Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

98. Kaset

 098 (144) 85 dk (21.01.1962)

Annesinin kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl gerek vazife aşk, bunlar mânâ-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle, her hafta tekrar ettiğim gibi, mevzûun aslını insan mefhûmu teşkil ediyor. İnsan. Düşünen ki -düşününce bilir- bilen, bilince de konuşur, konuşan. Öyle değil mi? Düşünen bilir. Bilen de konuşur. Konuşan elbette bir gün de birisiyle konuşacak.

Bu varlık ne? Nerden geldi, ne olacak, nereye götürülecek? Gelmede gitmede ihtiyârı yok. Hiçbirimize sormadılar. “Beyefendi, bir âlem-i şuhûd vardır, dâr-ı belvâ, dâr-ı iptilâ. Zahirde bal gibi tatlı, fakat içinde semm-i katil mevcût. Her şeysi fani, biter tükenir. Ariyet, müstear. Elemler, kederler kendisinde misafir. Böyle bir âlem var, teşrif eder misiniz?” Sormadılar. Bilmem içinizde sorulan var mı?

Giderken de sormazlar. İsterse kâinatın serir-i saltanatına sahip olsun. “Elinizdeki müfredat programını bitirdiniz, bu âleme ait olan sayılı nefesiniz tükendi, tükenmek üzere. Bir âleme teşrif edeceksiniz.” Yine sormazlar. 

Acaba gelmede gitmede ihtiyârı olmayan, kendi fıtratında ahlak-ı ihtiyârisi meknûz olarak ki ona diğer ilimlerde irade-i cüziye denir. Bizim konuştuğumuz mevzûda da ahlak-ı ihtiyâri denir. Kudret, yalnız insana vermiş ve ondan dolayı da mesul olmuşuz. Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum?

Bir ihtiyârî ahlakı var insanın. Yani insan muhtar olarak yaratılmış. Muhtar olarak yaratılınca, kendisinde bir emanet var. O emanet nedir? Hürriyet. Ama örfün cemiyetin tarif ettiği bir hürriyet var, bir de mânânın tarif ettiği bir hürriyet var. Nasıl şey?

Bir şeftali çekirdeği elimize alalım. Kaba bir misal. Bir kiraz çekirdeği elimize alalım. Dikeriz; tutar, filizlenir çıkar, çiçeklenir, bir şeftali verir. O şeftaliyi açarız, çekirdek çıkar.  Diktiğimiz çekirdek hürriyetini ilan etti. Anlatabildim mi acaba? İlk diktiğimiz çekirdek, aslını meydana getirdi. Hürriyetini ilan etti yani. İnsanın da hakikatte hürriyetini ilan etmesi, hür olması. Yoksa o zahirde çok hürrüm diyen insanlar,  hayallerinin... Hepimiz hayalimizin, ben kendime söyleyeyim; hayalimin kölesiyim. Şuraya git, şunu yap bunu et! Şöyle olacak! O, hayal o, hayal.

Bir de benim içimde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan, dur dediğim vakitte durmayan, daima kendi kendine müstakil bir varlığım var. O varlığımın hürriyeti, ne vakit ilan olabilir? Ne vakit ki ben, aslıma ait olan varlığı bu sahne-i şuhûtta yetiştirebilirsem, meydana getirebilirsem.

İşte, ahlak-ı ihtiyâriye sahip olarak, mevcûdât içerisinde Kudret’e muhatap bulunarak, Naib-i Hak olarak, Hakk’ın bütün isimlerine, bütün sıfatlarına mazhar olabilmek kabiliyetinde meydana gelen insandan, Kudret bunu istiyor. Bu isteniyor bizden.

Acaba geliş ve gidişimizdeki gayeyi düşünebiliyor muyuz? Onu düşündüğümüz dakikada, hayır ve şer farkları meydana gelir. Ben geliş ve gidişteki gayeyi düşündüm. O hâlde hayır ve şerri tefrik[1] edebilmeklik hassasına malik oldum, o hassaya malik olunca da, hayırla... Mâdâmı ki insan… Enisi kim? Hak. O hâlde ünsiyet etmiştir, hayırla daima kalbi çarpar. Ve bu sahneye, o yemişi dökmeye başlar. Sahib-i kalp, denir ona. Bilmem anlatabildim mi? Sahib-i kalp.

Kim hür adam? Hürriyetine malik olan hangi şahıstı? Manen, kalbine sahip olan. Ama dünyanın bazı devreleri olur. O devrelerde hakikatler eğlence mevzûu olur. Ahlak-ı ihtiyârî terk edilir. Herhangi bir hakikat üzerinde, bir hak üzerinde konuşulsa istihzâ-i mucip olur. Güler ve zavallılık addeder. Revaçtan düşmüş şeylerle meşgul, der. Eskimiş şey onlar, der. Onlar efsane der, köhnemiş!

Her eskiyen köhneleşir mi? Öyle bir şey var mı? Havva’nın oğlu, Havva’dan nasıl memesini emmişse, bugünkü beşeriyet de annesinden aynı memeyi emiyor. Süt süttür, nerede eskidi! Öyle hakikatler vardır ki, her dem taze ve ilâ maşallah taze. Anâsırın tebeddülât[2] istihâlesinden[3] değil midir ki şuûnât-ı[4]  kevniyye[5] Anâsır aynı anasırdır, toprak aynı toprak, su aynı hava. Ondan eski senin bildiğin bir şey yok. Geçti mi modası? Maddi anâsırda böyle olursa, mânâ anâsırında gıdasız kalmanın imkânı var mıdır ya! Kalınca ne olur? Dünya inim inim inler.

Ahlak düsturlar va’z etmiştir. Kaideler göstermiştir ve hiç şaşmaz. Der ki: Fertlerin seciyesi, (Acaba anlatabiliyor muyum?) müspet olursa, yani fertlerin müspet seciyesi, cemiyetin çirkinlik, menfi fâzâiline karşı üstün olursa ferdin fertlerin, heyet-i içtimaiye yükselir. Mevzii konuşmuyoruz bütün dünya üzerinde. Ahlakın kaidesi; bana şuna, ötekine berikine değil ki. Kül halinde.

Yani rapor vermek lazım gelse; beşer ne vakit inler, ne vakit inlemez? Her vakit söylediğim gibi, bugün dünyada hamule-i irfaniye-i beşer, her vakitkinden çok üstün. İki konuşma evvel söylemiştik ya, dünya dünya olalı bu kadar serveti ile meydana çıkmadı. Bu kadar bol servetle bu kadar bol bilgi ile dünya kendisini göstermedi. Sonra insanların daima nazarı zevâhiredir. Zevâhirde de insanlar, bu kadar müsâvi şekilde yaşamadı. Öyle mi? Evet ya! Bugün üç kuruş alan, geliri olan bir insanla, göz kamaştırıcı servete malik olan bir insanın giyinmesi arasında hemen hemen fark yok gibi.  Belki öte üç kuruşun ki, onunkinden bazen üstün de gözükebilir. Böyle olduğu hâlde, bu kadar geniş varlığı ile dünya kendisine arz ettiği hâlde, bu kadar da bol sefaletiyle hiçbir vakit arz-ı endam etmedi.

Bugün bütün dünya üzerinde konuşulacak olursa, ne büyük bir masa, ne geniş bir kasa, ne mükellef bir debdebe tantana, ne muazzam bir varlık, beşerin huzurunu meydana getirememiştir. Herkes huzursuz. Dünya sekenesi, iki buçuk milyar insan mı besler, üç milyar insan mı besler, bunun heyet-i umumisinde, daimi surette bir endişe. Huzur yok. Kalk kumandası vermiş Kudret, kimse oturamıyor. İş kalıbın oturması değil, kalbin oturması. Yanlış anlama, “işte oturuyorum ya” dersin. O mânâya değil. Kalıbın. Elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasının oturması değil, kalbin, kalbin.

Eee nedir, ömr-ü beşer ne kadar? Şahab gibi yıldızı gibi parlamasıyla devr-u havada sönmesi bir olur, bitti yok. Doğumun senin gideceğini haber veren bir şeydir.  Ufak bir zaman içerisinde elde edilecek bir şey. Sonra tabi ahlak mevzûu konuşulunca: Ahlak ebediyetten meydana gelir. Ebediyet. O iç âleminde ebed sevdasını duymayan kimse, henüz makam-ı insaniyete kadem basmamıştır, der mânâ. Değil mi ya?

İki insan tasavvur et. Biri takvimi insanisinden her gün bir yaprak koparırken  “Yok oluyorum!” diye yaşıyor. Biri de o yaprağı koparırken, insani takviminin yaprağını alırken “Oo aslıma kavuşuyorum!” diye yaşıyor. Hangisi, huzur içindedir? Hangisi insanlığa hizmet eder? Hangisinin kalbinde bir varlık vardır? Diğeri gelir geçer, bir şey yok. Acı ona zaten. O acınacak hâldedir, çünkü daima yoka gidiyorum, diyor.  

Hiç var olan yok olur mu ya? Ama kalp aşka mazhar olmazsa, aşka mazhar olmazsa, bu inceliklerin aleyhinde olur. Kabul etmez. Sevmez. Mânâya düşman olur. O mânâ ki, ilm-i fenne amildir.

Misal vereyim bak: “Ben mekârim-i ahlakı itmama gönderildim” diyen Zât-ı Alâ, misali vereyim de onun söylediğinin tebligatını beyan edeyim. “İlim yorulsa -hariçte zihninde öyle şey et- bir istasyonda tevakkuf[6] etse, derhal mânâ feryat eder. Kalk, zira Kudret dedi ki: Denizler mürekkep olsa, yapmış olduğum kelimâtı birer birer yazmaya başlasan, yani ihtirâ’ların ilimlerin meydana gelip de ortaya koymuş olsan, o denizdeki mürekkepler kurur. Benim kelimâtım bitmez. Ne duruyorsun oturma yok!” der. Anlatabildim mi acaba? Öyle der.

Sen nasıl mânâya hurafe yahut harafe[7] diyebilirsin? O nazarla bakabilirsin? Nasıl? Ne demiştim? Fertlerin müspet seciyesi, cemiyetin menfi fazâiline üstün olan heyet-i içtimaiye daima yürür. Aksi olursa daima düşer. İzmihlâle mahkûm olur. O vakit öyle bir heyet-i içtimainin hangi köşesine bakılacak olursa bir cidal bir nifak, içinden çıkılmaz bir girdap, öyle çalkalanır ki, insan tutunamaz. O hâle gelir, o hâle gelince, eski ahlakını atar. Yeni cemiyeti ahlak da bulamaz, orta yerde bocalar. Karı kocasına düşman, evlat babasına düşman, kardeş kardeşe gaddar, nihayet yapıcı değil yıkıcı, herhangi bir fenalık varsa, mubah addedilir.

Nihayet, Kudret bakar. “Bunlar benim vermiş olduğum fıtrattaki büyük nişanı attılar, insan damgasını üzerinden sildiler. Makam-ı behimiyete[8] gitsinler, bu âlemde de behimiye sıfatı ile göçsünler, gitsinler. Sakın insan muamelesine tabi tutmayın!” der.

Yükselmenin zıddı olan tereddî[9] de, heyet-i içtimaide tereddî başladı mı yegâne düstur; para olur, kadın olur, fuhuş olur, müskirât olur, kumar olur, nihayet defterden silinir geçer gider. Ahlakın verdiği rapor bu. Ne vakit oluyor bu da? Kalp olmazsa. Zira kalp, kalp biliyor musunuz kalp öyle bir aynadır ki; o ayinede Hak, insana kendisini gösterir. Öyle, der. “Gafiller beni göklerde arar, arifler de gönüllerde, bulur.” der.

Ayine-i kalp, eğer cehl-ü gaflet tozu ile gadab-u şehvet cengi ile zahiri, işin hakikatından hariç dünya rengi ile kaplanacak olursa, doğrudan doğruya o kalp aşka mevâ[10] olamaz. Mükedder[11] bir yerdir, o insandan da hayır gelmez. Aşka mevâ olmayan kalpten de vazife beklenmez. Bilmem anlatabiliyor muyum? Birbirine bağlıdır.

Bu aşk insanın fıtratında meknûzdur. İşte ahlak bu fıtratın terbiyesini meydana gelmesini, teâli etmesini yapar. Deden öyle bir kalp ile yaşıyordu. O kalbe sahip olmadın mı ihtirasât-ı nefsâniye başlar. İhtirasât-ı nefsâniye insanı manen şaşı yapar. Eşyayı iyi göremezsin. Elindekini de kırar atarsın.

Koca Mevlana, ne güzel misal getirmiştir. Büyük adam, Mevlana. Bak getirdiği misali vereyim de hoşuna gitsin.

Diyor ki, Mevlana Celaleddin: Bir eczacının, bir çırağı vardı. İlaç yapmak içün çırağını çağırdı.
“Filan rafta bir şişe var, onu bana getiriver.”
Eczacının, çırağının gözü şaşıydı, diyor. Gitti diyor rafa, bir şişeyi iki gördü, diyor.
Geldi dedi ki: “Efendim, siz raftaki şişeyi istediniz amma şişe yan yana iki tane, hangi şişeyi istediniz?”
“Yahu git oradan ben kendi elimle koydum, bir şişedir getir.”
Yine geldi, yine iki gördü. Döndü dedi: “Efendim iki tanedir.”
“Canım git işte orada bir tane, o iki tane değil!”
Yine geldi. “E birini kır da birini getir.”
Bir vurdu, tek şişe kırıldı. Elindeki de gider adamın.

İhtirasât-ı nefsâniye ile kalp gözü şaşı olanlar, tabi bu kafa gözüne işaret değil, anlatabildik mi acaba? Kafa gözü değil kalp gözü şaşı olanlar elindekini de giderirler. Gider. İhtirasât-ı nefsâniye böyle adamı, eczacının çırağı gibi şişeleri kırdırır.

İhtirasât-ı nefsâniye ile meşbû[12] olan insanlar, hakikate hurafe nazarıyla bakarlar. Bunların nazarında fen, külah kapmak içündür. Felsefe, adam aldatmak içündür. Mantık, safsata içündür. İlmi; zulüm ve tecavüz içün öğrenir, onun içün va’z eder. Fakat bunun karşısında ahlak, bağırır. Ahh yapmayın! Der. Bugünün yarını var bırak zulmü, der. Kurtarmaya çalışır. İntizam yapın, bir intizama girin!  

Âlemde bir saff-ı müstakim üzere durmadan, bir nizam-ı vahdete varmadan, at koşusu bile olmaz. Değil insan yürüsün! Hiç gitmedin mi at koşusuna?  Onu bir safa alır. Bir nizam verir, o olmadan o koşu bile olmaz. Ya insan nasıl ahlakın safında durmadan, teâli terakki edebilsin, ihtirâ' yapabilsin, şunu edebilsin? Buna imkân yoktur. Olmaz o iş. Olsa da can yakmak için olur. İnsana yaramaz.

Fakat kalbi, mânâ ile huzur ile geliş ve gidişdeki gayeyi duymak safâsı ile tezyin eden, her şeyden müstağni olur. Dünyada en büyük zenginlik, binâ-i kalptir. Cenâb-ı Ali keremallahu zâtehu büyük insan, öyle emreder.

Kun ğaniyyel kalbi vagna’ bil kalil
Mut ve lâ tatlub meâşen min leîm
La tekûn lil ayşı mecruhel fuâd.
İnnemel rızku alellahil kerîm

Zengin kalpli ol, zengin kalpli, der. Geber de geçineceğini alçaktan bekleme. Sakın zulme divan durma. Kendini Hakk’ın gadabına siper etmiş olursun. Zengin kalpli ol. Öl... Ama beşer o kadar düşmüştür ki, herhangi bir şey oldu mu ekmek kavgası ne yapalım, der. Ekmek kavgası köpeklerde olur, diyor. Büyük ahlakçı öyle diyor. Ben size insanlığı talime geldim. Köpeklik şeysinde, safında mı durmak istiyorsunuz. Köpek kavgası insanlarda olmaz. Zengin kalpli ol, aza kanaat et. Aza kanatın mânâsı miskin otur mânâsına değil. O mânâya değil. Az çalış mânâsına değil.

Ahlak çok çalışacaksın, der. Ne içün çalışacaksın? Kendini bulmak içün. İnsan olmak içün. O zaten diğeri ayrı bir taksimat vardır. Çalışmak, ahlaki bir vazife olduğu içündür. Muhakkak o çalışmanın karşısında bir şey bulamazsın. Herkes çalıştığının karşılığını bulur diye emirler var. O, nedir o? Hayat buraya ait değil, sen çalıştığını yalnız burada bulayım diyerekten çalıştın. Kendi hesabına çalıştığından dolayı mesut olamadın.

Hayat, Allah’ın hayatıdır. O'nun hesabına çalışsan daima mesutsun. Anlatabildim mi? İnsanı yanıltan noktanın biri de odur. Saadeti kendi hesabınayken... Yok, hayatın sahibi sen değilsin. Sahibi hesabına çalışırsan mesut olursun.

O aza kanaat et demek; böyle miskin otur, o mânâya değil. Kudret’in sana vermiş olduğu bütün sıfatların heyet-i umumisini kullan. Kullandıktan sonra O’nun verdiğine razı ol. O’na razı ol. Size bir misal getirmiştim vaktiyle, yine getireyim o misali. İnsanın hilkatinde kendisine emredilmiş olan çalışmanın tam karşılığı dünyevi olduğu gibi asıl hayat burada olmadığı içün.

[13]    كُلُّ امْرِئٍ بِمَا كَسَبَ رَه۪ينٌHer insan kazancına terhin edilmiştir. Hiç bunu hayatında aklından çıkarma. Bu Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin sözüdür. Her kişi kendi kazancına terhin edilmiştir. Fakat bu rehin muamelesi, buradaki üç günlük kevn-i fesat âlemindeki muameleye tabi, onun kıymeti olmaz. Burada daima her şey kokuyor bozuluyor filan. O ebediyet âleminde.

[14]  وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ

Her insan çalıştığının karşılığını görebilir. Görebilir ama o yalnız buraya bizim bildiğimiz mânâya değil ki o. Ben sana birçok misal vereyim. Bugün bakarsın ki; ilmi var, fazlı var, müktesebât-ı sûrîyesi var, müktesebât-ı maneviyesi var, her şeyden mücehhez, nân-pâreye muhtaçtır. Ekmek parasına muhtaçtır. Öbür tarafta bunların hiçbiri yok, türlü rezaleti var, zahirde nân içinde müstağraktır. Hadi bakayım hallet bakayım akılla. Tıkanır akıl yaa!

Âlem-i kudrete bakacaksın ki sana göstere. Tıkanacakta bir şey yok aşikârdır ama işte. Numara kâğıdı okunacak, sınıf geçildi mi geçilmedi mi? Bazı talebe de numara kâğıdı okunmadan bilir. O kadar oraya intisâbı vardır ki, okutan hocayı o kadar memnun etmiştir ki, gözü ondadır. Bir hoca gelir, beş yüz kişiye ders okutur fakat içerisinden beş kişiye okutur. O hangisini gönlünde muhatap tutmuş, hangisi ona muhatap olabilmişse, ders onadır.

Büyük bir mektep tasavvur et; üç yüz talebesi var sınıfın fakat üç yüz talebenin hepsi, o hocanın tam muhatabı mıdır? Hayır. Orada ya üç kişi ya beş kişi, ya on kişi. O kadardır o. O üç kişi beş kişi kimse, onun içün asılacak kâğıt gider bakarsın, yoktur o. O çıkarken sorar hocaya. Hukuku iyidir. Canım ne soruyorsun der, bilmiyor musun kendini. Pek güzel. Öteki yanaşamaz bile nasıl soracak? Âlem-i kudret ile nispeti olan insanlar da böyledir. Zihnin aklın kabul etmediği, akıl çatlar zaten. Akla durak mahallinden ileriye yol vermezler ki.

Aklın bilgisi gayet mahdut. Âlem-i hilkate taalluk eden ait bazı işlerde işe yarar. Eğer ahlakın terbiyesinde pûtesinde yetişmişse. Bir de aksine yetişmişse, öff yakar beşeriyeti! Ne kadar çirkinlik varsa çıkarması güç, eğer akıl (iki üç konuşma evvel söylemiştim, hatırlayacaksınız) akıl, ahlakın putesinde, daire-i terbiyesinde, mânânın zevkinde yetişmeyerek, yalnız madde hâlinde büyümüşse, maddenin daire-i terbiyesinde kalmışsa, katiyen hayır gelmez o akıldan. Daima o hangi bir kötülük var ki çıkması zor, oranın çıkması içün kullanabilirsin.  Dehşetli çıkarır. Onun içün öyle der.

Ahlak der ki, mânâ da öyle beraber ittifak ile söyler: Bir akıl ki ahlaka cephe almış, eğer bir de ilim okursa bu der, tesadüfen de sahasını da bulacak olursa, acıma hissi de kalmaz. İcabında ihtirasâtnefsâniyesi içün her şeyi kül edebilir. Onun içün… Ama ne olur? Hiçbir vakit, ateş yerini küle terk etmeden gitmemiştir. Hiçbir vakit ateş yerini küle terk etmesin, yok. Ne olursa olsun, o yerini yine küle terk edecek. Kibr-i gurur-u nahvet ile kabaran, semayı deler gibi bakan, yeri ezer gibi basan, o vücûdun sadrını toprağa böyle sinecek.

Yer, adamı yer. Siner. Ne zor gelir adama. Yaratırım sevdasıyla yaşayıp da sonra birdenbire gel bakalım dendiği vakit çok zor gelir adama. Kolay iş değil. Ama diyeceksin ki sahib-i ahlak da öyle değil mi? Onu yemez mi? Onu yemez. Acayip. Onu yemez. Kudret onun misallerini vermiştir ama insan, idrak edemez. Yemekten maksat bu cifeye inkılap edecek anâsırın yenmesi değil ki.

Zalim kabir çukuruna hubût[15] ederken, mazlum da âlem-i illiyyine urûc[16] eder. Arasında fark var onun. Bir odada on kişi yatar; aynı odanın camı, aynı havası, aynı kapısı, aynı şekilde, aynı kilimin üzerinde. Biri âlem-i misalin bir sahasında sıkıntılarla vaktini geçirir, bir rüya görür. Biri de haddizâtında sürûrla. Canım ne fark var? Fark var ya! Öbürü terleye terleye uyandı. Beriki, kaçtı yahu gitti gine eyvah, der. Anlatamadık mı acaba? Oda bir, hava bir, kalıp bir, döşeme bir, tavanın boyası filan hepsi bir. Fakat biri, aman diyor ter içerisinde, kalp sızısı ile uyanıyor. O’nun hep bunlar, Kudret’in birer misali. Misal.

Nasıl olsa bu âlemi bırakıp gideceğiz. Öyle değil mi? Hem her an bırakıyoruz ama farkında değiliz. Her an bırakıyoruz. Çok eski konuşmalarımda misal vermiştim. Gene o misali vereyim daha iyi anlaşılsın. Bak bizde ne büyük adamlar yetişmiş. Fransızlar bir vakit, sonra harpler filan çıktı bilmem ne oldu kaldı herhalde, asarını tetebbû[17] edip, oradan aldıklarını meydana koymak içün, bir heyet tarafından çalışıyorlardı. Ve deniyordu ki, onlar kendileri: “Eğer biz Muhyiddin’den aldığımız bilgiyi, on beş sene sonra ortaya korsak, dünya bambaşka olacaktır.” Şimdi inkârı yıkmak için bir bilgi bu. Söyleyeyim ister misiniz?

Muhyiddin diyor ki... Dalgıç, Kudret’in marifet denizlerine girip mânâ mücevheratı çıkaran insanlar. Akıl durur. Beş yüz küsur eseri var. İki tanesini insanın okumaya ömrü kâfi gelmez. Zaten okunmaz ya o mütalaa edilir. Okunabilmesi içün onun gibi olması lazımdır. Mütalaa edilir. Matbaa yok, ne bileyim. O nasıl yazmış, ömrü nasıl kâfi gelmiş, hayret eder adam. İnsan boyunca, şaşırır adam.

Kudret’in bir ismi Muhyî, bir ismi Mümît. Daha Türkçeleştirelim. Bir ismi yaşatıcı, bir ismi öldürücü. Kudret, Fatır, bu yaşatıcı ismi ile tecelli ettiği vakitte, öldürücü ismi duruyor mu? Duruyor mu? Eğer duruyor derseniz muattal[18] esma ile müsemma olan Kudret, Kudret olmaz. Tatile uğradı mı o isim benim gibi olur. Yahut öldürücü ismi işlediği vakitte diriltici ismi duruyor mu? Eğer duruyorsa gene olmaz. Atıl demek, olmadı. Kendi cevap verir. Hayır, der.

Bütün esmâ-i İlâhi Hakk’ın bütün isimleri, daima tecellidedir. Fakat vücûd, âdeme galip geldiğinden, var edici yok ediciye galip geldiğinden, Cemâl Celâle gelip geldiğinden, nur zulmete galip geldiğinden, nasıl anlatayım, daima biz onun yaşatıcı ismini görüyoruz kâinatta da yok edici isminin tecellisini göremiyoruz. Yani ben şimdi bunları söyleyinceye kadar ve sen de bunları dinleyinceye kadar, adet manzumesine gelmeyecek derecede, var oldun yok oldun. Anlatamadım mı acaba? Kaba bir misal daha verelim, gayet kaba. Şu elektrik saniyede yetmiş küsur defa yanar, söner. Uyanır dinlenir. Eski tabirle. O ne demek o?

Evet, bizim ecdadımız, ahlakta o kadar müeddep, o kadar ince insanlardı ki kelimeler üzerinde bile dururlar. İnsanın bir lisan-ı mâderzâdı vardır,  bir de lisan-ı edebiyatı vardır. Yani insanın bir anadan doğmuş olan lisanı vardır, bir de ruhu tekâmül ettikten sonra o ana konuşmasına kanamıyor. Ruh başka şeyler istiyor. Anlatamıyor muyum? Burada da tekâmül etmiş irfanen.

Mesela, kulağa çirkin gelen kelimeyi kullanmıyor. Yakmak kelimesi çirkin geliyor, diyor. Bir harabiyet var, bir perişanlık var. O hâlde “lambayı yak” ben bu kelimeyi kullanmam, diyor. Deden nerelerini düşünmüş. Muazzam adamlar. Her şeyde. İlimde, irfanda, aşkta, ahlakta, edepte, dünyayı yaşamakta, dünyanın tadını çıkarmakta... Şimdi bazı insanlar tuhaf zanneder. Ne öyle o?

Ahlak, adama o kadar zevk kapısı dairesi açmıştır ki, ahlaksızlığa gidip de o zevki yapmaya hacet yok. Anlatamadım mı acaba? Hacet yok ona, lüzum yok. O kadar geniş insan dairesinde. Yakmak kelimesi meş’um. Dil alışmasın, diyor. Mesela koşuyor düşecek; düşersin demiyor, dikkat et düşmeyesin. Anlatamıyor muyum acaba inceliklerini? Düşmeyesin.

O “yakmak” kelimesi yerine lambayı “yak” demiyor da “uyandır” diyor. Söndürmek, meş’um tutuyor onu yani, hoş görmüyor. Çirkin bir mânâ ifade eder, diyor. Lambayı dinlendir. Filan adam öldü bugün gittik gömdük. Köpek değil bu diyor, kedi de değil, bu insan diyerekten yaşadı. Gömmek kelimesi ne tuhaf bir şeydir. Filan adam bugün vefat etti yahut âlemini değiştirdi. Kendisini gittik bugün gizledik. Anlatamıyor muyum acaba? Gizledik, diyor.  Gizledik.

Yani nezaket, incelikler. Bunlar insan tekâmül ettikten sonra samia[19] bunları arıyor. İstiyor bunları, bir ihtiyaç olaraktan. Tekâmül edince. Şimdi elektrik de, şimdi biz uyandı-dinlendiyi bırakalım hepimizin konuştuğunu konuşalım ve olur ki anlaşılmaz. Yanıyor sönüyor, yetmiş defa yanıyor yetmiş defa sönüyor. Fakat bu ne kadar burada şimdi bu ışığını veriyorsa, o kadar da karanlığını veriyor. Nur zulmete galip geldiğinden, hiç biz bak daima bunu yanıyor görüyoruz. Daima ziyaya sahip görüyoruz. Öyle değil mi?

Demek ki bir ân-ı gayr-i münkasim[20]  de bu kadar devre yapıldıktan sonra artık insan, insanlık hukukunu ayakaltına alabilir mi? Hayatını ah ile geçirebilir mi? Birikmiş ahların vebalinden manevi vücûdunu kambur yapabilir mi? Yapmaması lazım.

Kanaati anlatıyorduk, buraya geçtik. Kanaat miskin oturmak değil. Az çalışmak da değil. Bir defa ahlak der ki: İki gününü birbirine müsâvi kılan aldanmıştır, der. Maddeten dün on kuruş kazandın bugün de on kuruş kazandın mı aldanmış adamsındır. Makbul değil yani ya. Manen, bugün Kudret’in yanında şu kadar rütben var, yarın da yine o kadar mı? Aldanmışsın, der.  Daima urûc ister, teâli ister. Buradaki kanaat ihtirasât-ı nefsâniye sahibi olma, demek mânâsınadır.

Sana Kudret’in vermiş olduğu imkânlar, bu imkânları bu nimetleri, tamamen kullanırsın. Kullandıktan sonra ben vazifemi yaptım, vergi O’na ait dersin. O bilir, verilmesi mi lazım, verilmemesi mi lazım. Verilmesinde mi hayır var, verilmemesinde mi? Geçen konuşmada söyledik. Bir doktor misalini getirdik. Biz bilmeyiz. Bazen bazı perhiz lazım gelir.

İki yaşında bir çocuk, bir buçuk yaşında bir çocuk, gidiyorsunuz yolda birisi tükürmüş. Yanında da bir çikolata, elinde çikolatası var, düşürdü. Onu almak ister. Siz çekersiniz, oradan bir hastalık geçer dersiniz. O ağlar, birdenbire kapar, elinden kaçar. Kapınca elinden düşsün diyerekten bir tane şakk eline vurursunuz. Canı acır. Siz çocuğunuzu sevmediğinizden mi? Onun yemek istemediğinden mi? Onun yemesi ona muzur ve onun canının acıması ona lazım.

Kudret de, bazen adamı tokatlar. Acıdığından dolayı da tokatlar. Biz bilmeyiz. Sonra bunun daha iç tarafları vardır ki akıl durur. Öyle der, Kudret. “Ben bir adamı severim, sevdim mi sekene-i arşa emrederim. Filan insanı seviyorum, sevin. Filan insanı seviyorum, sevin.  O emri alır. Ondan sonra oranın memuruna derim ki: Semavâta haber ver orası da sevsin. Arzda bana ait olan insanlara haber ver onlar da sevsin. Bana ait olmayanlar sevmez. Bana ait olan insanlarda sevsin. Sonra çok seversem sıkarım. Daha çok seversem şehid ederim. (Allah’ın işi) Kendimi de diyet veririm.” der.

Durur insanın aklı, o aklın hâlledemeyeceği işler. Hem sevsin hem niçün yapsın? Yaa! Uşak efendiden sual sorabilir mi? Sebepleri var mıdır bunun? Vardır. Söyler misin, şimdi hepsi yarım saatte? Bitmez ki o. Sağ kalırsam yavaş yavaş çıktıkça birer birer misalleri ile inşallah anlatırım. Sevdiğinin inlemesinden zevk alır. İnsan, böyle bir geniş vaziyette Kudret’e yalvarması ile bir de bunaldığı vakitte yalvarması arasında fark vardır. Onu ister işte.  Anlatabildim mi acaba?

Onun içün derler ki, Mürebbi-i ukûl olan Zât-ı alî öyle der.

Rikkat zamanında Kudret’in kapısını çalmanın kolayına bakın, der. Rikkat, ne demek o? Bazen insanın bir şey gücüne gider de -herhangi bir şey- burnunun direği sızlayarak şurada iki damla yaş olur. Direk sızlamak şartı ile. Kalp kuyusundaki suyu çıkarırken tulumba vazifesi yapan şu direğin sızlaması ile.

Boş çevrilmezsin, der. Onun içün hayatta kim olursa olsun, nasıl olursa olsun, hangi cins olursa olsun can mı, ahından sakın. Öyle bir saat olur. Öyle bir an olur, haberin olmadan bir yere yapıştırır, yedi silsilen cezasını çeker. Hem de öyle sirayet edermiş. 

Nasıl sarhoş bir adamın, on birinci batındaki çocuğunda bir arıza bırakıyor şekil. Fennen bugün, dokuzuncu batına kadardı on birinci batına kadar çıktı. Kuvvetli alkolik olan bir insanın, dokuzuncu bugünkü tabirle de on birinci batına kadar çocuğunun çocuğunun, çocuğunun çocuğunun üzerinde arıza bırakıyor. 

Mânâ da öyledir. Bir ah, senin on birinci batnına değil ha, ilâ kıyame gidecek batnına kadar işler. Çok sakın, sebep olursun. Ve onu da görürsün sebep olduğunu. Çünkü insan gözünü kapamakla bu âlemi bilmiyor değil ha! Gözün kapanınca sen bu âlemle... “Ben bilmem ki!” Yook, daha güzel görürsün, kayıt yok çünkü. Kesâfet kalkmıştır, kesâfet letâfete inkılap etmiştir. 

Binaenaleyh nasıl mesela kesifü'l-latif var, latif var, latifü'l-latif var. Bunlar misalleri de vardır. Mesela cam, kesifü'l-latiftir. Öbür tarafını gösteriyor. Duvar kesiftir, görmüyorsun öbür tarafını. Sonra onun da gösteremediği daha bir takım şeyler var. Uzun bahisler. Karıştırdık galiba. Dur toplayalım da, yoruldunuz mu? 

Yani bunu söylemekten maksadım, bir adam bu âlemden alakasını kestikten sonra hayat-ı berzahiyeye intikal ettikten sonra acaba bu âlemde ne var ne yok bilir mi bilmez mi? Bilir, benden üüüüh, ben arkamda ne var bilmiyorum. Bu odada ne var onu da bilmiyorum. O, nerede ne var bilir. E iyi olsun kötü olsun, nasıl olursa olsun o şahıs. Onun iyi olması kötü olmasına ait değil bilmesi. Görüyor ki evladı, inliyor. Bu inlemeye de vaktiyle ben birisinin canını yakmıştım. Bu yakma burada tecelli etti. E sizin iyi bir şefkatli ana babaysa, çocuğu hastalandığı vakitte küçük, aklı ermez, bağırır yanık yanık ağlar. Kendi kendine der ki: “Şu hastalık bana gelse de şu yavru kurtulsa.” Orda da der ki: “Beni yap da bunu yapmasaydın. Ben buna sebep oldum. Bak, bak torunumun torunu nasıl inliyor, nasıl sebep olmuşum ben!” 

Bu pazar, öyle bir kaba bir pazar değil ki bu.  Kanaati anlatırken anlattık değil mi? İhtirasât-ı nefsâniyeye yol vermeyeceksin. Hazırlayacaksın, hepsini kullanacaksın. Ona işaret ediyor büyük Zât. Zengin kalpli ol. Aza kanaat et. 

Mesela mânâ ilminde derler ki: “Bir evde köpek olursa o eve melek girmez.”  Misal vereyim size şimdi burada, daha iyi anlaşılsın.

Melek, Kudret’ın kuvvetidir, onun girmediği yer var mıdır? Bunu anlamayanlar böyle ulu orta söyler, tuhaf gelir. Zaten köpeğin, ciğer hastalığı yaptığı, terinin mikrobu aşikâr. O, fennen oturduğun yerde bulunması doğru değil. Fakat bu incelenmiş, nasıl olur bu? 

O senin bildiğin sokak köpeği değil. Kudret’in tarifindeki ev de taştan topraktan yapılan bina değil. Kalptir. Hangi kalp ki; köpek sıfat yaşar, önüne bir servet gelmiş, öbür tarafta bir aç var, senin önünde bir işin var, bir işin daha var. İşte bu iki iş seni tamamıyla işba ediyor. Orada bir adam bunun ehli, senden daha üstün. Onu da alacağım, diyor. Orada bir tane daha var, orada birisi daha bekliyor. Onu da alacağım,  diyor. Kudret nazarında bu adam, suret itibari ile insansa da mânâ itibari ile köpektir. 

Ekmeğini almış iki ayağının arasına, yanından geçene hırlıyor. Köpek sıfat. O kalbe hiçbir vakit iltifat-ı Rahmaniye olmaz, demektir. Anlatamadım mı acaba? Hakk’ın iltifatı olmaz. Köpek sıfat yaşıyor. Doymaz, ihtirasât-ı nefsâniyesi var. İşi var, birini almışsın, birini daha almışsın, birini daha almışsın, yoo daha öbürkünü. Yoksa şeydeki köpek değil. Sokaktaki köpek değil. Kudret o köpeklen, rikkate amil emirler bulunduğu hâlde, eh onu zaten fen onu söylemiş, mahsurlarını söylemiş. O mahsurlara dikkat eder, beslersin. Ve onlarda ne kadar ibret alınacak şeyler vardır. Hilkat her şeyde ibret almıştır. 

Vaktiyle köpekler çokken, ben hatırlarım,  bir mahallenin köpeği diğer mahalleye geçemezdi. O mahallenin köpeği parçalar. Ona Mevlana gayet güzel bir misal verir. Nankör olma o mahallenin ekmeğini yemeğini yedin yahu, köpek kadar da mı olamazsınız, der Mevlana. Bak o mahalledeki köpek, o mahallenin köpeğini sokmuyor, sen bizdensin, köpek ismini taşıyorsun amma nankörsün sen, o mahallede yedin içtin kalktın buraya o efendini tanımadın, der. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? 

Zengin kalpli ol, diyor o. Aza kanaat et. Kanaati anlattık değil mi?
Mut ve lâ tatlub meâşen min leîm.

Geber! Sen insan olaraktan yaratıldın. Sakın alçak insana yüzsuyu dökme. Yüzsuyu altın suyuna benzemez. Altın suyunu, ressam tabloyu levhayı tezyin eder. Fakat yüzsuyunu Kudret tezyin eder. Bozuldu mu yapanı yoktur artık. Onu döktün mü yere bir daha kimse yapamaz. Nakkaşı yok.

Lâ tekûn lil ayşı mecruhel fuâd.

Sakın geçinme hususunda o nazargâh-ı İlâhi olan kalbinin içerisinde bulunan, daha iç âlemine ait olan (fuâdın mânâsı odur) o gönlünü,  o hususla yaralama. O dili/gönülü, onunla yaralama sakın. Kalbinle kalıbının vazifesini ayır. Kalıbını tabibe, kalbini habibe teslim et. Ara, hayatta kalıbın için tabib, kalbin için de bir dost bul. Neden?

İnnemel rızku alellahil kerîm

Senin taksimat-ı ezeliye de sana ne verilmişse o verilecektir o. Onu ne arttıran olabilir ne eksilten olabilir. Geçenlerde söyledim de mânâsını vermeden indim. Söylediğimi ikmal ediyorum şimdi. Demiştim ki:

Bilenler macera-i meclis-i nahnu kasemnayı
Humar-ı neşve-i idbarda asla melûl olmaz.
Zaruridir bütün bey-ü şira kişver-i icâb.
Bu bazar-ı kazada şart-ı icâb-ı kabul olmaz.

Biraz daha açayım anlaşılabilecek şekilde. Kudret’in bir matbahı var, örfümüzde mutfak dediğimiz. Oradan kendi öz eliyle taksimatını yapar. O eli kimse ne arttırabilir ne eksiltebilir. Kendi öz eliyle. Bunu bilenler, diyor. Arif olanlar idbar zamanında kaşlarını çatmazlar. Bu âlem, âlem-i imtihan düşersin kalkarsın, ezilirsin. Hadisat, adamı daima “nasılsın beyefendi hazretleri” diyerekten yaşatmaz. Bazen böyle köpekten aşağı bir mevkie atar. Böyle bu.

Bilenler macera-i meclis-i nahnu kasemnayı
Humar-ı neşve-i idbarda asla melûl olmaz.
Zaruridir bütün bey-ü şira kişver-i icâb

Yani her iklimde, her muhitte, dünyanın her sahnesinde, sahasında, bir pazarlık vardır. Bakarsın, işine gelirse alırsın, işine gelmezse almazsın. Yalnız Allah pazarında öyle şart-ı icap kabul yok. Ne verirse onu alırsın, anlatabildim mi acaba? Onu şey edemezsin. Hulâsa, gönle sahip ol. Gönle.

Dildedir dildâr dâim sanma bir dem dûr olur[i]
Gerçi dil gafletle andan dembedem mehcûr olur

Hâb-ı gafletden uyansa dil bulur dildârını
Cân olur hâzır huzûr eyler gönül mesrûr olur

Sen kitâbullahsın ey cân sendedir cümle 'ulûm
Her ne var iki cihânda sende hem mestûr olur

Nâsır-ı Mansûr idi derdi "ene'l-hakku'l-mübîn"
Söyleyen Nâsır'dır andan tercümân Mansûr olur

Bu biraz kapalıca bir şey. Bir konuşmada açarım inşallah. Yani ‘zengin kalpli ol’ dedi de ona ait. Kalbin zengin olursa, hariçten bir şey aramazsın.  Kudret zaten insana ne varsa vermiştir, hariçten bir şey aramaya ihtiyacı yoktur. Hepsi kendi kitabındadır. Gafletle kalırsa ondan uzak olur. Fakat dikkat ederse, biz ruh-u menfûh ile tekrim edilmişiz. Dikkat edin, en ince bir şey söyleyeceğim. Mevcûdât içerisinde bizim hususi imtiyaz almamız, biz ruh-u menfûh ile…

Bizde kaç ruh var bilir misin? Bir defa ruh-u hayvanî var, ruh-u insanî var, ruh-u sultanî var, ruh-u izâfî var, şimdilik bu kadar yeter. O hayatı işte inkıtâ’ını[21] iddia edenler yalnız ruh-u hayvaniyi bilenler. O söz doğrudur. İşte kan var, şöyle olur böyle olur gitti evet, o ruh-u hayvanî. Ya ruh-u insanisi? Ya ruh-u sultanisi? Veya ruh-u izâfisi? Ruh değil mi? Ruh-u izâfî. O ne demek o ruh-u izâfî?

Sordular ruh hakkında, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine. Kudret, beyan et dedi, söyle. “Ruh hakkında soruyorlar değil mi? Söyle ki: Ruh Rabbimin emridir.” İşte ona ruh-u menfûh deniyor. Benim söylemek istediğim burası değil. Daha üzerinde durulacak bir şey. Hakk, emrinin haricinde değildir kardeşim. Anlatamadım mı acaba? Hakk, kendi emrinin haricinde değil. O hâlde eğer ruh-u menfûh ile tekrim edilmişsek, artık öbür tarafını lisan ile anlatmaya imkân yoktur. Herkes zevklen anlayabilir. Ama ruh-u menfûh ile tekrim edilmemiş de yalnız ruh-u hayvanî ile gelmişsek, çok yazık. En acınacak bir hâldir. Onun içün en dikkat olunacak bir şeydir, bu gönül âlemi.

Sitemkeranı Hudâ nâşinâs hakkından
Efendi tecrübe ettim seher duası gelir. [ii]

Diyor adam. Zalim olma, zulmetme.

Eni ü nâle seher-hize ney nevası verir

Geceleyin hilkat gündüzün gaflet uykusuyla uyumayıp, mânâ ile meşgul, hadim-i insan olacağım gayretiyle yanan insanlarda,

Eni ü nâle (hani inler diyoruz ya insan) ney nevası verir.
Bükadan Arif i billaha mey safâsı gelir
.

Kudret’e arif olanlar, arif ne demek? Bir şey olmazdan evvel bilenler demek. Kısa tarifi bu. Olmadan evvel görene, olmadan evvel bilene arif denir, ahlakın tarifinde. Anlatabildim mi? Süzme büzme hulâsa, bunların içkisi gözyaşıymış. Arifi billaha.

Bükadan Arif-i billaha mey safâsı gelir.
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.

Sedası gelmeseydi burada okur muyduk? Bak, ben okuyorum zevk alıyorum. Belki sizden de zevk alan var, onu bilmem.

Benim vücûdum olur nâ-bedid o dem yoksa.
Cihan bu hâlde kalmaz kadirşinâsı gelir.
Abes, tabib arama derd i dil ara yahu
Ki dert-mend olanın gayrıdan devası gelir.

Yanlış anlarsın da tabib arama deyince yani, ayırdık ya kalıbın içün değil, kalbin içün. Gönlün içün, iç âlemin içün. Madde ile tedavi olunmayacak vaziyetler için söylüyor o. Yoksa kalıbın hasta, koş doktora.

Abes, tabib arama derd i dil ara yahu.
Ki dert-mend olanın gayrıdan devası gelir.
Kederden özge garib i diyarı kim yoklar

O büyük misafir. Burada inceliğini anlayanlar içün, bela birinci sınıf insana gelir. Keder belanın sıfatı, anlatabiliyor muyum?  Garib-i diyar ne demek? Hakk’a karip olmuş, herkesin nazarından düşmüş. Bazen öyle olur.

Kederden özge garib i diyarı kim yoklar
Mariz ı yâdetine gelse aşinâsı gelir.
Sitemkeranı Hudâ nâşinâs hakkından
Efendi tecrübe ettim seher duası gelir.

Onun için hayatta ah almadan yaşayalım. Mevzûu gez gez insan mefhûmu ile alakadar dedik ya. O bir misal veriyordum size de kaldı. Eski konuşmalarımda verdiğim misallerden biri. Bu misali niye veriyorum. Bazı insanlar yeise kapılırlar. Yeis kudret’i inkâr etmek mertebesindedir. Beraberdir yani ya. “Canım çalıştım, çalıştım, çalıştım da işte!” Çalışırken iyi çalışmadın. Elemin vardı, emelin vardı. Elemden emelden soyunarak çalışsan bunu söylemezsin. Ama beşeriz söyleyeceğiz. Bu misalle bunu kaldıracağım şimdi. O kadar emek verdim der, şöyle oldu, böyle oldu hepsi...

Çalışmalar ahlaki ve vicdani birer vazife olması dolayısıyladır. Eğer emeğinin… Şimdi ben sizin hepinizi, inanmış... Neye inanmış? Biz geliş ve gidişteki gayeyi duyduk, bir ebed âleminde bir varlık olarak yaşayacağız kanaatiyle imanıyla yaşayanlar nazarı ile konuşuyorum. Tabi bu konuşmalar inkâr sahasında değişir. Onun konuşma tarzı ayrıdır. Fakat ben şimdi sizleri, kerim olmuş kimseler, keremi bol insanlar, Kudret’le azamet yarışına kalkmamışlar, biz şu hayatta insan geldik insan gidelim ve bir huzurda insan olarak kalalım niyetiyle yaşayan sınıf diyerekten, öyle hitap ediyorum. Şimdi siz de eğer öyleyseniz, bakın size bir misal vereyim.

Bir gün aguş-u Nebi’de büyüyen Cenâb-ı Haydar, bir bahis anlatırlarken, bu çalışma mevzûu soruldu kendilerine. Kendilerine soruldu.

“Birçok insan çalışır nayi-i emel olamaz. Bunlar hep bedava mı gider, ne olur filan?”
Tebessüm buyurdular. Yere eğildiler, bir çöp kaldırdılar.
“Şu yere eğildim şu çöpü kaldırdım ya, bu yapmış olduğum fiziki hadisenin, Kudret filmini çekti. Yarın bana bu yere eğilmişti. Bu çöp içün bu zahmeti çekti karşılığını ver.”
Anlatabiliyor muyum? Şunu bir defa bööyle gönlüne bunu koy. O vakit iş kolaylaşır.

Ha, sen kendi aklınla eğer her çalıştığının böyle tam karşılığını maddi bir şekilde göreceğim dersen, o bazen tesadüf eder bazen etmez. O ne zekâ mahsulüdür ne aklın mahsülüdür. Ne şudur ne budur. Size geçen hafta bir şey okumuştum. Esbab-ı kaderdendir diyerekten, hatırlar mısınız? Şimdi onun daha büyük misalini de vereceğim, daha iyi anlaşılacak.

Tramvaya binersiniz, o misalleri çok getirdim size. Yorgun. Bindin Eminönü’nden tramvaya, bacaklarında da sızı var. Doldurmuşlar. Etrafına bakınıyorsun böyle, acaba bir yer bulabilir miyim filan diyerekten, Sultan Ahmed’e geldin yok.  Nihayet Aksaray’a doğru gelirken, birisinin önünde çantası var, şöyle çantayı aldı hah dedin sen hemen insanları şöyle bir yardın, o, ordan kalkacak. Ben biraz dinleneyim diyerekten o oturacak yerine yaklaştın. Ama o çantayı aldı kalkmadı; şöyle bir gerildi, çantayı açtı, içinden bir evrak okuyor. Sen kendi kendine şööyle bir durursun. Bu sefer sen asıl beklemiş olduğun yerde yürüdün ya beş altı adım. Tramvay da böyle gidiyor, hemen Aksaray’da biri atladı, oraya binerken senin eski beklediğin yerdeki adam kalktı o indi hemen Aksaray’da atlayan adam oturdu yere. Sen Eminönü’nden beri zavallı ayakta etrafına bakına bakına böyle bir iskemleye nail olamadın. Öbürkü hemen atladı, öbürü de indi rap dedi oturdu.

Dünyadaki tecelliler de bu tramvay iskemlesine benzer. Anlatamıyor muyum acaba? Tramvay iskemlesi gibidir, ona benzer.  O ne bir zekânın mahsulüdür ne bir çalışmanın neticesidir. Çalışmalar olabilir zekâ da olabilir, fakat muhakkak onun değil. Muhakkak onun değil. Yine eski konuşmamda hatırlatmıştım. Yine hatırlatayım.

Abdulhamid devrinde, böyle çok mükellef tahsil filan görmeksizin iptidai bir vaziyette de büyük büyük makamlara nail olanlar olurmuş. O zamanda Adanalı Ziya Bey namında bir şair var. Birkaç lisan bilir. Hâkim. Şiirleri filan gayet kuvvetli.  Fakat nân-pâreye muhtaç. Herkes takdir eder,herkes tebcil[22] eder. O takdir ve tebcil ettiklerinden de memnun değil de böyle bir şiiri var.

Bilmem niye âşıkan utansın, bigâne-i aşk olan utansın
Sevmekle seni utan diyorsun, sevmekse suçum cihan utansın.

(O... vird söyleyecek zaten)

Bir hâsılı yok zemine düştüm, elden ne gelir zaman utansın.
Bir hâsılı yok zemine düştüm, elden ne gelir zaman utansın.
Razı dili kim ederdi ifşâ, ey mihr-i emel figân utansın. [iii]

(Bu en ufağı, muazzam kelimeler)

Hayat içünse bunca gam değil mi âkibet âdem.
Hayat içünse bunca hem bakidir aslı mültezem.
Hayata minnet eylemem.   
Hayatımın zevâli var, ne olmak ihtimâli var.

(Uzun uzun şöyle şeyler okur.)

Olunca söz evet belî 
Cihânın oldun a'kali [iv]

Üüü! Kümmelinden[23] bir adam hulâsa. O günün evkaf nazırı da Galip Paşa. Alaydan yetişmiş, eski tabirle. Fakat irfanı var. O bizim istîdâdımızda oluyor, bizim millet de bizim kanda. Git, mesela köylüyle konuş. Köylü bir cümleyi söyler, iki tane nükte verir. İki tane vecize verir, şaşırır kalırsın.

E saltanat arabasına binmiş. O vakit saltanat devri. Atlar hususi, yaldızlı araba gelinmiş. Adanalı Ziya Bey’de şöyle bir bakmış, bir de cebini düşünmüş, öğlen yemeğinin parası da yok. “Ziya, sen şunu bilirsin bunu bilirsin, şunu bilirsin bunu bilirsin. Bu Galip Paşa, bunun ilk mektep tahsili de yok, evkaf nazırı.” Doldurmuş.

Paşa gitmiş makamına oturmuş. Gideyim şu adama çatayım,  demiş. Biraz da alkol kullanıyor. O alkol kullananlar üç sınıfa ayrılırlar. Bir sınıfı Kudret’e imanı var, Kudret’in saltanatını aklı ile idare etmediğinden dolayı isyan ederim diyerekten bakıyor, bakıyor, kendini uyuşturmak istiyor. Anlatabildim mi? Bir kısmı şaki, şekâvetini meydana koymak ister. Bir kısmı da işte zavallı sızar kalır. Bu, ilk tarif ettiğim sınıftan.

Doğru nezarete gitmiş. O günün tabiri ile. Çıkmış evkaf nazırının yanına, sert bir eda ile: “Paşa demiş, hangi mektepten aldığın diploma ile bu iskemlede oturursun?” Haa, ilk önce değil.
Galip Paşa renginden anlamış. Bu adam bana çatmaya geldi!
“Oo Ziya Bey oğlum, buyurun bakalım.” filan demiş.“ Biraz asabın gergin filan. Size bir soğuk bir şey ısmarlayalım.”
“Hayır, hayır! Paşa demiş. Ne otururum ne bir şey isterim. Bir sualim var, hangi mektepten aldığın diploma ile burada oturursun? Bu iskemlede.”
Ee Galip Paşa’nın da celali gelmiş.
“Ziya edepsizlik etme, demiş. Ben öyle bir mektepten aldığım diploma ile bu iskemlede otururum ki, bu iskemle yalnız bana burada değil dünyanın her köşesinde açık ve beni bekler. Sen zannetme ki yalnız bu memlekette bu iskemle beni bekliyor. Dünyanın her köşesinde bu iskemle beni bekliyor. Açık, durur bu iskemle benim içün. Benim aldığım mektebin diplomasının adına kader mektebi derler. İmzasını da Allah va’z etmiştir.”

Konuşmaya nihayet verirken birkaç cümle daha söyleyelim. Dedik ki: İhtirasât-ı nefsâniye, cemiyet-i beşeriye de hâkim olursa tereddî[24] başlar. Nefsâni hayat başladı mı ahlaki rabıtalar da kendi kendine kopar. O vakit vicdani mefkûreler, bi hayalden ibaret kalır. Sen kendi kendine şaşarsın, neden böyle? Şaşmaya lüzum yok. Neden? Ne vakit ki ihtirasât-ı nefsâniye hâkim oldu, o yapmaz. Nefsin neticesi neye çıkacak? Nefis neye amildir? Daima şerre amildir.

Bir misal daha vereyim size. Güneş, su, hava, insanın bedeninin nasıl gıdasıysa, ahlak da ruhunun gıdasıdır. Bu gıdayı kaybetti mi kişi, ölü yaşıyor demektir. Hayır gelmez. Canlı ölüm hayatı. İrtibat olmaz. Birleşme olmaz. Vahdet olmaz. İnsanlar da birleşmedikçe, Kudret’e bir şeylerini yaptıramazlar.

Siz zannetmeyin ki her yapılan iş insanın kudreti tarafından meydana geliyor. Hayır. Kudret insanın azmini görüyor, çalışmasını görüyor, niyetini görüyor. Onları gördükten sonra o sahada birleşmesini görüyor... Ondan sonra o zannediyor ki benim elimle çıktı.

Kalem yazıyı yazarken ben yazıyorum diye yazar ama haberi yoktur ki benim parmaklarım yazıyor. İnsan da işi yaparken ben yapıyorum diye yapar ama hayır hayır o istîdâdı nispetinde Allah’ın parmakları yapar. Anlatamadım mı acaba? Kalem yazarken kendi kendine gafildir o. Ben yazıyorum, der. Benim parmaklarım yazıyor. Anahtar kapıyı açarken ben açıyorum, der. Hayır, benim elim açıyor onu. Hem benim elimle anahtarın açması arasında hudûs-u[25] zâti vardır, hudûs-u zamânî yoktur. Zaten hadistir ama bana nispeten fakat benim açış tarzımla onun kıpırdanışı arasında zaman yoktur. Anlatamadım mı acaba?

Bugünkü konuşma bu kadar yeter.


[1] Tefrik: Birbirinden ayırma.  Birbirinden ayırmak, seçmek, ayırd etmek, ayrı kılmak.  Korkutmak.
[2] Tebeddülât: (Bedel’den) Tebeddüller. Değişimler, değişiklikler, Tagayyürler, tahavvülât.
[3] İstihâle: Bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka hâle değişmesi. Başkalaşmak. Bir hâlden başka hâle geçme, biçim değiştirme
[4] Şuûnât: İşler, faaliyetler; Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler.
[5] Kevniyye: Varlık âlemiyle ilgili. Yaratılanlarla ilgili olan.
[6] Tevakkuf: Durma. Eğlenip kalma. Duraklama.
[7] Harafe: Aklın bozulması. Delilik.
[8] Makam-ı behimiye: hayvaniyet makamı
[9] Tereddî: Gerilemek. Soysuzlaşmak. Aşağı düşmek.
[10] Mevâ: Mekân, yer
[11] Mükedder: Kederli. Sıkıntılı. Tekdir edilmiş. Azarlanmış.
[12] Meşbû: Doymuş. Dopdolu hâle gelmiş, dolmuş, dolu
[13] Tur Suresi, 21. Ayet-i Kerime (son kısmı)
[14] Necm Suresi, 39. Ayet-i Kerime.
[15] Hubût: Yukarıdan aşağıya inme, düşme.
[16]Urûc/ Uruç: Yukarı çıkma. Yükselme. Göklere ağma.
[17] Tetebbû: Araştırıp incelemek, derinliğine inceleyip tanımak.
[18] Muattal: Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Terkedilmiş.
[19] Samia: işitme duygusu işitme kuvveti
[20] Münkasim:  (Kısım. dan) Bölünen, bölünmüş. Kısım kısım ayrılan, taksim edilen.
Ân-ı gayr-i münkasim: Bölünmeyecek kadar küçük ân. 
[21]İnkıtâ:  Kesilme, kesintiye uğrama.
[22] Tebcil: Ağırlamak. Yüceltmek. Birisine ta'zim ve hürmetle hareket etmek.
[23] Kümmel:  (Tekili: Kâmil) Kâmiller. Olgunlar. İlmen, dinen ve mânen kâmil olan büyük zatlar. Büyük mâneviyat ve fazilet sahibi insanlar.
[24] Tereddi: Gerilemek. Soysuzlaşmak. Aşağı düşmek.
[25] Hudus: Sonradan meydana gelme, yok iken sonradan varlık kazanma.


[i] NUTK-İ ŞERÎF 

Dildedir dildâr dâim sanma bir dem dûr olur
Gerçi dil gafletde ondan dembedem mehcûr olur

Hâb-ı gafletden uyansa dil bulur dildârını
Cân olur hâzır huzûr eder gönül mesrûr olur

Cennet-i erbâb-ı dil cânân cemâlin seyreder
Hûr u gılmân olmaz ol cennetde nûr-i nûr olur

İste sen dîdâr-ı dildârı nazar kıl gönlüne
Hazret-i Mûsâ gibi cân 'âşık u dil Tûr olur

Sen kitâbullahsın ey cân sendedir cümle 'ulûm
Her ne var iki cihânda sende hem mestûr olur

Nâsır-ı Mansûr idi derdi "ene'l-hakku'l-mübîn"
Söyleyen Nâsır'dır andan tercümân Mansûr olur

'Ârif oldur kim görür nefsin bilir Hakk'ı hemân
Ol ki nefsin bilmedi bunda hem anda kûr olur

İbrâhîm Hakkı Erzurûmî

[ii] Eni ü nale seher-hize ney nevası verir.
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir

Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.

Benim vücudum olur na-bedid o dem yoksa.
Cihan bu halde kalmaz kadirşinası gelir.

Abes, tabib arama derd i dil ara yahu
Ki Dert-mend olanın gayrıdan devası gelir.

Kederden özge garib i diyarı kim yoklar
Mariz ıyâdetine gelse aşinası gelir.

Sitemkeranı Hudâ nâşinâs hakkından
Efendi tecrübe ettim seher duası gelir.

Azab ı kabri şataretle atlatır feyzi
O dem ki başucuna Âli Mustafa’sı gelir. 

[iii]

GAZEL

Bilmem niye âşıkan utansın,
Bîgâne-i âşk olan utansın.

Bir hâsılı yok zemine düştüm,
Elden ne gelir zamân utansın.

Hâk üzre kalış ziyâ-yı mihre ,
Bir zül ise âsuman utansın.

Râz-ı dili kim ederdi ifşâ,
Ey mihr-i emel figân utansın.

Sevmekle seni utan diyorsun,
Sevmekse suçum cihan utansın.

Dildâdene levm eder şu bi'dil,
Gel şöyle görün eman utansın

Ruhsar-ı Ziya, ne gül gül oldu,
Sen söyle o meh heman utansın.

 Adanalı Ziya Bey.

[iv] NE OLMAK İHTİMÂLİ VAR

Dilin yine melâli var
Melâlinin kemâli var

Cihâna infiâli var
Ne mâhı var ne sâli var

Güzîde bir hayâli var
Gelen gider meâli var

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

Dök ehl-i necle âb-ı rû
Ricâle eyle ser-fürû

Bak imdi hâle sû-be-sû
Değer mi bir hayâta bû

Abes bu şiddet-i guluvv
Baş eğmem ölsem ey adû

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

Bugün vücûd isem ne gam
Değil mi âkıbet âdem.

Hayât içinse bunca hem
İlâha eylerim kasem

Hayâta minnet eylemem
Bekadır asl-ı mültezem

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

Bozuldu gülşenim gülüm
Daha nedir tezellülüm

Çok oldun ey teemmülüm 
Sükûta yok tahammülüm

Kemâle mi tevaggulüm
Âdemdedir tekemmülüm

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

Olunca söz evet belî
Cihânın oldun a'kali

Şu hâlde baş mı eğmeli
Ziyâ ben olmadım deli

Edip bir iş ki mücmeli
Hâyâta bâri değmeli

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017