Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

27. Kaset

 027 (01.01.1959) 90 dk (45)

Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye[1] edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı, membaı kalp olduğunu söylemiştik. Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil. İnsan asûde kaldığı vakit; kendi içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudu ile baş başa olduğu zaman, birkaç sual kendisine tevcih[2] eder:

Ben kimim? Elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasına taalluk etmiş olan bir varlığım var, acaba bu nedir? Gelmem de gitmem de ihtiyârım yok. Hiçbirimize sormadılar: “Beyefendi, dünya denilen bir âlem vardır, bir sahne-i şuhud vardır, teşrif eder misiniz?”  Giderken de: “Amel sandığı denilen, kabir çukuru ismini alan bir ahiret istasyonu vardır, oradan bir yere gideceksiniz, gider misiniz?” Sormazlar! Şaha da gedaya da, Kudret’in ince tarafı da bu, sormaz.

Bakarsın ki;  semayı deler gibi bakan göz, bir anda zavallı olur. Yaratırım sevdası ile gezinir; vurur, kırar, sert sert bakar, sert sert basar, orta yerde bir şey yok. Dünyanın dörtte üçüne sahip olan İskender de bugün bir harabe içinde yatar. Esasen en büyük kabir kendi cesedimiz ya. Her birimiz bunun içinde yatarız. Onun içinden çıkmanın çaresi: Zindan-ı beşeriyetten kurtulan adama hür adam, denir. Anlatabildim mi acaba? O bazı insan da “Hürüm, hürüm!” der şöyle filan. Hiç! Hayalinin kölesi. Hayalinin. Zindan-ı beşeriyetten, şundan. Nefsinin şerrini, ruhunun dizginleri ile terbiye eden, heva-i hevâsattan kurtulmuş, geliş ve gidişteki gayeyi duymuş.

Niçün beşeriyet inliyor? Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sahnesi. Her hafta tekrar ediyorum ya,  yabancı arkadaş gördüğüm vakitte mecbur oluyorum. Konuşacağımız mevzuun temeli bu olduğu için tekrar ediyoruz.

İlmi yükseldi insanların, değil mi? Fenni de göz kamaştıracak kadar ilerledi, felsefesi de fikirleri durduracak kadar teâli[3], terakki[4] etti.  Fakat ki, ne faide ki ah sesi dinmedi. Masası olanda da huzur yok, kasası olanda da yok, rütbesi olanda da yok, câhı olanda da yok. Huzur kalbidir. Kalbe ait olan da kisbi[5] değildir. İnsanın elinde değil. Buraya huzur verebilmeklik insanın kendi el-i ihtiyârında değil. Sen de bir şey görecek ki, Allah o huzuru versin. Anlatabiliyor muyum acaba?

Bazı insan der ki: “Şöyle büyük bir masaya sahip olsam.”  Ee oldu, ne faydası? İşin hammalı olur. “Şu kadar servetim olsa…”  Olur, olmaz başka, servet de bizâtihi[6] nimet değil, vasıta-i nimettir. Anlatabiliyor muyum? Bizâtihi nimet değil, vasıta-i nimet. Ne demek yani ya? Kudret: “Git filan yerde nimet ol.”  derse, servet sende nimet olabilir. Aksi de olur. Kudret kendisi koyacak. Sen kendi zekânla, şöyle bir şey söyleyeyim size, eski konuştuğum şeylerdendir.

Doğmak nedir? Şimdi hepimiz doğmuşuz, işte burada yaşıyoruz. Doğmak, dalgasız denizden dalgalı denize düşmektir. Anlatabildim mi? Doğmanın enfüsi mânâsı bu. Şimdi bu denizde iki mühim dalga vardır. Birine cemal, diğerine celal derler. Sen, eğer bu kesret denizinde, kendi kulaçlarımla yüzer de karaya çıkarım dersen, çook zavallı vaziyette kalırsın. “Kendi kulaçlarımı açarım...”  Dalganın biri batırır, biri çıkarır; nihayet, kesilir kalırsın. Fakat bu denizin orta yerinde muazzam bir sefine[7] vardır. Ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz, hiç kimseye de yer farkı olmaksızın.  “Efendim, ben bilakis fazla vereceğim, şurayı filan.”  Onun hususi kat mat, öyle şey yok. Hiç! İki şey iste: İhlas ve tevekkül. Anlatabildim mi acaba? Bileti bu. Gösterdin mi  “Buyurun” derler, içeriye girersin.

İhlas ve tevekkül. İhlas ne demek? İç âlemini tertemiz yapmak. Acabayı kaldırmak, gönlünü bir yere bağlamak. Anlatabiliyor muyum? İhlas. Riyanın zıddı. Kalbi ağzına, ağzı kalbine tercüman olan adama muhlis denir. Burada konuştuğunu burada konuşabilirse o adam, ihlas sahibidir. Buradaki konuşması ile buradaki konuşması ayrı ise o ehl-i riyadır. Yani çekinilecek adamdır. İcabında adamı yakar. Şurada bir konuşan var, bir de burada. Bu iki konuşma birleşti mi korku yok, ihlas. O sefineye bu iki şeyi gösterdiği vakitte...

Tevekkül de neydi? Meşru, vicdana, akla,  örfe, kalbe mufavık[8] olan bir gayeyi meydana getirmeklik içün, kendisini ortaya atarak “yürümek gayem halis olduğundan dolayı, Allah beni muvaffak kılacak” diye dayanmak. Tevekkülün mânâsı da bu. Görülen yer, yer açık. O vakit haberin olmadan kenara çıkarsın. Şimdi beşer bu iki şeyi kaybetmiştir. Bu iki sermayeyi. Yalnız kendisine güvenir, Kudret’le irtibatı kesilir, olsa da o sağlam bir bağ değildir.  

“Neden öyle diyorsun?”  

Allah diyor ki: “Bir insan bana bir karış yaklaşmak istese, Ben ona bir arşın yaklaşırım” Anlatabildim mi?  “Bir kimse, Bana bir arşın yaklaşmak istese Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Yürüyerek gelmek istese koşarak karşılarım.”

Bak, Allah bu!  Tenezzül ediyor da kendisinin ikramını umur-u hissiyeye sokuyor.  Hakk’ın büyük bir ikramıdır o. Tenezzül ediyor. Anlayabilelim diyerekten işin inceliklerini böyle umur-u hariciyede misal vererekten beyan ediyor. Demek oluyor ki, o bizim bağlar filan… Mâdâmı ki, Allah: “Bana bir karış yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım.” dedi. Biz de bağ sağlam olmuş olsa sema ayağımıza iner!

Dedemiz, geliş ve gidişteki gayeyi duymuştu. Aşktan doğan ahlak ile yaşıyordu. Bire on dövüşüyordu. Lazım-ı dünya idi. Hem suret âlemini  mamur ediyordu, hem de ebediyet âlemini mamur ediyordu. Tarihin en eski efendisi olaraktan ismi anılıyordu. Biz de o dedenin çocuklarıyız. Allah, bize hususi bir ikram vermiştir. Ufacıcık bir hareket-i enfüsiye olursa yine o satveti[9] Kudret bize ihsan eder. Fakat ne yapalım ki bizim en büyük kabahatimiz, taklit âleminde  kaldık biz. Taklit adamı yıkar. Kestirmesi bu. Taklit sahnesinde kaldık, taklit de adamı yıkar. Ecdadı beğenmeyiz. Mânâya nazar-ı hakaretle bakarız. Dedemizin aldığı evde otururuz, pencereyi buradan niye açmış diyerek, küfür ederiz. Yeni ev almadık. Dedemizin bırakmış olduğu parayı sarf ederiz, yine aleyhinde bulunuruz. Biz daha yerin dibinden bir kuruş çıkarmadık. Elimizdeki servet de varlık da yine dedenin malıdır. Sonra türedi, üredi bir kavim de değiliz biz.

Gönlümüzü  birleştirelim. Hayata iyi şekil verebilmeklik içün; hataları arayarak el birliği ile çalışalım, az bir zamanda teâli terakki mümkündür. Bizim hariçten hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Kendi bünyemiz her şeyi yapmaya müsait olaraktan yaratılmıştır. Bizdeki kafa başka yerde yoktur. Fakat çalıştırmayız. Azim yoktur bizde, alınmış. İşe başlar, çabuk soğuruz. Azim yok!

Azim insandan ne vakit kalkar? Kendisini sevmesi kalktıktan sonra kalkar. Anlatabildim mi acaba? O ilk söylediğim sözdür bu. “Ee kendisini sevmek, bundan evvelki konuşmalarda diyordunuz ki, ahlak hubb-u gayra amirdi, şimdi kendisini sevmesi diyorsun? Tezat teşkil eder bu cümle.” Buradaki sevmek, nefsi sevmek değil. Ruhtaki hâsıl olan muhabbettir. Anlatabildim mi acaba?

  من عرف نفسه فقد عرف ربه     . Kendi hüviyetini bilmeyen, kendi hüviyetini sevmeyen Rabbisini sevemez. Rabbisini sevmeyen de mahlûkunu sevemez. Anlatabildik mi acaba? Bunlar birbirine bağlı. Düşün bir defa; kendini sevdin mi, sevdin.   Neden Allah’ın istemediğini yaptın? Niçün ahlak kanununun aleyhinde bulunmuş olduğun şeyi irtikâp ettin? Neden bütün vicdanlara ağır gelen şeylerle yaşadın? Demek ki kendini sevmedin, sevsen bunları yapmazdın. Anlatabiliyor muyum acaba? Buradaki sevmek; kendini seviyordun,  niçün çalışmadın?

[10] مَنْ اسْتَوَى يَوْمَاهُ فَهُوَ مَغْبُونٌ Ahlakçıların sertâc-ı ibtihâcı olan Beşeriyetin Fahr-i  Ebedisi Hazreti Muhammed  öyle der. “Bir kimse iki gününü birbirine müsavi yaparsa o adam aldanmıştır.” der. Sonra biz o mânâya, çok geri nazarı ile bakarız! Dünyada hiçbir düstur yok, bu kadar kuvvetli konulmuş. Bir adam iki gününü birbirine müsavi kıldı mı o adamın ahlak mânâsında, Kudret yanında kıymeti kalmamıştır. Dün on kuruşu vardı, bugün de o hâlâ, on kuruş mu? Makbul adam değil, diyor. Anlatabildik mi acaba? Dün ind-i İlahide mevkii şu kadardı, mânen bu kadar teâli etmişti, bugün biraz daha yükselmedi mi, yükselmedi. Mezmûmdur.[11] Kudret tarafından sevgisi kesilir. Aldanmıştır.

Gelelim şimdi konuştuğumuz şeyin başına. Mevzuun iptidasına[12]. Asûde kaldı, “Ben kimim” dedi. Şöyle düşündü, “Kırk yaşındayım. Aman, kırk bir sene evveli kendimi bilmiyorum. Ben kırk yaşındayım. Elli sene evveli ben neredeydim? Ben neydim? Otuz yaşındayım, otuz bir sene evveli neredeydim ben? Kim bilir beni otuz bir sene evveli? O bilir!” Bir yere doğru bir akıntı başlıyor. Anlatabiliyor muyum aşkı? Otuz beş yaşındayım güzel amma ben otuz yedi sene evveli neredeydim. Beni kim bilir otuz yedi sene evveli? Ben kendimi bilmiyorum otuz yedi sene evveli. Eyvah, mahdud seneler gittikten sonra yine benim bu suretim orta yerden kalkacak ha! Benim suretim orta yerde yine yok olacak, kalkacak!

Acaba ben neyim? Nereden geldim? Niye getirildim? Nereye götürüleceğim? Bunları yayın! Beşerde bu dert başlamadıkça ihtirasat-ı nefsaniye sönmez. İhtirasat-ı nefsaniye sönmedikçe beşer daima iki süfli ma’denin[13] içerisinde boğulur kalır. Ne olur biliyor musunuz? İki nazariye meydana gelir: “Sen çalış, ben yiyeyim. Ben yaşayayım, sen öl!” Senelerden beri bunu söylüyoruz. Onun içün beşer yakasını kurtaramıyor. İnlemenin illeti de bu. Bizi, Allah bu derde müptela kıldı. “Hadi bakalım, koy keskin zekânı da beşeriyeti huzura çıkar bakayım!” dedi. Madde madde diye maddeye tapanlar, çıkın maddenizlen, modelinizlen bütün kudretinizle ortaya çıkın da beşerden aczi giderin bakalım, dedi. Çıkmıyor!

En keskin zekâlar, en büyük diplomatlar, en mütefennin adamlar, en müşekkel[14] iktisatçılar, toplanın bir araya da şu beşerin zaruretini kaldırın. Sermaye de eksiklik yok. Allah, dört eşyayı sermaye olarak insanlara va’z etmiştir. Hava, su, toprak, ateş. Bu su, aynı su. Dünyanın bu havası, aynı hava. O güneş her günkü yerinden doğar, her günkü yerinden batar. Bu toprak da aynı toprak. Deden altı saat çalışırdı, biz on sekiz saat çalışırız. Dedenin zamanında on nüfuslu ailenin bir adamı çalışırdı,  şimdi onu birden çalışır. Köylü, tarlası, her şeysi birden şey eder. Beş nüfussa dördünü şehre gönderir. Fen de çalışır, teşkil eder. Sermaye aynı sermaye, çalışma beş on misli, fen de yardım eder. Beş saatte gelinen yere beş dakikada gidilir. Orta yerde bir şey yok. Nereye gidiyoruz, ne oluyor? Sermaye de eksiklik yok ki. Su değişti mi? Hava aynı hava değil mi? Bu toprak aynı toprak değil mi? O güneş her günkü yerinde doğar, her günkü yerinde batar. Senin çalışman da üç misli oldu. Beş nüfuslu bir ailenin bir adamı çalışırken, beşi birden çalışmaya başladı. Yine akşamın yiyeceği yok. Olanda da huzur yok. Tat yok.

Bereket bir feyz-i manevidir, gözle gözükmez âsârından anlaşılır. Köpek senede on tane doğurur, koyun bir tane iki tane doğurur, milyonlarca kesilir.  Bugün koyunun sayımı yapılsa, elbette köpekten çok fazladır. Onu Kudret hepsini ayırmış, hususi bir vaziyette ayrı bir tecelliye mazhar kılmıştır. Kendisine ait olan inkâr kapısı kapanmıştır. Beşer dönecek, evvela yaradılışındaki gayeyi duyacak. Ve niye getirildim ben buraya diyerekten, onu tetkik edecek. O tetkikin içerisinde kendisinde bir dert başlayacak. İşte o derdin adına aşk, derler. Anlatabildik mi acaba? O dert başlayacak, o dert başladıktan sonra yavaş yavaş insan olmaya başlar. O dert başladı mı, Hudâ’nın başka işleri olur.

Allah öyle bir Allah’tır ki, zehrin içerisine gizlice tiryak[15] kor. Şifa kor, anlatabildim mi? Kendisinin eltaf-ı[16] hafiyeye[17] sahip bir kadir olduğu beyan içün. Tabirime dikkat et! Allah öyle bir Allah’tır ki, zehrin içerisine tiryak mika[18] eder, kendisinin lütûf sahibi olduğunu bilsin içün. Öyle gizli ikramı vardır ki; mesela emr-i taat, emr-i ibadet, ehl-i salat, ona ikram olunmuş, o gizli ikram değildir, ona lütf-u hafi[19] denmez. Ehl-i masiyete[20] ikram eder. Anlatabildim mi? Döndüğünü görür görmez. İşte o ikram-ı hafidir. Masiyetteyken. Yoksa doğru gidiyor, karıncayı incitmemiş, bütün emirlere itaatkâr yaşamış, tabi o ikramda bulunur ona. Fakat oradaki ikram, ikram-ı hafi değildir. İkram-ı hafi var, der Allah. Onu gizlemiş.

Allah, zıd[21] içine zıd gizler. Onun mekri[22] ile insan şey edemez. Karşılaşamaz. Zıd içine zıd gizler.  İsa’yı  katleden bir yahudi idi. Cenab-ı İsa  onun takibatından bir yere girer girmez, takip eden kumandan içeriye girdi, arkasından da askerleri ve ...  kumandanı. Zıddın içine zıd etti. Allah bu ya, böyle yaptı, öyle yaptı. İsa’yı da denize attılar. Zıd içine zıd gizler.

Sen kendi benliğine güvenir de Hak ve hakikate düşman olursan;  sen haddizatında Ahmet de olsan, Mehmet de olsan, Ali de olsan, Veli de olsan, siretin insaniyetten tebeddül[23] eder. Mânâ âleminden, insanlıktan istifa etmiştir derler, âdem-i küllide idam[24] ederler. Anlatabiliyor muyum?

Koyun kendi tarlasında otlaya dursun. O kendi kendine otlar. Fakat çoban koyunundan haberdardır. Bu mevcudat içerisinde Hazreti İnsan da mevcuttur, o Hazreti İnsana teslim edilmiştir bütün kâinat. O hangi adamın ne yaptığının tamamıyla farkındadır. Anlatabildim mi acaba? Koyun tarlasında istediği gibi merada otlar. Otları takip eden, yok zanneder fakat çoban onun ne halde olduğunu bilir. Çobanlık edeniniz var mı içimizde? Daha iyi anlar.

 [25]    رَعِيَّتِه     عَنْ كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤول    .  Hah, o durduğundan dolayı, olmaz. Ömür zaten kısacık bir şey. Geldi, gitti. Dün bugün için rüya, bugünde yarın için rüya. Öyle değil mi? Dünden bir şey koyabilir misin ortaya? Vakit yakutu satın alabilir fakat yakut vakti satın alabilir mi? Vakit yakutu satın alır, yakut vakti satın alabilir mi? Alamaz. Servetin olsa da bir milyar lira versen, ömründen geçen bir dakikayı bana geri ver desen, verirler mi adama? Geçti gitti, der. Gece ile gündüz Allah’ın kaza-i İlahi makasıdır. Bütün hadisatı onunla doğrar. Gece gündüz birbirini terani eder. Büyük Kitap’ta öyle söyler, gece ile gündüz birbirini gelir giderir. Bütün doğranır, ömür kumaşın öyle doğranır ki, şıkır şıkır, son makasta azıcık acı duyarsın. Kendine gelir adam son makasta. Şimdi boyuna doğranır. Dalgalı kumaş o, bütün kâinatı doğrar. Onun için öyle diyor:

[26] وَمَكَرُواْ وَمَكَرَ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ      . “Bana oyun etmeye kalkmışlar, Ben öyle oyun muamelesi yaparım ki, Benim oyunuma onlar dayanabilir mi? Hadi bakalım çıkarın meydana (diyor) sen mi Beni yeneceksin,  Ben mi seni yeneceğim!”

Koyamazsın ortaya bir şey, alamazsın ömründen bir dakikanı. Şöyle tarif ederler hayatı. Büyük bir gayya[27] tasavvur edin. Öyle bir kuyu ki, gayya! Varlık içine giremez. İnilmeyen bir kuyu. Onun üzerine, müşkül-i rakiki hayat, yani hayatın ipliği gerilmiştir. Hepimizin, hepimizin. Şöyle kendini bir düşünürsen, böyle düşün. Dibi bulunmayan bir kuyu. Korkunç bir kuyu, senin hayatında bir ip. O kuyunun üzerine gerilmiş sımsıkı. Seni de onun üzerine oturtmuşlar. Hepimiz onun üzerinde oturuyoruz. Masası olan da, kasası olan da, garip de fakir de hepsi onun üzerinde. Şimdi o ipin üzerinde hayatımız bizim, onun üzerinde oturuyoruz. Geçirdiğimiz ömrümüzün her dakikası da, Kudret tarafından gayet muazzam şekilde bilenmiş bir kılıç. Daima o ipe vuruyor. Anlatamıyor muyum? O ipe vuruyor. Daima vuruyor. Baktı mı altına doğru gayet mahuf[28]. İp de bir parça zedelenmiş, kılıç geliyor daima onun üzerine. Kuyunun sağ tarafında bir el var. “Korkma ver elini bana!” diyor. Şimdi bir adam bunu bir nefsaniyet meselesi yapar da “Efendim ben elimi sana niye vereyim? Ben böyle oturuyorum.” derse, bu adama ne şekilde bir cümle ile karşılık verilebilir. Ne ile hitap edilebilir. Onu ben söylemem. Nokta, nokta, nokta. Sen irfanınla hallet. “Yahu, elini ver! (diyor) Bir şey beklemiyorum senden. Kopacak bu ipin! (diyor) Ver elini bana. Hiçbir şey beklemiyorum, yalnız elini ver. Tutayım elini. Tut şu elimin sıcaklığını yahu!” diyor. “Hayır!” diyor. Dönüp dönüp etrafına bakıyor yalnız. Sert kafasıyla. “Hayır!” diyor. Bir şey anlaşıldı değil mi? Hayat bu. Onun haricinde bir şey yok!

Cenab-ı Hudâ Kitab-ı Keriminde şöyle buyurur. Daha iyi anlatmak için hayatı, oradan bir misal getireyim, mânâ ilminden.

 [29]   وَالْعَصْرِۙ ﴿١﴾ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ ﴿٢﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ ﴿٣﴾  **  . وَالْعَصْرِۙ ﴿١﴾ اِنَّ الْاِنْسَانَ  . “Asr-ı Muhammediye yemin ederim ki; (Bir hususiyet verdi, şimdi Allah. Tenezzül ediyor, kasem ediyor.) Celalim hakkı için, Asr-ı Ahmediye kasem ederim ki, bütün insaniyet hüsrandadır. Nesi olursa olsun hüsrandadır. Akibeti berbattır. Mahrumiyettir, mekrubiyyettir[30], mahsundur, mezmumdur[31]. Ancak Hakk’ı tavsiye edenler, bu işte muvaffak olmaklık içün benim sabır ismimde fani olanlar, gönüllere sürûr ilka edenlerden mâada kim varsa mahvolacaklardır!”

Düşün, kaç tane gönle sürûr verebildin? Kaç tane kırık kalbi tamir edebildin? Aldın, pek tabir de olmaz ya. Ve bunu böyle bir gaye olarak, tesadüfen değil. Sabahleyin kalktığın vakit, neyse çalışman, işte gidiyorsun bir yere yahut oturuyorsun her neyse, gözünü açtığın zaman; hilkat uykusundan açıp gaflet uykusuna mı başlıyorsun, gaflet uykusundan hilkat uykusuna mı dönüyorsun? Çünkü iki tane uyku var hayatta. Biri hilkat uykusudur, geceleyin işte neyse, insanların uyuduğu saatler, bir de gaflet uykusu vardır ki, Hakk’tan gafil olarak yaşadığın saatler. Anlatamıyor muyum acaba? Hilkat uykusundan uyandın, hüüüp gaflet uykusuna mı? Yoksa hilkat uykusundan uyandıktan sonra “Ya Rabbi, muradın nedir? Ne olursun muradın üzerinde yürütsene beni!” Anlatabiliyor muyum acaba? Dedin mi bir gün? Geldi mi içine? “Ne olur muradın üzerine yürüt beni. Beni nerede kullanacaksan, kendi muradın üzerinde kullan!” diyerekten, vücudunu ortaya attın mı? Attınsa, hiç korkma doğrudan doğruya Allah’ın huzurundasın. İkram olunan sınıftasın. Hazreti İnsansın. Enisin, munisin, yârin, nigârın, Hak’tır. Kasem etti Hudâ. Kendisi beyan etti. Bunları söylemek kolay. Hâli güçtür. Tadını aldıktan sonra, onun zevkini aldıktan sonra…

İnsan adi bir sigaranın acı bir lezzetine meftun oluyor da “Kurtulamıyorum” diyor. Bir Allah zevki başlarsa kurtulabilir misin kardeşim? Bunları Hudâ yarın insanın başına kakmak için mi iptila etmiş? Değil mi ya? Bir nefes almak, bir nefes vermek. Nihayet bir zifiri içeriye sokmak. Değil mi? “Ne yapayım kurtulamadım!” dersin. Bu böyle bir zevktir, bir iptiladır. “Yaa!  Bana ait bir zevke müptela olmadan geldin sen! (der) Bana ait bir zevke hiç iptilan olmadı senin!”

Etkisi olur mu diye biraz söylediğim vakitte işte ikram-ı iltifat. Açık konuştum burasını ya. Bir misal vereyim de şüpheler çözülsün. Allah’ın gizli ikram-ı iltifatı olur. Gözükmez, dedim. Hariç de misal vereyim daha iyi anla. Yoruldunuz mu? Ocaktaki ateş suret itibariyle dışardadır. Üzerindeki çömlek, koydun üzerindeki çömlek, içinde su var kaynatıyor. Mânâ itibariyle çömleğin içindedir, anlatamadım mı? Ateşi koyduk, görüyorsun böyle, sureti de onun öyle. İkramı nerededir onun. O mânâsına gizli ikramı nerededir? Çömleği de üzerine koydun. Çömleğin içerisinde ateşi görmüyorsun. Anlatabiliyor muyum? O ikram gizli fakat o ateşle o çömlek kaynıyor. Yapacağını onunla yapıyor. Onun içün surette kalma. Seyr-i maallah nitekim fikirle hâsıl olmaz. Ancak seyr-ü seferle olur.

Öyle bir cümle söyledik, elli konferans söylenmeli ki içinden çıkılabilsin. Neyse sağ kalırsak yavaş yavaş açarız, misalle. İşin zor yeri o. Yine dönüyorum, başladığımız yere. Oradan derleyeceğiz, toplayacağız, ana mevzua yedireceğiz, yedirmeden ayrılacağız.

Kimim, nereden geldim, ne olacağım, nereye götürüleceğim? Enfüsünden bunlara ait cevap alır. Anlatabildim mi? Kendisinin sırrına kim olduğu söylenir. Bu dert başladığı dakikadan itibaren. O vakit derlenir, toplanır. Muhasebe-i nefse başlar. Malum ya dikkatli tacir, intizamlı ticaret yapan adamın, defteri muntazam olur. “Üç kilo vardı, nereye verdimdi?” Böyle düşünmez. Gireni çıkanı, varidatı masarifatı, gayet muntazam. Yorulmaz o. İnsan da muhakkak bir yere hesap verecektir. Allah öyle diyor:

 [32] اِقْرَأْ كِتَابَكَۜ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًاۜ    .  [33]  وَمَا كُنَّا مُعَذِّب۪ينَ حَتّٰى نَبْعَثَ رَسُولًا . “Bizi beyan edeni göndermedikçe de kimseden hesap sormayız.” Anlatabiliyor muyum? “Ben öyle Allah’ım ki!” diyor: وَمَا كُنَّا مُعَذِّب۪ينَ حَتّٰى نَبْعَثَ  . “Benden haber veren olmayan yerden Ben hesap sormam. Haberini de verdikten sonra cayır cayır sorarım. Sorarım! Evvela insanı zâtıma muhatap ettiğim içün insan haklarını sorarım adamdan. Sonra bütün mahlûkatı insan hesabına yaptığımdan dolayı zerrenin hesabını sorarım.”

Meraklı bir zât varmış, Huzur-u Nebi de: “Çok inceler mi, Ya Resulullah?” demiş.   Çok inceler mi? “Vallahi, misvağın telini de soracaktır!”  Diş fırçasının bir tek telini dahi soracaktır. Misvağın telini de soracak.

Mensi mühmel mi bırakılır zanneder insan? Mensi mühmel mi zanneder? Unutulmuş, bir kenara atılmış, öyle şey yok. Yalnız bir nezaket var, belki hoşunuza gidecek. Menşur halinde, bütün hayatı kisbi verilmiş kitabını veriyor Allah. “Buyurun! (diyor) Al kitabını oku, kendi numaranı kendin ver. Takdiri sana bıraktım!” Buradaki incelik ne? Gayret-i Subhanisine dokunuyor. “Suçlarını melek de duymasın. Yalnız kendisi bilsin.” Bir şey anlatamıyorum galiba. “İns-i cin dahi duymasın. Hiç kimse bilmesin. Kendisi bilsin. Bak, kendine diyor, bak! Kimseye göstermeden bak. Neticede burada katiyen ne kalbin yanlış yapabilir, ne ağzın yanlış söyleyebilir. Sen, nihayette sen, kendi kendine bu takdiri yapacaksın. Yalnız, işte sana bir ikram daha, o kadar şaki olduğun hâlde, kendine okutturuyorum başka kimse duymasın.” Acaba biz bu hâlden de bir şey duymaz mıyız? Değil mi ya? Bu nezaketten de bir şey anlamaz mıyız?

İnsanların hayatta iyilik yapmaları dört şekilde olur. İyilik Hakk’ın istemiş olduğu bir şeydir,  değil mi ya? Hakk’ı çok iyi bilen adam çok iyilik yapabilir. Biliyorum, diye de kötülük yapıyor, bilmiyor o. O, onun kulağı işitmiş. O hâlde yok o. İç âlemi duymamış, vardır öyle çok adamlar. Çook. Onlar hakkında Peygamber’in hususi sözleri vardır. Mesela der ki:

[34] رب صائم حظه من صيامه الجوع والعطش. Birkaç ay evveli bir konuşmada bunu tekrar etmiştim. “Birçok oruç tutanlar vardır ki (İmanı olmasa oruç tutar mı? Hah tutuyor. Fakat emre bakılırsa ne kadar incelik var.) Bunların alacağı ecir yalnız aç kalmaktır.” der. Birçok da gece namazı kılanlar vardır. Feraizi yapmış, tabi vazifesi, bir defa Allah neyi emretmiş, onu yaptırır. Hani bazı adam der ki, “ben yapmam”  O yaptırır!  Onun için zaman mekân olmadığından dolayı ebediyetle, şuhutla, berzahla ahiret yine ayrı ayrı şeyler değildir O'nun için. Bir adam ki zi[35] kudretle kuvvet olur bir şeyi emreder, yapmazsa ne yapar adamı? Ya Allah! Ona imkân mı var? Ne emretmiş, hepsini alır o. Yaptırır ona O. Hepsini yaptırır. İkinci hayatında yaptırır. O ne emretmişse hepsi olur. Hiçbir tanesi kalmaz. Bize şimdi orası lazım değil de söyleyeceğim şey. O feraizi yaptırtan var da birde nısf-ül leyl[36]de kalkıyor, huzuridir, bir huzur bakıyor. “Bunun da (diyor) alacağı ecir, uykusuz kalmaktır!”  Anlatabildim mi acaba? Haa demek oluyor ki bu işlerde büyük incelikler vardır. Ben şimdi sana o incelikleri anlatayım. İster misin?

Maksad-ı mevzuun en zor yeri, ahlak mefhûmunda en zor yer, insan mefhûmudur. İnsan! Tarifi güç bunun. Mevzuun esasını da insan mefhûmu teşkil ediyor. Dedik ya insan nedir? İnsan yok mu ya, bu zor yeri bu. Bunun tarifi çok zor. Şunu da açık olarak söyleyeyim ki, herkes bu âleme kendini bulmaya gelmiştir, buldun mu, bulmadın mı? Bak düşün bakalım. Herkes buraya niye geliyor, kendini bulmaya. İşte bu ya, yok kendin değilsin. Ne ya bu kocaman bir varlık? Kantara tarttırsak seksen, doksan, yüz, altmış, yetmiş neyse yüz yirmi. O değil o!

Âdem isminde biri, lâ-taayyün³⁷ âleminden, neyse yokluk çölünden, varlık vücudu pazarına bir kefen tedariki için gönderilmiş. Hepimiz onun için gelmişiz. Yokluk çölünden varlık vücudu pazarına bir kefen tedariki için gelmiş, Âdem efendi. Ne malum? İşte vesikası. Bu sen değil bu senin vesikan, hüviyetin. Senin varlığının vesikası. Senin işin biter, bittikten sonra vesikaya ihtiyaç kalmaz, derler. O vesika bir yerden alınmıştır, götür kasaya kapa derler, kasada kapanır. Yine bir şey anlatamıyorum.

Aslını bulmak. “Ben buraya uyumaya mı geldim?”  Kendi kendine söylenirsin. Kurtuluyor işte.  Kendi yok kardeşim kendi yok. Tamamen değil de nispeten alakasını başka âleme çevirdi. Ondan dolayı uyurken senin canın sıkılıyor veyahut başka işler yapıyorsun. Uyumadığı vakitte ki gibi oturmuyorsun yanında. Anlatamıyor muyum?

Bir kimse buraya gelir. Dünyaya yani. Kendisine biraz evveli söylediğim sualleri sorduktan sonra, ona “İnan” denir. Anlatabildim mi? İnan. Mâdâmı ki dün vücudun yoktu, yarın da yok olacağını öğrenmeye başladın. Kendini aramaklık zevki sen de hâsıl oldu.  O hâlde seni muhitin yapmadı, kendin kendini de yapmadın, kendisini yapan her şeyi yapar.  O hâlde acizsin, muhitin senden aciz, bir yere ver bakalım kendini, der. İşte buna iman mertebesi denir. Bu kâfi gelmez. “İnandığına teslim ol!”  denir. Büyük Kitap’ta bunların hepsinin misali vardır.

Mesela Hazreti İbrahim, Kudret’e karşı dedi ki: “Benim Senden başka artık hiçbir şeyim yok. Ben muhabbet-i taammaya nail olmuş, muhabbetin intihası aşktır. İptidası muhabbet. Binaenaleyh, ben de gaye birdir, görmüyorum senden başka. Tam teslim olmuşum.” Teslimiyet!  Bu sözünü sahne-i şuhutta, Kudret eshab-ı aşka göstermek için...

Bazıları der ki: “Efendim n’olmuş, İbrahim isminde biri gelmiş, doksan yaşındaymış; ilimli, gayet zeki, cemal sahibi, gayet fatin, Peygamber oğlu Peygamber. Nasıl anlatayım sana? Bir yavrusu varmış, onu götürmüş kesmeye filan. Bundan ne çıkar(?)” Kardeşim sana ait değil ki o söz. Senin sözün başka, o ayrı bir iş! Sen aşk nedir bilir misin? Sen Allah derdi nedir, bilir misin? Senin zevkin paranın üzerindeki yazı. Yüz yazsın, beş yüz yazsın, bin yazsın. İki yaşındaki çocuk, gayet geniş bir pırlant versen eline atar, fakat bir mavi boncuk ver, katır boncuğunu kapar. Sen buluğa ermemişsin, katır boncuğu ile oynayacaksın sen. O ayrı bir iş!

“Bu sözünü sen ispat et bakalım. Şu İsmail’i benim namıma zebh[37] et!”

İnsan kendisini feda eder fakat insan tabirini kullanıyorum, dikkat ediyor musunuz? Bana tarihte başka misal getirme. Senin getirdiğin misallere ahlak insan demez, şimdi insanın tarifi gelecek. Semere-i fuadı olan evladını, bazen olur değil mi ya? Ufak çocuğun hasta olur söyleyemez, “Ver bunu bana. Ya Yarabbi de şu çocuk kurtulsun!” dersin. Yani kendin o hastalığı üzerine almaya samimi bir şekilde razı olursun. Onun melûl melûl ağlamasına dayanamazsın. Allah bu emrine razı mıydı? İsmail’in zebh olunmasına. Bu bir, usulen bir sualdir. Razı olmadan da Allah emreder. Razı değildi,  emretti ama rızası yok. (Yorulmadınız değil mi? Devam edeyim mi?) Razı değildi. Razı olsa, başka tecelli olur. Razı değil, rızası yok. Sahne-i şuhuda, makam-ı aşkta, Hakk’a bağda böyle ileri gitmiş olan adama yarın İbrahim gibi bir sual sorsam yapabilecek misin? Onu demek istiyor. Anlatabildim mi acaba? Ölçü.

Kur’an da mesela Cenab-ı Hudâ bazı şahsiyetleri beyan eder. Mesela Yusuf’u beyan eder. Onu, sen "Efendim işte,  Zeliha namında bir kız varmış, öteki bilmem genç birisiymiş, birbirine o...”  O değil o, senin anladığın gibi değil o!

Üç şeyi gösteriyor orada. Sabır nedir, ahid nedir, affetmek nedir, sabretmek nedir, iffet nedir, namus nedir? Bunları beyan ediyor.

Bazı adam haddizatında, “Efendim ben şöyleyim böyleyim ben!”  “Bir bak gör, orada misali vardır (diyor) Yusuf’tur.” diyor. On dokuz yaşındaydı, diyor. Bir rivayette yirmi bir. Neyse sen hangisini alırsan, al. Zeliha daha on yedi yaşındaydı,  diyor. Dünyanın bir varlıkla idare edildiği zamanda kisranın kızıydı, diyor. Hazine var, câh var, varlık var. Rüyada görmüş taalluk etmiş, taa Mısır’a kadar gelmiş. O kadar kuvvetli sevgisi var ki, tavan taban işte bir bilmece gibidir, altı tarafı da ayna olan saray hangi saray derlerse, Zeliha’nın yaptırdığı saraydır. O vakit ne biçim ayna varmış, ne biçim döşeme olmuş aynadan? Ne bileyim ben. Döşemesi aynadan, tavanı aynadan, duvarlar aynadan, sormuşlar “Niçün böyle?” “Her tarafta Yusuf’u göreyim.” demiş. Böyle. “Bana rağbet etmez misin?” dediği vakitte, her şey dünya denilmiyor. O şekilde bir saltanata nail olan da, dünyada pek sûri saltanata, pek enderdir.

“İyi ama (diyor) hem neden çekinirsin, (diyor) kimden çekinirsin? Babamın değil mi bunca şey, bende onun biricik kızıyım, bana rağbetini kim bilecek?”

“Şimdi içimizde birisi oturuyor, gizleyebilir misin?” diyor. 

Şaşırmış “Kim var, işte?” “Allah” diyor.

Nasıl diyor, yani bu büyük Kitabın bu faslındaki beyanatta nasıl?  Para böyle akar, câh böyle durur, hüsn-ü an tamamıyla tecelli eder. “Bana rağbet etmez misin!” diye yalvarır. “Burada Allah var, der misin?” diyor. Ben sana acımadan derim. Yoksa beceriksiz, parasız, yırtık, pırtık filan. Hepsi boş iş… Bir şey anlatamıyor muyum?

Ahdi de öyle işte. Kuyuya attılar, ahde misal veriyor orada. Kardeşleri, çıkardılar, kerhen.  Bildiğiniz şey, tarihte okuduğunuz şey ama ince yerleri var. Nihayet her gün birisi gelip takip[38] ediyordu, acaba ne oldu diyerekten. “Yok, kuyuda, (dediler) şimdi zengin bir kervan geçti buradan, önleyelim kölemizdir diyelim, para koparırız.” Önlediler, “Bu bizim kölemizdir.” dediler. Boynunu bükmüş bakıyor, “Hayır, ben kölesi değilim!” demiyor. “Vereceksin yahut para vereceksin.” Geniş bir para aldılar.  Kervanın reisi dedi ki “İleride birisi daha çıkar, siz bunu sattığınıza dair bana bir kâğıt verin.” dedi. Yazdılar, bu köleyi biz sattık. İmzaladılar, gidiyor. Bir an durdu Yusuf, şöyle bir durdu. Niye durdun, dediler. “Eski efendilerimle helalleşmedim. (dedi) Eski efendilerimle helalleşmedim! Müsaade etmez misiniz? Bir kusur oldu.” Derhal gitti, topladı kardeşlerini. “Esrar-ı kaderden kimse olmadı agâh.  (dedi) Bu bana bir takdir-i İlahiymiş fakat ne de olsa bir babanın zahrından geldik. O hak vardır, elinizi öpeyim de öyle ayrılayım.” Nasıl yapabilir misin?

İşte sabır. Sen hakikaten şöyleyim, böyleyim. “Misali var.” diyor. Yapabilir misin? Gün geldi, şöyle bir yüz sayfa atlıyorum. İş meydana çıktı. Kendileri ihtiyaç içerisindeyken geldiler, Yusuf kendisini tanıttı. Tanımadılar. Zaman geçmiş, şey olmuş. Çekmeceyi çekti kasayı açtı. O vaktiyle almış olan şey beraber duruyor. İmza aldıkları “kölemizdir” diyerekten. “Şu imzaların sahibi kim?” dedi. Hepsi önüne baktılar, çok müteessir oldular. Yusuf da ondan müteessir oldu “Ben bunu yapmayacaktım! (dedi) Bu benim için bir nakisedir[39]” dedi. Ve kendi ağlamaya başladı. Onun üzerine

[40] لَا تَثْر۪يبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَۜ   . “Ne yapacağım, yapacağım Allah ‘a yalvaracağım, sizin bu hâlinizi ikinci hayatta yüzünüze vurdurtmayacağım. Bu hesabı sordurtmayacağım, sizin yüzünüzü kızarttırtmayacağım” Anlatabildik mi? Afüv işte, yaa!

Aşktan doğan ahlakın dünya üzerinde geçirmiş olduğu şahsiyetteki tecellileri bunlar. Bu lacivert kubbe neler yetiştirmiş, neler, göstermiş. Şimdi de anasının ekmeğini vermez. Karısının nafakasını vermez. Almış olduğu hakkı yerine getirmez. Ne bileyim ben.

“Kes bakalım! (dedi) Hazreti İbrahim’e, zebh et Benim namıma zebh et!” Doksan yaşındaydı o vakit. Malum ya insan yaşı ilerledikçe rikkati beraber artar. Bazı insanlar derler: “Efendim, torun seviliyormuş. Çocuğumu o kadar sevmedim.”  Hayır, hayır, torun sevildiğinden değil. Çocuğunda gençtin, torununda biraz sinnin[41] ilerledi, tabi rikkatin arttı. İhtiyar adama ufak bir şey söyleyince ağlar. Gençken taş gibi durur böyle. Gençliğinde de ağlardı. Oooo. Mübarek o, o ayrı. Torunu sevdiğim an o vakit daha kıymet, azıcık daha insan kıymetini bilmeye başladım.  Gençliğinde de öyleydi, gençliğinde de öyleyse ihtiyarladığında kalem kalkar. Yaa, öyle diyor Allah. Gençliğinde gönlünü bana vermiş. Kulluğunda hata etmiş olan kimse, yetmiş dedi mi ben ondan sual sormaktan utanırım. Kaldır kalemi, diyor. O işin memuruna. O takaullah[42] Allah azatlısı. Anlatabiliyor muyum acaba? Ama gençliğinde beraber gidiyor da ona, o sınıfa takaullah deniyor onlara. Allah azat ediyor. Allah’ın ağası değilsin ya ister sorar ister sormaz. Sormayacağım, diyor Sonra bir yerde öyle der sonra, geçen söylemiştim ya konuşmada. Ben ihtiyara azap vermekten utanırım. Ya o ihtiyar benden? Sinni ilerlemiş, tabi rikkat daha ziyade tecelli etmiş. Uzatmayalım mevzuu, bütün mevcudat:

 “Ya Rabbi! Emrin hâline bizi bağışla. Emir yerine geldi. Ne emrettin yerine geldi. Masumun teslimiyetine bağışla.” Hiçbir cevap yok. Nihayet, mânâ-ı Ahmedi müracaat eder. “Anasırında ceddim olacak zatı bana bağışla!” Hiç, bize orası lazım değil. Uzun iş o. Onu anlatması çok uzun sürer.

Bu teslimiyetine karşı Hudâ, yani bir adam, inandı, inandıktan sonra inanma kâfi değil. Maddi misal vereyim sana. Ben sana inanırım, farz edelim. İnandım derim, sen çok doğru adamsın, şöylesin böylesin. Sen de bana gelirsin günün birinde. “Senin şu cebinde beş yüz lira var. Sana bugün lazım değil onu bana ver.” Ben böyle durdum, inandım ama sana teslim olmadım ki. Misalle daha iyi anlaşıldı değil mi? Ben sana inandım güzel, söylüyorum da ama sen şimdi,  beş yüzü isteyince ben durdum. Olamam. İnandığına teslim ol demek. Haa, sen onu der demez, bende de hakikaten varsa derhal der, “Memnun oldum, beni tercih etmişsin.” diyerekten şey ettim mi, ben sana hem inandım hem teslim oldum.

İnsanların da Allah’a inanmaları kâfi değil. Hem inanacak hem kendi hakkındaki takdire teslim olacak. Kaşını çatmayacak. Birleştirdik mi şimdi. Bu teslimiyeti gördü mü, o ağır imtihan. Beladan belaya. Üüüü işte. Ama teslim olmamışsın, anasına kızıp memesini ısıran çocuk sütünü kan yapar. Sen gel teslim ol. Zenci çocuğunun siyah memeden pervası olmaz. Anlatabildim mi? Zenci veya ufak çocuğa, beyazi bir çocuğa bir zenci memesini ver böyle yapar, fakat zenci çocuğunun siyah memeden pervası olmaz.

Sen gel teslim ol! Teslim olduktan sonra işte insan burada başlıyor. Hûdâ diyor ki: “İnandı ve teslim oldu. Gel seninle konuşalım yahu. Gel enisin olayım senin, konuşalım. Konuşturan bir gün seninle konuşacak ama konuşmadan seninle konuşalım.”  Yoruldunuz mu?

İşte o konuşması da, hani biraz evvel dedim ki, çooook geceleyin de kalkar, kılar amma uykusuz kalmaktan başka bir şey almaz. Bu tertip üzerinden giderek olacak. Bu tertip üzerine gittiği an, Hakk’la konuşan Hakk’ın varidatına hürmetkâr ve şefakatkâr olur. Bağlıyorum birinci emri, kasem ederim diye yapmış olduğu emri. Anlatabildim mi? Bu sefer ne diyor, Hak: “Ene inde min kesiretul kulûb Konuşalım ama ben açıkta bulunmam ki. Ya? Beni sen kırık kalplerde bulursun. Ara gel bakalım!”  O vakit bütün eşyada meşhud olan, her zerrede var olan Hak olduğunu idrak eder. O idraki yaptıktan sonra da adalet tecelli eder. Eşya yerli yerine kullanılır.

Adaletin mânâsı insana acı da gelse, Hakk’ı yerine teslim etmek demektir. Bu insan makamında olur. Anlatabildim mi? İnsanın da dereceleri vardır. Bu makamda Hakk’a kulluk dört türlü olur demiştik, yani insanda. Rağbetle, rehbetle, anlatabiliyor muyum acaba? Rağbetle, rehbetle[43], hayâ ile muhabbetle.

İyilik; Kudret bana bir şey ihsan etsin diye yaparsın, bu rağbettir. İnd-i ilahide yeri var, bir şey alacak. Fakat en üstün olanını ister misin? Bazı adam vardır ki: “Ben ufak rütbeye razı değilim. (der) Bulunduğum mesleğin kusvasına[44] çıkacağım.” der. Pekâlâ, güzel, hepsinin yeri var. Rağbetle. “Ben şu halimi tashih edeceğim, şu iyilikleri yapacağım, Kudret bana şunları ihsan etsin.” Bu rağbettir. Bir de rehbetle vardır. “Nasıl yapmam, korkuyorum.” Yine ecri var, bir karşılığı var fakat üstün mü? Bir de hayâ ile utanır onunla. Rütbe büyüdü. Bir de muhabbetle: “Kendim yok, O var.” En üstünü budur. Şimdi, biz hayatta bunun hangisi ile yaşarız acaba. Rağbette miyiz, rehbette miyiz, hayâ da mıyız, muhabbette miyiz? Dinle bak, herkes kendisini bilir, nerede olduğunu. Hiçbir yerde değilsek hiç olmazsa rağbete girelim. Yavaş yavaş muhabbete kadar çıkarız. Hiçbir yerde değiliz. Bu işlerin layığı ile meydana gelebilmesi için insan bir şahsın ahlakını alması şarttır. Alabilirse. Kimin acaba? Allah diyor ki, büyük Kitabında:

 [45]  وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ  . “Habibim, senin ahlakına bayılırım. Sen ne hulk-u azim sahibi zât-ı âlisin.” Onun için bütün şuara bütün fuzala[46], bütün urefa[47], bütün evliya, bütün asfiya[48] bütün mânâya sahip olan zevat-i ulya, heyet-i umumisi o zât-ı meth etmekten korkarız. Çünkü meddahı[49] Allah’tır, derler. Bir zâtın ki meddahı Allah’tır, kalem orada kırılır, derler. Anlatabiliyor muyum?

 وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يم  . Tabi onun hepsini insan giyinebilir mi? İmkânı mı var, fakat niyet eder de üzenirse verir. Vermiş muamelesi görülür. Bir defa, henüz daha vazife-i risaletini tebliğ etmezden, ilan etmezden evvel cemiyet içerisinde El-Emin rütbesini almış. Bir insan emin olursa, yani insanlar tarafından “emin” diye bir kanaat, bir iman gelirse, o insana Hudâ bütün meçhul olan şeyleri malum etmeye başlar. Müşkülleri halledersin.

Bir ufak misal vereyim size bak. Küçük gibi gelir amma insana; sıcak muhit, yazın damlarda oturuluyor. Annesi inmiş, annesi inmiş, çocuk damda. Çocuk da nasıl çocuk, emekleyerek yürüyor işte, kaç aylıksa. Böyle bir, hani yürüyor ya çocuk. Bir de öylesi vardır. Şimdi, Çocuğu alacaklar, yukarıya çıktıkları vakitte, çocuk damda emekliyor, sağ saçağa gidiyor. Ay düşecek, diyorlar. Çıksalar düşecek çocuk! Saatlerce uğraşıyorlar, çocuk. Ne çıkabiliyorlar, ne alabiliyorlar çocuğu. Zât-ı Peygamber’i geçiyormuş. Daha o vakit nübüvvetini izhar[50] etmemiş. Demişler ki: “Ya Muhammed’el-Emin aciz kaldık ne yapalım” gelmiş “Çıkmayın sakın, (demiş) çocuk ziyan olur!” “Ne yapalım?” “Yok mu komşuda bunun akranı? (demiş)  Civarda bunun akranı yok mu?”  “İşte filan yerde var.” “Getirin bakayım bana.” demiş. Çıkmış yukarıya, çocuğu gösterince çocuk tıpır tıpır tıpır tıpır gelmiş. Anlatabiliyor muyum? Nazarında büyük küçük hepsi bir. İnsanlar böyle olacak. Biz rütbeli adama başka türlü ikram ederiz, rütbesize başka türlü yaparız, garibin muamelesi başka, fakirin muamelesi başka!

Men ekreme ganiyyen li ginâihî fekad zehebe sulûsa dînihî. “Bir kimse,  bir kimseye; parası var, masası var, kasası var, maddesi var diyerekten ikram ederse, o gayeyle, insan diyerekten değil; bu bir insandır, bunun kalb-i merkezi hükümet-i insanidir, bunun kalbi nazargâh-ı İlahidir. Hak bunda müşahede edilebilir kanaati yokta, aman bunun şöyle bir rütbesi var, şunun bir câhı var, filan dedi mi, mânâsında ne varsa üçte ikisi, dininin üçte ikisi gitmiştir.” diyor. Hep müsavi!

Bir gün gidiyorlarmış, çocuklar önlemişler. “Torunlarını omzuna bindiriyorsun, bizi de bindir.”  Biz olsak şöyle bir iteriz. “Peki” demiş. Çocuk doyamıyor, bir cazibe var ayrılamıyor. Fakat çocuk olduğundan onu hissedemiyor. O nefs-i natıka-i kâinatın kalbi. Oraya yaklaştığı vakitte bir şey var, bir cazibe var. Ayrılamıyorlar, yanlarında ceviz varmış. Toplamış böyle: “Beni bana satar mısınız? (demiş) Beni azat eder misiniz? Siz beni bana bırakır mısınız? Satar mısınız beni?” “Satarız” demiş.  “Ne kadar cevize?” Söylemiş içinden birisi, çıkarmış vermiş. “Aranızda pay edin.” demiş. Allahaısmarladık, demiş çekilmiş. Bir şey anlatabiliyoruz değil mi? Anlaşılıyor herhalde bir şey.

En ziyade emirlerinden bir tanesi; yalanı, hemen hemen her konuşmamda tekrar ettiğim gibi, katiyen sevmezler. Ve bir cemiyetin çürümesine de amildir, derler. Dikkat edin fen sahasında tekâmül eden cemiyetlerde nispeten yalan azdır. Dünyayı gezin bakın, nerede bir teâli terakki görürseniz, tabi bizim taa dedemizin zamanını bulamazsın. Fakat nispet arayaraktan gezerseniz, nerede bir teâli terakki vardır, orada yalan azdır. Nerede yalan çoktur, orası batmıştır. Cehildir, ahlakı rezildir. Çürümüştür, kokar vebalı! Anlatabildik mi acaba? Gez, bugün dahi öyle o. Değişmeyen hilkatin kanunu.

Devamlı söylüyorlar da ondan sonra. “Latife yapın, fakat latifeleriniz de doğru olsun. Latifeyi yalanla şey etmeyin.” Nasıl olur, demişler? “Bak, şimdi ben latife yapacağım da nasıl olduğunu anlarsınız.” Ümmü Eymen Hazretleri gelmişler. “Senin, (demiş) Efendin kocan,  zevcin yani ya, şu gözünde ak olan kimse midir?” “Vallahi! (demiş) Benim gözüm, kocamın gözünde hiç ak filan yoktur.” Gülmüşler sonra. “Herkesin gözünde ak var.” Anlatabildim mi? Onun üzerine demiş ki: “İşte herkesin gözünde ak vardır, ben buna latife ettim. Anlatabiliyor muyum?” demiş. Yalansız olacak, vaki olacak iş. Bir şey anlatamıyoruz galiba, öyle gözleriniz ovulmuş gibi duruyor.

Demek ki bir cemiyetin izmihlali[51] için, o cemiyetin fertlerinin kuvvetli yalana başlamaları kâfi geliyor. Ölçü bu. Ne yapalım, veren Allah. Bu sıfatları görünce vermiyor. Sen kendin, ben yahu bir şey yok. Veren Allah’tır. Ben bunun sana kaç sefer misalini... “Hayy dersin, unuttum kaçtı, şimdi birazdan gelir!” Nereye gitti, nereden gelecek?  Bulur musun nereye gittiğini?   Konuşurken, konuşurken: “Ya şimdi dilimin ucunda ama gitti!” Ee Nereye gitti? Görüyorsun ya. Hudâ: “Ben veririm, ben alırım!” diyor. Sen daha cümlenin içerisinde konuştuğunun, unuttuğunun, nereye gittiğini, nereden geldiğini bilmezsin. O büyük varlığa karşı azamet yarışına insan kalkabilir mi?

Hukuka riayet hususunda bir misal daha verelim. Dedik ya Ahlak-ı Muhammedi. En üstün örnek. Seksen bin tane kitap oku. Ahlak nazariyesi falan filan hiçbir şey yok öyle. Cicili bicili konuşursun, orta yerde bir şey yok. Ooo efendim buyurun filan, yalandan irtikab eder, gerilir bilmem ne olur. İçeride boş, bir şey yok ki. Sevemiyoruz birbirimizi. Emniyetimiz yok.

Büyük Kitap’ta Kevser ismi ile tesmiye edilen; Hazreti Fatıma,  onun hususi bir kıymeti var. Ne gibi? Sinn-i saadetleri on sekiz yaşına geldikten sonra Hazreti Fatıma’nın, Cenab-ı Peygamber kendi kızı olduğu hâlde, içeriye girer girmez, heyecanla kalkarlarmış. Kızı! Böyle hemen, nasıl anlatayım işte artık anla, tabirimi. Yerinde kalkar ve süratle öne doğru yürür, sağ kollarından tutup yanlarına oturturlarmış. Şimdi bu hâl onun ne büyük bir kıymet olduğunu insana anlamaya kâfidir değil mi? Sinn-i saadeti on sekiz yaşına geldikten sonra, Huzur-u Peygamberiye ne vakit girerse; günde on defa girsin on defa, yirmi defa girsin yirmi defa, ne vakit girerse, böyle heyecanla kalkarlar ve öne doğru yürürler. Böyle olmakla beraber. Bütün seraire vakıf o.

Mesela bir gün sofrada yemek yerlerken: “Kulağını bana ver.” demiş. Bir şey söylemişler, başlamış hüngür hüngür ağlamaya. Ondan sonra: “Yine bana ver.” demiş. Ondan sonra başlamışlar tebessüm etmeye, gülmeye. Edeben sofrada bulunanlar, hiçbirisi soramamış bir şey. Fakat bir an gelmiş. Hazreti Hümeyra sormuş. “Çok merak ediyorum, söylemez misin?”  “Söyleyeyim, (demiş) ama bir tanesini muhafaza edin. Derler ki, filan vakit ben âlem-i Cemale gidiyorum. Mahsun oldum. (demiş) Ondan sonra üzülme, altı ay sonra seni alırım.”  Böyle seraire… Demiş.

İnsan haklarına misal veriyorum. Böyle lafla, bütün dünyada tecelliler değişir, böyle insanın vukuu şöyle olacaktır böyle olacaktır. Şöyledir filan. Bööyle, bakarsın, yine orta yerde yine bir şey yok.

En medeni(!) milletler, siyah adamla beraber oturmaz. Kıymet vermez! O oturmaz. Bak şimdi gör, senin mânânın medeniyeti ile bütün dünya medeniyetini mukayese et şimdi. Bak misal vereceğim. Ebu Zer. Hususi ikramı var. Konuşmuştum bunu, anlatmıştım size.

“Ebu Zer-i Gıffari; tek başına teslim oldu, İslam oldu. Tek başına orduya yetişti, tek başına ölecek, tek başına huzur-u İlahiye çıkacak.” denildi.

O en büyük rütbedir o. Yani bir insan böyle bütün varlığın haricinde birdenbire huzura tek başına çıkmak demek, bunlar en büyük rütbeye nail olan insanların işidir, o. Hususi bir kıymeti vardır,  değil mi ya? Böyle olmakla beraber, hizmetçilerinden bir tanesi bir suç yaptı, yaptığı vakitte: “Gidi zencinin oğlu!” Siyahinin çocuğu diyor, yani ya. Geçiyormuş oradan Resulullah: “Çok fena! (demiş) Eğer gücüne gitti de, şöyle yaptıysa yandı bütün şeyin!” demiş. Ebu Zer gibi adama. Koşuyor, gidiyor:

"Siyahi kölenin ayağını yüzüme basmadıkça kalkmam vallahi!” diyor.

“Efendim! (diyor) Ben senden ne isteyebilirim. Sen, bana ne yapsan hakkın vardır, ben suçluyum. Bu işlerden müteessir olurum!”

“Sen bilmiyorsun, ben nereden ne duydum! (diyor) Bana itminan[52] verebilmesi için, sen şu siyah ayağını, benim suratıma bas bakayım!”

Anlatabiliyor muyum acaba?  Daha sofrada oturmuyor! Namazını kılar, orucunu tutar, her şeysini yapar, iftara getirir. Sen şimdi deyiver, evin hanımı onu yapabilir, evin efendisi yapabilir, evin çocuğu yapabilir fakat haddizatında senin mahiyetinde büyümüş bir hizmetçiyse onu tuttuğun müddetçe seni, ahirette Allah tutacaktır. Kendin olur başka, ev sahibisin, en sonda yiyebilirsin, meşgul olabilirsin. Fakat farz edelim ki bir yetim kız, “Patlamadın ya işleri gör, sonra sen de yersin!” Dinlemez öyle şey yahu! Keşke yapmasaydın, ne lüzumu vardı. Anlatabiliyor muyum? “Niçin, şu dört tane adamı çağırdın da yemek yedirtmedin.” diye sormaz. Fakaat! “Patlamadın ya bitir işi. Ondan sonra yersin!”  Belki de oruçlu. Sana kim dedi oruç tut diyerekten ya? Uuu, o çok ince iştir o.

Allah’ın sıfatına girdi, Allah yemez içmez. Hiç kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz. Hiçbir gün, hiç kimseye hakaret etmez, oruç tutanda da bu sıfatı görecek, böyle olacak. “Yaa, patlamadın ya! Çık, bitir işleri, hadi!” Olmaz!  Ama kızın olursa olur. Oğlun olursa olur. Ne bileyim ben? Kendin olur, o oldu mu olmuyor! Böyle ince işler var. Misal vereceğim, bu kadar anla. Şu Ebu Zer'den anladın değil mi? Böyle ahlak, böyle medeniyet. Neredeee!

“Babacığım! (demiş) Hasaneyn[53] koşuyorlar, oynuyorlar, yaramazlık zamanları durmuyorlar.” İmam-ı Hasan ile İmam-ı Hüseyin efendilerimiz. “Ev işlerinde de yoruluyorum. Bana bir hizmetçi versene.”

 “Ama ince bir iş,  o iş.” demiş. Günde on defa içeriye girse kıyam ediyor fakat dikkat et, bak şimdi. Hudâ da Kitabında meth ediyor. “Sana kevseri verdim.” diyor.

O ne demek, uuu çok uzun iş. Şöyleyeyim mi onu da? Hadi o da başka bir konuşmaya kalsın, epeyi vakit oldu. Şunu da bitirelim.

 “Bu biraz ince bir iştir. Hukukuna riayet edebilir misin?”

“Ne yersem, onu yedireceğim. Ne giyersem, onu giydireceğim, hangi cins elbise giyersem o elbiseden giydireceğim.  Hangi yatakta yatarsam, aynı cins yatakta yatıracağım.”

“Pekala, riayet edeceksen, buyur al beğendiğini al, götür.”

Her gün uğrarlarmış. Onda da bir işaret var. Hiçbir gün atlamamışlar. Her gün uğruyorlar. Bir gün uğradıklarında, odayı süpürüyorlar. Cenab-ı Fatıma bir tarafını süpürüyor, hizmet eden kız da bir tarafını süpürüyor. Kasıt yok, bir düşünce mahsulü değil, tesadüfen kızın olduğu taraf güneşli. Cenab-ı Fatıma’nın olduğu taraf da gölge. Demiş: “Ben size bu hukuka riayet edin! (dedim) Kızı güneş tarafına atmışsın, kendin gölgedesin, olmaz bu iş!” demiş. “Güneş tarafına atmışsın!”

Görüyor musunuz?  İşte, taatın en büyük kısmı. İbadetin en büyük kısmı, ahlakın en büyük kısmı, medeniyetin en yüksek kısmı, insan haklarını muhafaza hususunda en güzel misal. Bir şey anlatamadık galiba!

Hadi bugünkü konuşma bu kadar yeter.


[1] Tesmiye: İsimlendirme, adlandırma.
 ¹*Tesmi' (C.: Tesmiât) (Sem'. den) İşittirme, duyurma./ Sözlükte "işittirmek" mânasındaki “tesmî'” fıkıh terimi olarak namazda rükûdan doğrulurken “semiallahü li-men hamideh (Allah hamdedenin hamdini kabul eder)” cümlesini söylemeyi ifade eder.
[2] Tevcih:Döndürmek, yöneltmek. Tefsir etmek. Birisini bir tarafa göndermek. Rütbe vermek. Bir kimseye söz atmak. Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak.
[3] Teali: Yükselme. Yüceltme. Yüce olma.(Bu zamanda İslâmiyetin tealisine en büyük bir sebep, maddeten terakki etmektir. M.)
[4] Terakki: İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. Artma, çoğalma. Bilgi ve medeniyetçe yükseliş. (Terakkimizin şartı: 1- Mesailerin tanzimi 2- Emniyet 3- Teavün düsturunun teshilidir.) (H.Şâmiye)
[5] Kisbî: Kazanılmış, kesbedilmiş. Kesb ile alâkalı.
[6] Bizâtihi: Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, yalnızca zâtından, aslından
[7] Sefine: Gemi.
[8] Muvafık: Uygun. Yerinde. Denk
[9] Satvet: Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek. Zorluluk.
[10] Hadis-i Şerif (Beyheki)
[11] Mezmûm: Zemmolunmuş. Makbul olmayan.  Ayıplanmış. Kötü.
¹¹  Magmum: Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı. Bulutlu. Kapalı.
[12] İbtida: Baş taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta.
[13] Ma'den: Maden. Bir haslet veya hususiyetin kaynağı. Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer.
[14] Müşekkel:  1. Bir şekle konulmuş, şekil, sûret verilmiş. 2. Şekli, yapısı gösterişli, iri, heybetli
[15] Tiryak: Panzehir. Zehirlenme veya hastalıklardan hemen şifâ bulmağa vesile olan ilâç.
[16] Eltaf: (Lutf. C.) Lütuflar, iyi muameleler, iyilikler, iyilikseverlikler. Nezaketler, nazik davranmalar. Okşamalar.
[17] Hafiye: Saklı ve gizli şeyleri araştıran.
[18] Mika: Muhabbet, sevgi.
[19] Hafî: Gizli. Açıkta olmayan. Saklı.
[20] Ma'siyyet: İtaatsizlik, günah, isyan, asilik.
[21] ZID: Zıt, Karşıt, Aksi, bir şeyin karşılığı, Nefret edilen, kerih şey Aksi, muhalif,
[22] Mekr, Mekir: (Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen.
[23] Tebeddül: Başkalaşmak. Değişmek. Yeni hey'ete, başka kıyâfete girmek.
[24] İrad: Varid kılmak. Getirmek. Söylemek. Gelir. Kazanç. Bir mal veya mülkün getirdiği kazanç.
[25]     رَعِيَّتِه  عَنْ  كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤول  Hadis-i Şerif (D.İ.B.Y. Sahihi Buhari; 3/40)
[26] Âli İmran Suresi 54. Ayet-i Kerime وَمَكَرُواْ وَمَكَرَ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ     
Meali: Bununla birlikte hileye başvurdular, Allah da onların hilelerini boşa çıkardı. Allah, hileyi boşa çıkaranların en hayırlısıdır.
[27] Gayya: Cehennemin beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamayacağı korkunç yer.
[28] Mahuf: Korkulu. Tehlikeli.

[29] Asr Suresi وَالْعَصْرِۙ ﴿١﴾ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ ﴿٢﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ ﴿٣﴾ 
Meali: 1. Asra yemin olsun ki, 2. İnsan mutlaka ziyandadır. 3. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır
[29]Mekrubiyet: Kederli, hüzünlü ve tasalı olma.
[30]Mekrubiyet: Hasretle Yanmak, Tuzağa yakalanmış halde acı çekmek
[31]Mezmum: Zem olunmuş. Makbul olmayarak ayıplanmış. Kötü
[32] İsra Suresi 14’ncü Ayet-i Kerime اِقْرَأْ كِتَابَكَۜ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًاۜ
Meali: "Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak sana nefsin yeter!" deriz.
[33] İsra Suresi 15’ncü Ayet-i Kerime مَنِ اهْتَدٰى فَاِنَّمَا يَهْتَد۪ي لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَاۜ وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىۜ وَمَا كُنَّا مُعَذِّب۪ينَ حَتّٰى نَبْعَثَ رَسُولًا
Meali: Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü çekmez. Biz bir Peygamber göndermedikçe, hiç kimseye azab edecek değiliz.
[34] Hadis-i şerif
[35] Zi: Farsça Türkçedeki "den, dan" mânasını ifade eder. Meselâ: Zi-mısır $: Mısır'dan.
[36] Nısf-ül Leyl: Gece yarısı.
 ³Lâ-taayyün: Belirsizlik.
[37] Zebh: Kesme, boğazlama. Kurban kesme.
[38] Ta'did: Sayma. Hazırlanma, hazırlanılma.
[39] Nakise: Kusur, ayıb, eksiklik, kabahat, noksanlık. Gıybet.
[40] Yusuf Suresi 92’nci Ayet-i Kerime قَالَ لَا تَثْر۪يبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَۜ يَغْفِرُ اللّٰهُ لَكُمْۘ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ
Meali: Yusuf dedi: "Bugün size bir ayıplama ve azarlama yoktur. Allah, sizi, mağfiretiyle bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir."
[41] Sin: Yaş
[42] Taka: Hazer etmek, çekinmek, korunmak.
[43] Rehbet: Korku, yılmak, çekinmek.
[44] Kusva: Son derecede bulunan. Son, nihayet.
Son sınır. Erişilecek olan en son nokta
[45] Kalem Suresi 4’ncü Ayet-i Kerime  وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ
Meali: Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.
[46] Fuzala: (Fazıl. C.) Fudala, Faziletliler. Fâzıllar.
[47] Urefa: (Ârif. C.) İrfan sâhibi kimseler. (Bak: İrfan)
[48] Asfiya:                Sâfiyet, takvâ ve kemâlât sâhibi ve Peygambere
[49] Meddah: (Mübalâga ile) Çok çok medheden, sena eden.
[50] İzhar: Açığa vurma. Meydana çıkarma. Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.
[51] İzmihlal: Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek.
[52] İtminan: Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık.
[53] Peygamber efendimizin mübârek iki torunu Hazret-i Hasen ve Hazret-i Hüseyn.

2 yorum:

İlmi yükseldi insanların, değil mi? Fenni de göz kamaştıracak kadar ilerledi, felsefesi de fikirleri durduracak kadar teâli[3], terakki[4] etti. Fakat ki, ne faide ki ah sesi dinmedi. Masası olanda da huzur yok, kasası olanda da yok, rütbesi olanda da yok, câhı olanda da yok. Huzur kalbidir. Kalbe ait olan da kisbi[5] değildir. İnsanın elinde değil. Buraya huzur verebilmeklik insanın kendi el-i ihtiyârında değil. Sen de bir şey görecek ki, Allah o huzuru versin. Anlatabiliyor muyum acaba?

Sen aşk nedir bilir misin? Sen Allah derdi nedir, bilir misin? Senin zevkin paranın üzerindeki yazı. Yüz yazsın, beş yüz yazsın, bin yazsın. İki yaşındaki çocuk, gayet geniş bir pırlant versen eline atar, fakat bir mavi boncuk ver, katır boncuğunu kapar. Sen buluğa ermemişsin, katır boncuğu ile oynayacaksın sen. O ayrı bir iş!

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017