Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

99. Kaset

 099 (146) 73 dk (28.01.1962)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakında menşeinin kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl, aşk, vazife, kalp, bunların hepsi mânâ-i insaniye taalluk eden birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. İnsan.

Tabi, her konuşmamda tekrar ettiğim gibi; buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil. Aşktan doğan ahlak dedik. Burayı izah ettikten sonra geçelim.

Mevcûdât içerisinde, yani şu aklımız, hissimiz, idrakimiz, varlığımızla ihâta edebildiğimiz ve edemediğimiz ne kadar varlık varsa, bu varlığın içerisinde Kudret’e muhatap olarak, tecelli etmiş olan bir sınıf var. Buna insan deniyor. Hususi bir imtiyaz almış. Bu insanın zahirde görünüşü, nihayet kan ve kemik torbasından ibaret. Fakat mânâ itibariyle görünüşünde de büyük bir varlık var. Bir yüzü âlem-i kudrete açılmış, bir yüzü âlem-i hilkate bağlanmış. Âlem-i hilkatteki veçhesinde akıl işe yarıyor. Âlem-i kudrete gelince tıkanıp kalıyor.

Binaenaleyh, insan kendi kendisiyle baş başa kaldığı vakit, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan varlığı ile kendi âleminde bulunduğu vakit, kendisine birkaç sual sorar. Nereden geldim, der. Nesin, der. Ne olacaksın, der. Nereye götürüleceksin, der. Ve bu sualleri yaşıyorsa henüz, ahlaka göre mânâya göre;  henüz o kimse mânâ-i insaniyete kadem basmamış nazarı ile bakılır.

İlk suali sorar. Sen; şöyle elli, altmış, seksen, yüz kiloluk, bir varlıksın. Fakat şu kadar sene evvel kendi kendini bilmezdin. Muhitin de tanımazdı, hiçbir yerde bilinmiyordun. Senin bu varlığın nasıl oldu? Sen nereden geldin ve niye geldin? Ve nereye götürüleceksin?

Bu suallerden, vicdanından ses duymaya başlar. Duymuş olduğu bu sedâ-i hafînin, vermiş olduğu bir zevk ile kendinde bir heyecan hâsıl olur. Bu sefer aslını bulmaklık, taharri etmeklik zevki gelir ki, bu zevkin adına aşk derler. Anlatabildim mi acaba? Bu aşk, yani romanda okunan aşk mânâsına değil. O vakit, kendi iklim-i vücûdundan, bir “ebed" sedasını duyar. Geleceğiz şimdi buralara konuşurken. 

Demek oluyor ki insan; bir yüzü âlem-i hilkate, bir yüzü de âlem-i kudrete. Hilkat dediğimiz şu gördüğümüz mezâhir, varlık. Buradan meçhulden malumu çıkarabilmeklik için kendisine akıl denilen bir cevher verilmiştir. Hissin galatlarını tashih eder, meçhulden malumu çıkarır. Hayır ve şer, iyilik ve kötülük, iyi ve kötü kendisine bildirildikten sonra; bu iyiymiş, bu kötüymüş diyerekten kendisine hüküm verebilir. Medar-ı teklifdir buralarda. Fakat âlem-i kudrete taalluk edecek yere geldi mi akıl tıkanır.

E insanın bir yüzü de âlem-i kudretle alakadar. O hâlde ne yapmak lazım gelir? İnsan ne arar? O arayacağını bulamayınca, zulüm meydana gelir kâinatta. Beşeriyet zalim olur. O kadar zalim olur, o kadar zalim olur ki canavarlar onun irtikâp ettiği şeylerden utanmaya başlar. O kadar zalim olur. O arayacağı şeye yüzünü çevirmezse. Çünkü insan vicdanından “ebed ebed" sedasını duymazsa, kendisinin mensi ve mühmel, yani başıboş bırakılmış, ihmal edilmiş, günün birinde bir tarafa terk edilecek, bir zavallı olduğu şekilde kalacağına inanırsa, zavallı olur gider. Ama nasıl zavallı olur? Fırsat eline geçerse, can yakar. Çünkü can yakan adam en zavallı adamdır.

Dünyada kime çok acımalı? En zalime çok acıyın! Acınır mı yahu? Evet, çok acıyın. Çok mahrum bir hâlde. Hayat bundan ibaret değil ki. Gördün ki bir adam vuruyor, kırıyor, yakıyor, inletiyor. O, kendi kendisinin düşman-ı bîrahimidir. Hiç kendisine acımayan bir adam demektir, ona çok acımak lazım gelir.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin beyanı tebliğinde böyledir. Sormuşlar kendisine:
“En çok kime acımalı?”
“En çok acıyın (diyor) zalime çok acıyın.”

Ama buradaki acımak, biraz talimi tarifi de güç. Acıyın da cezasını vermeyin, o mânâya değil. Bazı acımak vardır ki insan, ona acır da kendi kendisi içün Kudret’e karşı boynunu büker. Aman der, beni böyle yapmamışsın,  der. Anlatabildim mi? Böyle acımak şekli vardır. Beni böyle yapmamışsın. Ya ben böyle olsaydım?

İnsan ebediyete ve neşet-i saniyeye yani ikinci hayata inanmadıkça huzura kavuşmanın neşve-i bekâya yaklaşmanın imkânını kendinde bulamaz. Bu kapı kapalıdır. Servetle yaklaşır mı? Masa büyük olursa filan? Onlar hep şeydir. Onlar hiss-i zevkidir geçer. Hisse bağlı olan zevkler fanidir. Akla, fikre, ruha bağlı olan zevkler bakidir.

Bir ana hat veriyorum, dikkat edin bunu. Bir zevk ki hisse bağlıdır, o fanidir. Onun kıymeti yok, onda kıymet yok. Fanidir o geçer. Bazısında zevk olur, bazısında keder olur, hisse bağlı olduğu içün. Hepsinde aynı şekilde olmaz. Misal vereyim mi size daha iyi anlaşılsın? Bak, hepsinde aynı şekilde olmaz dedim. Anlayın, der.

Hiç parası olmayan bir adam; birdenbire bin lirayı bulsun, o bin liranın kendisinde o an içün bir zevk-i sürûri olur. Hiç parası yok, on paraya muhtaç. Bin lira, buyurun şu bin lirayı dedin mi bir zevk-i sürûr içindedir. On bin lirası olan bir adam; dokuz bin lirasını kaybetsin, bin lirası kalsın, o keder içerisindedir. Aynı adamda da maiyet itibari ile biner lira var. Biri keder de biri sürûr da. Neden? Bir şey anlatamıyor muyum yahu! Onun içün fani olmayacak, baki olacak. Şimdi yalnız şöyle bir şey geliyor. Ben iyi anlatabilirsem. Kudret takat verirse, siz de iyi dinleyebilirseniz, bir zevk olur. Ben iyi anlatabilecek miyim? Sıhhatim de o kadar iyi değil de.

Dedim ki ebediyet. İkinci hayat. Bunlar, böyle gözle görülüp, elle tutulabilen şeyler değil. İlm-i fen bu mevzûda felsefesi ile beraber, rap der durur. Akl-ı beşer dûçâr-ı hayret olur. Henüz bâb-ı hakikatın kapıları kapalıdır. İstikbalin yolları mesduddur.[1] Bu karanlığı ne açabilir? Bu karanlığı ancak nûr-u nübüvvet. Anlatabildim mi acaba? En mühim bir yer burası şimdi. Ve bunu insan kendi iklim-i vücûdunda duyar da anlatamaz. Mânânın ahlakın pûtesinde eritmedikçe kendisini.

Kesâfetini eritecek. O kesâfet letafete inkılap ettikten sonra bir marifet meydana gelecek. O vakit hilkatteki gayeyi anlayacak. O vakit, hissiyattan ziyade akıl ve fikre itina edecek, ondan sonra hak ve hakikate muhabbeti varacak. Bunsuz severim sözleri işte milyonlarca insan “Bizim gönlümüzde bir Hak vardır.” der, fakat duymadan, der. Duyarak demiş olsa, bir milyonda beş kişi duysa söylese, sema yere iner.

Sen adi bir insana muhabbetini gösterirsin de; o muhabbet, o insanı yakar, seni etrafında pervane eder de  muhabbetin aslı olan, mastarı olan Kudret Fatır, kendisine ait olan o sevgiyi sende görürse, seni bir kenara atar da bırakır mı!

Biz kenara atılmış insanlarız. Olmaz! Neden? Bizimkisi ihtiyat hâlindeki bir sevgidir. Bizim sevgimiz, severiz deriz. İhtiyat. Dedikodu sevgisi. 

Muhabbet öyle bir sıfat-ı muhlikadır ki, hangi kalbe girerse o kalp de ondan mâadâsını yakar. İmtihanı bunun böyledir. Bak kendi kendine. Seviyorum dedin, gönlüne bak. Gönlünde haddizâtında O’nun haricinde bir muhabbet varsa, hangi şeyi seviyorsan, bütün hizmetin ona aittir. Dikkat et, dikkat! Hayat-ı sûrînde gönlün nereye bağlıysa, neyi seversen onadır.

O hâlde nasıl biz Kudret’le alaka peyda edebiliriz? Bir sual çıkar. Biz bu âlem-i şuhûda gelmişiz. Mazâhir etrafımızı kaplamış. Binaenaleyh bizde bir muhabbeti sûrîye olacak. Bunsuz bütün işler durur. Hah, işte dert burada. Kudret diyor ki: “Cisminde mevcût, bütün zerratında, bütün hücrende, bütün vücûdunda tasarrufu aşikâre olan, ruhunu bilir misin bilmez misin?” der, ilk önce.

Senin bu kan ve kemik torbanda, cisminde mevcût her zerrende tasarrufu da muhakkak olan bu ruhunu bilir misin? Bilirim vardır, dersin değil mi? Mahiyetini tayin edebilir misin? Neden? Acizsin değil mi? Evet. Bu cehli, derin cehlinle bu karanlık içerisinde kopkoyu zifiri karanlık içerisinde fakat benim bir ruhum vardır, diye bağırıyor musun?  Bağırıyorsun. O ruhunun da senin bu vücûdunun muharriki[2] olduğunu, müdebbiri[3] olduğunu da ilan ediyor musun? Ediyorsun.

“O hâlde, senin nasıl böyle elinle tutamadığın, fakat sana senden daha yakın, en karanlık içerisinde var diye bağırdığın o varlık senin kendinin muharriki ise bu kâinatın muharriki olan Ben de varım. Dön ahlaka!” der. Anlatamıyor muyum ya!

Demek oluyor ki, kopkoyu karanlıkta kalındığı hâlde, kendisini tasarruf edeni kendisi bildiği hâlde, mahiyetini tayin edemediği hâlde, bir müdebbir bir muharrikin daima kendini tasarruf ettiğini idrak ettiği hâlde. E neden kâinatı, muharriksiz müdebbirsiz tanımaklığa kalkıyor!? Ha işte ondan zulüm çıkıyor işte. Belanın en büyük yeri de o.

Bütün istibdatlar, bütün zulümler, kuvvet sahiplerinin kendi fevklerinde bulunan Kudret-i Fatır-ı tanımamalarından ileri gelir. İstibdat zulüm müsâvi, Fatır’ın kudretinin tanınmamasındandır. Ve hiçbir şeyden ileri gelmez. Ama ahlakın pûtesinde, kesâfetini ayıran insanın kalbini her şeyden evvel kesâfet ayrıldı mı kalp doğrudan doğruya Hak ve hakikati sever. Anlatamadık mı?

Hakk’a tapar, taassup ve nefsaniyet taraftarlığından kurtarır ve sahte benliğinden azat olur. Zira Allah-u Teâla, Hak Teâla’dır. Anlatamadık galiba! Neden Hakk’ı sever? Zira Allah-u Teâla, Hak Teâla’dır. Bu cümleyi söylemek için çıktım buraya. Mevzûun bugünkü konuşmanın en mühim noktası bu. Bir daha hoşuma gitti bir daha söyleyeyim.

Zira Allah-u Teâla Hak Teâla’dır. Gönül de kedurattan, insanın hüviyeti de kesâfetten, tamamen azat oldu mu Hak ve hakikati sever. Oraya muhabbet eder, çünkü kirler gidince Hak tecelli eder. Gönül âleminin en büyük misafiri O’dur. Misafiri budur.

Sevgi başlar, sevgi başlayınca, hariçte sevgi vücûdunu göstermek ister. Nasıl gösterir? Sen kendin, kendini gösteremezsin. Sen kendini bende göreceksin. Ben de kendimi sende göreceğim. O hâlde sen mecbursun beni sevmeye, bende mecburum seni sevmeye. O hâlde ne sen bana zulüm yapabilirsin, ne ben sana zulüm yapabilirim. Ne sen beni ağyar diye tanıyabilirsin, ne ben seni ağyar diye tanıyabilirim. Ne olur? Kudret’in ilk sermayesi meydana çıkar. O nedir? Muhabbettir. Beşeriyet huzur içinde yaşamaya başlar.

Yoksa huzur kisbî değildir, vehbîdir. Anlatabiliyor muyum acaba? Huzur, elle kazanılmaz. Huzur, kafa ile meydana gelmez. Huzur, fikirle ortaya çıkmaz. Huzur, servetle meydana gelmez. Huzur, hiçbir maddi şekille çıkmaz. Çünkü huzur, umur-u kalbiyedendir. Kalbin de mutasarrıfı Allah’tır. Git filan yerde ol, derse olur. Ve illâ olmaz.

Bakarsın ki bütün ihtiyaçtan azadesin, oturduğun yerde çatlayacağım, dersin. Sıkılıyorum. Niye sıkılıyorsun? Sebebini sen de bulamazsın. Bakarsın ki bütün müzâyaka[4] içerisinde inliyorsun, bir an içerisinde çok ferahladım, dersin. Aman çok hafifledim, dersin. Neden? Neden ferahladın? Onu da bulamazsın, zahirde sebebini. Neden? Mutasarrıf-ı Hakikinin elindedir. Kime verirse, onda olur.

Kesâfet letafetten kurtuldu mu şey vücût... İnsan kesâfetini letafete inkılap ettirdi mi neşesi değişir. Sebeb-i hilkat-i âlem-i âdemdir Hazreti İnsan. Yani Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, onun iltifatına mazhar olur. Başka türlü yaşar.

Kendi benliğinde kalırsa; haset, buğz, kin, adavet, riya, bunlar öyle birer manevi rahatsızlık ki, ne maddi hastalığa benzer ne ıstıraba benzer. Çok fena bir şey. Kin mesela... 

Ne güzel misal getirmiştir, Hazreti Mevlana. O kadar güzel misal getirir. Kin der, cehennemden bir cüzdür. İlmen her şey aslına rücû eder. Binaenaleyh kinle dolu adam muhakkak aslına rücû edecektir, der. Nâridir nâra kavuşacaktır. Sen kendini yokla! Acı, acılara mülhak olur. Habis, habis ile haşrolur. Herkes kendi kabrinin içerisine kendi efâli ile gömülür.

Hangi kabir bilir misin? Bu bu! Bu hayattan çekildikten sonra gideceğin kabir değil. Herkes efâli ile bu kabrinde yatar, diyor. Bu işte bu. Bu elli atmış kiloluk kan ve kemik torbası içerisinde eğer hasenat iyilikle... Huyun gül gibiyse gülşende, kabrin bu. Bu vücûdunda gülşendesin. Huyun yakıcı kırıcı, vurucuysa, harsın dikensin, külhandasın. Çılı çırpı dikenli olur, ocağa atılır, tutuşturulur. Yakılır değil mi ya! E bu bunların hepsi netice itibariyle, üç günlük hayatta hallolunacak işler. Az bir zamanda. Allah öyle diyor. Ben, diyor… Fakat biz dikkatli okumayız Büyük Kitab’ı okusak. Mesela der ki:

[5] اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ  . اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ 

Buradan bir misal vereyim de iyi anlaşılsın diye bunu okudum. “Ben hayatı ve mematı yani ölüm denilen hâli, dirilik denilen hâli yarattım. İnsanların güzel iyi veya kötü yapacağı şeyleri meydana koymaları içün.” Anlatamadık galiba. Biraz da zor burası. Hangisi daha güzel amel yapabilecek, bilfiil bu âlem-i şuhûtta hangisi hayat-ı tecrübeyiyi meydana çıkarabilecek, bunları gösterebilmek içün yapmışımdır, der.

Demek oluyor ki: Hilkatten gaye, ahlaka göre ilmin nazariyesi gayesi, ne oluyor? Marifetullah oluyor. Hikmet-i hilkate vukuf oluyor. E bunların hepsinin hesabını soruyor Kudret. Ve sormakla beraber, bunlara vakıf olmayanlara da dünya üzerinde netice itibariyle salahiyet sahibi kılmıyor. Siz arza varis olamazsınız, diyor.

Arz üzerinde hilkatin hikmetine kim vakıfsa, onu ona vereceğim, diyor. Bu mânânın ahlakın, gaye-i nazariyesi. Bir de bunun bir ameliyesi var. Ona gelince, insanların hikmet-i hilkatlerine göre, iş işlemesi. Biz hangimiz yaratılışımızdaki hikmete göre iş yapıyoruz? Hangimiz hilkatin gayesine göre kâinatı anlamaya çalışıyoruz. Boyuna dedikodu. Sen beni ye, ben seni yiyeyim. O kadar da bu zaman öyle çabuk geçer ki, dedikodu zamanı o kadar kuvvetli geçer ki şaşar gidersin. Çabucak da biter.

Konuşmanın bir hulâsasını vereyim size. Kudret’in emri böyledir. Ahlak da o emri nakleder. Der ki: İnsan bu âleme ya âlim olur, ya müteallim olur, ya müstemi olur, bu üçünün haricinde dördüncüsü olursa, mahvolur, insan değildir, der. Ya bileceksin ya bilen ve bildiren olacaksın veyahut bilenden bilmeye kendini memur eden olacaksın veyahut bilen ve bilmeye çalışandan işiten olacaksın. Bilen değilsin. Bildiren değilsin. Bileni bilmeye işitmeye de kendini vermemişsin, bunun dördüncüsüsün. Mânâya göre, ahlaka göre henüz makam-ı insaniyette değilsin. Mahva hazırlanmışındır.

Dikkat ederseniz beşeriyet her ne zaman bir feyiz görmüşse, yani yaşayışından kendisinin enfüsünde bir hayır görmüşse, muhakkak hassasiyet-i ahlakiyenin taht-ı idaresinde yaşadığı müddetçe görmüştür. Ondan ayrıldığı müddetçe hiçbir vakit beşeriyette bir feyiz görülememiştir. Yoktur, tarih-i âlem kaydetmemiştir ve kaydetmez. Kudret, onu kurmamış öyle.

Dedene bak şimdi, deden nasıl yaşardı? Vazifeden doğan ahlakın saliki miydi, aşktan doğan ahlakın saliki miydi? Tarif ettik ya başta. Hangi ahlak ile taalluk etmişti? Aşktan doğan ahlakın salikiydi. Evvela canan, sonra can diye yaşardı. Hubb-u gayra amil, kıyas-ı nefisle amel ederekten kâinata ün vermiş. Zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı koymuş. Gözüyle işaret etmiş, zulmü gördüğü yere… Otur! Demiş, oturtmuş. Sen de o dedenin çocuğusun. O kan mevcuttur. Onu her an, o istîdât onu kabul edebilir.

Neden birbirimizi sevmiyoruz? Dert burada. Niçün sevemiyoruz birbirimizi? Ekserimiz, mağlub-u nefsaniyet olduğumuzdan dolayı. Çoğumuz nefsimizin emirlerine mağlup olduğumuzdan dolayı arzumuza tevafuk etmeyen ve uymayan hak ve hakikatlere, düşman kesiliyoruz. Hak ve hakikate düşman kesilince, birbirimize tecavüz ediyoruz. E birbirimize tecavüz edilince Kudret merhamet elini kaldırıyor. O el kalktıktan sonra insanlar hiçbir şey yapamaz.

O insanların, kendi kendime yaptım demesi… O boştur o. Olmaz hiçbir şey yapamaz. O, bakacak ahlak-ı ihtiyâriye göre işi verecek. Dalâlette olana, dalâletine göre kuvvet verecek, hidayette olana hidayetine göre kuvvet verecek. Dalâlette olana da dâlâletine göre verecek. O ayrı bir iş o. Neticesi hayır çıkmaz.

Evet, ahlak yeniliğe amildir. Mânâ amildir. Zât-ı Kibriya öyle der. Bu kâinat her an, her an hesaba girmez, zamana girmez bir tecellide yenidir. Sen de o kâinattan bir varlık olmak hasebiyle öylesin. Fakat öyle, teceddüdünde[6] bir mugallatası[7] vardır. Teceddüt, bazen bekayı imha etmeye çalışır. Ona teceddüt denmez. Teceddüt hayatta aranılacak. Hayatı imhada değil. Anlatabildim mi acaba?

Ahlakın tarifindeki teceddüt (yenilik), hayatı vermekte. Bekayı yıkmakta değil. Bekayı yıkmak namına yapılan teceddüdün adına teceddüt denmez, tebeddül[8] denir. Tebeddül, tebeddül başka, teceddüt başka. Anlatamadım mı? O ayrı ayrı şeyler onlar. O orada hayatını verirsin, yeni bir hayat alırsın. Ama biraz evveli dediğim gibi evvela, ebediyet neşesini, vicdanında bulabilmek.

Kendisini… İnsan bu âleme kendi kitabını okumaya gelmiştir. O okuduğumuz diğer kitaplar, onlar furûat, onlar ufak kitap onlar. Onlar kolay. Dünyanın en yüksek üniversitesinden mezun olur. Yirmi otuz tane lisana da vakıf olabilir amma kendi iklim-i vücûdundaki üniversitesindeki kitabından mezun olanlar pek azdır. Hâlbuki ilk önce kendi kitabını okumaya gelmiştir. O da öyle bir kitaptır ki ilk sayfası ile son sayfası kopuktur, Kudret’tedir. Kitabın orta yerlerini okuduktan sonra bir şey anlayınca yalvaracak ki, ilk sayfa ile son sayfayı ver de birleştireyim, diyecek.

Beşeriyetin çoğu, sakallı çocuktur, sakallı çocuk. Nasıl bir yaşında çocuğa mavi boncuğu gösterirsin elindeki en büyük kıymetli bir şeyi alırsın. Kudret de böyle insanlara alelade zevâhiri göstermiş, asıl içindeki lazım olan kitabın kapaklarını koparmış, öyle bırakmıştır. O ilk ön sayfa ile son sayfayı almanın çaresine bakmak lazımdır.

Ya, ne incelik vardır. Bu cismânî vücûda, ruhânî bir hayat koymuş. Düşün kendini bir defa kitabını okurken. Şu elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasına ruhânî bir hayatı va’z ediyor. Nasûtiyet-i[9] kesifeni, lahûtiyet-i[10] latife ile irtibat ediyor. Nasıl anlatayım? Bu ecsâd[11], cemâd, gözüken bu mezâhir, o kevn-i fesat, bu geçici şeylerin adına nasûtiyet derler. Bu nasûtiyete, neticesi boğulacak olan bir şeyin içerisine o kadar zıt bir şeyin içine o kadar cem-i ezdât[12] olmuş ki, öyle bir şeyi koymuş ki, hayat denilen latife-i lahûtiyeyi oraya tecelli ettirtmiş. Bu tecelliyesinde vahdaniyet meydana gelmiş. Beşer onun içün Kudret’in en büyük mucizesidir.

Kudret’in en büyük burhanı insandır. Onun içün diyor ki, Kudret: Sen sakın, diyor. Bana burhansın, en büyük bir mucize olaraktan meydana gelmişsin. Ben senden sana bir emanet vermişim, o emanetin adına da hürriyet derler. Sakın sen bunu -diyor- satma. Sen sakın bunu satma, diyor. Bunu satmamaklığın içün, diyor. Yalnız bana istinat etmekliğin lazım gelir. Her kimden ikram görürsen o ikramın karşılığı cevheri hürriyeti vermektir, diyor Anlatamadım galiba!

Onun içün mânâ ilminde, tevekküle çok kıymet verirler. Fakat bunu beşeriyet ekserisi, tenkidi-i mucip olmuştur. Tevekkülü atalet zannetmiştir. Hayır. Tevekkülle ittikâl[13] ayrıdır. Mezmum olan ittikaldir. Tevekkül değildir. İttikal başka tevekkül başka. Anlatayım mı size bunları, ister misiniz?  

İttikâl cebriyeye gider, yani ne demek? Her şeyin yakasını bırakır, o makbul değil. Tevekkül öyle değil. Tevekkül Kudret’in kendisine vermiş olduğu bütün sıfatları kullanır, kullandıktan sonra yalnız O’na hasr-ı itimat eder. Benim bir yere itimadım var. Kim o? Allah. Oraya hasr-ı itimat ediyor.  Yalnız Allah’a hasr-ı itimat eden kimse bütün insanlara karşı ilan-ı hürriyet eden kimsedir işte. Bilmem ki tadını anlatabiliyor muyum?

Şimdi bütün kalbini yalnız Hakk’a raptedip, kâinata karşı ilan-ı hürriyet ve istiklal eden kimsenin ruhunun yapacağı vazifenin neticesinde neler görür acaba beşeriyet? Sen düşün şimdi o ruhun şeyini. O öyle bir ruhtur ki, kâinatta daima yekvücut olarak yaşayalım, der. Gelin vücûtları birleşelim, yekvücut olaraktan yaşayalım. Daima öyle yaşamasını ister.

Birisini kazara yaralarsa, birisini kazara rencide ederse “Ahh kendi cismimi yaraladım. Kendi kendimin, ben insafsız düşmanıyım!” diye dövünmeye başlar. Tevekkülün gelineceği netice bu. Bizim dedelerimizin sıfatı böyleydi. Birisini rencide ederim diyerekten tir tir titrerdi. Korkuyor, çünkü neden? Benim diyor, Hakk’a itimadım var. O itimat beni bu işten beri kılar. O tek korku. Ne güzel söylemişlerdir ya.

Ne irfandır veren ahlâka ulviyyet, ne vicdandır.
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilsin havfı Yezdân’ın
Ne irfânın te’sîri kalır kat’iyyen, ne vicdânın. [i]

Hiç olur gider. O bütün beşeriyeti birleştiriyor, o ahlak. Bir misal vereyim size, bak nasıl birleştiriyor?

Hazreti Ömer bir gün teftiş ediyormuş. Yolda düşkün ihtiyarlamış, vaziyetinden belli perişan, bir Hristiyan görmüş. Durmuş, tabi mahiyetinde insanlar var, onlar da durmuşlar.
“Niçün durdunuz efendim?” demiş.
“Çok heyecanlıyım!” demiş. “Niye?”
“Korkarım bu adam çok aciz bir vaziyette!”

Herkes hayret ediyor. Olur ya insan aciz vaziyette olur. Bak vazife, ahlak-ı külliye sahip olunca neler yaptırıyor adamda. O gayet mühim olan adam, Ömer bu. Avrupa içtimaiyatçıları: “Adaleti temsil etmeklik hususunda bir insan heykeli yapmak lazım gelirse, dünya üzerine koymak içün, Ömer’i koymak lazım gelir.” derler. Öyle bir adam.
Yavaş yavaş yaklaşmış. “Vaziyetin nasıl?” demiş.
“Görüyorsunuz!” demiş.
“Gençliğinde biz senden vergi aldık mı?”
“Aldınız!” demiş. Başlamış Ömer ağlamaya.
“Eyvah! Haber alamadım, sen ne vakitten beri düştün?”
Şimdi o Hristiyan ağlar, o Emir ağlar. O Hristiyan ağlar o Emirin rikkatine. O Emir ağlar, o Hristiyan’ın düşkünlüğüne.
Döner der ki: “Ben gençliğinde bu adamdan vergi aldım, düştüğü vakitte haberim olmadı. Acaba kaç gün sıkıntı içinde kaldı bu adam. Götürün derhal bunun lazım gelen ihtiyacını giderin.”
Bir şey anlatamıyor muyum?

Böyle bir medeniyet var mı acaba kâinatta? Gösterilebilir mi bir medeniyet, cicili bicili sözlerin haricinde. Ama o günkü insanlar da öyle. Birkaç sefer söylemişim, münasebet aldı tekrar edeceğim. Keseyim mi konuşmayı? İnsanlar da öyle. 

Abdullah İbn-i Abbas rivayet ediyor.
Bir gece, diyor. Gündüzün kabul etmiyor yanına kimseyi, bari gece gideyim. Kendisiyle görüşeyim, demiş.
“Karanlık bir geceydi, tesadüf öyle oldu. Çıktım, gidiyorum, bir mehib zat geliyor ama kim acaba derken, yaklaştım baktım ki diyor, Ömer.”
“Yahu nereye?”
“Sana geldim.”
“E ben şimdi eskisi gibi değilim ki. İnsanların yükünü sırtıma aldım, dedi. Mümkün olduğu kadar meşgul olmak mecburiyetindeyim. Mâdâmı ki beni çok görmek arzuladın. İstersen demiş, beraber gezelim.”
“Ne yapacaksın?”
“Ben şimdi demiş, artık sabaha kadar nereleri dolaşabilirsem, dolaşacağım. Bu mahallatı gezeceğim, demiş. Bir yerden bir yanık ses, bir geçimsizlik gürültüsü, bir zaruret kavgası, bir inilti, bir şey duyabilirsem, elimden gelen bir şey varsa, çalışacağım.”
“Pekâlâ!” demiş.
Gezdik diyor bütün sokaklar bitti, şehrin haricine çıktık, bana dedi ki: “Uzakta bir işık mı var bana öyle mi geliyor? Bir ışık yanıyor. E oraya da gidelim bakalım!”
Yaklaştık diyor, bir çadır. Bir hayme.  İçerisinde üç tane çocuk “açız!” diyor. Açız! Yalvarıyorlar. “ Ne olursun bir lokma ekmek ver!” 
Bir ihtiyar kadın sesi de: “Biraz sabredin şimdi pişecek vereceğim, diyor. Pişmesine az kaldı!”
Mânâ ahlakında, bir yere girerken yalnız kapı çalmak kâfi değildir. Hani biz, Garp onu bizden öğrenmiştir. Kapıyı çalar içeriye girer amma bizde daha büyük inceliği vardır onun.

Kudret der ki: İzin aldın, içeriye girdin. Size güler yüz gösterdi, buyurun, dedi. Fakat dikkat et, ruhundan da izin al. Sizi istemediğinden olmaz da iktizâ öyle icap eder. Şimdi gelmeseydi de yarın gelseydi yahut iki saat sonra gelseydi. Ben lazım gelen hürmeti gösteremeyeceğim gibi bir hâller olursa ağırlık verme, hemen müsaade al git der.
Öyle emir olduğu hâlde, “o çocukların açız,  kadının da şimdi pişecek” sözüne tahammül etmeyip, izin almadan ceffelkalem[14] Ömer içeriye girdi. Tabi ben de girdim arkasından, diyor.
Mini mini yavrular sırayla öyle. Gözleri yaşlı ellerini ovalamışlar.
Sert bir eda ile Ömer’in kendisine ait olan meşrep neş'e daima sert, sert bir eda ile: “Niye vermedin şimdiye kadar yemek, niçün pişmedi bu yemek? Bak, nıfs-ul leyl oldu.” demiş.
“Sen onu yemek mi zannediyorsun? Hem dışarıya çık, demiş. Çık dışarıya!”

Mevzûu hepiniz bilirsiniz. O tencerede taş kaynıyor. Fakat inceliklerini bilmezsiniz. İnceliklerinden bir tanesi: Daima Kudret; herhangi bir camianın başını, o camianın kabiliyetine göre verir. Onun haricinde irade-i İlâhiye yoktur. Herhangi bir camia, bir varlık, bir kavim, bir millet, bir cemiyet, ne gibi halet-i ruhiyeye sahipse, onun halet-i ruhiyesinden, Allah onu idare edecek adamı halk eder.

“Umâlikûm, amâlikûm. Sizi idare eden adamlar, sizin amellerinizden yaratılır.” diyor. Burasını bilmezsin, taşın kaynadığını bilirsin amma burayı bilmezsin. Şimdi burada ince olan nokta, “Dışarıya çık!” diyor.

Bin dört yüz şehir fethetmiş, iki büyük medeniyet denilen, o gün iki büyük kuvveti ki, dünya daima iki kuvvetle yaşar. Her vakit için öyledir. Her vakit dünya öyledir, âdet-i İlâhi öyle. Biri cemâl biri celâl sıfatına mazhar olaraktan. Diğer kavimler de istîdâtları nispetinde hangisi hangi istîdâda mazhariyeti varsa, ona tabi olaraktan gider. O günde Zerdüşt hâkimiyeti, var, Bizans hâkimiyeti var.  Bu iki hâkimiyetin ikisini de yıkmış, dünyada bir defa olmuş o iş.

Böyle bir adama, bir haymede oturan, bir çadır da oturan ve geçinecek lokması da olmayan bir kadın, gayet ağır kemâl-i vakarlı bir eda ile  “Çık dışarıya!” diyor. Vehn târî olmuyor.

İtimadı kuvvetli olan, ahlaka sahip olduğu vakitte bir adam, onun kalbine Kudret vehn vermiyor.
Sormuşlar, Rasulullah’a demişler ki: “Vehn niye derler?”
“Vehn ona denir ki, alçakça yaşamaya razı olur da insanca ölmeye razı olmaz!”

 Vehn gelmiyor. Târî olmuyor. Kadının o sert sedasından, öyle sert ki, Ömer de sert, kadın da sert. O sert vurmuş, bu sert de rahne açmış.

Demiş: “Teyze nedir?”
“Avutuyorum çocukları demiş, onun içinde yemek yok. Uyusunlar diye avutuyorum!”
“İnsan hâlini Emire söylemez mi?” demiş.
“Ahhh, ankaribillah! Ya Rabbi duy sedamı! Kimsenin kapısını çaldırtmayacak bir kabiliyette yarattın, bak ne diyor. Ben mi müracaat edecektim, emir mi müracaat edecekti bana? Sen nasıl konuşuyorsun? Ben mi ona müracaat edecektim, O mu bana müracaat edecekti!”
“Haber vermeyince nereden bilsin?” demiş, ama Ömer’in bacakları titremeye başlamış.
“Diyar diyar gitsin, ganaimi toplasın. Kenarında inleyen, bir şehidin torununun sesini duymasın. Böyle mazereti kabul eden Allah’ı bilmiyorum ben, demiş. Böyle mazereti kabul etmez benim iman ettiğim Allah. Hiç!” Gene açmış: “Ya Rabbi bu çocuğun ahı benim sedam ile saikâ olsun da Ömer’in beynini inşallah delsin!” Kesilmiş sesi.
İşaret etmiş “Çık dışarıya, bu ikinci bir sefer yaparsa, Kudret dinlemez.”

Mazlumun ahı icabında her tarafa iner. Çünkü celâl kılıcı sallandığı vakitte Nebi’nin de kafası gider, Veli’nin de kafası gider. Hiç dinlemez. Hülagu istilasında Necmettin-i Kübra öyle demiştir.

Çıkmışlar gelmişler, zahire ambarına, o günün teşkilatı neyse.
“Şu un çuvalını bana yükle!” demiş. Demiş ki o vakitte Ömer’in sinni altmış.
“Ben alayım.”
“Hayır hayır, demiş. İşitmedin mi kadının sözünü? Yarın huzur-u İlâhi de hiç kimse beni kurtaramaz, hiç! Ben vaktiyle bu yükün altına girmemeliydim. Bu girilecek bir yük değildi. Vaktiyle girmemeliydim. Herhangi bir yerde ufak bir şey kapılsa, kopsa muhakkak onu benden soracak Kudret, diyor. Ben girmeyecektim vaktiyle girdim. Girmemeliydim. Sen bana acıyor musun? Şu yağ çömleğini al, demiş. Yardım etmek istiyorsun madem.”

Gelmişler, bu sefer de ocak sönmüş. Zaten çalı çırpı ile yanmış.
“Yakacak bir şey yok mu?” diyor.
Çadırın dışarısında bir ufak çalı çırpı, öyle sert bir eda ile göstermiş.
Hemen kemâl-i edep ile Ömer almış. Korkuyor kadının yüzüne bakmaya. Ödü patlıyor. Öyledir, kırık kalp adamı yakar. Ona dikkat edin hayatta. Münasebet aldıkça her konuşmada söylüyorum. Haberin olmadan gidersin. Yakar, hiç hiç dinlemez.
Yakmış, aside. Eskiden pişirirlerdi bilmem bilir misin? Neyse o yemeğin ismi aside. Pişirmiş, çocukları kucağına almış, birer birer kendi eliyle, doyurmuş. E aç yorgun, gece yarısı. Çocuklar yerken başlamışlar uyuklamaya. Hepsini birer birer yerine koymuş.
Yanındaki arkadaşı diyor ki: “Sabah olmak üzere bizi burada sezecekler. Çıkalım artık.” diyor.
Çıkarken usulcacık diyor ki: “Teyze yarın makama gel de belki bir hayır tecelli eder.”
Ses çıkarmamış. O günün örfüne göre ses çıkarmamak kabul.

Hazreti Ömer’e diyor ki: “ Bu gelecek. Fakat acaba geldiği vakit ne yapacak, çok merak ediyorum. Müsaade et de ben gelir bir kenarda otururum. Şöyle bakayım, bu gelince ne yapacak?”  “Gel!” demiş.

Tam öğle vakti, kadın çıkmış, gelmiş. Kapıyı açmış bakmış ki, akşam ki zâtlar. Sert bir eda ile kapıyı kapıyor, sessizce dönüyor. Hiçbir şey söylemiyor.
Ömer merak etmiş. “Allah Allah! Ne acip tecellisi var bu kadının!”
Koşmuş, “Teyze beni affettin mi? (demiş) Akşamki inkisârını geriye aldın mı?”
“Her vakit böyle olmanı isterim.  Her vakit böyle olmanı isterim!”
Aman efendim bilmem şöyledir, eğilmeler bükülmeler...

“Senin bu yapman üzerine almış olduğun vazifenin iktizâsıdır, bana minnet tevelli[15] etme, minnet tebliğ etme. Beni minnetin altında bırakma, her vakit böyle olmanı isterim.” diyor.

Bunlar nereden ileri geliyor insana? Ya âlim olur. Âlim demek, seksen hayvan yükü kitap okur da yine âlim olmaz, cahil olur. Doğru hisse sahip olur, demektir. Anlatabildim mi acaba? Doğru histen mahrum olan kimseye cahil, derler. Ahlakın tarifinde. Ya müteallim olur, o doğru hisse sahip olan insanın gösterdiği yoldan gider, ya onu dinleyen olur, bunun neticesinde de Hakk’a itimad eden olur.

O itimadın neticesinde, istiklal-i ruhiye malik olur. O istiklali ruhî de bütün insanlara karşı, hürriyetini insana ilan ettirir. O hürriyet ilan edildikten sonra minnetsiz yaşar. Minnetsiz yaşayınca âhara tecavüz kalkar. Muhabbet meydana gelir. Bak ezberleyebilirsen ezberle. Bir Türk şairinin sözüdür.

Kimsenin lütfuna talip olma.
Bedeli, cevher-i hürriyettir.

Kimsenin lütfuna talip olma.
Talip oldun mu onu bir şeyle alacaksın. Nedir? Bedeli, cevher-i hürriyettir,  diyor. Mânâya ait bir şeyin tercümesidir o. 

İnsan, ne vakit bütün mevcudiyeti ile Hakk’a bağlı olmazsa, varidat-ı akliyesi ve hissiyesi, şirk içerisinde yüzer. Tamamen bir kimse Hakk’a bağlanamadı mı, aklından gelen şeyler de, bilgiler de hissinden doğan varidat da bunların hepsi şirk içerisindedir. Birlik içerisinde değildir. Bağlı olacak olursa hem varidatı tezâhür eder, hem vahdet-i ruhiyesini iptal etmeyecek bir tarzda muntazam bir hayat meydana gelir. İşte bu sayededir ki, yalnız bekâ-i neviyet[16] içün değil, bekâ-i şahsiyet içün çalışır.

Bugün insanlar bekâ-i şahsiyet içün çalışmadığından dolayı; en büyük kafalar toplanıyor, en büyük mütefekkirler bir araya geliyor, en yüksek iktisatçılar geliyor, yine beşeriyetin ah sesini dindiremiyor. Ve dindiremez! Çaresi?

Dönecek. Başka çaresi yok mu?  Yok, başka çaresi yok. İmkân yok!

Çünkü huzur kisbî değil, vehbî.  O vakit rücû ederse kâinatta kendisinin nüve[17] olduğunu anlar. Kâinatta kendisinin… Bu mevcûdât kendisi hesabına meydana geldiğini anlar.

O vakit aciz insana tapmaz. Zulme divan durmaz. Zulme rızanın zulüm olduğunu duyar.
“Bana ne” ile yaşamaz.

Hakikatte vücûd birdir. Bizi gaflet ayrı ayrı gösterir. Bunun canlı misali vardır, size kaç defa misalini getirmişimdir. Şurada birisini bir otomobil çiğnese Hudâ nekerde, sen burada huu yaparsın, birdenbire. Kendinden bile geçersin. Eğer biraz daha rikkatin varsa belki de bayılırsın. E orada onun vücûdu o, sana ne?

Kudret işaret ediyor. Vücûd bir vücûda münhasırdır, diyor. Bir bir! Öyle değil mi şurada birisi bir otobüsün altında kalsa, Allah göstermesin bir otomabilin bi şeyinde olsa sen burada ayyy dersin, rengin gider. O dakika doktor muayene etse, kalbinin atışı başkadır, mide vaziyetin değişmiştir, sinir sistemin bozulmuştur. Ee ne oldu? Orada oldu. Orada oldu ama Kudret, ders kaçırıyor. Ayrı değilsiniz diyor, vücûd bir vücûda münhasırdır, diyor.

Hak yok olanı var sanırlar, var yokluğuna aldanırlar. Yabancı yok fakat çî-faide ki, beşeriyet birbirinden gafil, birbirimizi yiyoruz. Yiye yiye gittikten sonra kör olarak gitmek demektir. Bu âlemde kör olarak giden öbür âlemde de kör olur. O vakit bu neşe gelir. Okudum bunu sizlere ya,  tekrar okuyayım da konuşmayı keseyim.

Matla ı nûr safâ-ı meşreb i rindâneyim.
Aşina-i aşka mahrem gayriye bigâneyim.

Neden bahsediyorsun bana yahu, neye dedikodu yapıyorsun? Ben aşkın mahremiyim. Kudret’e harim, Kudret’in mahremiyim. Fatır’ın mahremiyim. Gayrıya bigâneyim ben anlamam. Senin söylediklerin nedir, hiç bilmiyorum ben ki. Neler anlatıyorsun sen.

Şimdi biz öyle değilizdir. Şimdi bize birimizin ayıbını söyleseler daha eşeleriz. Bu kadar, uyurken uyuklaması kalkar. Ya sende bir uyuklama var, ne oldu ya? Sen birdenbire gözlerin açıldı. Onun ötekinin bir felaketini anlatıyor, o uyuklaması gitti. Ne kadar hastayız! Hangi ilaçla iyi olabileceğiz? Eczanesi nerede?

Matla ı nâr safâ-i meşreb i rindâneyim.
Aşina-i aşka mahrem gayriye bigâneyim. 
Neşe i feyzi ezelden maye-i esti bana.
Bâdesi birden tükenmek bilmez bir meyhâneyim.

Hepsini tefsir etmek ister ama vaktim yok. Bu bizim bildiğimiz meyhane değil. Aklı nâra inkılap ettiren değil, nura inkılap ettiren. Aklı nara değil nura inkılap ettiriyor. Ee ne malum nura inkılap ettiriyor? Aşağıda cevap veriyor işte.

Hem yanar hem neşr-i envâr eylerem etrafıma
Şem i bezm i aşıkân-ı bihişt i ferdâneyim.
Kıblegâhım her zaman her yerde yâr ebrusudur.
Nûr-u mihrâb-ı cemâle taa ebed pervâneyim.

Kibriya ı aşk her mesulumü is’af eder.

Hudâ’dan ne istemişsen derhal olur. Çünkü onun isteği O’nun isteği artık. Ayrılık yok. Kibriya ı aşk her mesulumü is’af eder. Neden is’af eder?

Ben ânın fahr-i nedimânı değil de ya neyim.

Bir gün açarım bunları size, teker teker tahlil ederim. O vakit zevk alırsınız inşallah.

Kibriya ı aşk her mesulumü is’af eder.
Ben ânın fahr-i nedimânı değil de ya neyim.
Ben de mâdem can evinde devreden pervâneyim.
Nâr ı aşkın benden öğren tab ı est i suzunu.
Ben âna pervaneden evvel yanan pervaneyim.

(Şah beyit de budur.)

Nâr ı aşkın benden öğren tab ı est i suzunu.
Ben âna pervaneden evvel yanan pervaneyim.

(Malum ya, Sadi öyle der)

Ey murg-i seher zi-pervâne biyâmuz
K’ân sûhterâ can şüd ü âvâz neyâmed

Ey -diyor- bülbül, seher kuşu, sen güle aşığım diye şöhret almışsın. Ne aşkı, sen git aşkı pervaneden öğren. Bak şem’e âşık olmuştur, gider içine kendini atar, yanar da hiç sesi çıkmaz. Senin bu sesin ne bu kalabalık ne? Sadi öyle diyor. Bunlar büyük adamlar.

Ne sazend len terâni çün kelim-i estur nevmidem
Nemek perverde-i ışkam zebâni naz midanem.

(Hadi bunu da söyleyeyim)

Ne sazend len terâni çün kelim-i estur nevmidem
Nemek perverde-i ışkam zebâni naz midanem

Ben aşk sahrasının çocuğuyum. Oranın tuzunu ekmeğini yemişim. Maşukun, “Beni göremezsin!” sözünden ümitsizliğe düşmem. “Beni göremezsin!” dediği vakit, kendini bana göstermiştir. Musa Kelimullah gibi, diyor. O’nun “Len terâni, Beni katiyen göremezsin!” sözünden ben ümitsizliğe düşmem.

Demek oluyor ki insan, aslını aramak... Bağlıyorum şimdi konuşmayı. Beşer bu âleme ne içün gelmişti? Kendi hakikatini taharri etmek içün gelmişti. Kendi hakikati ne? Aşk. Kendi hakikatı odur.

O kendi hakikatini kendisi durduğu müddetçe, kendi benliği durduğu müddetçe, kendisine ait olan kesif sıfatları olduğu müddetçe, ben varım diye semaya dik dik bakıp, yeri ezer gibi bastığı müddetçe, gönül âlemine karşı haşin bulunduğu müddetçe, kendi iklim-i vücûdundan vaz geçmediği müddetçe, o aslını bulup da tutamaz. Bulamaz.

O kendinden vaz geçince onu aşk sahrasına korlar. O sahranın tuzu ekmeği neyse. İşte öyle diyor.

Ne sazend len terâni çün kelim-i estur nevmidem
Nemek perverde-i ışkam zebâni naz midanem

Ben aşk sahrasının çocuğuyum, oranın tuzu ekmeği ile perverde olmuşum. Öyle büyüdüm ben. Ben Maşukun “Beni göremezsin!” sözünden, Musa Kelim gibi ümitsizliye düşmem. O göremezsin sözü, görürsün ve görüyorsun mânâsını tevil eder. Kudret …

(Kaset bitti)


[1] Mesdud: Seddedilmiş. Kapatılmış. Hududlanmış.
[2] Muharrik: Harekete getiren. Hareket veren. Tahrik eden. Teşvik eden. Ayaklandıran.
[3] Müdebbir: İdare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp ona göre hikmetle iş yapan Allah. Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören.
[4] Müzâyaka: Sıkıntı, darlık, yokluk, parasızlık. Zorluk, güçlük. Müşkülat
[5] Mülk Suresi 2. Ayet-i Kerime اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْغَفُورُۙ
Meali: O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.
[6] Teceddüt: Yenilik. Yenilenme, tazelenme.
[7] Mugallat:  (Galat. dan) Yanlış telâffuz edilmiş.
[8]  Tebeddül: Başkalaşmak. Değişmek. Yeni hey'ete, başka kıyâfete girmek.  Değişme, değişim.  Değişme, değişim.
[9]  Nasûti: Dünya ile ilgili, insanlığa ait, insanlıkla ilgili.  İnsanlık ile ilgili.
[10] Lahûti: Ulûhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı.
İlâhî; Allah tarafından olan.  Ulûhiyet âlemiyle ilgili.  İlâhî âlemle ilgili.  İlahî. (Arapça)  Ma'nevî, İlâhî.
[11] Ecsâd: Cesedler. Cisimler. Tenler. Vücudlar.
[12] Ezdât: zıtlıklar
[13] İttikâl:  Allah'a tevekkül etme, güvenme, dayanma. ("Tevekkül"le aynı kökten olan "ittikâl" biraz da tembellik içeren ve boşa gidebilecek bir güvenme ve dayanmayı ifade eder.  Hiçbir çaba sarfetmeden: "Ben Allah'a güvendim; çalışmama, sebeplere riayet etmeme gerek yok" tarzı davranış tevekkül değil, ittikâl'dir. Ve mezmum görülmüştür.)
[14] Ceffelkalem: Düşünmeksizin. Bir kalemde, uzun uzadıya düşünmeden bir şeyi söylemek ya da yazmak.
[15] Tevelli: Dostluk, birisini Allah rızâsı için sevme, dost edinme.
[16] Bekâ-i nev'î: Türün devamlılığı.
[17] ve:  Çekirdek, asıl, menba.


[i] Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır.
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın...
Ne irfânın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdânın.

Hayat artık behîmîdir ... Hayır ondan da alçaktır;
Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır .

Behâim çıkmaz amma hilkatin sâbit hudûdundan,
Beşer hâlâ habersiz böyle bir kaydın vücûdundan!

Meğer kalbinde Mevlâ’dan tehâşî hissi yer tutsun...
O yer tutmazsa hiç ma’nâsı yoktur kayd-ı nâmûsun.

Hem efrâdın, hem akvâmın bu histir, varsa, vicdânı;
Onun ta’tîli: İnsâniyyetin tevkî’-i hüsrânı!

Budur hilkatte cârî en büyük kânûnu Hallâk’ın:
O yüzden başlar izmihlâli milletlerde ahlâkın.

Fakat, ahlâkın izmihlâli en müthiş bir izmihlâl;
Ne millet kurtulur, zîrâ ne milliyyet, ne istiklâl.

Oyuncak sanmayın! Ahlâk-i millî, rûh-i millîdir;
Onun iflâsı en korkunç ölümdür: Mevt-i küllîdir .

Olur cem’iyyet artık çâresiz pâmâl-i istîlâ;
Meğer kaldırmış olsun, rûh-i sânî indirip, Mevlâ.

Evet bir ba’sü ba’del-mevte imkân vardır elbette...
Bunun te’mîni, lâkin, bir yığın edvâra vâbeste!

O cem’iyyet ki vicdânında hâkim havf-ı Yezdan’dır ;
Bütün dünyâya sâhibtir, bütün akvâma sultandır.

Fakat, efrâdı Allah korkusundan bî-haber millet,
Çeker, milletlerin menfûru, kıbtîler kadar zillet;

Me’âlî meyli hiç kalmaz, şehâmet büsbütün kalkar;
Ne hâkimlik tanır artık, ne mahkûm olmadan korkar.

Şeref hırsıyla istihkâr-ı mevt etmişken ecdâdı,
Bırakmaz öyle bir pâkîze neslin şimdi ahfâdı,

Hayât uğrunda istihfâfa şâyan görmedik hüsran!
Gebersin tekmeler altında râzı... Çıkmasın, tek, can!

Yürekler en mülevves, en sefîl âmâl için çarpar;
Sinirler en muhal endîşeden titrer durur par par!

Olur cem’iyyet efrâdınca şahsî menfa’at “ma’bûd!”:
Sorarsan kimse bilmez var mı “hak” nâmında bir mevcûd.

O, doymak bilmeyen, ma’bûda kurbandır hayâ hissi,
Hamiyyet, âdemiyyet hissi, ulvî hislerin hepsi!

Bu hissizlikle cem’iyyet yaşar derlerse pek yanlış;
Bir ümmet göster, ölmüş ma’neviyyâtıyle sağ kalmış?

Mehmet Akif Ersoy. 20 Ağustos 1330

(2 Eylül 1914)

1 yorum:

Senin bu yapman üzerine almış olduğun vazifenin iktizâsıdır, bana minnet tevelli[15] etme, minnet tebliğ etme. Beni minnetin altında bırakma, her vakit böyle olmanı isterim.” diyor.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017