, gönül.
[7] Sehâb: Bulut. (Çoğulu: Sehâib)
[8] Daye: Anne. Sütanne
[9] İstişmâm: Koklamak. Kokusunu almak. Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak. Uzaktan haber almak. Koklama, hissetme
[10] Hakayık: (Hakikat) Hakikatler.
[11] Dekayık: İnce nesne. Un. Zor, güç.
[12] Lîka:Kavuşma. Rast gelip buluşmak. Görüşmek. Yüz, sima, çehre.
[13] Tefkik: Birbirinden ayırmak. Halâs etmek, kurtarmak.
[14] Tamik: Derinleştirme, iyice inceleme.
[15] Ankebut Suresi 69’ncu Ayet-i Kerimeوَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ  Meali: Ama bizim yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.
[16] Res: “Ulaşan, erişen, yetişen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
[17] Mukaddem: Önde olan, önden giden, ileride bulunan.
[18] İntifa: Fayda te'min etmek. Menfaatlanmak.
[19] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif       
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkum kılınmıştır.
[20]Tetebbûât: Araştırıp incelemeler. Arayıp öğrenmeler.

2 yorum:

Buraya insanlar ne içün getirilmişlerdir bilir misiniz? Bu sahne-i şuhûda gelmesindeki illet, hepimiz bir şahadet için gelmişizdir. Bir şahadet. Bütün insanların bu sahne-i şuhûda gelmesindeki illet, bir şahitlik meselesi vardır, şahitlik. Ne mutlu o şahitliği yapıp da gidene. Diğer işler teferruattır, furûattır. Bütün yapılacak işler, varlıklar, servetler, şunlar hepsi insan içün lazım, gaye.

Çocuk bir dersini yapamaz, seksen tane ikmal hocasını tutarsın. Fakat çocuğun bir mânâsını yokla bakalım. Vicdanen. Çocuk mesela bir yalan söyledi, hiç birimiz müteessir olur muyuz? Bu çocuk yalan söyledi, Kudret’le irtibatını kesiyor, bunu yalandan kurtarmaklık içün ne yapacağım diyerekten hiç ağladın mı? Bir gün düşündün mü? Yoo! Neyi yetiştirdin?

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017