104 (18.03.1962) 75 dk (151)
Konuşmamız ahlak mevzûu üzerinde devam etmektedir.
Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de
aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl
olduğunu, aşktan doğan ahlakın da menşei kalp olduğunu söylemiştik. Tabi
buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil.
İnsan asûde kaldığı zaman, kendi içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudu ile baş başa olduğu vakit, kendi kendisine birkaç sual sorar. Ben kimim, der. Nereden geldim, der. Bu âleme gelmekteki gayem nedir, der. Nereye götürüleceğim, der. Ve bu suallerin cevabını vicdan-ı kibriyasından, mânâ-i ihtivasından almaya çalışır. Yani aslını taharri etmek, aramaklık heyecanı başladı mı, o kimsede aşk başladı demektir.
Ahlaka göre aslını bulmaklık heyecanına, taharrisine, sevgisine, aşk denir. Daha anlatılabilecek bir tarif ile ruhta hasıl olan muhabbet. Nefiste hasıl olan muhabbete şehvet, ruhta hasıl olan muhabbete aşk denir. Fakat örf bunu karıştırır da nefiste hasıl olan muhabbete de aşk der. O geçicidir, beriki arttıkça artar, arttıkça artar. Nihayet insanın sahte benliğini yakar, tam bir kemal verir.
Zaten aşkın lugat mânâsı da hakikat mânâsıyla
münasebetlidir. Işkın lugat mânâsı sarmaşık ağacı, sarmaşık yaprağı mânâsına
gelir. O sarmaşık hangi ağaca sarılırsa, o ağacı kurutur. Aşk-ı hakiki de
hangi insana sarılırsa; onun kibrini kurutur, benliğini kurutur, hırsını
kurutur, zulmünü kurutur, gadabını kurutur, nefsaniyetini kurutur, beşeri
inletme hassasını kurutur, nihayet bir hazreti insan yapar. Bilmem
anlatabiliyor muyum? Onun için Fuzûlî bu işi derler toplar da ne kadar güzel
söyler.
Kad enâr
el-aşku li’l-‘uşşâki minhâci’l-hudâ [i]
Sâlik-i râh-i
hakikat ışka eyler iktidâ
Neş’e-i kâmil
kim andandır müdâm
Meyde teşvîr-i
harâret neyde te’sîr-i sadâ
Böyle ilâ ahirihi, bu işi biraz açıklar. Hulâsa
insan öyle pek kolay kolay anlaşılabilecek bir can değildir. İnsan. Demek
oluyor ki, mevzû ahlak mevzû olmak münasebetiyle, ahlak da vazifeden, aşktan,
akıldan, kalpten, bahsettiğinden dolayı, bunlar da mânâ-i insanın birer vasıfları
olması hasebiyle, doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar.
İnsan. İnsan kadar da garip bir muamma yoktur.
Suret itibariyle hemen hemen her konuşmamda tekrar ettiğim gibi, şöyle bir iki
metre uzunluğunda bir çukuru doldurabilir.
Fakat siret itibariyle, iç âlemi itibariyle, mânâsı itibariyle, vicdan-ı
kibriyası suretiyle, bütün kâinatları ihata edebilir.
Hilkat içerisinde Kudret’e muhatap olan varlık
insandır. Yani mânâ veçhesi ile
tarif edecek olursak insanı. Fatır, bütün mevcûdâtı insanın hatırı içün meydana
getirmiş, insanı da kendi zâtı içün meydana getirmiş. Binaenaleyh bu kadar
büyük bir kıymeti almış olan insan, artık bu sahne-i şuhutta pek öyle hayat
denilen müstear ve bir gün hesabı görülecek olan Kudret tarafından verilen o
büyük sermayeyi, israf etmesi muvafık olamayacağı herkesin insafı tarafından
kabul etmesi icap eder. Yaa, işte onun içün herkes: “İnsan hakkı var, insan
hakları var!” konuşulur, dövüşülür, insan hakları zayi olmasın filan...
İnsan hakları zayi olmaz amma insan hakları ancak,
marifet ve ahlak ile kaimdir. Hukukta hürriyeti sevenler, ancak ebediyete
inanmakla sevdiklerini ispat edebilirler. Yoksa sözden ibaret kalır. Hiçbir
şey meydana gelmez. Bir daha söyleyeyim bu cümleyi. İşte bütün medeniyetler,
bütün tekâmül etmiş cemiyetler, hamule-i irfaniyesi yükselmiş olan varlıklar,
nihayet insan hakları üzerinde duran camialar, o hakların muhafazası içün
çırpınırlar, şöyle olur böyle olur filan. Güzel! Evet, hilkatten gaye de o
hukuka riayettir. O hukuka riayet, Kudret’e itaattir. Ya da insan haklarının
yerine getirilmesi içün bu haklar ancak marifet ve ahlak ile kaimdir.
Binaenaleyh hukukta hürriyeti sevenler, o hakları yerine
getirebilmeklik içün çalışanlar, ancak ebediyeti kabul ederlerse, bir netice
alabilirler. Yoksa hayat bu üç günlük dâr-ı iptilâ olan, zahirde bal gibi
tatlı, içinde semm-i katil bulunan, hezar aşina bir acuzeye benzeyen, ikbalinde
hud’a, ibdarında fecia gizleyen, birisine gülerse diğerini ağlatan, dünya denilen bu sahneden ibaretse inandığı
şey ve bununla kapanıyorsa, ne insan hakkı yerine gelebilir ne hayvan hakkı
yerine gelebilir ne kendi kendini tanıyabilir. Nihayet böyle bir ithalat, bir
ihracat içün bu âleme gelmiş geçmiş, göçmüş gitmiş olur. Bir şey olmaz.
Hâlbuki insan bu âleme kendisinde bulunan
muazzam hazineyi keşfetmek içün gelmiştir. Pek hariçte de aramak içün
değil, kendinde. Dedik ya, konuşmaya başlarken. İnsan, gayet garip bir muamma,
esrar-ı tabiatı elde eden, estar-ı[1]
mevcûdiyeti tecessüs[2]
tırnakları ile yıkmaya çabalayan bir mahluk. Acip. Kendisinde gizlenmiştir
hazine. Onu açmaya gelmiştir. Onun açılma anahtarını da Kudret kendisine
vermiştir. Onu açabilecek semavi tabloları da rekz etmiştir. Ayak kayacak yerlere
büyük büyük işaretler koymuştur.
Beşeriyet başıboş bırakılıp salıverilmemiştir. Ve
binaenaleyh mensi ve mühmel de bırakılmayacaktır. Hiçbir vakit, insan böyle
zanneder mi ki... İnsan insan olduğu hâlde, elindeki üç günlük saltanatının,
elinden alınmasına razı olmaz. Zayi olmasına rıza göstermez.
Kudret’in varlığı hiç geçici olur mu? Buna imkân
var mıdır? Sen nasıl geçici olabilirsin? Kaç yaşındasın? Otuz. Otuz beş sene
evveli kendini bilir miydin? Hangi defterde ismin vardı? Hangi şahıs tarafından
tanınırdın? Kim vesmini[3]
resmini çekmişti? İsmin yoktu resmin yoktu, cisminden haberin yoktu, kendi
kendini bilmezdin, muhitin tanımazdı. Demek ki şimdi bir varlık
gösterebiliyorsun.
Ee o hâlde bu varlık tekrar olmayacağına, bu
varlığın ilelebet kayıp olmayacağına senin mânânı ruhunu kan ve kemik
torbasında tutan Kudret, kendi kudret elinde tutamayacağına, nasıl karar
verebilirsin? İlmen buna nasıl cevap verebilirsin? İlim bunun karşısında ne diyerekten konuşabilir. Nasıl
kör bir tesadüfün neticesi olabilirsin? Senin gibi şuurlu, izanlı, vicdanlı,
irfanlı, ne bileyim, birçok sıfatlarla mücehhez olan bir varlık, şuursuz,
izansız, vicdansız, kör bir tesadüfün neticesinde var olabilir mi?
Bir cüzde
var olan bir şeyin var olabilmesi için, bir kül’e ihtiyacı vardır. Kül’süz cüz olmaz. Binaenaleyh her
ferdin faidesi zararı kendisine ait olmak üzere, müspet ve menfi birtakım
vesaik-i[4]
ahlakiyesi vardır. Bu vazifelerin bir kısmı hayata, bir kısmı sıhhata, bir
kısmı iffete, bir kısmı, maişete mütealliktir.
Bu ayırmış olduğum kısımların, izahatını birkaç konuşma sonra misalleri ile
vereceğim. Bugün başka bir yere uğrayacağız konuşmada. Yalnız hafızada kalsın.
Ne dedik? Her ferdin faidesi ve zararı kendisine
ait olmak üzere, müspet ve menfi... Geçende söylemiştim, nasıl menfi olabilir?
Hafızanızı yoklayın kendi kendinize bulun yahut da birkaç konuşma sonra gine
hafızada kalmamışsa tekrar ederim. Hadi merak edersiniz.
İbrad[5]
olursa menfi olur. Bir vazife verildi, itidalin haricine çıktığı an,
müspetlikten çıkar, menfi olur. Tefrid[6]
olursa yine menfi olur. Bunlara daha birer misal… Bugün o kadar sıhhatim
müsait değil. Misaller, sağ kalırsam birkaç hafta sonra söylerim. Yalnız,
bilmem ki anlatabilecek miyim? Güzel bir şey söyleyeceğim ama anlatabilecek
miyim? Siz anlarsınız da ben anlatabilecek miyim? Zor.
Dedim ki: Vazifeden doğan ahlak, annesi akıl. Aşktan doğan ahlak, annesi kalp. Duralım, bu
iki kelime üzerinde duralım. Bunu şöyle bir tahlil yapalım, bunu söyledim,
söyledim senelerden beri de bir ince yerini söylemedim. Bugün anlatabilirsem.
İnsanın da iki veçhesi var dedik. İnsanda çok
varlık var ya, o varlıklar içerisinde bir de iki veçhe var. İnsanı zaten insani
kudretle layığı ile tarif mümkün değil. Mesela ben size desem ki; kendini bana
göster, gösteremez. “İşte ya!” Yook, sen değilsin o! “Nasıl ben değilim ya!
Kocaman vücûdumu inkâr mı ediyorsun?” Ne mutlu kendisini görene. Hep ona
gelmişiz amma.
Ne mutlu kendisini görene. İnsan eğer kendi
hakikatini layıkı ile teemmül[7]
ederse, ruhunu o aradığı mânânın aguşuna atacak olursa o zaman kalbine
itminan gelir, hiçbir hadisede kaşını çatmaz. Bizim ayakkabının ipine
bassalar, boğar gibi bakarız adama. Kendini görse olur mu o iş? Zor iş o. Bugünkü konuşmanın şeyi biraz, şöyle ahlakın
sonuna ait olan yerler ama inşallah anlatırız.
Bunu birkaç sefer söyledik. Fakat konuşacağım mevzû
ile alakadar olduğu için tekrar ediyorum. Bu, bu ben değil miyim? Hayır! Ya,
tutuyorsun bak. İşte bu senin elin değil mi? Kendin değil mi senin zâtın bu
değil mi? Değil. Hayret! Ya bu ne? Bu görülen böyle, bu varlık ne, her
birimizdeki?
Ahmet isminde, Demir isminde, Veli isminde, Nuri
isminde, Zeyd isminde “Kün” emrinin daire-i merkezinde, oluverin kudretinin
emrinde bir varlık meydana gelmiş. Sevkiyata tabi olmuş, bu âlem-i iptilâya
sevk edilmiş. Ne malum? İşte vesikası. Kendisi. İşte vesikasını gördün ya. Bu
vesikaya taalluk etmiş, onun varlığını beyan ediyor. Demek bizatihi kendi bu
değil. Bu değil. Zihinler karıştı gibi.
Misal vereyim. Bu vücut bizâtihi benim değil mi?
Değil. Şöyle bir direk dikeriz. Şöyle gölgesi düşer. Zeval vakti fotoğraf
makinasını da getirirsek çekersek, o direğin gölgesini de alır o. Çeker. Bu
gölgenin bizâtihi vücûdu var mıdır? İşte fotoğrafta çıktı ya var demek ki.
Yoktur kardeşim. Niye? Yok. Bu gölge bu direkle kaim. Zevâl vaktinde bu gölge,
buradan kalkar. Nereye gitti? Bunda. Yine bir şey anlaşılmadı. Eski verdiğim
misallerden bir misal verelim.
Aynanın önüne gelirsin, aynaya tecelli edersin. Tecelli
ettiğin vakitte sath-ı ayna ne oldu? Seni istiap ettiği vakit ettiği, sen o
aynaya tecelliğinde, tecelli ettiğin sahanın, aynadaki sathı nereye gitti? O
aynada zahir olan sen misin? “Benim” Sen iki misin? Taaddüt[8] mü ettin? Benim hayalim, senin hayalinin
zıllin, senin aynın mı gayrın mı? “Aynım”
Aynın iki mi oldu? “Gayrım benden hariç.
Çekilince orada yok.”
Konuşuyorum burada, şuradan iki insan geçiyor. Konuşmam hoşuna gitti
veyahut gitmedi. Müspet tesir etti, menfi etti. Merak etti, “Kimdir bu adam?” dedi.
Şurada bir nöbetçi var. İçeriye gireceğim, göreceğim, diyor. Göremezsin yasak,
diyor. “Canım göreyim!” “İşitmiyor musun?” “İşitiyorum.” “E işte işittin ya,
işitmen yeter sana. Ne yapacaksın görüp?”
Münakaşa esnasında benim aynaya çıkan, aksimi
gördü. “Şu aynada gördüğüm kimse mi konuşuyor?” “Evet o kimse konuşuyor.” Bana
ait olan kanaati anlar. Yani, benim hakkımda göreceği şey onu tatmin etti. Beni
görmüş gibi oldu. Tık dedi fotoğrafı da aynadan aldı. Beni mi aldı? Beni almadı
ama, benim hakkımda şüphesi kalmadı. Ha bana bakmış ha ondakini almış bakmış.
Anlatamıyor muyum?
Biri geldi uzaktan, bir taş fırlattı aynaya,
şırakkk dedi, rıng dedi ayna tamamen yıkıldı, parçalandı. Bana bir ziyan geldi
mi? Hayır. Bana bir ziyan gelmedi. E benim aynım olsaydı, bana bir ziyan
gelecekti. Benim gayrım da olsaydı bana bir ziyan gelecekti. Ne oldu yalnız?
Bende biraz bir faide de oldu. Niye?
Beni buraya çıkarırken, demişti ki buraya çıkaran: “Sen
yalnız o aynaya bak, başka bir yere bakmayacaksın.” Şimdi dedi ki: “Ayna kırıldı artık, kayıttan
kurtuldun. Her tarafa bak, sağa bak sola bak, cihetli bak cihetsiz bak. Altı
cihet vardır. Fakat şimdi cihetleri de kaldırdım. Ne altısı var, ne altı bini
var, adet manzumesine girmeyecek kadar saha var. Bak bakalım bak!” dedi. Bir
şey anlatabiliyor muyum? Anlıyor musun?
İnsan acayip bir şey. Bazen oturur ba’s[9]
hâlinde. Öff. Bu genişlik, bu safâ-i derûni, bu vus'at-ı[10]
enfüsi, bu zevk içi nereden geldi? Bazen durup dururken değişir. Kabz hâlinde.
Bu nereden geldi? Konuşur, görüşür, gider. Şurada mesela oturursunuz,
istediğiniz yerde de geziyorsunuz. Yine hem beni dinliyorsunuz hem bazen bana
cevap veriyorsunuz. Hem bazen evet tasdik ediyorsunuz bazen de diyorsunuz ki: “Canım
bu günün konuşması değil, bu maddi bir konuşma değil, şimdi para devri!” İçinizde onu diyen de vardır.
“Ne var bunu dinledik de ne çıktı? Hani kaç parası var bu işin?”
Müteaddit vücutlar. Kimi haz duyuyor kimi duymuyor,
kimi tenkit ediyor, kimi şuraya kadar güzel diyor, kimi buraya kadarı şöyle
diyor. Memleketine gidiyor, geliyor, ahbabı ile ufak bir muamele yapıyor. Bu
elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasının içerisinde kaç tane vücût var? Ne
kadar çok vücûda sahipsin? İşte bu kadar çok vücûdun içerisinde o vücûtlar bir
vücûda inhisar[11] ettiği vakitte,
bunun iki veçhesi oluyor.
Topluyorum, hulâsa ediyorum size. Değil mi ya, bunun
iki veçhesi oluyor, bir veçhesi âlem-i hilkate açılıyor. Bu âlem, âlem-i hilkat
denilen bu mazhariyet. Bir veçhesi de âlem-i kudrete gidiyor. Âlem-i hilkate
ait olan kısmında, Kudret akıl vermiş, fikir vermiş, onlar burada işliyor. Âlem-i
kudret kısmına gelince akıl rap diyor, tıkanıyor. Oraya durak mahallinden
ileriye yol vermiyorlar.
Şimdi buna bir misal vereceğim amma bunun vereceğim
misali, iyi anlaşılabilmesi içün, mânâ ilmine ait bir yerden bir misal
vereceğim. Siz de iyi dinlerseniz, ben anladığınızı gözünüzün bakış tarzından
anlarım. O gözler ne vakit anlar anlamaz söyler. Ama kabahat sizde değil.
Anlamazsanız, benim anlatamayışım da olur o. Mesela, şöyle bir misal vereyim
size, derler ki... Emr-i dinde temizliğe
çok büyük büyük ehemmiyet verilir ya. Ahlakla omuz başı gider. Temizlik. Hem iç
temizliği hem dış temizliği. Su bulamadın mı? Teyemmüm et, der. Teyemmüm, toprakla…
Onun usulü vardır, o usul ile o temizliği yap, der. Toprak. Zevahirde mader-i aslisini hatırlatır. Orada birçok hikmetler
var. Mesela toprak ahlaklı ol, der.
Ne demek toprak ahlaklı ol? Hakaretle basarsın, bütün kirini atarsın, bütün
muayyebatını[12]
gizlersin. Bütün çirkinliklerini örtersin, en çirkin şeylerini altında
gizlersin, hiç senin kusuruna bakmaz. Yine buyurun der, senin lokmanı ağzına
hazırlar verir. Anlatamıyor muyum?
Sen de
gel kerim ol, der. Toprak ahlaklı ol, der. Serâir var toprakta. Şimdi beden-i turabiyenin, bu da turab değil
midir aslı bunun? Şimdi asla doğru git. Topkapı enginarı, Bayrampaşa baklası,
filan pancarın şekeri, filan yerin yağı birleşti kan oldu. Devresini ikmal
etti, nihayet seni dokudu. Zahir olan kısmı, beden-i turabiye. Yine netice
itibariyle toprak. Ve onun için bu vesika yine oraya tevdi edilir.
Her şey aslına rücû eder. Yer, yer seni. Hiç,
kimsenin bir şeysini bırakmaz Kudret. Öyle halleder ki. Beden-i turabiyenin
tozu gibi olan evham-ı[13]
efkâr o akl-ı cüz’i, hakiki ilmin/ mânânın, semavi ilmin yanında bir turabdır.
O ilm-i hakiki de sudur. O ilm-i hakikiye sahip olan Hazreti insanın
getirmiş olduğu ilim geldi mi, sen artık akl-ı cüzinin icraatı batıl olur, der.
Nasıl ki su görüldüğü vakitte teyemmüm batıl olur, anlatabiliyor muyum? İyi
anlaşılmadı galiba.
İşte âlem-i kudrete taalluk eden kısımda, bu akl-ı cüzi işlemiyor, batıl oluyor. Buradan öbür tarafa ne geçiyor? Aşk geçiyor, iman geçiyor, ilm-i hakiki geçiyor. Sen bırak şimdi âlem-i kudreti olan kısmını idrakinde, bu sana müstear verilmiş olan, bir kuvve-i nuraniye olan, cevher-i akıl ki, bana gösterebilir misin? Efendim dimağın içerisinde hücrenin içerisinde. Sayfa numarasını göster. Göster bakayım sayfa numarasını. Durursun. Bakkalda mı satılır, eczacı dükkanında mı, rengi nedir? Ampulü tarif edip de elektriği tarif etmemeye benzer. Müspet menfi iki tane kutup ama bu cereyan nasıl geldi? Burayı bilmez onu.
O elektriği ihtira ettirene de Kudret hüviyetini anlattırmamıştır. Onun ihtiraını yaptırtmıştır, kendi azamet-i saltanatını meydana getirip bildirtmeklik içün. Fakat hiçbir eşyanın hüviyetini, hiçbir muhteriye tamamen bildirtmemiştir Kudret. “Bendedir, der. İlk sayfası ile son sayfası bende. Bu işleri icat edeceksin, işlerin bende olduğunu da bileceksin.” Boynunu keser.
Sen zanneder misin ki, kâinatta büyük büyük
varlıkları ihtira eden, en büyük fen adamları, öyle benim gibi kafasını
yukarıya kaldırır da semayı deler gibi gezer, yeri ezer gibi basar. Onları
görsen sen, boyunları bükük, mütevâzı, ilim kitabında gözüne zaaf gelmiş, ilim
masasında kolu şey etmiş. Bir şey sorduğun vakitte böyle şaşırır bakar ne
diyorsun, der. Çünkü neden? O ilimde fani olmuştur. Benliği bile kalmamıştır.
O benlik cehilden ibarettir. Az bir şey bildiğinden dolayı,
etrafına karşı “ben biliyorum” der. Gerilir gerilir, patlayacak kadar gerilir.
Onlarda yoktur o iş. Hiç kimse bilmez. Onu, Kudret; yaptırır yaptırır, bu böyle
oldu böyle oldu, bu bununla birleşti, bu bununla birleşti bu oldu. Nasıl oldu?
Niçünün suali yok. Niçünün sualini veremez. Onun için öyle demiş ya Fuzûlî:
Nem
var ki laf edem özümden. Mahveyle beni benim gözümden.
Daha henüz midedeki suyu tahlil edememişler. Vermiştir
Kudret onu. Kullandırır, kullandırır da… An yerleri meçhul hep. Meçhul. An
yerleri hep meçhul. Kudret, “Herkesi avladım!” diye geçinen ömrünü tüketenlere
güler. Niye? “Sen kimseyi avlamadın diyor, kendini avladın” diyor. Çünkü sen o
herkesi avlamaklık içün sayılı nefesini tükettiğin vakit de hakikatten mahrum
kaldın, demek ki asıl avlanan sensin. Yaaa… Sen kendini avlamışsın.
Çook nikmetler için de nimetler gizlenmiştir.
Sen işin dışına bakma. Beşeriyeti aldatan zevahirde nikmet gibi gözüken, depdebeler,
şekillerdir. Çoook nimetlerin içerisinde, azaplar gizlenmiştir. Zahirde ilk
önce İbrahim’in gözüne ateş gözükmüştü, atılan yer ateşti. Çeki[14]
ile yakılmış ateşti, fakat gülizar olmuştu. Firavunun gözüne de Nil nehri
gözükmüştü fakat onda boğulmuştu. Bak, nikmetin içerisinde nimet vardı,
nimetin içerisinde nikmet vardı. Onun içün hayat böyledir. Hiçbir vakit,
bir şeye maruz kaldığın vakit, zannetme ki, sen o sıkıntının içerisinde… Onun
altında bir tatlılık yoktur.
Her güzellik bir çirkinliğin altında gizlidir.
Açık güzellik yoktur. Uryan güzellik ararsan bulamazsın. Kudret gizlemiş, âdeti
değil. Cevizin ilk kabuğu acıdır, yemyeşildir elini boyar. İkinci kabuğu
tahtadır, yırtar. Üçüncü özü tatlıdır, yenir. O yeşil kabuksuz tahtasız yaparsa
çürür. Güzellikte zarf içerisindedir. Sen onun içinin farkında olmayıp da
birdenbire yeşilini ağzına alıp da haa bu neymiş diye atarsan, cevizi yemeden
yaşarsın.
Cevizi yemeye niyet ettin mi, o yeşilini filan
böyle bileceksin. Bu yeşil kabuk var, bu boyar, bunun boyasına vurmadan, bu
biraz durur geciktikten sonra kendi kendini çözer. Ondan sonra şöyle bir şeyle
vurunca açılır, ondan sonra onu bir fıçının içine korsun. Bir çalı süpürgesi
alırsın, içi sopalı, onu böyle şakır şakır yaparsın, onu gider. Tekrar açığa korsun,
hava aldırırsın içerisinde su kalmaz. Çürümez, ondan sonra kurutursun. İşte en
kuvvetli vitaminde var içerisinde çıkarır yersin. Öyle Hep bunlar Kudret’in
gizlediği misaller. Eşyayı öyle yapmış. Neden öyle yapmış? Uşak efendiden sual
sorar mı yahu? Öyle yapmış. Sen bile bir şey yaparsın da birisi sana bir şey sorduğu
vakitte böyle bi acayip acayip bakarsın.
Hudâ’nın sözü. Mesele, insan olabilmekte. İnsan...
Sözü, fiili Kudret’in emirlerinin mihengine, mihenk var ya, altını götürürsün
mihenge vururlar. Bakar orada ayarını söyler. O arızidir. Altın orada kalır mı?
Mihenk de kalır mı altın? Kalmaz. Orada kalmaz. Yalnız nedir o? Onun altın
olduğunun kıymetini bildirir.
Senin de sözün, işin, arızidir. Kudret’in
emirlerinin karşısında mihenktir. Yine sana rücû eder. Senden bir şey eksilmez. O mihenge
vurdururlar. Onun içün bütün yapmış olduğun varlık, insan olduğuna ait, bu âlemde
mihenge vurdur. Damgayı vursunlar, insandır diyerekten. Elini kolunu salla “ben
mihenkliyim, ayarlıyım” de, geç. Ben dersin ayarlıyım, mihenkliyim.
Sonra her sıfatın kullanılan yeri vardır. Kalbin
sahası ayrı, aklın sahası yine ayrı. Akil olanlar, insanın zahirdeki sözü ile işine
bakarlar. Saha ayrıldı. Oradan o adamın lazım gelecek istitla'lini[15]
yaparlar o adam hakkında. O işin doktoru oraya bakar. Derûn âlemine o gidemez.
Değil mi? Mesela akıl doktoru konuşturur. Dahiliyeci bir doktor, konuşturmadan
başlar tahlil mahlil yapmaya. Ayrı. Bir de iç âleminin can doktoru vardır. İman
ve itikat… İsmi aklıma gelmedi o doktorların bir ismi var ama gelirse
söyleyeyim. O da ayrı. Onun da sahası yine ayrı. Sahaları ayrı.
Demek oluyor ki: İnsan iki yere bağlı, bir âlem-i
hilkate, bir de âlem-i kudrete. Bunun ikisini birleştirmedikçe hakiki insan
olamaz. Birini bırakırsa arka üstü düşer, birini bırakırsa yüzükoyun
kapanır. İkisi beraber gidecek. Nasıl insan dendiği vakitte ruh maal-ceset
tasavvur ediliyor, insanda bir akıntı var. Birisini seversin, nesini sevdin?
Efendim kaşı böyleydi de gözü böyleydi. Kendini aldatıyorsun. Hayır! İşte şu
şöyleydi. Hayır! Bir gün gelir gözünü kapar, kaşı da yerindedir, gözü de
yerindedir, burnu da yerindedir, hepsi yerindedir amma…
Veyahut daha başka misal vereyim. En kıymetli bir
dostun gelir, ben azıcık şurada uyuyacağım der. Uyur, sen kalkar işini
görürsün, kitap yazıyorsan yazını yazarsın. Evde ev kadınıysan, çamaşırını
yıkarsın yahut yemeğini pişirirsin. Arada gelir gine bakarsın, bazen canın
sıkıldığı zaman, “Buraya uyumaya mı geldi?” dersin. İdare edersin nezaketten
ama “İki lakırtı söylemeden burada yattı uyudu bu!” dersin. E onun hiçbir şeysi
eksilmedi. Kendi yok, kendi. Ondan canın sıkılıyor, kendi yok. Kendi gitti.
Demek ki sevilen onun asıl şeysi değil.
Dilberde
merâm ân olur endâm değildir.
Keyfiyyet
olur meyde garaz câm değildir.
Anlatabildim mi acaba?
Dilberde
merâm ân olur endâm değildir.
Keyfiyyet
olur meyde garaz câm değildir.
Fuzûlî’nin dediği gibi o ayrılır herkeste. Sen,
şunu sevdim bunu sevdim. Yoo, o ayrı, ayrı ayrı şeylerdir o. Kudret’in her
cüzden bir akıntısıdır. Sevginin mânâsı zaten odur. Sen onu kayıtlarsan bak. Beşeriyetin
Fahr-i Ebedisi ne diyor? Sevdim demiyor, sevdirildi, diyor. Sevdim kelimesi ile
sevdirildi kelimesi arasında fark vardır. Sevmek başka, sevdirilmek başka.
Mesela çocuğun var değil mi ya? “Sevdim” deme Kudret’in
gücüne gider. “Bana sevdirildi” de. Sevdirildi dersen, Kudret’in oradan
akıntısını görüp de onun kendisini sana sevdirildiği anlaşılır. Ne kadar
incelik vardır işin içerisinde. Kudret’in gücüne gitmez, hayru'l-halef olur.
Bilmem anlatamıyor muyum? “Sevdim” demiyor “sevdirildim” diyor.
Bizim ecdadımız böyle nezaketle dolu bir varlıktı.
Sen dedeni sakın küçük görme. Üüü muazzam insanlar. Çünkü Hak gayûr. İstemez
kendisinden başkasına muhabbet edin. O hâlde ne yapalım? Kimseyi bizâtihi
var olaraktan tanıma, bütün varlık onun olaraktan tanı, işin şekli değişir. İş
bambaşka olur. Muhabbet öyle bir sıfat-ı muhlikadır ki, hangi kalbe girerse mâadâsını
yakar. Onun için herkesin gözünde başka başka tecelliler olur, değil mi? Ne
güzel söylemiştir gine Fuzûlî.
Her gören ayb
etti âb-i dide-i giryânımı [16]
Eyledim tahkik
görmüş kimse yok cânânımı
Beni diyor, ayıpladılar, diyor. Yahu sen hep
ağlarsın, diyor. Ben kendi kendimden şüphelendim, acaba bende bir kusur mu var.
Beni niye ayıpladılar? Meğer tahkik ettim, benim gördüğümü kimse görmemiş de,
onun için beni ayıplamışlar, diyor. Ben kendimden şüphelendim, önüne gelen beni
ayıplıyor, ay bende bir şey var beni demek ki ayıpladığına göre. Yok meğer öyle
değilmiş, diyor. Ben tahkikat yaptım, diyor. Meğer benim gördüğümü gören yokmuş,
diyor. Onun içün beni ayıplamışlar, diyor.
Her gören ayb
etti âb-i dide-i giryânımı
Eyledim tahkik
görmüş kimse yok cânânımı
Büyük adamdır Fuzûlî çok.
Gözümde mesken
et hâr-i müjemden ihtirâz etme [17]
Gül-i handâna
sordum hâre yâr olmak zarar vermez.
Yaa! Ne kadar kibar, ne kadar şık. Gel diyor, sen
bir arsa arıyormuşsun. Bir yer yaptıracakmışsın. Ne arıyorsun, diyor. Gel göz
evimin üzerinde bir mesken yap. Eğer bir şey yaptıracaksan. Ama diyeceksin ki
kirpiklerin var rahatsız eder. Etmez, diyor. Zira o gül-i handana sordum,
dikene komşu olmaklık zarar verir mi dedim. Hayır. Neden? Her nâdân birdenbire
elini uzatıp beni koparamadı. Geldi ihtiyatla öyle böyle tuta tuta koparmaklığa
çalıştı.
Söylendikten sonra kolay ama söyleninceye kadar bu
kafa mahsulü değil, kalp mahsulüdür. Kafadan çıkan söz bir defa dinlenir, e
güzel denir. Kalpten bin defa dinlenir gine güzel denir.
Gözümde mesken
et hâr-i müjemden ihtirâz etme
Gül-i handâna sordum
hâre yâr olmak zarar vermez
Demek ki hulâsa edecek olursak konuşmayı hulâsa ediyorum,
keseceğiz. Akıl yalnız âlem-i hilkatte geçer. Sen yalnız âlem-i hilkatin
malı değilsin. Âlem-i kudretin de canısın. Gel bir aşk tedarik et. Gel
temiz bir mânâya sahip ol, kâm al.
Aklın derûn âleminin seyrine, yer vermemişler.
Evet, zahirde meçhulden malumu çıkarır, çok iyi, çok güzel. Büyük bir şey, bir
rehber. Fakat ahvâl-i batıniyi müşâhade kılar mı? Kılmaz dedik ya. Doktorları
ayırdık, şuraya karışır. Etibba-i cismaninin kanunu böyle. Kimi konuşturuyor,
kimi idrara bakıyor, kimi şunu tahlil ediyor, kimi bunu ediyor, ondan sonracığıma
bizde bir doktor daha var ki, onun ismini getiremedim, ne yapayım ya? Gelmedi
ismi. İşi hulâsa edecek olursak, neyse gelirse söyleriz,
Mânâsız, ahlaksız, bir hayat; dünyada istinatgâhtan
mahrum hayat demektir. Yok, bütün zahiri zevkler geçicidir. Bunu insan
kendi vücudunda tadar. İsmini koyamaz. Eğer insansa tadar. Tabi biz bu
konuşmayı makam-ı insaniyete çıkmış kimselerle konuşuyoruz. Tadar.
Mesela çocuk; bu sene sınıfımı geçeyim, der.
Çalışkan bir çocuk. Zevkini oraya bağlamıştır, emeli odur. Geçer, sevinir alır
kağıdını. İyiler pekiyiler var, der. Beş gün, on gün, o kendi kendine durur,
durulur o. İçindeki mânâsının bir sesi var; o duyamıyor, o duysa “Aradığım bu
değil!” Müntehi talebe olur. En yüksek fakülteleri bitirir ve kendi kendine der
ki: “İşte şunu da şey ettikten sonra tam bu sondur, der. Son devreyi bitiriyorum.”
der. Bir zevk içerisinde tercihen mezun olur, onun da şöyle beş-on gün şeysi
olur. Yine o değil.
E insan beşeriyet, kayıtlanmış. Şu olsun bu olsun birçok arzular vardır. O arzular olur olmaz. Oldu… Onun da kendine has bir zevki vardır. O da mahdut bir devresi vardır beş gün, on gün, bir ay, iki ay... Yine içinden bir ses, ismini bulamıyor, o da değil, der. Hâli der o, ağzı konuşmaz da. Hâl konuşması ağız konuşmasından çok üstündür. Ona çok dikkat edin. Bahusus, ahlak der ki: Ağız konuşması gibi değildir hâlen konuşmak.
Şimdi aklıma geldi, mesela bazı insanlar derler ki; Canım ben bir şey söylemedim, der. Bu adam bana darılmış, der. Ne söyledin? Şundan ne çıkar? Bana mesela hakem vaziyetinde bana müracaat ederler. Kardeşim sen onu söylerken ben senin yanında değildim ki! Sen o cümleyi söylerken kaşların nasıldı? Burnunun delikleri ne biçimdi. Gözünün hadaka-i ayniyesi, hadaka-i şerefiyesi, büyümeler küçülmeler, bunlar ne biçimdi? Ben onları da göreyim ki ona göre vereyim hükmümü. Sen sözü bana şimdi yumuşacık anlatıveriyorsun. Harflerini kelimelerini duydum. Fakat senin anlatış -onu söylediğin vakitteki ton- ne idi, o an ne idi?
İş kelimede değil, o an da. Lisan-ı hâlde. Yaa,
ona çok dikkat lazımdır. En mühim şey. Herkesin dikkat etmesi, hepimizin dikkat
etmesi lazım olan şey odur. O da değil, lisan-ı hâlle o da değil. Şu rütbe
olsun der, bu câh olsun der, bu masa olsun der. Olur, olmaz...
İnsanın dışının süslü olması değil, içinin süslü
olması çok hoştur. Dışı hoş olur da içi boş olursa çok fenadır. Bilmem
anlatabildim mi? Dışı hoş güzel ama içi de hoş olursa, o nuru'l-alâ nur.
Ona diyecek yok. Fakat dışı hoş, içi boş olursa, çok fena! Dışı süslü içi süssüz
olursa. Süssüz! Şeyin dediği gibi…
Saat epeyi oldu ama bende yeni açıldım. Hemen hemen,
işte yeni yeni, henüz demlendim. Ama… Bunu söylemiştim de şurasını eksik
söylemiştim, bir yetim çocuğun sözüdür bu, şimdi söylediğim şey. Birkaç defa
sizlere söylemiştim bunu? Birisi bir yetim çocuk büyütüyor, ama çocuğun oluşu
dolgun. Yaratılış dolgun, öyle vardır bazen.
Gelişinde varidatla gelir, bazı insan. Kudret’in
vergisi. Arazi-i kalp, dünya arazisine benzer. Bazı yerden bir metreden
su çıkar, bazı yerden beş metreden çıkar, bazı yerden üç metreden, bazı yerden
bin metreden, bazı yerden arazi-i kalbiye derhal çıkar.
Bazı insan ufacıcık bir maddeyi kaybeder, ufacıcık
bir maddeyi kaybeder. Adi bir maddedir, yani bir ufak bir şey. Tabi insan
müteessir olabilir, fakat günlerce gözyaşı döker. O kaybettiği şey netice
itibariyle, adi bir matadır.
Gözyaşı, ciğerden hasıl olan bir şeydir kandır. Göz
nuru da onu su yapar, beyazlaştırır. O oraya sarf edilir mi? Gözyaşı öyle
bir mücevherdir ki; onu hiçbir hükümdarın, hiçbir lordun, hiçbir kasa hazineye
sahip olan zenginin alamayacağı bir şeydir. O gözyaşını ancak Allah satın
alabilir. Ondan başka kimse satın alamaz, kimsenin kudreti yetmez
gözyaşına. O ancak ödeyebilir. O öyle bir şeydir o. Öyle adi şeye insan onu
satar mı? Gözyaşını. Rengini bile değiştirtiyor. Yaa!
Bayram gelmiş, bayram. Öyle yakıcı sözleri var ki,
işte o ayrı, ayrılıyor o işte. O büyüten adam işte… Dalgınlığına mı geldi. Mâmâfih
Kudret de hiç mazeret kabul etmez. Hiç. Hakk’ın işleri öyle acayiptir ki, cehil
mazeret değildir, der bir defa. Hiç, dinlemez.
Hani bazı insan der ki; efendim, kul hakkı olmasın
da, Allah… “Yook, ilk önce kendi hakkımı sorarım!” der Allah. O da yanlış. “Ben
ilk önce kendi hakkımı sorarım, diyor. Evvela seni insan yaptım, şunu bakalım
anlat!” der. O yanlış o, kul hakkı olmasın da der. Öyle bir şey yok. Kendi
hakkında mı? Yook! “Evvela kendi hakkımı sorarım.”
Neyse, şimdi sabahleyin erkenden çocukları
sarılmışlar babasına. O elini öpüyorlar, öteki de evin sahibi olan adam da,
çocuklarına sarılmış. Yetim çocuk da gelmiş onlar birbirleri ile muânaka[18]
olmuşlar, öpüşüyorlar, sarılıyorlar filan. Boynu bükük, bakmış ki ona daha
meydan yok. Bir sıcak yaş gelmiş. Serin yaş gelirse o güzel o. Sıcak geldi mi yakar.
Serin yer, o sürûrdan geliyor. Fe karrallahu ayneyh[19]
der.
Yüzünde serin yaş, ayrı. Sıcak yaş,
şurası sızlar. Kemik. Dönmüş, ağlıyor filan. Ziyaretçi gelmiş, uyanık bir adam
o, kapıyı çocuk açmış. Bakmış gözleri şey, şişmiş ağlamaktan. Okşamış filan, demiş:
“Ne o evladım bugün bayram!”
Dilâ ıydest
herkesî dest-i yâr-i hîş bûsed
Garîbem
bî-kesem men dest-i gâm, gâm dest-i men bûsed[20]
“Ahh, diyor. O bayram gelmez olaydı. Bana ne
bayramdan! Bayram gelir, herkes babasını öper, babası onu kucaklar öper. Gam
beni öper sarılır, bende gamı öper sarılırım. Bende gamı öperim. Benim hissem
odur.”
Şimdi bunu burada nakletmekten maksadım; böyle içimizde sahipsiz
kimseye sahip olmak zevkinde olanlar varsa, bu işlere dikkat etmeleri esastır.
Bunlar çok iyidir. Çok büyük büyüklüktür ama yerine getirebilirse. Hiçbir şeye
benzemez. Hiç! Neyse, taltif etmek istemişler filan. Yarım, yurum. Bayram ya
kabir ziyareti yapalım, demiş. Haber ediyorlar. O beyin çocukları ile beraber
tabi, çocuklar çocuklarla beraber, büyükler büyüklerle beraber.
Çocuk ne de olsa onlar ama işte Kudret çocuk mocuk
da… Pek acayiptir.
Rıza-i İlâhi, Hakk’ın rızası bahâ ile değil
bahane iledir. Gadabı da öyledir, haa! İnsan neler neler yapar da bir şeye
uğramaz, ufacıcık bir şeyden tepetaklak gider. Öyle gider ki yedi silsilesi de
çeker. Senin haberin yoktur, dedenin dedesi bir şey işlemiştir, sende tecelli
eder. Kendi kendine şey eder.
Onların dedelerinin süslü gayet, bu beriki basit bir toprak şöyle bir şey. “Bizim kabir belli oluyor,
demiş. Ama diyor, bizim kabrinde böyle güzel olması yakışır. Çünkü genç
ölmüştü.”
Onların ailece insanları genç
ölürmüş. Böyle genç genç aile kabristanı genç genç. Yani senin baban biraz
ihtiyarken öldü. O mânâyı kastediyorlar.
Demek oluyor ki: İnsanda en büyük aranılacak
vasıf, iç âleminde kuvvetli merhamet olmasıdır. Ahlak buna çok büyük ehemmiyet
verir. Kalp âlemi rikkatle çarptı mı, acı acı!
Bizim dedemiz çok merhametli insanlarmış. Her vakit
derim ya, vakfiyeleri açın bakın. Âlem-i Garp da medeniyetini taklit ettiğimiz
sahada; delileri cin çarpmış diye yakarlarken, bizim dedemiz o kadar medeni
adamlar ki, vakfiyelerinde tımarhanelere musiki heyetleri vakfetmişlerdir.
Musiki ile saz heyetleri ile deli tedavi edilsin diyerekten. Vakfiyelerde
görürsünüz.
Her mahallede yaşayan hayvanların ciğeri, işte
yiyeceğine ait vakfiyeler vardır. Minnetsiz yaşasınlar diyerekten insanlar ama
sonra sû-i istimâl olmuş, kudreti olan da gitmiş ondan istifa etmiş. Artık o
onun ahlaksızlığına ait. Onun içün de ayrı bir madde vardır. Çünkü ne de olsa beşer
kimden iyilik görürse, nefsi itibariyle iyilik gördüğü kimseye karşı, bir minneti
olur. Zor kurtarır kendisini insan ondan. O minnet ona bir sarsıntı verir.
Öyle bir minnet olmasın diye, öyle hayır yerleri
yapmışlardır ki, oranın ismini kendisine izafe etmemiş, Kudret’e mal etmiş. Çalışma
kudretinden düşmüş, görmüş düşmüş, işini kaybetmiş, artık kendisinin çalışma
sahası kapanmış, tamamıyla bîkes[21]
kalmış. Binaenaleyh bu bu havayı teneffüs etmiş, vakti ile insanlığa hizmet
etmiş, Kudret kendisine ağır bir imtihan devresi açmış. Bizim üzerimize buna
bakmak elzemdir. Fakat bizim elimizi görecek olursa, bize karşı boynu bükük
olur. Bu sofra Kudret’indir, demiş.
Kudret sofraları açmışlardır, minnetsiz oradan bakılmışlardır, acaba
anlatabiliyor muyum?
Biz böyle bir şecerenin çocuklarıyız. Öyle üredi
türedi insanların değil. Tarihin en eski efendisi olan bir kavmin evlatlarıyız.
Yaa! Yine o kan, o maya, o iman, bizim içimizde vardır. Birbirimiz seversek
birdenbire parlar. Nifakı bırakmalı, şikakı bırakmalı. Müteaddit vücûtlarda
bir kalp olarak yaşamanın çaresine bakmalı.
Vücûtlar
müteaddit, kalp bir. Ama söz hâlinde değil.
Bu işler evvela aile teşkilatından başlar.
Çocuklar anneler babalar. Bunlar birleşmeli. On nüfuslu bir aile onunun da
kafası ayrı çalışırsa, teâli terakki olmaz. İstediğin kadar yaz istediğin kadar
söyle, istediğin kadar anlat. Hiç faydası yok. On nüfuslu bir aile…
İnsanların birbirine nazar-ı merhametle bakması,
en büyük ibadettir. İşin diğer tarafını alacak olursak, mânâ ilmine bakacak
olursak, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine diyorlar ki: En büyük taat nedir Kudret’e
karşı? “İnsanların birbirlerine nazar-ı merhametle bakmasıdır.” diyor.
Bugün hiçbirimiz birbirimize nazar-ı merhametle
bakmıyoruz. Sen benden korkuyorsun ben senden korkuyorum. Nereden gelmiş bu
bilmem. Sen bana acımazsın ben sana acımam. Bir tuhaf bir şey! Ne vakit ki
birbirimize merhametle bakarız, kalbimiz de muhabbetle çarpar, Kudret derhal
sahayı başka… Sema başkalaşır. Veren Fatır’dır. Elin geliş tarzı, varlığın
geliş tarzı değişir.
Bak tabire bak. Birbirlerine merhametle bakmaları,
nazarların birbirine merhametle... Sen bana başka türlü bakıyorsun. Ben de gayri
ihtiyati ile bakıyorum. Nereye kadar bakayım ben buna diyorum, ne kadar
bakayım, nasıl bakayım?
Allah’ın hilkatte va’z etmiş olduğu sermayenin adına muhabbet denir. Belki senelerce söyledim. Havas ile avamın muvâzenesi yapılmadıkça, beşeriyete dünya varlığına huzur gelmez. Refah gelmez, felah gelmez. Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sekenesine.
Dünya zannederim bugün belki üç milyar insan besliyor. Bu beslenen üç milyar üç buçuk milyar insanın heyet-i umumisinde, umur-u kalbiyedeki huzur, kisbi değildir. Sen zanneder misin ki; on paran yokken bir milyon liran olsun, büyük bir huzur olsun. Hayır, öyle bir şey yok. Hiçbir rütben yokken sana dünyanın en büyük rütbesini versinler, sen zanneder misin ki tam bir huzura kavuşurum. Hayır azizim öyle bir şey yok! Ya o nimet, o servet, o câh, o herhangi varlık, Kudret tarafından emir alır da “Git filan adamın kalbinde huzur ol!” derse olur. Ve illâ olmaz. Ona imkân yoktur. O beşerin elinde değildir.
Kalbin tasarrufu elin tasarrufu gibi değildir. Elimi
böyle kaldırabilirim Kudret izin verirse. Fakat kalbimi öyle yapamam ben, onu kendi
döndürecek. Onu kendi döndürebilmesi içinde o huzuru bizzat kendi verecek. Onu
verebilmesi içün de benim kalbimin içindeki hâli görecek. O hâlde de bakacak.
Eğer ben benim küçüğüme karşı kalbim merhametle
çarpıyorsa, büyüğüme karşı, hürmetle titriyorsa, bu büyükle küçüğün arasında bu
merhametle hürmet birbirine karşı evlenmişse, ara yerden muhabbet doğmuşsa, o
vakit Kudret al diyor, veriyor. E sen çocuğunun nafakasını vermezsin. Babana
bakmazsın, ananı saymazsın, icabında küfür edersin, istihza edersin,
beğenmezsin. Olur mu ya? Olmaz!
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Estar: Örtüler, perdeler.
[2] Tecessüs: Gizlice araştırmak. Gizlice
bakmak. İç yüzünü araştırmak. İç yüzünü araştırma merakı.
[3] Vesim: Güzel çehre yüz
[4] Vesaik: Vesikalar belgeler
[5] İbrad: Güçsüzleştirme, âciz bırakma. Soğutma.
[6] Tefrid: Dünya alâka ve meşguliyetlerinden
ayrılıp, ibâdet ve tâatle meşgul olma.
[7] Teemmül: İyice, etraflıca düşünmek. Derin derin
düşünmek.
[8] Taaddüt: Birden fazla olmak. Sayısı artma,
çoğalma.
[9] Ba's: Dirilik. Canlılık • BA'S:
Kıyametin kopmasından sonra ölülerin diriltilmesi hadisesi.
[10] Vus’at/ Vüsat: Genişlik.Bolluk
[11] İnhisar: Sınırlandırma, kayıt altına alma.
[12] Muayyebat: Ayıp ve iğrenç şeyler.
[13] Evham: Vehimler ve hayaller. Kuruntular
ve gerçek dışı şeyler.
[14] Çeki: Odun gibi ağır cisimleri tartmada
kullanılan 250 kiloluk ağırlık ölçüsü.
[15] İstıtla'/ İstitla: (İstıtlâât)
(Tulu'dan) Anlamağa ve bilmeğe çalışma. Öğrenmeğe gayret etme.
[16] Gazel 263 Fuzuli.
[17] Gazel 117
[18] Fe
karrallahu ayneyh: Allah göz aydınlığı verdi, manasında (Fuâd abi)
[19] Muânaka: Birbirinin boynuna sarılma, sarmaş dolaş olma,
kucaklaşma:
[20] Sadi Şirazi
[21] Bîkes: Kimsesiz. Hamisiz,yalnız.
[i] Gazel
/ Fuzûlî
Kad enâr el-aşku li’l-‘uşşâki minhâci’l-hüdâ
Sâlik-i râh-i hakikat aşka eyler iktidâ
Aşktır ol neş’e-i kâmil kim andandır müdâm
Meyde tenvîr-i harâret neyde te’sîr-i sadâ
Vâdi-i vahdet hakikatte makâm-i aşktır
Kim müşahhas olmaz ol vâdide sultândan gedâ
Eylemez halvet-sarây-i sırr-i vahdet mahremi
Âşıkı ma’şûktan ma’şuku âşıktan cüdâ
Ey ki ehl-i aşka söylersen melâmet terkin et
Söyle kim mümkin midir tağyîr-i takdîr-i Hudâ
Aşk kilki çekti hat harf-i vücûd-i âşıka
Kim ola sâbit Hak isbâtında nefi- mâ’adâ
Ey Fuzûlî intihâsız zevk buldun aşktan
Böyledir her iş ki Hak adiyle kılsan ibtidâ
Gazel 263 Fuzuli.
Her gören ayb etti âb-i
dide-i giryânımı
Eyledim tahkik görmüş
kimse yok cânânımı
Lâhza lâhza hûblar
gördüm ki dil kasdındadır
Pâre pâre eyledim ben
hem dil-i sûzânımı
Çok yetirme göklere
efgânım ey kâfir sakın
İncinir nâ-geh Mesihâ
işitip efgânımı
Kılma her sâ’at beni
rüsvâ-yi halk ey berk-i âh
Eyleme rûşen şeb-i gam
külbe-i ahzânımı
Çıkma ey divâne bâzâr-i
melâmetten deyu
Muttasıl çâk-i giribânım
tutar dâmânımı
Hansı büttür bilmezem
imânımı gâret kılan
Sende îman yok ki sen
aldın diyem imânımı
Ey Fuzûlî câne yetmişti
gönülden şükr kim
Bağladım bir dil-bere
kurtardım andan cânımı
[i] Gazel 117
Bana bâd-i saba ol
serv-i gül ruhtan haber vermez
Açılmaz gonce-i bahtım
ümîdim nahli ber vermez
Döküp göz yaşını sensiz
helâkim isterim ammâ
Ecel peykine seyl-i eşk
gird-âbı güzer vermez
Gözümde mesken et hâr-i
müjemden ihtirâz etme
Gül-i handâna her dem
hâr yâr olmak zarar vermez
Eger cân almak istersen
tenimden tîğini kesme
Ki pejmürde nihâle
vermeyince su semer vermez
Kıyâs et şem’den vehm
eyle çerhin inkilâbından
Kim ol baş almağa kasd
etmeyince tâc-i zer vermez
Belâ zımnında râhat
olduğun izhâr eder halka
Felek bî-hude hâr-i
huşkten gül-berg-i ter vermez
Fuzûlî dehrden kâm almak
olmaz olmadan giryân
Sadef su almayınca ebr-i
nîsandan güher vermez
5 yorum:
aşkın lugat mânâsı da hakikat mânâsıyla münasebetlidir. Işkın lugat mânâsı sarmaşık ağacı, sarmaşık yaprağı mânâsına gelir. O sarmaşık hangi ağaca sarılırsa, o ağacı kurutur. Aşk-ı hakiki de hangi insana sarılırsa; onun kibrini kurutur, benliğini kurutur, hırsını kurutur, zulmünü kurutur, gadabını kurutur, nefsaniyetini kurutur, beşeri inletme hassasını kurutur, nihayet bir hazreti insan yapar. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Nasıl kör bir tesadüfün neticesi olabilirsin? Senin gibi şuurlu, izanlı, vicdanlı, irfanlı, ne bileyim, birçok sıfatlarla mücehhez olan bir varlık, şuursuz, izansız, vicdansız, kör bir tesadüfün neticesinde var olabilir mi
Mesela çocuğun var değil mi ya? “Sevdim” deme Kudret’in gücüne gider. “Bana sevdirildi” de. Sevdirildi dersen, Kudret’in oradan akıntısını görüp de onun kendisini sana sevdirildiği anlaşılır. Ne kadar incelik vardır işin içerisinde. Kudret’in gücüne gitmez, hayru'l-halef olur. Bilmem anlatamıyor muyum? “Sevdim” demiyor “sevdirildim” diyor.
Söylendikten sonra kolay ama söyleninceye kadar bu kafa mahsulü değil, kalp mahsulüdür. Kafadan çıkan söz bir defa dinlenir, e güzel denir. Kalpten bin defa dinlenir gine güzel denir.
Boynu bükük, bakmış ki ona daha meydan yok. Bir sıcak yaş gelmiş. Serin yaş gelirse o güzel o. Sıcak geldi mi yakar. Serin yer, o sürûrdan geliyor. Fe karrallahu ayneyh[19] der. Yüzünde serin yaş, ayrı. Sıcak yaş, şurası sızlar.
Yorum Gönder