Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

105. Kaset

105 (25.03.1962) 85 dk (152)

Konuşmalarımız ahlak mevzûu üzerinde devam etmektedir. Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlak için menşe akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın da annesi kalp olduğunu söylemiştik. Fakat ahlakın tarifindeki aşk, romanda okunan aşk mânâsına olmadığını da anlattık.

Ruhta hâsıl olan muhabbete aşk, nefiste hâsıl olan muhabbete şehvet denir. Bunun ikisini birbirinden ayırt etmek, biraz güçse de herkes, kendi iklim-i vücûdunda bu tecelliyi görebilir. Kalp de öyle. Buradaki kalp, iklim-i vücûdumuzda, yani elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasında, sadrın orta yerinde mahruti yüz şekil, bir et parçası dört gözlü işte kanın devrelerini yaptıran, o vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de ona taalluk eden bir vücûd-u insanimiz vardır.

Bizde kaç tane vücut var? Üüü bizde olan vücut, nâmütenâhi desek yerindedir. İnsan nüsha-i kübra, Kudret’e muhatap olmuş can. Görünüş itibariyle nihayet -hemen hemen her konuşmada tekrar ettiğim gibi- iki metre uzunluğunda bir çukura sığabilirse de vicdan-ı kibriyası mânâ-i ihtivası, bütün kâinatı muhittir.

Sizde konuşanla bende dinleyenin mecmûuna insan denir. Onun içün insanlar birbirinden ayrılamaz. Bu ayrılık nifak girdikten sonra beşeriyetin huzuru kalkmıştır. Ve bu nifak kalkmadıkça da beşer huzura kavuşamaz.

En iri kafalar toplansa, en büyük iktisatçılar toplansa, en geniş zekâlar içtima etse, en büyük iktisatçılar bir araya gelse, nâmütenâhi hazineler ortaya dökülse, acaba beşer huzura kavuşur mu? Hayır kavuşamaz. Ya ne ile kavuşabilir? Sizde konuşanla bende dinleyen birbirine sarılır, birbirine sarılır severse, o vakit verir. Ve illâ olmaz. Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum?

Bu tarife dikkat et. Sizde bir konuşan var. Konuşma nedir? Henüz onu da kimse tarif edemez, konuşmanın ne olduğunu. Konuşuruz da konuşmanın ne olduğunu bilemeyiz. Bilen düşünür, düşünen konuşur, konuşturan da bir gün konuşur. Bunlar hep birbirine bağlı.

Biz, ilk niçün doğar doğmaz konuşamazsın? Ne oldu da sonra konuşmaya başladın? Doğunca acz içersindeydin değil mi ya? Her insan doğduğu vakit, acz içerisinde. Yanında hamisi sahibi olmasa, bakanı muhafaza edeni olmasa telef olur. Sineğini dahi kovamaz. Onun için hayatta iflas yoktur.

Bazı insanlar intihar ederler. Neden, efendim, şöyle şöyle oldu da dayanamamış etmiş. Yalan! İşte şu kadar geniş bir serveti varmış da bir anda kaybolmuş, tahammül edememiş, intihar etmiş. Yalan! Filanı sevmiş de o ona rağbet etmemiş,  etmiş. Yalan!

Ya neden intihar etmiş? Henüz bûy-u Rahmanı koklamamış, aslını taharri etmeklik aşkı kendisinde yüz göstermemiş. Geliş ve gidişindeki gayeyi duymamış. Bu âleme niçün geldiğinin farkında olmamış. Kendisine dört suali soramamış. “Ben kimim, nereden geldim, ne içün getirildim ve ne olacağım?” sualinin cevabını mânâ-i enfüsisinden alamamış, intihar etmiş.  Yoksa hayatta iflas yoktur. Kudret; alır verir değil, verir alır. Hiç birimizin bir şeysi yoktur. Yanlış söylerler, efendim o alır verir. Ne alır verir! Verir, alır.

Kimse de bir şey yok. İnanan da inanmayan da O’na çalışır. Bu tezgâh kurulmuştur, herkes O’na çalışır. Nihayet “İstikamet karşıki çukura marş marş!” der, herkes çukurunu doldurur. Onun içün derler ki: Semayı deler gibi bakma, yeri ezer gibi basma! Ne semayı delebilirsin ne yeri ezebilirsin. Yer, seni yer.

Hiçbir can adamı konuşmayı tarif edebilir mi? Edemez. O tarif edilenler konuşmanın tarifi değildir. Birtakım fizik hadiseleridir. Konuşma o değil. Ne vakit ki Kudret’in kelam isminde fani olur, o ismin müsemması orada mütecelli[1] olur, o vakitte onu anlatmak için ne ses vardır, ne seda vardır, ne harf vardır, ne kelime vardır, o anlaşılmaz. Yaa, neler vermiş, künhünü bilmeyiz. Öyleyken yaratırız sevdasıyla geçiniriz!

Nem var ki laf edem özümden. Mahveyle beni benim gözümden.

Bir şey yok. Nedir o bir dirhem yağ parçasına, göz dediğin şeyi çıkar. Nur-u rüyet onun neresine taalluk etmiştir? Evet, gözün tabakaları şunlar bunlar... Güzel amma o nur-u rüyet nedir, bu neye benzer? Birdenbire sahra-i beyâbandan birisini getir, bu ampulü göster. Bunun içerisine ne koydun da yakıyorsun, der. Desen ki yaa bir elektrik mevzûu vardır. İşte müspet menfi iki kutup vardır, bunlar şöyle olur böyle olur, böyle buraya bir cereyan gelir. Bu şu... Ne anlatıyorsun sen, ben sana ne soruyorum der. Buraya ne koydun da bu ışık var, der. Sen boyuna anlat, der. Ne koydun, der sana. Güzel amma o nur-u rüyet nasıl taalluk ediyor?

Demek oluyor ki, cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd. Onun içün ahlakda, (mevzûu dağıttım ama toplayacağım)  hiçbir zerreye nazar-ı hakaretle bakmak hakkı kimsede yoktur. En büyük suç, ahlakta oradan başlar. Birkaç konuşma evvel bir misal vermiştim. Binlerce kilo tartan bir kantarın var. Benim öyle kantarım var ki, ton tartar diyorsun. Güzel amma bir hastalık geldi, doktor dedi ki, buna şu kadar gram bir ilaç lazım. Ufak bir hata olursa ölür. O hassas böyle bir teraziyle tartılacak, câmekân içerisinde, mini mini bir teraziyle tartılacak. O baskül o ilacı tartamaz. Ne oldu. Senin tonluk terazin, kantarın, orada geçmez oldu. Demek oluyor ki:

Cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd[2]

Onun için havas ile avamın muvâzenesi yapılmadıkça, beşeriyete felah gelmez. Bugün hamule-i irfaniye-i beşeriye, insanların gözünü kamaştırıyor. Fen alabildiğine gitmiş. Felsefesi gözleri kamaştırmış, sanatı fikirleri durdurmuş, ne yapalım ki ah sesi de gittikçe artmış.

Hani ya bunun huzuru! Zannederler ki servetle gelir. Hayır, servet bizâtihi nimet değildir. Vasıta-i nimettir. Kudret “Git filan yerde nimet ol!” derse olur. Demedikçe yine olmaz. Bazen nikmet de olur. Tersine de olur yani ya. Huzur-u kalp kisbi değildir.

Beşeriyet canavarları utandırtacak kadar düşmüştür. Hayvanat-ı ehliye değil[3], ondan daha aşağı derekeye düşmüştür. Medeniyet bir düğmeye basıp da bir milyon insanın canını almak değildir. Ona vahşet-i musanna’a denir.

Medeniyet hayatı almaz, hayata hayat verir. Bas düğmeye beş milyon insan, çoluğu çocuğu sabisi şey etsin. Ama ben yapmayayım mı? Yap! Onu yapanı önlemek içün. Tersine anlama. Deden öyleydi; zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı va’z eden ecdadın var. Tarihin en eski efendisinin çocuğusun. Mazin çok parlak. Üredi türedi bir kavmin evladı değilsin.

Hakiki teâli terakki de mazisini tutan atisini çeken insanlarda olur. Servet-i eslafa, servet-i ahlafı ilave etmekle terakki olur. Babanın malına evlat mal koymakla ilerler. Bunları yay. Hakiki medeniyet ararsan, senin ecdadının tarihinde bol bol bulabilirsin. Canlı misalleri var, hissime kapılarak söylemiyorum. Aç ecdadının vakfiyesini. Geçen konuşmada ben söylemiştim.

Medeniyetini taklit ettiğimiz Garp âleminde, deliyi cin çarpmış diye yakarlarken Garplılar; senin deden, musiki ile tedavi edilsin diyerek vakıflar yapmıştır. Evveli sokaklarda gezen hayvanların bile, sırık sırık ciğer vakfiyeleri vardır. İnsanları bırak, hayvanları dahi düşünen dedeye sahipsin sen. “Senin kesen senin, benim kesem benim” diye yaşamamış. Yanındaki komşusunun aç olarak kendi karnını doyuran insan değildir, diye yaşamış.

Her evde bir servet-i müddehiye bulunurdu. Gayet iyi düşünüyor. O günün modası başka bir şekilde. Pırlant yarışına çıkılır, altın yarışına çıkılır. Şimdi çul yarışına çıkar. Yapar beş yüz liraya, bin liraya, iki bin liraya bir şey; iki ay sonra modası geçer, beş yüz kuruşa satar. O vakit filancada şu karatta pırlant var, filancada şu kıratta bilmem şu var, o yarışa çıkılır. Nihayet sıkıldığı vakitte satacak olursa, ya on kuruş fazlaya satar ya aynı fiyata alır yahut on kuruş eksiğine satar. Ziyan yok. Her ihtiyar annenin evinde sandığının içerisinde o civarda düşmüş insanı kaldırabilecek bir madde var.

Senin bana emniyetin var, benim sana emniyetim var. Şimdi, ne sen benden eminsin, ne ben senden eminim. Sen benden emin olmazsan ben senden emin olmazsam, ben huzur içinde yaşayabilir miyim, sen huzur içerisinde yaşayabilir misin? İsterse beş milyar lira olsun. Faydası yok onun.

Zahiri bilgiler; aferinler, tahsinlerle geçer. Hakiki bilgiler; aslını bilmek, bulmak, olmakla geçer. O aslını bilmek, bulmak, olmak bilgisinden insanlarda merhamet hürmet muhabbet doğar. Asıl ilim odur. Öbürkü boş keseyi düğümlemeye benzer. Sen aklınla zahiri bilginle bir meseleyi halletmişsin, netice? Netice nedir kardeşim? Netice ne? Boş bir kese düğümü çözdün, içinde sana bir faydası var mı? Yok! Fakat öyle bir keseyi çöz ki, içinde bir şey bulasın.

Herhangi bir sıkıntıyı görmüş olsa bilir ki o sıkıntının içerisine gizlenmiş, bir zevk çıkaracak Kudret. Şimdi biz öyle değiliz. Öyle değiliz! Minnetsiz yaşar, gönlünü bir yere bağlamış, başka bir yere boyun kesmez. Bak sana bir şey okuyayım, zevk al.

İnsan hakikat ehli olursa, bütün mevcûdât ile ünsiyeti olur. Her zerrede Hakk’ı müşahede etmeye başlar. Hakkı müşahede edince o vakit adalet sırrı tecelli eder. Adalet, mugalatalı adalet, insanı esarete sevk eder. Mugalatalı olmaz.

Ben ol bir şahs-ı sultanım ki âli himmetim vardır.
Hakikat ehliyim, her şahs ile ünsiyetim vardır
Veli vâlâ-i hakikate nice yıllar hizmetim vardır.

Kitab-ı ışkı tefsir eylemeklik kudretim vardır.
Benim bin böyle suzişli müessir sohbetim vardır.

Anın için zümre-i irfan içinde şöhretim vardır.
Gedâyım suretâ lakin gönül tahtında sultanım.

Beni zahirde görürsün hiçbir şeyim yok amma ben insanım, diyor ya hu! Kudret beni kendisine muhatap tutmuş. Ben satılmamışım. Zulme divan durmamışım. Birikmiş ahlardan benim manevi vücûdum bükülmemiş. Ben eşyaya nazar-ı hakaretle bakmamışım. Evet, belki sen, benim suret-i zahiredeki vaziyetimden beni hakir görebilirsin.

Gedâyım suretâ lakin gönül tahtında sultanım.
Serir-i lağv-ı Hüsrev-i mülk-i mahviyyette hakânım.

Ne zannettin efendim intihâsız devletim vardır.
Fakirim rütbe-i vâlâda şanım şevketim vardır

Buradaki fakirliği dilencilik mânâsına alma ha! Kudret’e karşı fakir. Sana bana karşı gani.

Muhassal bir selatin-i zamana serfûrû etmem.
Güzellikte şeha şuh-u cihanı arzu etmem.

Gönül bağında bir gül yüzlü nazik tıynetim vardır.
Sadârât bezmigâhında anın için rifatim vardır.

Bu zevk ile yaşadı mı riya kalkar. Bu zevk ile yaşadı mı dalkavukluk kalkar. Bu zevk ile yaşadı mı tabasbus[4] kalkar. Bu zevk ile yaşadı mı zulme divan durmak kalkar. Bu zevk ile yaşadı mı adaletle tahdit[5] edilmiş hürriyet meydana gelir. Bu zevk ile yaşadı mı muhabbet tecelli eder. O muhabbet tecelli ettikten sonra insanlar felaha kavuşur.  Bu zevk ile yaşayın, o hâlde.

Öyle de sârî ki, aşısı ahlak hastanesinde var. Bedava.

Hased, salgın bir şekilde. Çok fena! O hased, kibr-i nahvete sevk ediyor. Dikkat edin, dikkat! Kudret iki numune vermiş. Biri Hazreti Âdem’in irtikâp ettiği suç, biri de iblisin irtikâp ettiği suç. İki tane numune, sahne-i âlemde.

Âdem’in suçu, büyüklenmek suçu değildi. İrtikâp ettiği suç, kibrinden azametinden dolayı değildi. Boynunu büktü, suç işlemezden evvelki mevkiinden daha büyük mevkii aldı. Daha muazzam bir makama nail oldu. Yani hiç suçu işlemeseydi, o kadar büyüyemeyecekti. Anlatabiliyor muyum acaba? O suçu işlemesi dolayısıyla Kudret’e karşı öyle bir boyun büktü ki; o bükülen boyun, Kudret’in en büyük tahtına onu çıkarttı. Nihayet Beşeriyetin Fahr-i Ebedisini o kanaldan geçirtti. Kıymet alsın diye. Yoksa o başka türlü bir tecelli ile tecelli edebilirdi. Ona muhafaza yaptı. Anlatabiliyor muyum?

İblisin irtikâp etmiş olduğu suç, kibrindendi. Hesedindendi. Kibr-i haseti, benliği, ona boyun büktürtmedi. İlâ nihâye mahrum ve hüsran içerisinde kaldı. Anlaşılabiliyor mu?

Kibr-i hased ve benlik davasından gelen suç, hiçbir vakit affolunmaz.

İşte ahlak evvela insanı, kendi pûtesine aldığı vakitte, ‘Senin bu hastalığın var mı?’ diye sorar. Tedaviye buradan başlar. Burası tedavi olmadan diğer yerleri olmaz. Hiç! Bu kibir, nahvet, bu azamet, bazen tevazu etmiş olan şekillerin içerisine de girer.  Öyle sahtelikler yapar ki o, sahibi bile kanar. Oralara da bürünür.   Bu şekilde de olabilir. Herkes kendi kendisini bilir. Yoklayabilirsin.

Onun içün, iki kibirli, iki benlikli adam, bir sofrada muhabbetle oturtamazsın. İmkânı yoktur. İki kibirli adamı davet et, bir sofraya oturur yemek yerler ama ikisinin de yemiş olduğu yemek, ikisine deva olmaz, dert olur. O onunla meşguldür kalbiyle, o onunla meşguldür. Fakat kırk tane mütevâzı adamı oturt, daima birbiri ile nazarı ile muhabbet geçer. Elektrik gibidir, anlatamıyor muyum?

Onun içün demiştim ki konuşmaya başlarken, sizde dinleyen bende konuşan yahut bende dinleyen sizde konuşan bunun ikisinin mecmûuna insan denilir. Farz edelim ki…

Beşer iki şeyden hali değildir. Ya elemin vardır ya emelin vardır veyahut ikisi birden vardır. Düşün kendi kendine. Ya emelin var veyahut elemin var. Veyahut hem elemin var hem emelin var. Emelin var, bütün emeline nail oldun. Kudret, bütün kâinatı sana verdi. Dedi ki: “Yeri de senin, seması da senin, arşı da senin! Senin bildiğin bilmediğin avalim de senin. Hepsini sana verdim, fakat insan denilen mahlûku kaldıracağım. Yalnız sen kalacaksın.” Beş dakika duramazsın bu kâinat içerisinde. Nasıl? Duramazsın! Ama diyeceksin ki bir adamı alırlar da hiç insanın olmayan bir muhitte on sene, yirmi sene hapsederler. Nasıl olur o? Hayalinde insan var diye duruyor. Hayalinden de kalksın, duramaz.

Demek ki ben sana muhtacım, sen de bana muhtaçsın. Niye beni yer gibi durursun? Niye ben seni yer gibi dururum? Niye birbirimizi sevmeyiz? Nedir bu nifak-ı şikak? Kaç gündür ömür. Ben seni avlamaya kalkmışım sen beni avlamaya kalkmışın. Benim sana karşı, seni avlayacağım diyerekten ki av hırsım, asıl beni avlayacağı, bana… Ben anlatamadım, cümleyi bozdum. Ben seni avlayacağım diye bir hırsım var ya, seni avlamak hırsı. O hırs asıl beni avlayacak olana karşı beni gafil kılmıştır. Anlaşılmadı mı?

Cümleyi tekrar edeyim dikkat et! Ben seni avlayacağım hırsım var. Seni avlayacağım diye tuzağı kurmuşum. Bu benim seni avlamaklık hırsım var ya; bu hırs beni avlayacak olanın beni avlamak üzere bulunduğuna karşı ben gafil oluyorum. Cümle iyi gelmedi ama anlatış tarzımdan anlarsınız. Sıhhatim o kadar iyi değil. İyi anlatamıyorum. Beni kim avlayacak? Hazreti Mevt. Seni avlamayacak mı? Ooo, cayır cayır!

Ölümün kapısını… Ölümü öldüremiyorsun? Kabrin kapısını kapayamıyorsun? Yer, yer seni. Kudret’in en büyük mekri budur işte. Git zalime bir kahkaha yap, der. Ölümü Öldürebiliyor musun? Öldüremiyorsun. Kabrin kapısını kapayabiliyor musun? Kapayamıyorsun. Beşeriyetten aczi giderebiliyor musun? Gideremiyorsun? O hâlde mağlupsun. Mağlupsun!

Geçen konuşmada bir yere kadar söyledim, öbür tarafını söylememiştim. Demiştim ki: Beşer, lisan-ı hâli ile hükmünü verir de asıl aradığını ağzı ile söyleyemez. Mesela dedim, bir talebe. Onun emeli; şu sene sınıfımı geçeyim, der. Sınıfı geçti, iyi, pekiyi filan. Eh birkaç gün sevinir. Kendi kendine hâliyle ‘o da değilmiş’, der. Müntehi talebe olur. Hayata atılacağım, der.

Hayat nedir, o da ayrı bir şey ya. Bir gün anlatırım. Neyse örfün hayat diyelim. Beşer hayatı mücadele diye tarif ettiği günden itibaren yıkılmıştır. Hayat mücadele diye tarif edilir mi? Hepimiz öyle diyoruz. “Efendim hayat artık cidal oldu. Hayat mücadeleden ibaret!”

Kudret de diyor ki: “Sen bunu kabul ettin mi, diyor. Ettim. Pekâlâ, eh cidalin neticesi paylaşmaktır.[6] Birbirinizi paylaşın bakalım!” Eh insanlarda birbirini paylaşmak içün, boğuşuyor. Hayat paylaşmak mücadele değil. Herhangi bir şey olur “Efendim ekmek kavgası!” der. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi dedi ki: (böyle bir söz söylendi) Bunu işitmeyeyim, dedi. Ben sizi insan yapmak içün geldim, dedi. Ekmek kavgası köpeklerde olur, dedi. İnsanlarda ekmek kavgası olmaz, dedi. Neyse bu da başka bir yere gider. Bunun da izahına geçersek, birkaç saat konuşmak lazım.

Hayat cidal değil. Hayat, Kudret tarafından ileride hesabı alınmak üzere insanlara verilmiş olan eğreti sermayedir. O sermaye de düşmüşü kaldırmaklık için sarf edilecektir. Sen ne vakit sabahleyin kapıdan çıkarken “Kudret beni kimin elinden tutturacak” diye çıktın mı, bedava yaşamıyorsun, sayılı ömrün iyi gidiyor demektir. Ama hiçbirimizin aklına bu gelmez. Geleni varsa ne mutlu ona. Ben kendime söyledim, yanlış söyledim. Belki içinizde birçoğunuzun gelir.

‘Kudret yanında en büyük insan kimdir?’, diye sordular Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine. En büyük insan. Kudret’in yanında en büyük insan kimdir. Alnı secdede çürüyen mi? Hayır! Her gün oruç tutmaktan kıl kadar incelen kimse mi? Hayır! Bin defa hacca giden gelen mi? Hayır! Şu mu bu mu? Hayır! Ya sordular kimdir, diye.

Kimin kalbi bila-cins, bütün mahlukâta karşı en ziyade rikkatle çarpar, işte Kudret’in yanında en mükerrem adam odur. Bak kendi kalbine. Evladının nafakasını vermiyor, bırak şimdi sen mahlûkun kalbi rikkatle çarpsın. Merhameti, sinir zafiyeti diye tarif ediyor. Ehh!

Azizim doğumlar, Kudret tarafından verilen idam kararlarıdır. Bir adam doğdu mu, Kudret idamının kararını verdi. Hepimiz infazı bekliyoruz. Hiç, başka şey değil. Onun memuru geldiği vakitte, sana sorar. Sen merhameti sinir zaafı diyerekten tarif etmişsin bende sinir zaafı yok, der. Ben çok sağlamım. Bende yok. Ben öyle hastalıktan münezzehim.

Doğumlar. Mânâ ilminde ne kadar güzeldir. Ne büyük dersler vardır. İnsan doğunca isim korlar, bizim ananemizde. İsmini korken kulağına ezan okur. Bir kulağına da kamet getirir ismini korken. Çok incelikler vardır. Ezan okur.

Onun mânâsı: Ey selamet-i fıtriye ile bu âleme gelen yavru, salim bir fıtratla geldi. Henüz libas-ı beşeriyetini kirletmedi. Seni şehadete davet ediyoruz. Cenaze namazında da ezan okunmaz, değil mi? Seni şehadete davet ediyoruz. Kulağına ezanını okuyoruz. Yarın bu ezanın musalla taşında namazı kılınacaktır. Geçireceğin ömür, işte bir ezanla bir namaz arasındaki vakittir. Sakın satılma. Sakın ikbalinde hud’a idbarında fecia gizlenmiş olan, bu mezahire tapma. Aldanma. Sakın hezar aşina acuzeye benzeyen bu şuhûd âlemi senin ayağını kaydırtmasın. Sen Kudret’e muhatap olaraktan geldin. Sen, sun-u İlâhî tecelligâhından bir tecellisin. Sende imza-i Fatır var. O imzayı sakın bozdurma. Sen nakkaşın en büyük nakşısın. Sende bir şey silinecek olursa, o silinen nakşı yapacak bir nakkaş yoktur. Sakın ona el sürdürtme. Bunu tembih eder. Onun üçün değmez yani. Öyle değil mi? Orta yerde bir şey var mı?

Sonra Hak ve hakikat dairesi içerisinde, Kudret insanlara bütün zevki vermiştir. Lüzumu yok hariç bir yere girmeye. Dar değildir. Bütün zevkler, Hak ve hakikatin içerisinde vardır. Bulabilirsin. O kadar geniştir ki, mânâ ilminin tarifi ile tarif edeyim daha iyi anlaşılsın. Helal kapı haram kapıyı çaldırmaya ihtiyaç bırakmaz. O ancak kendini bilmek ilmini bilmeyenlerde olabilir, diyor. Kendini bilmek ilmini bildikten sonra, aslını bulmaklık şekline agâh olduktan sonra, bol, hepsi bol.

Ne diyorduk? Asıl aradığı müntehi talebe olur, hayata atılır, bir zevk alır tabi. Büyük bir masaya sahip olur, bir caha malik olur, büyük bir kasaya malik olur. Onun da kendine mahsus böyle birkaç gün, birkaç ay filan, yine hâliyle bu da değil, bu da değil, bu da değil... Nihayet Hazreti Mevt tecelli eder, ‘hah aradığım senmişsin’, der. Ama iş işten geçer.

Her şey ariyet müstear alınır. Her şey fani tabi biter tükenir. İnsanın bütün akvali[7] bütün efali, bütün amali, hayatta vücut bulur, vücut. İyi ise iyi kötü ise kötü. Fen mevzûuna dahi girmiş. Nasıl vücut bulur? Burada konuşuyorsun, Amerika’da dinliyor. Sözün vücut bulmasa, dinleyebilir misin ya?

Sekiz asır evvel koca Muhyiddin bunu söyledi, tabi inananlar boyun kesti. O keşfen bunu bilir, dediler. Hükema olur mu olmaz mı diye, tereddütte kaldı. Cühela da böyle şey olmaz, dedi. Fakat geldi zamanı cayır cayır olduğu tahakkuk etti. Sözün hariçte vücudu vardır, dedi. Ve bir gün hakikaten de toplanacak. Hani diyorlar ya, söz toplanacak, olacak o.

Kudret muhafaza ediyor. Hepsi mahfuzdur. Yaa. Hepsi mahfuz. Fiillerin de mahfuz. Ebediyet âleminde şu fiilin failisin. “Hayır efendim!” Şu siz değil misiniz? Şu işi irtikâp ederken bu sen değil misin? Kudret dersini kaçırmıştır. Niye Kudret’le aran iyi değil. Radyoyu yapanın karşısında hürmetle eğilirsin de kulağını yapanın karşısında niye kafanı yukarıya kaldırırsın. Kulağını yapmasaydı radyoyu nasıl dinleyecektin?

Hepsi. İyilik kötülük birbirini tırmalar. Kötülük iyilikleri tırmalar. Hırs tırnakları ile kanaat yüzünü tırmalatma. Dikkat et! Hasislikle cömertlik yüzünü yırttırtma. Nasıl anlatayım sana? Kibirle huşu yüzünü parça parça yapma. İblislik huyu ile mütevâzı olan vücudunu delik deşik etme. Geçmiyor çünkü.

Öyle isim bırak ki gönüllerde taşsın. İyi dost bul. Ara, hayatta. Kişi sevdiği ile beraberdir, diyor. En mühim şey bu. Bir dost bul hayatta. Bulamaz mısın? Çok ara. Öyle diyor çünkü Kudret. “Ben ikinci hayatta insanları çift çift alacağım yanıma” diyor. Pek şey, böyle garip kalmasınlar. O bazı tek tek alacakları da var ya, onlar ayrı. Fakat böyle ekseriyet çift çift.

Kişi sevdiği ile beraberdir. Güzel bir dost bul. Hukukunu yalnız bu üç günlük hayat içün tedarik etme. Bu geçer bu. Bundan bir şey çıkmaz. Bu geçer. Kıyl-u kal ile de ömrünü tüketme! (Saat kaç?)

Beşeriyete huzur vermenin imkânı yok. Yukarı tabaka ile aşağı tabakada bir muvâzene, bu da zahirde madde muvâzenesi değil, gönül muvâzenesi. Anlatabildim mi acaba? Gönül. O gönül muvâzenesinde madde de muvâzenesi vardır. Hepsi girer işin içerisine. Yukarı sınıf, merhametle aşağı sınıfa bakacak. O merhameti görecek, ona hürmet edecek. O merhametle o hürmet birbiri ile evlenecek. Ondan muhabbet isminde bir çocuk doğacak. Ondan sonra işler düzelecek. Bütün dünyanın işi buraya bağlı. Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya böyle. Mevzii.

Beşeriyet biraz tenekecilikte ilerledi, yaratırım sevdası geldi. Madde âleminde biraz teâli terakki etti, nihayet Kudret ile nispeti kesildi. İnsanlarda inlemek başladı. “E yalnız başıma kendimi kurtarırım.” O da makbul değil. Olmaz diyor Kudret, kabul etmiyor. Yok, Ben cezayı umumi veririm, diyor. Allah’ın âdeti de öyle. Ağası değilsin ya Allah’ın. Umumi. Umumi veririm. Birdenbire. Darılmayacaksın, dayanacaksın. Mihnetten zevk duyacaksın. Biz buna girmiyoruz.

Size bir misal vereyim, bak. Biz ne anneler yetiştirmişiz. Ne anneler yetiştirmişiz. Biz, bire on düvüşen ecdadın çocuklarıyız. Anlatabildim mi? Anne çocuğunun alnından öpüyor, meydan-ı gazaya gönderirken. “Senin şehadet haberini alayım evladım, diyor. Sakın düşmandan kaçmayasın. Bu memelerim sonra sana haram olur.”

Bu nereden alıyordu bu? Bu mânâyı nereden alıyordu? Bu nerede münevver olmuştu? Bunu kim tenvir[8] etmişti? Bu lafla olmaz ki bu. Bire on dövüşüyor. Arkamdan vurulursam imansız giderim, diyor. Tak göğsü üstü düşer.

Meydan-ı gazayı dolaşan ecnebi insanlar yazmışlardır kitaplarında, bizim şehitlerimiz içün derler ki: “Onlar derhal belli olur. Pembe beyaz bir yüz olur ve muhakkak surette tebessüm eden bir dudak bulunur.” Bu böyle belli olur derler, derhal ayırırlar. Tebessüm eden bir dudak, pembe beyaz bir yüz. Bu nereden alıyordu bunu?

Çok eski konuşmalarımda söylemiştim, münasebet aldı da tekrar ediyorum. İnce bir şey. Vakti ile vaziyeti zahiri gayet düzgün, ashab-ı servetten bir adam. Ashab-ı servetten olur da bazı kere sıkıldığı şeyler olur insanın. Hiç öyle bir sıkıntısı yok. Bir rahatsızlığı yok. Ne maddi ne manevi, ne bedeni ne ruhi, hiç! Sağlam bir insan yani ya.

Yazın uzun gecelerinden, sıcak günlerinden bir günde, bir gece uykuda uyanmış. Hanımına demiş ki: “Çok susadım, bana bir su verir misin?” Kadın kalkmış, o vakit öyle buzdolapları filan yok. O vakit de vaziyeti müsait olanların, aşağıda mermer küpleri var. Uykusundan uyandırıp da susuzluğunu hissettirecek kadar hâl, o odadaki sıcaklıkla bu sürahideki su bunu tatmin etmez, demiş. Zemin kata gideyim de, oradan suyu çıkarayım. İnmiş zemin kata, mermer küpten suyu almış, çıkmış. Suyu verecek, bu sefer adam uyuyakalmış.

Kadın, irfan sahibi bir kadın olacak, demiş: “Uyku âlemi başka bir âlemdir...” Öyle ya. Uykuyu da bugün hiçbir ilim adamı tarif edemez. Nedir o? Söylenmez, bilinmez. Ve ondan ders almayan, ondan ibret almayan, hiçbir şeyden anlayamaz. Hiç.

Kudret Büyük Kitab’ında öyle ilan eder. “Ben der, insanlara uyku denilen bir hâl veririm. O hâli verdiğim vakitte her şeysini elinden alırım. İlmini alırım, şuurunu alırım, karısını alırım, kocasını alırım, cehlini alırım, emirliğini, reisliğini, hamallığını, kâtipliğini, nesi varsa hepsini alırım. Bahr-ı umman-ı ehadiyetime atarım.”

Ne benim cehlimi senin ilmine ne senin ilmini benim cehlime hiç karıştırmaz da. Nüfüs kâğıdı karışmış, yarın bulalım filan yok. Karıştırmaz. Masa, kasa, rütbe, câh, karı, koca, evlat, rütbe, hepsi gitti. Uyudun mu, hâkim mahkûm müsâvi. Zalim mazlum müsâvi. “Müsâvi kılarım.” Bitti. Ne büyük ibret alınacak şeydir insan içün. Zalim bir yere büzülmüş, mazlum bir yerde zavallılaşmış. Hiç, hepsi bir.

“Sonra yakaza hâli veririm, herkesten ne almışsam yine yerli yerine veririm. Buyurun ilminiz, işte mesleğiniz, işte malınız, işte mülkünüz, işte evladınız, işte beyiniz, işte hanımınız… Ben her vakit alıp veriyorum, bir gün vermezsem ne yapabilirsiniz? Niçün inletiyorsun yahu beşeriyeti? Alacağım onu Ben senden!”

“Rüya âlemi diyor, âlem-i misaldir. Belki o âlem-i misalde, büyük bir mânâya tesadüf etmiştir. Rüya hayatın programıdır. Belki hayatın programına ait bir şeyle meşguldur. Uyandırmayayım.”

Öyle mi? Rüya hayatı, evet. Bugün garplılarda çok ehemmiyet veriyorlar. Bizden çok ehemmiyet veriyorlar. Bir adgas-u ahlam[9] var, bir de rüya var. Hani bir mide dolgunluğu ile midenin üzerindeki hicab-ı hacizin tazyik etmesi  ile buharın yaptığı, o başka o. O rüya değil. İkisinin de  ecizesi[10] bir olduğu için o karışır. Orada dimağa tecelli eder, levh-u mahfuzdaki programda oraya ecizesidir. Karıştırır. Ehli bilir onu. Şimdi orayı bırakalım, rüyayı anlatacak değiliz ya o ilmi. İkisinin  ecizesi  bir olduğu için karıştırırlar. Şurası hafızamda kalsın.

Kadın diyor ki, belki diyor. Bilinmez ya! “Belki Maşuk-u Hakiki ile meşguldür, böyle bir fırsat eline geçmiştir. Ben bunu agâh edersem, yazık olur, bekleyeyim.” diyor. Bir uzun müddet beklemiş, neden sonra adam uyanmış.

“Hayr ola?” demiş.
“Su istediniz de, demiş. Sonra dalmışsınız sizi uyandırtmadım.”
Düşünmüş adam, demiş. “Vallahi hanım ben seni hakikaten çook büyük, çok nezih, iyi bir insan olduğunu bilirdim. Fakat bu derece değil. Binaenaleyh, benim senin arzuna ait yapabileceğim ne iş varsa söyle yapayım.”
“Öyle bir talep de bulunma!” demiş. Israr etmiş.
“Yok demiş. Israr etme!” Ant vermiş.
“Öyleyse benim bir arzum var demiş. Madem siz ant verdiniz.”
“Nedir arzunuz, baş üstüne yapacağım.”
“Beni boşa. Derhal beni boşa! Benim bir tek arzum var, sen beni boşa!”
Adam beyninden vurulmuşa dönmüş. Demiş: “Nasıl ayrılayım ben senden?”
“E  ben size söyledim, ısrar ettiniz bir de ant verdiniz, demiş. Başka bir sebep yok. Boşa!”
Adam düşünmüş taşınmış.
“Vak’a bu çok acı gelecek ama mâdâmı ki sizin bu arzunuz, makam-ı kazaya kadar gidelim. Bbu işi orada yapalım.”
“Hay hay!” demiş..
Konağının bahçe kapısından giderken, böyle yokuşumsu bir yer var, inerlerken adam düşünüyor nasıl ayrılacağız diyerekten, kendinde değil. Ayağı takılmış, birdenbire bir düşmüş, bir ayyy diye can acısı ile bağırmış. Koşmuş kaldırmış, kolunu ovmuş.
“Dönelim, demiş. Boşanma sebebi yok artık. Boşanmayacağım.”
Şimdi adam dönmüş. Bu sefer de merak ediyor. Önce niye boşanalım dedi şimdi ısrar ediyor.

Demiş ki: “Ben size varalı bu kadar sene oldu. Siz servet içerisinde nan içinde müstağrak.  Bu olabilir. Fakat hiçbir gün sizde ben bir üzüntü görmedim. Bir üzüntü hissetmedim. Ne bedeni bir rahatsızlık, ne bir hadisevi bir rahatsızlık, hiçbir şey görmedim. Bu neşe ancak firavunda olmuştur. Ben firavun neşesinde bir adamla ne vakite kadar yaşayacağım diye gönlümle kendimi muaza ederdim. Vaktaki düştün bir ‘Ahhh’ dedin. O ahh meseleyi halletti, demiş. Allah senden nazarını çekmemiş. Şimdi tatlı geçiniriz.”

Acaba bir şey anlatabildim mi burada? Ama bu da tabi bir mânâyı zevk eden, sizi ben öyle zannederekten konuşuyorum. Tabi bu maddenin kesafetinde bulunan insan buna güler. Böyle zavallı insanlar da varmış, der. Böyle biçare ahmakvari. Artık ahmak o mu ben mi onu bilmem. O ayrı bir iş. Der o! Kitabı parasının üzerindeki yazı.

Mesela bazı insan vardır ki: “Ben başka bir şey bilmem, der. Benim içün yegâne büyük şey paranın üzerindeki yazı. Bin,  beş yüz, yüz, bunlar yazıyor mu? Benim içün odur, mukaddes olan şey o. Ondan büyük şey tanımam!” E o bu işten zevk almaz.  O da lazımdır, şüphe yok.

Ahlak servetin aleyhinde değildir, bilakis servetin lehindedir. Çok servete sahip ol da ahlaksızı satın al, der. Ahlaksız servetle bazen ahlaklıyı satın alır, kaydırır ayağını. Ahlaklı da çok büyük servete sahip olsun da, ahlaksızı satın alsın, diye emreder. Yalnız kalp ile kalıbın vazifesini ayırsın der. Yanlış anlama.

Bir geminin yürüyebilmesi için denize ihtiyaç vardır. Fakat geminin dibi biraz açılır da su içeriye girerse gemiyi batırır. Bir insanın da gerek dünyevi gerek manevi, teâli terakki edebilmesi için büyük servete ihtiyacı vardır. Ne kadar geniş serveti olursa o kadar teâli terakki eder, hem maddeten hem manen. Fakat o servet kalıbından kalbine geçerse, onu batırır. Âharın zararına olmayacak servet. Kalbinden çıkar eline koy, seninle beraber gitsin, gayet büyük defi vardır. Fakat âharın zararına olursa…

Mesela şuna manevi bir misal vereyim. Bir iki konuşma evvel de vermiştim galiba. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi demiştir ki: Köpek olan eve melek girmez. Sokaktaki köpek mi? Zaten o köpeği doktor söyler, onun teri şu bu hastalığı ciğerde şunu bunu yapar. O ayrı. Fakat o köpek mi?

Melek Allah’ın kuvvetidir, onun girmediği bir yer yoktur. Fatır’ın kuvvetinin haricinde bir şey yok. O köpek mi? O ev bu taştan topraktan yapılan ev mi? Ne kıymeti var onun. Onun kıymeti ne? Biz mânâ ilimlerinin iç yüzlerini çok bilmeyiz de böyle acayip gelir. Ne kıymeti var evin.

Hakikatte ev dendi mi kalp şehri. Hakiki insanın kalbi Kudret’in nazargâhıdır. Kudret diyor ki: “Beni ne arz ne sema hiçbir şey ihata edememiştir. Beni yalnız tam insanın kalbi... Benim nazargâhım orasıdır. Gafiller Beni göklerde arar, arifler Beni gönüllerde bulur. Benim adresim kırılmış olan kalplerdir.”

Onun içün hayatta sakın öyle küçük görüp de bir kırık kalbi kırmaya kalkma. Fena hâlde kırılır insan. Haberin olmadan birdenbire çöker haa!

Hangi insan ki onun kalbi hırs ile dolu, haris, Kudret’in taksimatına razı değil, her şeye elini atmış. Herkes kendisini bilir. Hariçten bir kimsenin seni takdir etmeye lüzumu yok. Ahlaka göre, bir adam “Ben şu işi yapıyorum, ben bin liralık bir adamım. Fakat bana beni filanca buraya getirmiş. Bana ben bin liralık olduğum hâlde, bana on bin lira veriyorlar. Ben bin liralık adamım.” diyor.

Kendi içindeki sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz içindeki konuşan hâkim ki o katiyen eğrilmez. Eğer varsa. Bazı insanda da bulunmaz, artık o tamamen insanlıktan çıkmıştır o. Onunla konuşma bahsimiz değil. Anlatabildim mi? O içeride oturur. Sen bir mahkemeye gidersin, iki tane şahit getirirsin, haklı çıkarsın filan, o daima seni şey eder. Sana vurur. Sen ne alçaksın, der. Orayı aldattın ama beni aldatabildin mi? Sen şu fiilin failisin.

Hüner iki yere mahkûm olmamaktır. Bir içinde oturan hâkime, bir de bütün mevcûdâtın olan hâkime. Bunun ikisine de mahkûm olmuşuz! Hüner bu. Sen bin liralık adamsın, sana iki bin lira verilmiş değil mi? O içinde biliyor, o bin liranın sen hırsızısın ahlaka göre.

Muhakkak hırsızlık demek, buradan bunu kimseler görmeden çalmak demek değildir. Anlatamadık mı ya? Tarifatta var o.

Bunu bir şey üzerine söylüyordum, hatırlatın bakalım. Onları söruyorum mahsustan dinliyor musunuz dinlemiyor musunuz, diyerekten. Orada kalmadık. Ben hem konuşuyorum, hem kendimi hem sizi idare ediyorum. O işin ehli değil. Hırs kendisini bürümüş. Burada kaldık. Hırs kendisini kaplamış. Bu da benim diyor, o da benim diyor, o da benim diyor, yanından geçene hırlıyor. Bu mânâ âleminde köpek sıfattır. Köpek önüne aldığında bir şey yanından birisi geçerse hırlar. Hırr yapar.

Nefs-i natıka-i kâinatın kalbi olan Zât, umur-u hariciye de misal veriyor. Köpek olan eve melek girmez. Yani köpek sıfat yaşayan, ihtirâsât-ı nefsaniyesine mağlup olan insana ilhamat-ı Sübhâni olmaz. O kalbin içerisine katiyen semavi bir ilham, Kudret’in Rahmani bir sıfatı tecelli etmez. Öyle gelir, geçer gider. Anlatamadım mı acaba? Bunlar daimi surette mânâ ilminin gizlenmiş incelikleridir.

Mesela Yusuf’u Mısır’a aziz oldu diyerekten yazarlar kitaplar. E Hazreti Yusuf, bizim bildiğimiz bu Mısır’a mı aziz oldu? Yani bu mu gaye bu mudur? Ne kıymeti var? Kavalalı Mehmet Ali Paşa da olmuştu Mısır’a aziz. Büyük Kitap, büyüte büyüte onu o kadar Mısır’a aziz diyerekten bunu mu bahsetti? E hangi Mısır’a aziz olmuştu? Ona aziz oldu başka fakat asıl aziz olduğu Mısır hangi Mısır’dı? Onu da diğer bir konuşmamda söylerim. Meraklı bir şeydir o. Yaa gayet mühim bir şey. Şimdi söyleyeyim mi acaba. Kaç saat kaç. Haa. Çok sürer o.

Hulâsa edelim şimdi konuşmayı. Dedik ki, kalp dedik. Ahlakın tarif etmiş olduğu kalp, kalb-i insanî. Bizim şimdi bu elli altmış kiloluk vücudumuzdaki kalp, kalb-i hayvani. Bu kalb-i hayvaniye taalluk etmiş olan, bir kalb-i insanimiz vardır. Nasıl bu vücudumuza taalluk etmiş olan, bir mânâmız varsa, o mânâmızın bir kalbi vardır. Anlatabildim mi? Buradaki kalp o. İşte o kalpten doğan bir ahlak var.

Akıl. Aklın birkaç tarifini size yapmıştık. Yine tekrar ediyorum. Bir tarifini yapalım. Hissin galatlarını tashih eden kuvve. Meçhulden malumu çıkaran varlık. Yalnız âlem-i hilkatte geçer, âlem-i kudrette geçmez. Belle! Âlem-i kudrete gelince tıkanır.

Âlem-i kudret de iman ile aşk geçer. Zira insanın iki cephesi var, iki yüzü var; biri âlem-i hilkate bağlı, biri âlem-i kudrete bağlı. Âlem-i hilkate olan veçhemizde akılla yürünecek, âlem-i kudrete olan yüzümüzde de iman ve aşk ile yürünecek. Bunların arasında bir de vazife kelimesini söyledik.

İki kelime vardır ki daima sû-i istimâl edilmiştir. Biri vazife kelimesi biri vicdan kelimesi. Vazife, vacibü'l-icra olan şeye denir. Azıcık daha Türkçeleştir, daha şöyle anlanacak şekle sok. Yapılması vicdanen, aklen, kalben, cemiyyeten, fikren, mecburi olan şeyin adına vazife denir. O hâlde bu kadar kaide bu kanaldan geçtiğine göre, mukaddestir.

Mukaddes olan şey ahlakiyattan doğar. Ahlakiyat da ancak ve ancak, ebediyete inanmakla meydana gelir. Ebediyette mânânın sahibi olan, Fatır ile tecelli eder. Binaenaleyh silsile hâlinde, kanal hâlinde oradan doğru geliyor. Binaenaleyh bir işin, hakkı ile meydana gelebilmesi için, bu sahne-i şuhutta layıkı ile tecelli edebilmesi için, evvela insanın ikinci bir hayatı kabul etmesi şarttır. O hayat kabul edilmedikçe, esaslı işler meydana gelmez. Olmaz.

İki er tasavvur edelim, iki tane er. Hudâ muhafaza etsin. Memleket muhafazası için cepheye gittiği vakitte, biri diyor ki (ikisi de yirmi yaşında) “Ben mânamın, milliyetimin, varlığımın muhafazası olan, vatan...” Niçün vatanı sevmek imandandır denmiş? Mânâya, varlığa, büyüklüğe, mahfaza olduğundan dolayı, mahfaza. Anlatamıyorum galiba. Ondan dolayı. “Binaenaleyh, ben burada can vergisi verecek olursam, Kudret bana kendisini diyet olarak verecek. Ben boşa gitmiyorum. Kendimi vereceğim yerine Hakk’ı alacağım.” Bu kafa ile büyümüş, bu aşk ile büyümüş.

Biri de diyor ki: “Ben tekâmül etmiş hayvanım! Bu kâinatta bir tesadüfün neticesidir. Bu âlemde bir mezbahadan farkı yoktur.” Bunun hangisi daha güzel çarpışır? Hangisi bu mânâya göre sahip olabilir? Hangisinden daha güzel netice alınabilir? Hesap meydandadır değil mi?

Bir daha işi hulâsa edelim konuşmayı. Netice itibariyle tek söz, her insanda kendime söylüyorum, birçok çıkıklıklar olabilir. Olur. Bunların hepsini defaten atmak imkânı da vardır, bazen imkânı da yoktur. İmkânı birinci sınıf insanlara ait. O ayrı. Fakat hüküm ekseredir, birer birer. Birer birer niyet edilirse. İşi yapacak olan Hak’tır, biz değiliz.

Eğer temiz niyet edersek, acabasız kastedersek, Kudret’e de yalvarırsak, dersek ki: “Bende şu çirkinlik var, bunu benden al. Ben buna niyet ettim, kaldırıyorum. Burada fail-i hakiki sen ol!” Kasem ederim ki kalkar. Bunu ihlas ile bizde gördüğü dakikadan itibaren... Ayda bir tanesini atsak, senede on, on beş tanesi gider. İki senede de bir şey kalmaz. Bu niyet bizde bulunduğu müddetçe, atmadan da birkaç tanesini ölecek olursak atmış gibi bir muamele görürüz. Bir şey anlatamadık gine galiba.

Burada ilk önce nereden başlamalı? Acaba hangisinden başlayalım. Bunun en zararlısı hangisidir. En zararlı olan kısmı hangisidir? Evvela yalan. “Mümkün oldukça…” Bu tabir sakat. “Mümkün oldukça” tabiri. Kati olarak buna nihayet vermeli. Fakat dikkat edin, bir de vardır ki insan bazı şeyleri söylerken de ürküyor. İyi anlatamıyorum. Kulağıma ters geliyor.

Şu misal size iyi gelsin. Hafızam aldatmıyorsa zannederim Sadi’de görmüşümdür. Yahut herhangi büyük bir insanın eserinde. Orada mı gördüm, başka bir yerde mi gördüm bilmem. Zaman geçmiş.

Eski hükümdarlar insanı idam ederlerken seyrederlermiş. Bir adam idam olunuyor. Vüzerasını[11] da almış, idam olunurken seyrediyor. Şimdi idam olunan adam küfür ediyor. Hükümdarın kulağı işitmezmiş.

Sol tarafındaki vezire uzatmış demiş ki: “Ne söylüyor?”

Demiş: “Efendim, Allah şevketmeab efendimize ömür versin. Bir yanlışlıktır oluyor. Memlekete şunu versin bunu versin, dua ediyor, niyaz ediyor, demiş. Size karşı büyük dualarda memlekete millete dua ediyor.” demiş.

Öbür tarafındaki de: “Efendim yalan söylüyorlar, demiş. Bilakis ağza alınmayacak çirkin çirkin cümlelerle, berbat ediyorlar ortalığı!”

“Bırakın adamı, demiş, bunu da def edin, demiş yalnız. Ev yıkıcı, can yakıcı, ocak söndürücü, boyun büktürücü doğrudan; ev yapıcı, insan yetiştirici, can yakmayıcı yalan daha hayırlıdır.” Esasen bu yalan değildir. Anlatabildim mi acaba?

Bu yere dikkat lazım. Ondan sonra sıra ile alâ meratibihim, birer birer, birer birer, birer birer, çıkıklıklarımızı şey eder, bunun neticesinde inşallah, birbirimizi sevmek zevki gelir. O zevk başlar. Onun da alametleri var. Alametleri var. Alçak gönüllülük.

Alçak gönüllük. Size bir misal vereyim. Ondan sonra kesiyorum konuşmayı. Çünkü ben daha yeni şimdi demlendim. Şimdiye kadar değildim ama vakit geldi. Beş dakika daha konuşacağım, ondan sonra keseceğim. Sadr-ı saadette yol alanlar, yani teâli terakki yükselenler, Kudret’in Fatır’ın yanında mevkii sahibi olanlar, tetkik edilirse, köleler. Hayret eder adam.

Mesela Selman, o bir köledir. Fakat bizim bazı eksik taraflarımız var. Mesela sorsam desem ki bilmem ki bilir misin? Hendek harbinin erkân-ı harbiye reisi kimdir kurmay başkanı? Bedir de kurmay başkanı kimdi? Neyse, köle ama Hendek’de o harbin kurmay başkanı.

Bilal, Ümmü Mektum, Hilal. Mesela, Garplıların dünya üzerine adalet namına bir insan heykeli dikilmek icap etse, Ömer’in heykelini dikmek icap eder, derler. Bu adam, bin dört yüz şehir fethetmiş, her şehir, bir hükümet olabilir. Dünya daima iki kuvvetle yürümüş, yalnız bir onun zamanında bir kuvvete gelmiş. Şark. Bir Zerdüşt hâkimiyeti var bir de Bizans hâkimiyeti var. İkisini de yıkmış, öyle bir tuhaf bir şey. Akıl durur. Böyle bir vaziyet. “Bilal efendimizi diyor, Ebu Bekir azat etti.” Efendi tabirini kimseye kullanmıyor bu zat. Ona kullanıyor.

Şimdi Hilal de böyle bir köle. Acaba neden öyle bunlar bu muazzam yol alıyor? Dayanacağı yok, böyle zahirde bir mesnet yok. İnsanlarda gayr-i ihtiyâri,  şimdi insanın parası varken ki yürüyüşü ile yokken ki yürüyüşü arasında fark vardır derim ben konuşmalar da değil mi? Parası yokken ki yürüyüşünde ayağı takılır taşa. Büyük bir masaya sahipken konuşması ile düştükten sonra konuşması ile üüü, ne büyük farklar görürsünüz. Çok. Değişir. Kadının evde şıp şıp terlikle gezişi ile topuklu terlikle gezişi arasında fark olur. İnsanın yeni elbise giyip de yürüyüşü ile eski bir çulla gezişi arasında derhal fıtrat değiştiriyor.

Şimdi onun zahirde bir mesnedi yok, mesnedi olmayınca Kudret sarılıyor arkasından, sarılınca kavi oluyor. Anlatamıyor muyum? O başka. Şimdi Hilal de bunlardan biri. Birisinin hayvanlarına bakarmış, arabacısı fakat Hakk’a da nedim. Belli olmaz ki. Hastalanmış.

Kudret, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine haber gönderiyor, diyor ki: “Hilal hastadır. Hem benim namıma hem kendi namına yoklasın.” O vakit âdet, giyinmişler, nereye gidiyorsunuz? Hilal’in ismini vermiyorlar da Hilal’in çalıştığı yerin ismini veriyorlar. Oraya birisi gitmiş, demiş ki: “Efendim size filan zat geliyor.” O da sevinmiş, hazırlık yapmış. Kapının önünden istikbal edecek.

“Hilal nerede?” demiş.
“Bilmiyorum, Buyurunuz.”
“Hilal’in nerede olduğunu bilmediğinizden dolayı size gelemem. Ben biliyorum Hilal’in nerede olduğunu. Hilal ahırda, demiş. Açınız kapıyı da ziyaret edeyim.”
“Efendim çıkaralım” demişler.
“Hayır, orada ziyaret etmeye emir aldım.”
Açmışlar, içeriye o derecesi çok yüksek bir vaziyette, bitap bir vaziyette yaşıyor, yatıyor. Kapı açılmış.
“Sevdiğimin kokusu geliyor.” demiş.
“Ben geliyorum Hilal!” demiş.
Demiş: “Efendim, ben emekleyerek dışarıya çıkarım, burası çok çirkin!”
“Yoook, demiş. Hem yalnız gelmiyorum. Sahibimle beraber geliyorum, sakın kıpırdanma yerinden.”
Birbirlerine sarılmışlar, o ağlamış o ağlamış, iki gözyaşı birbirine karışmış.

Şimdi tevâzûa, büyüklüğe ait bir misal verebildim mi acaba? Bugünkü konuşma bu kadar yeter.


[1] Mütecelli: Tecelli eden, meydana çıkan, görünen. Parlak.
[2] Cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif       
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş Sisteminden ... ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır. 

[3] Hayvanat-ı ehliye: Evcil hayvanlar
[4] Tabasbus: Yaltaklanma, dalkavukluk etme.
[5] Tahdit: Hudut koyma. Sınırlama.
[6] Paylaşmak:  "Paylaşmak" kelimesi; günümüzde bir şeyi iki ya da daha çok sayıda kişinin arasında “pay etmek” "ortak olmak" gibi olumlu anlamda kullanılır. Deyim olarak ve Osmanlıca'da (buradaki metinde) ise, olumsuz bir ifade olarak kullanılır. Mesela kozlarını paylaşmak, ağzının payını vermek, birine meydan okumak, cedelleşmek, mücadele etmek gibi.
[7] Akval: Sözler, kaviller.
[8] Tenvir: Aydınlatma, nurlandırma.
[9] Adgas-u ahlam: Karışık rüyalar
[10] Ecize: Cüzler, parçalar, kısımlar veya  Eczası içeriği gibi yöresel bir ifade olabilir
[11] Vüzera: Vezirler.

7 yorum:

Âdem’in suçu, büyüklenmek suçu değildi. İrtikâp ettiği suç, kibrinden azametinden dolayı değildi. Boynunu büktü, suç işlemezden evvelki mevkiinden daha büyük mevkii aldı. Daha muazzam bir makama nail oldu. Yani hiç suçu işlemeseydi, o kadar büyüyemeyecekti. Anlatabiliyor muyum acaba? O suçu işlemesi dolayısıyla Kudret’e karşı öyle bir boyun büktü ki; o bükülen boyun, Kudret’in en büyük tahtına onu çıkarttı.

İblisin irtikâp etmiş olduğu suç, kibrindendi. Hesedindendi. Kibr-i haseti, benliği, ona boyun büktürtmedi. İlâ nihâye mahrum ve hüsran içerisinde kaldı. Anlaşılabiliyor mu?

Beşer iki şeyden hali değildir. Ya elemin vardır ya emelin vardır veyahut ikisi birden vardır. Düşün kendi kendine. Ya emelin var veyahut elemin var. Veyahut hem elemin var hem emelin var. Emelin var, bütün emeline nail oldun. Kudret, bütün kâinatı sana verdi. Dedi ki: “Yeri de senin, seması da senin, arşı da senin! Senin bildiğin bilmediğin avalim de senin. Hepsini sana verdim, fakat insan denilen mahlûku kaldıracağım. Yalnız sen kalacaksın.” Beş dakika duramazsın bu kâinat içerisinde. Nasıl? Duramazsın! Ama diyeceksin ki bir adamı alırlar da hiç insanın olmayan bir muhitte on sene, yirmi sene hapsederler. Nasıl olur o? Hayalinde insan var diye duruyor. Hayalinden de kalksın, duramaz.

Sekiz asır evvel koca Muhyiddin bunu söyledi, tabi inananlar boyun kesti. O keşfen bunu bilir, dediler. Hükema olur mu olmaz mı diye, tereddütte kaldı. Cühela da böyle şey olmaz, dedi. Fakat geldi zamanı cayır cayır olduğu tahakkuk etti. Sözün hariçte vücudu vardır, dedi. Ve bir gün hakikaten de toplanacak. Hani diyorlar ya, söz toplanacak, olacak o.

Meydan-ı gazayı dolaşan ecnebi insanlar yazmışlardır kitaplarında, bizim şehitlerimiz içün derler ki: “Onlar derhal belli olur. Pembe beyaz bir yüz olur ve muhakkak surette tebessüm eden bir dudak bulunur.” Bu böyle belli olur derler, derhal ayırırlar. Tebessüm eden bir dudak, pembe beyaz bir yüz. Bu nereden alıyordu bunu?

Ahlak servetin aleyhinde değildir, bilakis servetin lehindedir. Çok servete sahip ol da ahlaksızı satın al, der. Ahlaksız servetle bazen ahlaklıyı satın alır, kaydırır ayağını. Ahlaklı da çok büyük servete sahip olsun da, ahlaksızı satın alsın, diye emreder. Yalnız kalp ile kalıbın vazifesini ayırsın der. Yanlış anlama.

Şimdi onun zahirde bir mesnedi yok, mesnedi olmayınca Kudret sarılıyor arkasından, sarılınca kavi oluyor. Anlatamıyor muyum? O başka. Şimdi Hilal de bunlardan biri. Birisinin hayvanlarına bakarmış, arabacısı fakat Hakk’a da nedim. Belli olmaz ki. Hastalanmış.


Kudret, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine haber gönderiyor, diyor ki: “Hilal hastadır. Hem benim namıma hem kendi namına yoklasın.” O vakit âdet, giyinmişler, nereye gidiyorsunuz? Hilal’in ismini vermiyorlar da Hilal’in çalıştığı yerin ismini veriyorlar. Oraya birisi gitmiş, demiş ki: “Efendim size filan zat geliyor.” O da sevinmiş, hazırlık yapmış. Kapının önünden istikbal edecek.


“Hilal nerede?” demiş.
“Bilmiyorum, Buyurunuz.”
“Hilal’in nerede olduğunu bilmediğinizden dolayı size gelemem. Ben biliyorum Hilal’in nerede olduğunu. Hilal ahırda, demiş. Açınız kapıyı da ziyaret edeyim.”
“Efendim çıkaralım” demişler.
“Hayır, orada ziyaret etmeye emir aldım.”
Açmışlar, içeriye o derecesi çok yüksek bir vaziyette, bitap bir vaziyette yaşıyor, yatıyor. Kapı açılmış.
“Sevdiğimin kokusu geliyor.” demiş.
“Ben geliyorum Hilal!” demiş.
Demiş: “Efendim, ben emekleyerek dışarıya çıkarım, burası çok çirkin!”
“Yoook, demiş. Hem yalnız gelmiyorum. Sahibimle beraber geliyorum, sakın kıpırdanma yerinden.”
Birbirlerine sarılmışlar, o ağlamış o ağlamış, iki gözyaşı birbirine karışmış.


Şimdi tevâzûa, büyüklüğe ait bir misal verebildim mi acaba? Bugünkü konuşma bu kadar yeter.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017