030(22.01.1959)93 dk. (293)
Mevzû her hafta tekrar ettiğim
gibi iki esasa ayrılmıştı; birine
vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak denmişti. Vazifeden doğan
ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da annesi kalp olduğunu söylemiştik.
Gerek akıl, aşk, kalp, bunlar hepsi mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması
hasebiyle, mevzûun kökünü insan mefhûmu teşkil ediyor. İnsan nedir? Ve tarifi en güç olan da bu kısmı oluyor.
Görünürde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası gibi zannedilen insan, mânâ-i ihtivaisi itibariyle bütün kâinatı muhit. Geliş ve gidişinde ihtiyârı yok. Bununla beraber, bütün mevcudat kendisine müsahhar kılınmış. İçinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan bir mânâsı, bazen ba’s haline gelir sürûr içerisinde, sürûrun nereden geldiği bilinmez. Bazen birdenbire kabz haline gelir, elem içerisinde. İptila âlemi olan bu dünyada emeli ile eleminin arasında yoğrulur, geçer gider. Bu varlık ne? Ahlakın başlıca uğraştığı ve meydana koymak istediği esas bu.
Evvela her hafta tekrar ettiğim
gibi, hiçbirimize: “Bir sahne-i şuhud vardır, dünya denilen bir âlem vardır.
İkbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenmiş bir sahne vardır. Zahirde bal gibi
tatlı fakat içinde semm-u katil olan bir köşe vardır. Teşrif eder misiniz?” diye hiçbirimize soruldu mu? Sorulmadı. Giderken de, “Hayat programınız bitmiştir.
Yapacağınız işler bu âlemde tamama ermiştir. Vazifeniz bitti, hadi bakalım
hayat-ı uhreviyeye gidiyorsunuz.” diye
sorulur mu? O da sorulmaz.
Gelme de gitme de ihtiyârı
olmayan beşer, acaba niçün insanları
inletmeklikle zevk alır? Neden gaflet perdesi açılmadan zamanı fırsat bilmez.
Ebedi hayatı için “Ben nereye gidiyorum?”
diye kendisine bir sual sormaz. Niye muhasebe-i nefis yapmaz? İki kap mal
satar, on arşın bez satar, üç çuval şunu satar, hemen der, hesabına bakar. “On
kuruş verdim on iki kuruş topladım, üç kuruş kâr yahut on kuruş verdim, dokuz
kuruş topladım, bir kuruş zarar.” Bu adi sûrî vaziyetinin hesabını yapar da Allah'ın
verdiği sermayenin nereye gittiğinin hesabını niye yapmaz?
Allah, bize en büyük sermaye olaraktan sayılı nefes
vermiştir. Sayılı nefes. En büyük sermaye o. O nefesin bir tanesini hiç
kimsenin vermeye iktidarı yoktur. Kudreti yoktur, değil mi ya? O semayı deler gibi bakan bir adam tasavvur
et. Var ya kâinatta öyle adamlar, çook!
Allah, Öyle Allah’tır ki
firavuna [1]
اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ
dedirtmiştir. Etrafında dalkavukları çoğalmıştır. Çünkü zalimi mazlum
yetiştirir. Ahlak bunun üzerinde durur. Hiçbir zalim kendi kendine zalim
olmamıştır, der. Muhiti olmasa zalim olmazdı. Zalimi mazlum yetiştirir.
El pençe divan dururlar. Ne yapsa isabet ettin, derler. Evet derler, uşaklık
ederler. Nihayet zalim kabarır kabarır, etrafındaki de o kadar onu şımartır ki;
nihayet o hiçbir şeye, hiçbir rütbeye, hiçbir kasaya kani olmaz. Hiçbir masa
onu doyurmaz. Nihayet rububiyet davasına kadar çıkar. Firavun da olduğu gibi: “Ben
sizin Rabbinizim!” dedi. Allah da müsaade eder, âdeti acayiptir. Hiç umurunda
değildir, açar. Bizim gibi mi ya, bizim
canımız sıkılsa adamı boğarız.
Musa Salavatullahi âlâ Nebiyyina
Hazretleri dedi ki: “Ya Rabbi senden bir niyazım var. Şu benim aleyhimde kimse
bulunmasın, olmaz mı?” “Yoook! Dedi. Öyle şey isteme. Onu kendimde de cari
kılmadım. Benim de aleyhimde bulunurlar.” Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? “Öyle
bir şey talep etme. Benim de bulunurlar!” Müsaade eder, geçen konuşmamda
dediğim gibi:
[2] فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه۪ فَتَحْنَا
عَلَيْهِمْ اَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍۜ حَتّٰٓى اِذَا فَرِحُوا
“O kadar zalime mühlet veririm
ki (diyor) her yerin kapısını açarım.” Diğer bir nazm-ı celilde: “Semavatın da
kapısını açarım. Ta ki ohh dediğimi yaptım, oooh dediğimi yaptım, derken اَخَذْنَاه ‘nın
elifini çıkarırım. Birdenbire iblisleşir. Birdenbire
iblisleşir. … eden. Birdenbire iblisleşir. Hem ummadığı şeylerle. Ben öyle bir Hâlık’ım
ki, çok kavîyi çok zayıf ile tepelerim. Âdetim
öyle. Firavunu Musa’nın elindeki çobandeğneği ile tepelettim. Adi bir değnek…
Nemrudun kafasından serra-i[3]
rububiyeti başının içerisinde halk ettiğim gözle gözükmeyen bir mikropla
çıkarttım.” Öyle büyük bir davanın peşindeydi,
en nihayet “vurun kafama!” diye bağırırdı. Vurmadıkça sızısından duramazdı. Vurun,
derdi. Bu davada kim bulunmuşsa her
birisinden bir sürü çıkarmıştır. Fışkırta fışkırta çıkar, öyle. Âdeti
öyle. Veriyor, fırsat bol.
Şimdi, her vakit söyleriz ya
insanı boyunun aldığı kadar bir çukura korlar. İki metre uzunluğunda. Şimdi pek
o kadar da kazmıyorlar, biraz itelerler. Tıkar gibi şöyle. Kedi gömer gibi. “Ölüsüne
hürmeti olmayanın, dirisine merhameti olmaz.” Peygamber’in sözü böyle, ölüsüne
hürmeti olmayan insanın, dirisine merhameti olmaz. Acıma hissi kalkmış. Bunlar
kalkmış!
Enfüsüne gelecek olursak, insan
bir kıymet alıyor. İnsan, naib-i Hak.[4]
اِنّ۪ي
جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ Yer üzerinde seni kendi yerime kaim kıldım,
diyor Allah. Onun içün eşya bize müsahhar. Bak şimdi büyük kıymetlerine bak.
[5]
وَنَفَخْتُ
ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي diyor. “Ruh-u menfûh ile tekrim ettim. Bütün
mevcudatı esmam ile sıfatım ile yarattım, seni zâtım ile yarattım.” Ve iblise onun içün söylemiştir. “Kendi öz
elimle yaratmış olduğum şeyi sana secde etmemeklik hususunda hangi şey men
etmiştir?”
Binaenaleyh, insan sıfat-ı mezmumeden
azade olursa, ayine-i Hak olur. Ayine-i Hak olunca, (Bunu da bazıları yanlış
anlar ayağı kayar.) Allah mı olur(!) Yok, azizim! Hak onda olur. Misal verir misin daha iyi
anlaşılsın? Vereyim size. Bilmem hatırlar mısınız? Elbette hatırlayacaksınız.
Şöyle hani çakmak taşları vardır, fitilli. O fitilin adına bir şey derler.
Aklıma getiremedim. Anlayıver sen, benim halimden, anlatış tarzımdan. Taşa
böyle vurursunuz, bir tecelli olur ateş. Ateş, onun kavın içerisine girer.
Anlatabildim mi? O ateş mi oldu? Hayır. Uyandı, ateş onda tahakkuk etti. Allah'ın
da sıfat-ı zâtiyesi insana tecelli eder de o olur. İnsan O olmaz. Anlatabildim
mi acaba? Bunlar ince yeri.
Zevkim var daha çok şey
söyleyeceğim inşallah. İyi dinle.
Firavun da “Ene’l-Hak” dedi. اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ
demek, “Ene’l-Hak” demek. Mansur da “Ene'l-Hak” dedi. Biri nedimân-ı İlahi'nin
ser-tûmarına[6] geçti,
başta yer aldı. Biri tecelliyat-ı kahriyenin esfel-i safiline uğradı, helake. Neden?
Biri nefsinden konuştu, biri de O’ndan konuştu. Anlatabiliyor muyum ikisini?
Aralarında ki fark var. Sende hayatında aynen öylesindir. Ya Allah’a kul
olmuşundur ya nefsine kul olmuşundur. Hesabını yap, eğer bu ana kadar nefsine
kul olmuşsan dön, çünkü değmez. Faniyi bâki ile satın al. Değiş hayatını. Ahlak
insanın hayatını değiştirir. Geçici hayattan geçmeyici hayata geçtirir. Anlatabildik mi acaba? İşte bu,
söyleyeceğim yerin özü bu. Yoksa...
Sen doğumunla dalgasız denizden
dalgalı denize düştün. Doğumunla dalgasız denizden dalgalı denize düştün.
Doğumun tarifi bu. Eğer bu kesret denizinde ben kendime güvenir de kendi
kulaçlarımla yüzer kenara çıkarım dersen, çok yazık aldanırsın. İmkân yoktur, onun
sahiline kendi gücünle çıkmaklık içün. Çünkü bu denizin iki dalgası vardır;
birine celal, birine cemal derler. Biri batırır, biri çıkarır. Sen kulaçlarını
atarken nihayet tıkanırsın. Herkes bu denizin kenarına çıkacak. Ya diri
çıkacak, ya ölü çıkacak. Teslim olanlar, denizin orta yerinde bir büyük sefine
var. Onların kaptanları vardır. Mütebahhir. O gemide, sınıf farkı yoktur.
Güvertesi, kamarası, birinci mevkii ikinci mevkii, hayır yok. İhlas ve tevekkül
biletini gösterirsin, buyurun derler, içeriye alırlar. Nasıl ki büyük bir yere
seyahat eden adam; bir aylık iki aylık bir yere giderken girer içeriye, sineması
da vardır, yemekhanesi de vardır, istirahat yeri de vardır, bahçesi de vardır,
uyumak yerleri ayrı ayrıdır. Denizin
içinde uyuyor ama farkında değil, uyurken sabahleyin geldin, derler. Çıkar. O
denize düşüp de kıvranan gibi değildir. Binaenaleyh, bu kesret denizinde bu
gemiye binenler var. O gemiye bin, huzur içerisinde yaşa.
Misal verelim size. Vücudunu bir
fabrika tasavvur et. Sen eğer bu fabrikanı kendi hesabınla kendim işleteceğim
dersen, iflas edersin. Bu fabrikanın sahibi der ki: “Ben sana bu fabrikayı
açtım. Gel senin hesabına ben işleteyim. Ticaretini de sana vereyim. Senin
olsun yine fakat ben işleteyim.” “Hayır,
ben işleteceğim!” Bir şey yapamaz. Bunun en büyük aleti akıldır, değil mi ya?
Aklı sen eğer sahibine teslim etmeden kendi hesabına işletecek olursan, o en
büyük akıl demiş olduğun şey senin içün bu kadar muci[7],
müz’ic[8],
muacciz[9]
bir şey olur ki iz’ac[10]
ile hayatını geçirttirir. Ya geçmiş elemli zamanlarını hayal âlemine verir,
önüne diker. “Sen böylesin, böyle oldun, böyle gittin, böyle geldin...” bununla
seni yer veyahut daha vukûu tahakkuk etmemiş ne kadar mahuf[11]
korkunç şekiller varsa hayal vasıtasıyla yine senin önüne diker; şöyle olacak,
böyle olacak diyerekten, inletir. Fakat onu sen sahibine verir de sahibi onu
senin üzerine işletecek olursa tılsımlı bir anahtar olur, bütün müşküllerini
çözer çözer, açar çıkar. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum?
Tahkîk yolunda akl n’etsün
A’mâ vü garîb kande getsün
Meğer tâ sen olasın refîkum
Tâ sehl ola refikum[i]
Güzel söylemiş. Fuzuli’nin sözü. Tahkîk yolunda akl n’etsün. Akla durak mahallinden ileriye yol vermezler. Akıl yalnız âlem-i hikmette geçer. Beşer âlem-i hikmete bağlı değil ki. Bizim bir cephemiz de âlem-i kudrete bağlı. Âlem-i kudrete geldi mi tıkanır kalır. Âlem-i hikmette geçer demek yani bu dünya sahnesinde meçhulden malumu çıkarır; şunu şöyle yaparsan böyle olur, bunu böyle yaparsan şöyle olur. Burada rehberdir, yol gösterir. Fakat biz yalnız bu âleme ait adam mıyız? Biz âlem-i kudrete bağlıyız. Oraya geldi mi durur. Tıkandı. Oradan öbür tarafa aşk ve iman geçer. Tabi anlıyorsunuz, burada ki aşk romanda okunan aşk değil.
Aşk dendiği vakitte kalpten
gelir, annesi orası dediğimiz aşk, böyle örfün romanda okumuş olduğu aşkı
kastetmiyorum. Ahlakta aşkın mânâsı başka türlü. Aşk, Allah’ın ismidir, mânâ
da onun cismidir. Anlatabildim mi acaba? Daha Türkçeleştir, kendi aslını
bulmak zevkine derler. Şöyle asûde kalırsın, kendi kendine; ben kimim, dersin.
Nereden geldim, ne olacağım, nereye götürüleceğim? Gece ile gündüz Allah’ın
makası, boyuna doğruyor hadisatı. Açılıyor kapanıyor, ömür kumaşı gidiyor. Cayır,
cayır! Yalnız ömrünün kumaşı mı gidiyor?
Bütün hadisat doğranıyor. Zalimin zulmü doğranıyor, mazlumun mazlumiyeti
doğranıyor, ne bileyim ben, bütün kâinat cayır cayır, gece ile gündüzün açılıp
kapanmasından doğranıyor. Binaenaleyh, ben bir yerden geldim amma kendim mi
kendimi yaptım? Kendi kendisini yapan her şeyi yapar. Acaba benim muhitim mi
beni yaptı? O benden aciz. E ben varım. Başlar sualler vurmaya. Bunun bir cevabı
gelir.
Bu, bu kâinatın oluşu ile devam
etmektedir. Bugün değil. Sizinle tarihin zapt olunmayan bir vaziyetine seyahate
çıkalım fikren. Ne ilim var, ne fikir denilen bugün ki camianın tarif ettiği şey,
hiçbir şey yok. Öyle bir asra gidelim. Bir sahrâ-i beyâbânda dolaşalım. Avlamış
olduğu hayvanın çiğ çiğ etini yiyen adam; derisini önüne germiş, en büyük onun
içün apartman, saray, palas geniş bir ağacın kavuğu olmuş, taştan yaptığı
baltasını önüne atmış, ağaca dayanmış böyle düşünüyor. Mesuliyet buradan
geliyor bize, düşündüğümüzden dolayı. Anlatabiliyor muyum? Düşünen bilir,
bilen konuşur, konuşturan da bir gün konuşacak. Düşünüyor bu neyi
düşünüyor? Bir vergi verecek de onun parasını kazanamamış onu mu düşünüyor?
Daha köy teşkilatı yok. Akşama çocuklarının ekmeğini kazanamamış, onu mu
düşünüyor? Daha aile teşkilatı yok. Ya neyi düşünüyor bu? “Kimim?” diye
düşünüyor, ismini bulamıyor. Nihayet, “var, var.” diyor. İşte o “var, var” diye
bağırmış olduğu içindeki seda, Allah Allah, demek. Bidayetten nihayete kadar
tasdikle gider. Onun içün Allah der ki:
[12]
وَاِنْ
مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ “Beni tesbih etmeyen hiçbir zerre yoktur.”
Münkir de tesbihindedir. Niye? Sedâ-i hafî ile terennüm eder Allah’ı. Ne demek sedâ-i
hafî? Bak. Çektin içeriye bir “hiii” dedin değil mi Allah’ın zât ismidir, bir
de “huu" dedin Allah’ın HÛ ismidir. Seni öyle bir makinenin içerisine
koymuş ki: “İstesen de istemesen de Beni anacaksın!” der. Terennüm-ü Hafî içerisinde devam etmektedir, diyor.
Demek oluyor ki, insan denilen
can, maddesi üstten alınmıştır. Hakk’a enis olan kimseye ahlak, insan der. Munisi,
yâri, nigârı Hak olan kimse, ahlakın tarifatında[13]
insana girer, insan olur yani. Bütün kâinatın hüsn-ü anını toplayan varlığın
adına, insan denir. Hakk’a naib olan mânânın adına, insan denir. İnsan
tariflerini yapıyoruz.
Aklın tarifini yapalım: Meçhulden
malumu çıkaran kuvvenin adına akıl, denir. Hissin galatlarını tashih eden
kuvvenin adına akıl, denir.
Vazifenin tariflerini yapalım.
Söylediğim cümlelerin tariflerini yaparaktan geçiyorum. Geçen konuşmada da
yaptık. Hemen hemen her konuşmada tekrar ederiz. Sofranın ekmeği olduğundan
dolayı.
Vazife, vacibu’l-icra olan
şeye denir. Türkçeleştir, daha açık
söyle: Yapılması örfen, aklen, vicdanen, kalben, cemiyeten, dinen, ahlaken,
yapılması mecburi olan işin adına vazife denir. Anlatabildik mi acaba? O hâlde
mukaddestir. Mukaddes olan şey kutsiyâttan doğar, kutsiyât ahlakiyattan doğar, ahlakiyat
Zât-ı Barî'ye iman ile olur. Binaenaleyh, bu kanallardan geçmeyip de şunun
bunun keyfinden sadır olan şeyin adına vazife denmez. Biz maalesef keyfe hizmete
de vazife deriz. Bir şey anlatabiliyor muyum? Olmaz. Bunlar bittikten sonra
âlem-i kudret açılır. Bizi doyurucu âlem. Çünkü tatmin olmaz beşer biraz
tekâmül ettikten sonra. Tatmin olmuyor. Kudret öyle bir kudrettir ki, yirmi
sene evvel bir hadisenin karşısında seni zevk ile şakır şakır güldürür. Buraya
kadar ağzın açılır, yirmi sene sonra aynı hadiseyi diker, hüngür hüngür
ağlatır. Sen aynı adam olduğun hâlde. Anlatabildim mi acaba? O hâlde!
İşte ihtirasat-ı nefsaniye ile
kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirasat-ı nefsaniye ile nasıl yıkıldığını bu
kafa gözümüzle, kalp gözümüze ihtiyaç kalmamıştır, kafa gözümüzle görünür,
gözükür. Onun içün bu zevkler insanı tatmin etmiyor. İnsan, makamında teâli
ettikten sonra gönlü huzur içerisinde yaşamıyor.
Her hafta söylediğim gibi beşerin
ilmi çok yükseldi, felsefesi aklı durdurdu, fenni artık semaya çıkmaya başladı
ve çıkacak. Benim Kitabımda haberi var. Evet, büyük Kitap öyle der.
اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ
سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ[14] Allah
semavatta, yer üzerinde yaptığının bir mislini yapmıştır, haber ver,
diyor Habibine. Hazreti Ali’ye soruyorlar, bu anlamadık bu
وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ “Burada olanın
bir misli var.” Diyor. Yine anlamadık. “Senin gibi bir Abdullah İbni Abbas,
benim gibi bir Ali İbni Ebu Talip bugün âlem-i semada mevcuttur. Anlamayacak ne
var?” “Herkes böyle değil ki efendim olmaz öyle.” Olur. Olmaz
deme.
[15]
مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِۜ “Men”
kelimesi zevi'l[16]-ukul ve
zevi’l -ruha racidir. Akıllı ve ruh sahibi mevcut vardır, diyor Allah. Biz,
Allah’ın varidatından, tecelliyatından, şöyle bir misal getireyim size; büyük
bir saray tasavvur edin, haşa bunun gibi değil ya tefhim için söylüyorum. Bunun
ne kıymeti var bu misalin. Böyle tahfif[17]
edilir mi saltanat-ı İlahiye? Anlatmak için söylüyorum.
Büyük bir saray tasavvur edin, o
sarayın da bir de aşağıda kalorifer işleten bir kömürlük odasını tasavvur edin.
İşte mevcudatı bir daire tasavvur ederseniz, biz kömürlük odasına oturan kısmındayız.
Bir şey anlatabildim mi? Biz daha henüz kömürlük odasındayız. Onun iç odası
var, misafir odası var, salonu var, hususi muayede[18]
yapılacak yerleri var. Üüüü, biz kömürlük odasında, isli oda da. O odanın
içerisinde ufacık bir masaya sahip oluruz, yaratırız diye kalkarız. Bir parça
genişçe bir de dört kitap okuruz bizden daha yüksek kimse yok, diyerekten.
Geniş bir kasaya malik oluruz, vurmak, kırmak, inletmek hakkı bizim elimizdedir,
diyerekten.
Uyku; Uyuyoruz, yok mu böyle
uyku? Uyumaz mısın? Uyudum mu hiçbir şey söyleyemem. Uykudan büyük adama ikaz
edici, irşat edici hiçbir vasıta yoktur. Uyku kâfi. O semayı deler gibi
baktığın nazarların, yeri ezer gibi bastığın ayakların, yeleğin koluna doğru parmağını
şöyle getirerek böyle yapmış olduğun tavırların hepsini o uyku alır. Boynun
bükülür, biraz yastık bozuk olursa başlar musiki yapmaya, çirkin bir şekilde,
yaa! Ne ne, ne var ama varsa niye uykuyu
getirdin. Uyku beşerin aczini ispat eden bir vasıta. Elinde ne varsa
senin alır. İlmini alır, şuurunu alır, aklını alır, karını alır, kocanı alır,
çocuklarını alır, masanı alır, rütbeni alır, bahr-ı umman-ı ehadiyete atar. Yine böyle tık
tık vurur sana manen kalk bakalım, der. İşte buyurun, ilminiz, masanız,
karınız, kocanız, dikkat edin, der. İşte her gün alıp veriyorum, bir gün
vermeyeceğim, bakalım ne yapabileceksiniz? Ben senden her gün bu varlığı
alıyorum, benim bunlar. Yine sana eğreti veriyorum ama sen hâlâ benimle azamet
yarışına kalkıyorsun, insan haklarını tepeleyeceğim diye çalışıyorsun. İnsan haklarını tepeleyeceğim diye
çalışıyorsun.
Bir dostum bir sual sordu. Güzel
bir sual. Dersle de münasebeti var konuştuğumuz mevzû ile de. O suali bildiğim
kadar açayım. Suali mânâ ilmine ait. Sualde deniyor ki, insanın kıymetini bildirdik ya. İnsanın büyük
kıymeti var. O kadar kıymeti var ki, “Levh-û muakkibat[19]”
diyor, Allah.
“Ben bir insanı meydana getirdim
mi ona meleklerden uşak yaparım. Hizmetçi tayin ederim. Benim iznim dairesinde
onu takip ederler. Onları iğrendirecek fiiller yapmayınız, sıkmayınız benim
memurlarımı. Ben sana kıymet verdim, sana niye kıymet verdim? Seni, Ben ilm-i İlahimde
tuttum, âlem-i gayba sevk ettim. Buruc-u isna aşer[20]
de seyir yaptırdım, semâvât-i seb'ada[21]
anlar geçirdirttim, kevakib[22]
âlemine gönderdim. Nihayet anasıra büründürttüm, mahalli tekvin olan rahm-i
maderde, o merhamet mahallinde, (anlatabiliyor muyum?) Sana ruh-u menfuh ile
seni tesviye ettikten sonra bir tecellim oldu ki meleğe dahi uzaklaş bakalım, bu
kulumla aramda bir rabıta başlayacak. Sende agâh olmayacaksın diye oraya memur
olan meleği dahi uzaklaştırdım. Ruh-u menfuh ile keyfiyeti bana malum olan bir
tecelli ile ruh nefh ettim. Kerremna tacını giydirdim, seni kendime muhatap
tuttum, seninle konuşmaktan zevk aldım, kendime
geleceksin, seninle konuşacağım dedim. Binaenaleyh, sana bir saltanat verdim mânâ
âleminden seni takip edici memurlar tayin ettim. Benim hatırım içün çirkinlik
yapmayın, onları sıkmayın.” der. Anlatabiliyor muyum acaba?
İnsanın ind-i İlahide saltanatı
büyük. Böyle bir tane manzume, bir kuvva, iki tane, böyle değil,
binlerce. Sonra iki tane de bu memurlar arasında yazma vazifesini alanlar var.
Biri sağ tarafında biri sol tarafında.
(Benim bu söylediklerim, maddenin
kesafetinde yüzen, insanı tekâmül etmiş bir hayvan diye tanıyan, itikadında
bulunan adama ait değil. Biz onunla da konuşmasını biliriz. Onun çerçevesi
başka. Sizi inanan zümre diyerekten konuşuyorum. Geliş ve gidişteki gayeyi duymuş, kendisini
iyi tetkik etmiş: “Benim gibi akıllı, benim gibi irfanlı, benim gibi iz’anlı
bir varlığı; irfansız, iz’ansız, akılsız, şuursuz kör bir tesadüf meydana
getiremez.” diye iman etmiş. Ben bir cüz’üm bu cüzde bulunan varlığın bir küll’ü
vardır diye gönül vermiş, bu sınıfa ait konuşuyorum. Bir de bunun haricinde bir
sınıf daha vardır. “Bu kâinat kör bir tesadüfün neticesidir. İnsan tekâmül
etmiş olan bir hayvandır. Ne ebediyet, ne mânâ, ne ezel, ne ebed, olmuşun
tesadüfen. İhtirasat-ı nefsaniyen kabardığı vakit; elinde fırsat var, vur, kır,
yak, işte senin içün bir nimet!” Bu sınıfın konuşması değil bu konuştuğum.
Bunlarla da ben konuşmak kudretine malikim gaye-i Hûdâ da ama sizi öyle
tanımıyorum ben. Şimdi, bu zevke intisap etmiş, ölümü vuslat tanımış, ten
kafesinden bir gün kurtulup, bir vuslat yapacağım aşkıyla yaşıyor. Öyle insan.)
Bu hususa fen de yardım etmiştir.
Çünkü Allah, bu asırda fen ismiyle tecelli etmiştir. İnkâr kapısı kapalı. Niye?
Dünyanın bir köşesinde konuşuyor, burada dinliyoruz. Hatta suratını da
görüyoruz konuşanın. Konuşma esnasında böyle derin derin eğer bir kalbi varsa nefes
alış tarzını da duyuyoruz. Aylarca sahaya süren bir mesafe. Kudret dersi kapadı.
Bitti artık dedi, inkâr kapısı kapanmıştır. Senin söylediğin hariçte mahfuz
olmasa, Kudret onu muhafaza etmese, burada sen onu dinleyebilir misin? Bir şey
zayi olmuyor. Okuduğun ufacık ilim de bunu böyle söyledi, ne eksilir ne artar
diyerekten. Benden aldı, bana sattı! Sonra, zannetti ki bizim mânâmızda yok.
Sen dedenin kitabını çok iyi oku.
Çok iyi oku, çok. Taklit iyi şey değildir, taklit afettir. Sen üredi türedi bir kavim değilsin. Kökü çok
temiz, ilme mevzû vermiş, sanata model vermiş, bire on döğüşmüş, âşık bir
milletin çocuğusun. Necip Türk kavmi öyle. Tarihte yok, öyle bir kavim
yetişmemiş. İftihar et. Senin tarihin hakkında konuşulursa şüphe et. Birisi aleyhinde
bulundu mu, senin şecereni ben tetkik edeceğim, de. Seni ben, ben korkarım
senden, de. Seni ben tetkik edeceğim, de. Bire on döğüşmüş, ne masaya ne kasaya
ne rütbeye ne câha değil. Hak ve hakikate câm-u şehâdetini nûş etmiş. Oğlum
serbest Allah desin, demiş. Kızım ismet ve iffet numunesi olarak yaşasın,
demiş. Duymuş. Duymamış dersen, git kütüphaneye bak dedenin kitabına. Dünya
sahnesindeki asarına bak.
Nenenin işlemiş olduğu gömleği
işleyecek bugün el yok dünyada, yok. Onun yapmış olduğu oyayı yapacak el yok.
Ne makine yapar, ne senin elin yapar. Ne dünyanın eli yapar. Nenenin eli yapar.
İstersen bahse girerim. Ben hazırım. İki konuşma evvel söylediğim gibi; nenenin
dağda bayırda bulmuş olduğu çiçekten çıkarmış olduğu boyayı, bugün Alman
kimyageri çıkaramıyor. Beş yüz sene evvel nenenin örmüş olduğu şu kadar halı
milyonla liradır. Onun yününe filesine
vermiyor. Boyasına veriyor. Nereden buldu bu boyayı, nasıl çıkardı, diyor.
Bulamıyor. Gönlü bir yere bağlı olan yerden çıkar bunlar. Anlatabildim mi? Sen öyle...
Dedenin dökmüş olduğu çiniyi
bugün Avrupa fabrikasının hiç bir tezgâhı dökemiyor. Çıkar Rüstem Paşa
Camii’nden bir çini taşını, gez bütün Amerika’sını Almanya’sını, nereye
gidiyorsan git fabrikaya sipariş ver, bu daha iyi, der. Biz bu elin karşısında
dururuz, yok. Böyle el yok, diyorlar. Hani böyle aptal, ahmak, aklı ermez filan
böyle adamların çocuğu değilsin sen. Ööyle, burasından buraya kadar müsavi, buradan
aşağısı müsavi, defter kabı gibi adam değil. Her tarafı, hüsn-ü
anı, kafası, ne bileyim ben, bir şeyle dolu bir adam. Bir camia. Yine o sende vardır. Kül gelmiştir üfle geçer, altından çıkar
tezyinat. Dünyanın her tarafından manevi zehirli bir gaz sıkıldı, dünyanın her
tarafından, bütün dünya üzerine, isti’datlar körlendi kapandı, mapandı. Tabi o rüzgâr
bize de esti, bizi de örttü kapadı fakat sıkı bir şey edersen böyle altından yine
o çıkar o. O renk çıkar. O renk çıkar. Yoruldunuz mu?
Suali tahlil ediyoruz, sual.
Sevdiğim bir insanın, güzel anlayışlı bir suali. Bizim işimizle de konuşmamıza
uyan yerleri var. Herkesin bilmesi lazım olan bir bahis. İnce. Kolay sual değil;
zor, çok zor. Ama anlatacağım çok kolay olacak sonra. Çok zor olmazsa çok kolay
olacak. Bir sağ canibinde bir de sol canibinde, ef’alini tespit ediyor.
Saltanat-ı ilahiye. Mesela, saltanat-ı ilahiye deyince ne çıkar? Misal verirsem
daha iyi anlaşılacak.
Sizinle on dört asır evveline
fikren seyahate çıkarsak, görürüz ki kâinatı büyük bir zulmet perdesi kaplamış.
Medeniyetler tamamıyla vahşete inkılap etmiş. Zayıf kavîden hakkını alamaz.
Fuhuş memduh[23], edep
makduh[24].
Irz şeref namına satılır. Alçak insanlar iş başına getirilir. Geçen konuşmamda
dediğim gibi kadın hayvan gibi pazarda satılır. Kadın haklarını biz meydana çıkarmışızdır.
Kadın hakkı tanıyan bir medeniyet yoktu dünyada. Hayır, biz çıkardık. Ölür, miras gibi kalır, tel
dolap gibi, sayılır. Hani bir adam ölünce mirası şöyle yatar bir tarafa, şunlar
bir tarafa. Kadın da öyle; şey gibi, karyola gibi, tel dolap gibi, masa gibi
bir şeyi yok. Zâtî bir hürriyeti yok. Hiç! Kadının varlığını, Hazreti
Muhammed meydana getirdi. Hiç kimsede
yok.
Dünya daima bir insan bekler. O
vahşetin içerisinde de kırık kalpler var. Var ama o kırık kalpleri tutacak el
yok. Görüyorlar bütün sahne cinayetle dolmuş; zayıf, garip, kudreti elinde
olmayan kırık kalpler de nereden bir ışık çıkacak Ya Rabbi, diye bakıyorlar.
Bir ışık çıkacak ama nereden çıkacak?
Hiç umulmayan, akla gelmeyen, öyledir. Kudret öyle yapar. Âdeti O'nun
öyle. Bir çölden bir nur parlar. Dava Hira dağından açıldı. Şimdi bu bahis uzun
sürer. Ben, asıl saltanat-ı İlahiyeye
misal getireceğim; burasına ait bir yer, ama beş yüz sayfayı atlamak lazım.
Konuşurken, hepsini anlatsak saatimiz dolmaz, yetmez.
Davayı akıl kabul etmiyordu. Dava
ne biliyor musunuz? Dava şu: Aciz insan putuna tapılmayacak. Zulme divan
durulmayacak. Zayıf kavîden hakkını serbestçe alacak. İnsan hakları daima
sertac-ı ibtihac[25] edilecek. Kimin kalbi merhametle çarparsa diğer insan
üzerine tercih edilecek. Rütbeye, masaya, kasaya itibar edilmeyecek. İtibar
insanlığa olacak. İşte bu. Dava bundan ibaret. O günkü medeniyetin de işine
tabiatıyla bu gelmiyor. Hepsi hasım oldular. Hısımlar da hasım oldu. Öyle hasım
oldular ki nihayet suikast hazırladılar, hayatına nihayet vermek istediler,
neler yaptılar, neler yaptılar fakat Allah dedi ki:
وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ[26]
“Ben liyâ-i[27] İlahiden
giydirdim.
هُوَ الَّذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ
الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۙ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ[28]
وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدً
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ Muhammedim, hürriyet-i zâtiyyemde ne varsa seni onunla teçhiz[29]
ettim. Öyle gönderdim. Kâfirler patlasa, müşfikler çatlasa,
mürtetler inlese senin azamet-i Ahmediyen ilâ maşallah devam edecek.” Değil mi
ya? [30] وَكَفٰى بِاللّٰهِ
شَه۪يدً “İsterse kâinat inkâr etsin. Benim sana
şehadetim kâfi değil mi? İlk önce, Ben iman ediyorum sana.” Al bakalım [31] مُحَمَّدٌ رَسُولُ
اللّٰهِۜ . Bir zevk alıyor musunuz? “Benim kâfi gelmiyor mu? Öyle bir
düstur kurdum ki, diyor Hûdâ. Seni
tasdik eden de etmeyen de sana verdiğim burhanım dâhilinde yürüyecek.” Bugün
kâinatta nerede ne varsa, heyet-i umumiye bütün varlık, Kur’an ne demişse onun
dediği ile yürüyor. Tasdik etmiyor. Bize lazım değil onun tasdiki. Kabul
etmiyor, aleyhinde bulunuyor, yakıyor, reddediyor. Hayır, O ne demişse o, onunla yürür.
وَمَنْ اَعْرَضَ
عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا[32]
İşte şu nazmının karşısında duramıyor.
Bugün masası olan
da böyle düşünüyor inliyor, kasası olan da rütbesi olan da, on
parası olmayan da
var olan da. Kafası biraz işledi mi tir tir titriyor. “Huzuru yok burada, öyle
inleteceğim.” diyor. Sebepler var onun neden zail[33]
oluyor, önüne geçemiyor. Ve geçemez. “Benim dediğim olacak!” dedi çünkü. Her
asrın Nebisi kim, her asrın kitabı hangi kitap; o asrın insanı onu ister
sevsin, ister sevmesin O ne demişse onun dediğinin arkasından tıpış tıpış
yürüyecek. Tav’an[34]
yürüyenler akıllısıdır, kerhen[35]
yürüyenler artık onlara ne diyelim bilmem. Yürüyecek çare yok.
İşte biraz evveli dediğim gibi; bütün inzibat teşkilatı çalışıyor, dünyanın
bütün terbiye tezgâhı dolaşıyor, binlerce terbiye kitabı çıkıyor, milyonlarca
ahlak nazariyeleri çıkıyor, yüz binlerce diplomat kafalar toplanıyor böyle ter
içerisinde, sekiz saat, on saat, dört
saat, ay sene geçmiyor. Dünyanın her köşesinde her gün bir varlık toplanıyor
fakat beşerin ah sesini dindiremiyor ve dindiremez de. Neden dindiremez? Bu
şekilde dinmeyecek, dedi Allah. O Kitap öyle dedi, dinmeyecek, dindiremezsin.
Nasıl diner? Onun da ilacını vermiş. Böyle olursa diner. Dinmez.
Beşer bizâtihi hür değildir, hayalinin kölesidir. Senin hayalini tasdik eder mi
zannedersin Hûdâ? Yok azizim! Çabala çabala, ah-of şöyle böyle... “Haydi gel.
Hayattan azl oldun, yallah çukura! İstikamet karşı ki çukura, marş, marşş!
Doldur çukuru!”
Neyse... Dava açılmış, zaman geldi çok sıkıntı çekildi,
boykotlar ilan edildi, aç bırakıldı. Ee burası cihat. Sıkıntıda zevki
bulacaksın. Belaya talip olan, belaya ragıb olacak. Güzellikler çirkinliğe
gizlenmiştir. Adet öyle. … İşine gelmedi mi gel, diyor. Gel gel, gel ver bana.
Benimkini ver, senin bende neyin varsa al git. Cebir yok diyor bende. Ben
tamamıyla demokrasi ilan etmişim. Enfüs de öyle tam bir şeyim vardır amma sana da
hürriyet vermişim serbestsin. Olur ya benim Allahlığımı beğenmezsin. İyi idare
edemiyor dersin, pekâlâ, diyor. Ya, böyle der kendisi. Bunu açık konuşur. Men
lem yerda bi-kazâî. İbaresi bu. “Beğenmedin mi? Pekâlâ zorluk yok. Senin bende ne’n varsa benim sende ne’m varsa
seninkini bana, benimkini sana ver, değişelim. Buyurun, hududun haricine çıkın.”
Bu sıkıntılar geçti, dünyanın mukadderatı bizim elimize
girdi. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, âdeti öyle idi. Gece karardıktan sonra, hava
karardı mı evde ne varsa verirler. Dağıtır, âdeti öyle. Ezvac-ı tahirat
arasında Yani Peygamber’in zevceleri arasında en genci Hazreti Aişe. Ebu
Bekir’in de kızı. Hususi bir de kıymeti var. Neden hususi kıymeti var? Allah’ın
göndermiş olduğu vahyi Peygamberden, çabuk
öğreniyor, insanlara çabuk öğretiyor. Ayrı bir kabiliyet. Onun içün daha fazla
hoşuna gidiyor. Anlatabildim mi acaba? Daha çabuk öğreniyor, daha çabuk
öğretiyor. Genç.
Ganâim[36]
geliyor, hava karardı mı çağırın, diyor. Ashab-ı ihtiyaçgiller alın alın, gönderiyor. Bir gün dedi ki, Aişe. (Size ben
bunu anlattım ama şimdi münasebet getiriyorum da onun içün anlatıyorum.)
Hazreti Aişe bir gün dedi ki, diğer arkadaşlarını topladı: “Biz, bidayette çok
sıkıntı çektik, aylarca evimizde ışık yanmadı. Ee bu sıkıntıdan biz ıstırap
görmedik, bunu hâl’en zevk edindik. Aylarca bizde bir ateş yanıp da bir lokma bir
şey pişmedi. Bunlara, biz hepsine göğüs gerdik fakat bugün Kudret bizi
ganimetle varlık içerisinde müstağrak kıldı, ne yapalım ki büyük Peygamber
akşam kararınca evde bir şey bırakmıyor. Benimle beraber hiç kimse olmaz mı?
Söyleyelim de biraz da bize kalsın.” Hazreti Sevde dedi ki: “Aman sakın, beni
karıştırmayın.” Cenab-ı Zeynep vardı, dedi: “Ben de karışmam böyle şeylere.”
Neyse sözleri uzatmayalım. Hazreti Ömer’in Hazreti Hafsa dedi ki: “Ben beraber
olurum.” “Neyse İkimiz yeter zaten. (dedi) Bir arkadaş buldum bana yeter.” Yine
bir ganâim geldi, ayırdı. “Bunlar verilecek” dedi. “Ashab-ı ihtiyaca bunlar
verilecek.”
“Müsaade eder misiniz?” dedi Hz. Aişe. Buyurun, dedi. “Biliyorsunuz
ki siz bu davayı açtığınız vakit kâinat bize hasım olmuştu. Çok ihtiyaçlı
günlerimiz oldu. Fakat Kudret bu kapıyı kapadı, geniş bir kapı açtı. Biraz
müsaade etseniz de evimizde de biraz bir şeyler kalsa.” deyince,
“Yaa, benim görüşüme siz fikir yürüttünüz, müdahale etmek
istediniz öyle mi?” dedi. Çok müteessir oldu. O esnada Hazreti Ali içeriye
girdi. Tesadüfen. Baktı ki Peygamber müteessir. Nedir, dedi. Ayşe bana böyle
böyle teklifte bulundu.
“Ya Rasulullah! Medine’de Aişe’den başka kız kalmadı mı?” Onun
üzerine Peygamber dedi ki: “Bunların talakını senin eline verdim. İstediğini
boşa!” Tabi Hazreti Ali bu. Öyle şey yapar mı? Kapıyı kapadı, aynı teessürü,
aynı mânâyı taşıdığından dolayı, aynı teessürü giyinerek ayrıldı. Ayrılırken
dedi ki:
“Bunların hiçbirisi benim yanıma girmesin!” gazada
düşmüşlerdi, bacakları yaralanmıştı, sargılıydı, rahatsızdı. “Kızım Fatıma’yı
gönder bana baksın.” Ve hiçbirisini odasına almadı. Mescid-i saadette bu haber
açıklandı. Hazreti Ömer bu haberi duydu. Haber, Peygamber haremlerini boşamış, diye açıklandı. Kimseyi
kabul etmiyor. Koşarak geldi. İçeriye girmek istedi. Sokmayın, dedi Peygamber.
Kimse girmeyecek içeriye. Yalvardı: “İçeriden cevap ver. Kızım mı seni üzdü,
onu imha edeyim. Talak vaki oldu mu?” dedi. “Hayır!” dedi. Ferahlandılar. “Bir
iş yok.”
Şöyle bir iki üç sayfa atlayarak geleceğimiz yere gelelim.
Zaman geldi, yirmi dokuz gün geçti. Cenab-ı Hak, Cibril’iyle haber gönderdi. “Affetsin
Aişe’yi.” Yalnız, bakın Allah’ın mânâda ki, bizde ki genişliğe bakın. O ne
serbestlik. “Yalnız hepsini toplasın. Bu hâle razı olursanız benimle kalın. Dünya
saltanatına razı olursanız onda da çok müstağrak kalacaksınız, büyük
saltanatları size yine Kudret verecek,
benden ayrılın. Bu teklifi yap, affet!” Anlatabiliyor muyum? Bu teklif yapıldı,
tabi kim bırakır, olacak iş değil o. Ondan sonra diyor ki nazm-ı kerim de,
söyle Aişe’ye meleklerimle üzerine yürürüm Söyle Aişe’ye… Sualin cevabını hâllediyorum.
Söyle Aişe’ye meleklerimle üzerine yürürüm. Allah’ın kendisi kâfi değil mi? Bir
şey anlatabiliyor muyum acaba? Allah’ın kendi kâfi değil mi, haşa! Ne diyor
nazım da, söyle Aişe’ye meleklerimle üzerine yürürüm. Burada iki tecelli var.
Tecellinin birisi, Ayşe’nin İnd-i İlahideki kıymetini bildiriyor. Azametine
binaen. Onun yanındaki kıymetine binaen, saltanat-ı İlahiye iktizası, “Meleklerimle
yürürüm” diyor. Bir şey anlatabildim mi acaba? En ince yeri bu. Onun kıymetini
Peygambere takdim ediyor, Aişe’nin de yapmış olduğu vaziyete karşı tevhihinin cinsini
ilan ediyor. İşi şık birden bu.
Şimdi insanın
yanında iki tane meleğin onun hesabatını yazması, insanın bütün mevcudat
içerisinde hususi ind-i İlahide bir kıymeti, bir saltanatı olduğuna işarettir.
Bir şey anlatabiliyorum galiba değil mi ya? O ayrı bir kıymet. Yoksa ondan
hiçbir şey lüzum yok. Onun bir azametini beyan ediyor.
Sualde deniyor ki: “Bir insan esasen said ise saiddir.
Şaki ise de şaki. Ezelde said ise saiddir, şaki ise şakidir. Bu saidin şaki
olması yahut o şakinin said olmasına imkân yoktur ki bu neden yazılır çizilir.” İşte anlaşılacak nokta bu.
Beşerde şöyle bir hâl vardır. Ezel dendiği vakitte bir vücud-i zihni
yapar da milyonlar milyarlarca sene evvel bir kayıt gözetler. Zihnen bir hesap
yapar. Allah ondan münezzehtir. Bu an
ezeldir, öbür an ezeldir, nâmütenâhi ezeldir, nâmütanâhiden ta iptida ebeddir,
ta iptidadan bu taraf ebed. Anlatabiliyor muyum acaba? Tarafsız ebed, tarafsız
ezel. Ezel diye böyle gözünü kapayıp da milyarla, milyonla yahut adede
girmeyecek bir seneyle arkaya gitmek yoktur. O, her an bir şandadır. Bizim içün
şu konuştuğum an ezel. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Şöyle anlatayım size.
“Es-saîdi saidin fî batni ümmihî, eş-şakiyyü şakiyyin fî batni ümmihî. Said saiddir annesinin
karnında, şaki şakidir annesinin karnında.” Bunu yanlış anlamışlardır. Said
saiddir annnesinin karnında dediği vakitte, dokuz ay taşıyan anasının karnı
anlıyor. O değil. Yahut şaki şakidir annesinin karnında dediği vakitte, dokuz
ay onu taşıyan ananın karnını anlıyor. Bunlar değil. Bize annemizin karnındayken
havâs verilmiştir. Değil mi? Görmek için göz, tutmak için el, işitmek için
kulak, tatmak için ağız, bu havâsımızı biz kullanır mıyız anne karnındayken?
Kullanmayız. Gözünü kullanır mısın anne karnında? Kullanmazsın. Kulağını? Verildi
ama kullanmazsın. Niçün? Anne karnı o havâsı, o hisleri kullanmaya müsait değil.
Doğarız. Doğunca asıl anne karnına düştük, işte dünya. İkinci anne karnındayız
biz şimdi. Ölümle doğacağız, asıl doğum o vakit. Anlatabiliyor muyum acaba?
Şimdi nasıl anne karnında verilen o gözümüzü, kulağımızı, o havâsımızı
kullanamıyorduk, orası müsait değildi; doğduk bu anne karnında kullanıyoruz,
görmeyi tatmayı, tutmayı. Çünkü bu karın müsait. Fakat bu karında da bize havâs
verildi. Bunları da burada kullanamıyoruz. Anne karnımızda verilen havâsı, o ana
karnı müsait değildi kullanamadık, burada da verilen havâsı da bu ana karnı
müsait değil, kullanamayacağız. Öldükten sonra kullanacağız. İşte Peygamber’in النَّاسُ نِيَامٌ
فَإذَا مَاتُوا انْتَبَهُوا İnsanlar
uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar, demesinin mânâsı budur. Bir şey anlatabildim mi?
Şimdi bu ana karnında dünya karnında yani ya bir adam,
hayatını saadetle geçirip de ölüm denilen ikinci hayata gittiği vakitte artık o
saadet, şekavete inkılap etmez. Yoksa benim ana karnımdakinde değil.
Anlatabiliyor muyum? Keza bu anne karnında ben fıtrat-ı asliyemi bozmuş, “Küllü
mevlüdin âla yuledü fıtratıl islam. Her gelen selamet-i fıtriye ile gelir.”
emrini ayakaltına almış da şaki olmuşsam, ölüm denilen doğumdan sonra artık o
şekaveti ben saadete inkılap ettiremem. Bir şey anlatabildim mi? Mevzûun asıl
anlatılacak yeri bu.
Sonra ilim malûma[37]
tabidir. Tabire dikkat edin. Allah’ın bir şeyi bilmesi o şeyin öyle
olmasını mucip değil. Şurada bir kuyu var. Siz burada duruyorsunuz, oradan biri
geliyor, diyorsunuz ki bu gelen dikkatsiz geliyor. Buna görmek için göz
verildi, yürümek için ayak verildi, her şey verildi fakat dikkat etmiyor. Bu
gelen bu kuyuya düşecek. O da rap dedi düştü. Sizin bilginizden dolayı mı
düştü? Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Sizin bilmenizin onun düşmesine bir
sebebi var mı? Hayır. Artık bunlar üzerinde daha öbür tarafa geldikten sonra hâl
anlatır, kâl kesilir. Buraya kadarını dil söyleyebilir.
Saltanat-ı İlahiye icabı her ağzına almış olduğu lokmanın
tatlılığının ve acılığının zevkine varan kimse ef’alinden mesuldür, demiştir Hûdâ.
En mühim cevabı Hazreti Musa söylemiştir.
Büyük bir tepede duruyordu, bir zirvede, iblis tecessüm etti,
vücutlaştı. Musa (as)’a dedi ki: “Kadere imanın var mı?” “Evet!” “Şu zirveden, şu yüzlerce metrelik yerden kendini
aşağıya fırlatsan, ölmekliğin mukadderse ölürsün, değilse ölmezsin değil mi?” Evet. “E
at bakalım!” “Ha, beni Allah’a imtihan
etmekliğe mümeyyiz olduğumu sana kim söyledi!?” Bir şey anlatabiliyor muyum? Ben
Allah’ı imtihan etmekliğe tayin olunan bir mümeyyizim diye sana kim anlattı
bunu, kim söyledi?”
Şart-ı ubudiyet teslimiyettir. Diğer bir nazım daha vardır.
Gönülleri ferahlandıran, bu nazm-ı kerim nazil olduğu vakit İmam-ı Ali sema
etmiş. Dönmüş yani ya. Zevkinden sırtındaki rida-i saadeti düşmüş. Nazım bu.
[38] يَمْحُوا اللّٰهُ
مَا يَشَٓاءُ وَيُثْبِتُۚ وَعِنْدَهُٓ اُمُّ الْكِتَابِ
Mânâsı ne bilir misiniz? Allah’u Teâla diyor ki: “Ben
Allah’ım istersem ilm-i ezelimle yazdığımı silerim. İstersem silerim. İstersem
ispat ederim.” Bunu ne vakit gönderdi?
Peygamber’in nazına dayanamadı. Çünkü en üzüntüde Cenab-ı Peygamber. Neden? “Ben, seni sebeb-i hilkat-i âlem-i âdem yaptım.”
diyor, yani mevcudatı senin hesabına yaptım. Onun içün çok üzülüyor. Hiç
kimsenin incindiğini istemiyor. Kurtardı, kurtardı, kurtardı, nihayet, bu nazmı
da kurtardı.
يَمْحُوا اللّٰهُ
مَا يَشَٓاءُ وَيُثْبِتُۚ وَعِنْدَهُٓ اُمُّ الْكِتَابِ
“O yazılmış, mukadder olan şeyi ben silerim. İstersem.
İstersem ispat ederim.” ‘Silerim’ önce geldiğinden dolayı, öbür tarafını
söylemeye ben de mez’urum[39]. Bu
kadar. El verir ki teslimiyet, ihlas, benlikten soyunmak şekilleri tecelli
etsin. Teslimiyet.
Size misal getireyim size, eski misallerde getirmiştim.
Mahmud-u Gaznevi’nin bir kölesi varmış. Köle! Zahirde köle, fakat hakikatte
Mahmud-u Gaznevi köleye köle. Ya! Ne büyük adamlar yetiştirmişiz. Hâlâ daha
aslımızı tetkik edip mânâmız üzerinde bir varlık var diyerekten üzenip bakmaya tenezzül etmiyoruz.
İşte âlem-i Hristiyaniyetin başı, krallara ayağını
öptürten, en büyük Avrupa ricaline dizinden öbür tarafa izin vermeyen,
kapısının önünde tutturan Papa; senin dedenin, Mevlana’nın gününde haberini
gönderdi. “Hristiyaniyeti temsil ederek
o büyük adamın önünde eğiliyorum.” dedi. Göğsün kabarmadı mı? Medeniyetini
taklit ettiğin sahanın adamı. Papa, Papa. En büyük kral geldi mi kapının önünde
durur ve yere kapanır. Ayağını öper, müsaade ederse dizini öper, beş dakikadan
da fazla huzurunda tutmaz. Beş milyon liralık terlik giyer. Yüz milyon liralık
elbise giyer. Zevahirini sana anlatayım. Pırlant işlemeli. Anlatabiliyor muyum
acaba? En büyük diplomat girdi mi onun kapısının önünde durur böyle. El pençe
divan durur. Papa, Papa. Ha, anlamıyor musun bir şey? Deden, hâlis-üd dem[40]
Türk. Afgan, Belhli, Türk’ün tam olduğu yer Konya haddizatında keza oradan
gelmiş, şöyle etmiş böyle etmiş. Selçukilere şeyhülislamlık etmiş, şunu yapmış
bunu yapmış, şu kadar da asır geçmiş, oradan onun huzurunda “Hristiyanlık
namına hürmetle eğilirim.” diyor, eğiliyor. O Mevlana’yı da kaldır, sen feyzini
nereden aldın? “Ben de Hazreti Muhammed’in ayaklarına eğilirim.” der. Nereye bağlanıyor? Anlıyor musun acaba?
Allah dedirttirir. Sen nimetin içerisinde bulunursun, arkanı dönüp bakmazsın.
Papa, öyle dedi. Okumadın mı gazetelerde? Artık üç sayfa mı okumuş, beş sayfa mı
okumuş, yok ananeni mi tenkit etmiş “öyle zırıltı” der! Konuşma, de. Senin medeniyetini
taklit etmiş olan saha senin dedenin ayağını öpüyor. “Sen daha ne konuşuyorsun,
kes!” de, cevap bile verme.
Öyle bir hayat yaşa ki kardeşim, sen öldükten sonra, “Sen
ölmedin, bizim nazımız, bahtımız öldü.” diye dövünenler olsun. Anlatabildim mi?
Bu cümleyi zapt et. Öyle bir hayat yaşa ki… Nasıl olsa gideceğiz hepimiz. Gittikten
sonra ahh, sen ölmedin, çünkü sen insandın, insan ölmez ki, ölen zalimdir. Sen
ölmedin, çünkü sen inananlardandın. Mümin ölmez ki, ölen mürtettir. Sen ölmedin
çünkü sende benlik yoktu, ölen benlik davasında gezendir. Bizim nazımız öldü,
bahtımız öldü, çünkü sen bizim kalbimize hayat veriyordun.
Kalbe hayat veren madde verene benzemez. Hâtem Tâî[41]
de sahîdir, Mevlana da sahîdir. Hâtem Tâî, haddizatında insanları madde ile
doyurmuştur. Her düşeni tutup kaldırmıştır fakat doyurduğu şey de cife
olmuştur. Mevlana’nın verdiği gıda her gün gönül sofrasında gezer. Bitmez
tükenmez daima artar. O gönülden o gönüle, o gönülden o gönüle, o gönülden o
gönüle nâmütenâhi ilâ maşallah devam eder. O gıda başka. O vergi başka. Onun
içün bu gibi insanlar öldüğü vakitte: “Sen ölmedin, bizim nazımız bahtımız öldü.”
demek lazım gelir. Öyle hayat yaşayalım. Acaba bir şey anlatabildik mi?
Onların vermiş olduğu gıda, hayat-ı kalbe ait olan mânâ, lisana gelmez ki ben tarif edeyim.
Letafetinden dolayı kelâm almaz. Letafetinden dolayı da beyan almaz. Ne
yapalım? İşte anlayıverin siz. Bilmez. İşitmekle cemal-i İlahiyi, bilmekle
cemal-i İlahiyi arasında çok büyük fark vardır. Öyle demişler: “Sana vasıl
olmak ümidi ile ölmek ne hoştur fakat ayrı düşmek ümidi ile ölmek de çok
boştur.” İki türlü var ölüm. Hûdâ’ya
vasıl olmaklık ümidi ile ölmek ne kadar hoştur, ondan uzak düşmek ümidi ile
zavallılığı ile ölmek de pek boştur, hicrandır. Onun içün hakiki insan ölmez.
Bizim nazımız bahtımız…
Hülasa, mal infakı zail olur amma, ilm-i hâl infakı zaid[42]
olur. Artar zail olmaz.
Böyle bir dostun var mı hayatta aradın mı? “Efendim şunun masası büyüktü bir
yaklaşalım filan.” Sana faydası olmaz kardeşim. Hiç! Kerem; gariplerin
sofrasındadır, güneş viranelere vurur. Boşuna yorulursun, nâhak yere uşak
olursun? “Filanın biraz rütbesi büyük, acaba bana faydası olur mu?” Dalkavuk
yapar seni, icabında ezer geçer gider. Sen garip ara, ne ararsın. Garip
olsun da karîb olsun.
Bu işler aşk ile bilinir, akıl ne kadar kâmil olursa aşkın
zevkini alamaz.
Yanlış anlama aklı at, demek istemiyorum. Ayrı bir bahis o da. O da yine ayrı
bir bahis. Akılla bilinen şey, çünkü mahlûktur. Sen Halık’ı bilmek istiyorsun,
o hâlde aşka talip olacaksın. Akılla Allah bilinmez. Akılla Allah'a
yaklaşılmaz. Anlatabildim mi acaba? Çünkü akıl mahlûk, Allah mahlûk değil. Aşk
mahlûk değil mi? Hayır! Aşk mahlûk değil.
Bunların zevkine vasıl olabilmeklik içün merhamet sahibi
olman şarttır. Çok kuvvetli ara. Kalbinde en büyük yapacağın şey rikkat,
merhamet. Bunu her konuşmada söylüyoruz. Allah insanlık âlemine üç büyük
neşe vermiştir saadete kavuşsunlar içün. Hürmet, merhamet, muhabbet. İlk
önce aileden başlar. İlk önce ufak dostlarınızdan başlar. Birisi ile dost oldun
değil mi? Bu dostunu, tart bir iki gün içerisinde; merhamet, hürmet, muhabbet
olabilecek mi? Olacaksa devam ettir, yoksa dur. Niye çürütüyorsun ömrünü? Ara!
Hazreti Musa’ya Nübüvvet nasıl gelmiş bilir misiniz? Söyleyeyim
mi ister misiniz? Uzun bir kısmını bırakalım da ufak bir yerinden başlayalım.
Şuayb Aleyhisselam’ın kızını aldı. Hazreti Şuayb kendisine
bir sürü koyun verdi, “Haydi bununla Mısır’a git artık, dedi. Hanımını da al,
orada tevakku’[43] et. Kudret sana bir şeyler gösterir elbette.”
Cilve. Yıldırımlar çakar, şimşekler, yıldırımlar düşer, şimşekler çakar ters
söylüyorum. Baran-ı[44]
rahmet, üüü bir vaziyette, koyunlar havanın bozukluğundan şimşekten,
yıldırımdan, her birisi bir tarafa kaçışır. O esnada karısı vaz-ı haml[45]
eder. Onları derleyeyim toplayayım derken, koyunun biri sürüden ayrılır,
kaçar. Onu takip eder. O kadar takip eder ki havalar kararır; o kaçar, o takip
eder. Nihayet bulduktan sonra eliyle merhamet elini -o gazaplı zât- okşayarak: “Bana
acımadın kendine de mi acımadın. Bak ne halde soluyorsun. Hadi, bana acımadın,
kendine niye acımadın ay yavrum!” diye öpmeye başlar. Kudret de manzume-i
melekûte, “Gördünüz mü? Artık Peygamberliğini
vermeli.” Bir şey anlatabiliyor muyum mirim? Artık nübüvvetini vermeli.
İnsanlar üzerinde iyi icraat yapacak, merhametle adaletle tecelli edebilecek.
Tenvir[46]
edelim. “Bana acımadın, hadi kendine de mi acımadın!” diyor, bağrına basıyor.
Nefes nefese hayvan, kendini de çok zorlamış, kendi de çok sıkıntıda. Diğer tarafta
haremi vaz-ı hamlediyor. Şimşek
bir tarafta, yağmur bir tarafta, sürü bir tarafta. O, onu takip edeceğim
bulacağım heyecanı bir tarafta. Ondan sonra da niye kaçtın diyerekten değil,
kendine de mi acımadın a yavrum, diyor bağrına basıyor. Ondan sonra manzume-i
melekûte hitap ediyor:
“Gördünüz ya diyor, artık nübüvvet vazifesi verilmeli.”
Ondan sonra soruyor: “Elindeki nedir bakalım?”
Niye Musa’nın mucizesi ejderha olmuştur. Hep hikmet
doludur. Onu da söyleyeyim mi? Ha, o bir şey olmadı, neden olmadı? O
birdenbire, keyfiyeti bizce meçhul, zevki bizce malum. “Elindeki nedir?” diye
sordu, Allah. O hitabın zevkinden cümleyi kesmiyor. Şudur, demiyor.
“Elimdeki değnek parçasıdır. Onunla hayvanları güderim,
yaprağını şey ederim, koparırım, şunu yaparım. (Kesilmesin, ses kesilmesin. Söz
kesilmesin.) Yorulduğum vakit dayanırım.”
“Dayanırım” kelimesi Allah’ın gücüne gidiyor. Allah çok
naziktir. Uuuu... “Dayanırım” der demez. “Elindekini at bakayım!” diyor.[47] Oluyor
حَيَّةٌ تَسْعَى Ejderha! Yani tehdit ediyor. “Benden başka dayandığın
hepsi böyle yılandır. Bana dayan! Benden başka böyle neye dayanırsan hepsi
böyle حَيَّةٌ تَسْعَى dır.
Mar(yılan). Bana, Bana.” Ondan sonra korkma
diyor, al sana hizmet eder diyor.
Neyse uzun bu bahisler. Lazım olan yerlerini ben size
veriyorum, öbür taraflarını siz kendiniz hâlledersiniz. Nerede kalmıştık?
Hatırlatabilecek misiniz?
Köle, köle! Mahmud-u Gaznevi ona köle. Burada kaldık değil
mi? Etraf çekemiyor, köle bu kadar rağbette. Bu, köle bu. Kimi vezir, kimi
bilmem şu bu? “Bize böyle rağbet yok!” Köle
bu ama buna, Mahmud-u Gaznevi köle oluyor. Tabi farkına varıyorlar. Başlıyorlar
daima aleyhinde konuşmaya. Biçimine getiriyorlar. Şöyle diyorlar, işte efendim
nankördür, diyorlar. Nimetin kıymetini bilmez, diyorlar. İşte hep biçimine
getirerekten bir şey.
E makam-ı riyaset siyaset dürür, siyasetsiz riyaset durur. Tabi o da hemen
onu fitneleyerekten sen aleyhinde bulundun, sen şöyle ettin diyerekten onların suratına
vurmuyor. Biliyor o. Makam-ı riyaset siyaset dürür, siyasetsiz riyaset
durur. İdare. Allah’ın âdeti de öyle değil mi ya? Şeytana kıyamete kadar
ömür vermiştir. İstedi: “Bana ömür ver kıyamete kadar. Mâdâmı ki ben mahruminden
oldum, hiç olmazsa kıyamete kadar ver!” Kıyamete kadar verdi iblise. Bazen insana
girer temessül eder insanı yakar, bazen insanın hayaline girer, insanı yakar. Şeytanın
lügatte manası, uzaklaştırmaktır. Seni Hak ve hakikatten hangi şey
uzaklaştırıyorsa bil ki o iblistir. Anlatabildim mi acaba?
Daima böyle kötülüyorlar. Bir gün bütün hassa takımını,
vükelasını, kurenasını[48],
yakınlarını toplamış, büyük bir inci, şöyle. Tıbb-i âtikte inci tozundan inciyi döverler de ilaç yaparlar,
şimdi bilmiyorum yapılıyor mu yapılmıyor mu yeni cedid tıpta. Âtik[49]
tıpta bu inciler minciler çok büyük işler görüyor. Neye yarar biliriz ama
unutturulmuşuz.
“Bir mualecede kullanacağım, şu inciyi dövün.” diyor. Kime
verirse herkes, “Dünyada yalnız zât-ı şahanenizde bulunan bir mücevher aman
efendim, ufağından da olur.” “Canım bunu
kırın.” Hiç kimse elini sürmüyor. “Nasıl
kıyılır efendim, bu kadar giranbaha[50].
Kimsede olmayan bir şey.” Hiç kimse
kırmayınca şu bizim köleyi çağırın bakayım, diyor. Çağırıyorlar köleyi.
(Ben bunu size söyledim ama söylemediğim bir yeri var,
onun bir yerini söylemek için söylüyorum. Onun bir yeri var. Söylenmemiş bir
yeri var. Onu söyleyeceğim şimdi.)
“Şu inciyi kır da, diyor. Kimyagere ver, eczacıbaşına
versin bunu. İşte, mualece yapılacak bundan.” “Baş üstüne” diyor. İnciyi çıkarıyor, öyle bir
şöyle, en dakik bir vaziyette, iyice dövüyor, götürüyor. Çıkıyor. Aleyhinde
bulunanlardan bir tanesi: “Efendimiz, diyor. Şimdiye kadar söylerdik ama belki sizi
ikna edemezdik. Bunun ne kadar hain bir adam olduğu şimdi tahakkuk etti huzur-u
şahanenizde, diyor. Çünkü bu hiçbir yerde bulunamayan, servet paha biçilemeyen
bu mücevheri, bu dürri[51]
yektayı bu habis adam böyle yaptı getirdi. Ondan artık siz lazım gelen şeyi
anlarsınız!”
“Siz öyle söylüyorsunuz, bir de kendisine soralım bakalım.
Kendini çağıralım, soralım. Çağırın.”
“Köle, diyor. Bak, aleyhinde
yahut lehinde, senin hakkında ne söylüyorlar? Dikkat ediyor musun? Böyle böyle
diyorlar.” “Derler efendim” diyor. “E ne dersin sen.”
“Valla benim için (diyor) inci sizin sözünüzdür. Ben
yalnız onu kırmam. Siz bana bunu kırın dediğiniz vakitte ben hayır diyemem. Sizi
kıramam ben. Bende, pırlant, inci, varlık, kâinat, mânâ ne varsa o sizin
sözünüzdür. Fem-i saadetinizden çıkan nutku ben haklamaya memur etmişim
kendimi. Böyle milyonla inci kırarım ben. El verir ki sizin sözünüz kırılmasın.” Bir şey anlatabildim mi?
İşte, Hak da kendisinin sözünün kırılmadığını bekler.
Sen ne yap yap gel, Allah'ın sözünü kırma. Anlatabildim mi inceliğini?
Mühim noktasını. Haaa Simdi size söylemediğim yer burası, ben size bunu çok
sefer söyledim. Söylemediğim yer neresi?
Her sözün bir içi vardır, bir de dışı vardır. Bu söylenen
kısmı zahirisidir. Acaba batınisinde kölenin kırdığı cevher hangi cevherdir,
hangi inciyi kırdı. Riyâzât, taat, itaatle, nefis cevherini kırmıştır. Anlatabildim
mi acaba? Ruhunun hitabına karşı, ruhun sözünü kır, demiştir nefsi! Taatle, ibadetle, riyâzâtle, o nefsin incisi
denilen o kısmını kırmıştır. Ve öyle diyor, kendisi. “Ben sözü kırmam
diyor, ben şahdan yüzümü çeviremem, yüz bin tane inciden çevirebilirim.”
Anlatabilmedim mi burasını, hikmet
edilemez mi? Ben, inci gitti orta yerden, ben bundan yüzümü çevirebilirim fakat
senden yüzümü çeviremem!
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Naziat Suresi
24. Ayet-i Kerime فَقَالَ
اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ
Meali:
"Ben sizin en yüce Rabbinizim"
dedi.
[2] En’am Suresi
44. Ayet-i Kerime فَلَمَّا نَسُوا مَا
ذُكِّرُوا بِه۪ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ اَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍۜ حَتّٰٓى اِذَا
فَرِحُوا بِمَٓا اُو۫تُٓوا اَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَاِذَا هُمْ
مُبْلِسُونَ
Meali: Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık. Nihayet
kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevke dalınca onları azabımızla
ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına
döndüler.
[3] Serra: Kolaylık, rahatlık, genişlik.
Sevinçli oluş. Bolluk.
[4] Bakara Suresi
30. Ayet-i Kerime وَاِذْ
قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي
الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا
وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ
اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ
Meali.
Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. (Melekler): "A!..
Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz
seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler. (Rabb'in):
"Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.
[5] Hicr Suresi
29. Ayet-i Kerime. فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ ف۪يهِ مِنْ رُوح۪ي فَقَعُوا لَهُ
سَاجِد۪ينَ
Meali:
Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan
üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın
[6] Ser-û-tummar
diye teleffuz edilir-- Allah'ın yakın hizmetinde olanların başyaveri manasına
(Fuad Durgun)
[7] Muci': (Vecâ'. dan) Elem ve acı veren.
[8] Müz'ic: İz'ac edici: Usandıran,
rahatsız eden, bunaltan.
[9] Muacciz: Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı.
Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.
[10] İz'ac: Rahatsız etmek. Bunaltmak.
Yerinden koparıp ayırmak.
[11] Mahuf: Korkulu. Tehlikeli.
[12] İsra Suresi
44. Ayet-i Kerime تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ
وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ
اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ
اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
Meali: Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur.
Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir çok
bağışlayandır.
[13] Tarifat:
Tarifler, anlatımlar.
[14] Talak Suresi
12. Ayet-i Kerime للّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ
سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ
بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ وَاَنَّ
اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا
Meali. Allah O'dur ki yedi göğü ve yerden de onlar kadarını
yarattı. Emir bunlar arasında iner ki Allah'ın her şeye kâdir olduğunu
ve Allah'ın bilgisinin, her şeyi kuşattığını bilesiniz.
[15] Yunus Suresi
66. Ayet-i Kerime اَلَٓا اِنَّ لِلّٰهِ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِۜ وَمَا
يَتَّبِعُ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ شُرَكَٓاءَۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ
اِلَّا الظَّنَّ وَاِنْ هُمْ اِلَّا يَخْرُصُونَ
Meali: Açın gözünüzü! Göklerde kim var, yerde kim varsa hep Allah'ındır.
Allah'dan başkasına tapanlar dahi, Allah'a ortak koştuklarına uymuş olmuyorlar,
ancak zanna uymuş oluyorlar. Ve yalandan başka bir şey söylemiyorlar.
[16] Zevi'l: Sahibi. Sahipler. Zevi'l-ukul:
Akıl sahibi.
[17] Tahfif:
Hafifletme, hafifseme, küçültme.
[18] Muayede: (Îd. den) Bayramlaşmak.
[19] Muakkibât: Gece ve gündüz melâikesi.
Namazı müteakib otuz üçer defa tekrar edilen tesbih.
[20] Isna aşer: On iki
[21] Semâvât-i seb'a: Yedi sema
[22] Kevakib: Yıldızlar
[23] Memduh(a): Beğenilmiş. Medholunmuş.
Övülmüş.
[24] Makduh(e): (Kadh. den) Beğenilmemiş,
ayıp.
[25] ibtihac /
ibtihâc: ابتهاج Sevinç,
sevinme. İç açıklığı. Bolluk, bereket.
[26] Maide Suresi
67. Ayet-i Kerime يَٓا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَٓا
اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ
رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ
Meali:
Ey şanlı Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O'nun
peygamberlik görevini yapmamış olursun. Allah seni
insanlardan korur. Doğrusu Allah, kâfirler toplumunu doğru yola iletmez.
[27] Lika: Kavuşmak. Rast gelip buluşmak.
Görüşmek. Yalnız görüşmek. Yüz, sima, çehre.
[28] Tevbe Suresi
33. Ayet-i Kerime: هُوَ الَّذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى
وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۙ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ
Meali: O öyle bir Allah'dır ki, Resulünü hidayetle ve hak dinle bütün dinlere
üstün kılmak için göndermiştir. Müşrikler hoşlanmasalar da.
[29] Teçhiz:
Hazırlamak, donatmak
[30] Fetih Suresi
28. Ayet-i Kerime هُوَ الَّذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ
بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدًاۜ
Meali
Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile
gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter.
[31] Fetih Suresi
29. Ayet-i Kerime. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ
وَالَّذ۪ينَ
مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعًا
سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًاۘ س۪يمَاهُمْ ف۪ي
وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِۚۛ
وَمَثَلُهُمْ فِي الْاِنْج۪يلِ۠ۛ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫ فَاٰزَرَهُ
فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ
الْكُفَّارَۜ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظ۪يمًا
Meali: Muhammed Allah'ın elçisidir.
Onun yanında bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında
merhametlidirler. Onları rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf
ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların
Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini
yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine
dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah
böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah inanıp
iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.
[32]
Taha suresi 124. Ayet-i Kerime وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ
يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى[32]
Meali:
Her kim de benim zikrimden (Kur'ân'dan) yüz
çevirirse, (bilsin ki) ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör
olarak haşrederiz
[33] Zail: (Zâile) Geçen, geçici. Devamlı
olmayan. Tükenen.
[34] Tav'an: İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi
isteğiyle.
[35] Kerhen: İstemeyerek, istemeye istemeye,
hoşlanmayarak, zorla, zoraki, gönülsüz, tiksinerek, iğrenerek.
[36] Ganaim: (Ganimet. C.) Harpte ele geçen
mallar. Ganimetler.
[37] Malûm: Bilinen, belli olan, herkes tarafından
açıkça bilinen, kuşkusuz.aşikar...
[38] Rad Suresi 39.
Ayet-i Kerime يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ وَيُثْبِتُۚ
وَعِنْدَهُٓ اُمُّ الْكِتَابِ
Meali:
Allah dilediğini imha eder, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O'nun
katındadır.
[39] Mez'ur: (Mez'ure) Korkmuş, çekinmiş.
[40] Hâlis-üd Dem: Arı kan, safkan.
[41] HÂTEM TA'İ: (6.yy sonu-7.yy başı) Arap,
şair. Cömertliği ve konukseverliği ile Doğu edebiyatında ün kazanmıştır.
[42] Zaid: Artan. Fazlalık. İlâve olunmuş.
[43] TEVAKKU': (C.:
Tevakkuât) (Vuku. dan) Bekleme, umma, ümid etme. İsteme, arzu etme.TEVAKKUF: Durma, duraklama, bekleme. eğleşme.
Bağlı olma, ilgili olma
[44] Baran: (Fars) Yağmur, rahmet
[45] Vaz-ı haml: Hamile, doğurmak üzere.
[46] Tenvir: Aydınlatma, bilgi verme. Aydınlatma, ışıklandırma.
[47] Taha Suresi
20. Ayet-i Kerime: فَأَلْقَاهَا فَإِذَا هِيَ حَيَّةٌ تَسْعَى
Meali:
Bıraktı ne baksın o bir yılan olmuş koşuyor
[48] Kurena: Bir padişâhın yakınında bulunan
ve onun sohbetine iştirak edenler. Yakınlar. Arkadaşlar.
[49] Âtık: Eski
[50] Giran-baha: Kıymet ve pahası çok olan.
[51] Dürr-i yekta: Benzeri olmayan.
[i] Leyla vü Mecnun / Fuzuli
Bu
arsada her eser ki gördüm
Sensen
dedüm ol eser yögürdüm
Çün
verdi hayâl ana ham ü pîç
Men
münfa‘il oldum ol eser hîç
Men
akldan isterem delâlet
Aklum
mana gösterür dalâlet
Tahkîk
yolında akl n’etsün
A‘mâ
vü garîb handa getsün
Tevfîk
edesen meğer refîkum
Tâ
sehl ola şiddet-i tarîkum
Gör
hırsumı istegünce ver kâm
Senden
ikbâl ü menden ikdâm
îlmünde
ıyândur i‘tikâdum
Sensen
senden hemîn murâdum
Dünyâ
nedür ü ta‘allukâtı
Endîşe-i mevtdür
hayâtı
Ammâ
demezem yamandur ol hem
Ser-menzil-i
imtihândur ol hem
Bi’llâh
ki bu dil-fîrîb menzil
Eyle
mana verdi râhat-i dil
Kim
eski makâmumı unutdum
Sandum
vatanum makâm dutdum
Müşkil gelür
imdi terkin etmek
Bir
özge makâma dahi getmek
3 yorum:
Ben bir insanı meydana getirdim mi ona meleklerden uşak yaparım. Hizmetçi tayin ederim. Benim iznim dairesinde onu takip ederler. Onları iğrendirecek fiiller yapmayınız, sıkmayınız benim memurlarımı.
Hiçbir zalim kendi kendine zalim olmamıştır, der. Muhiti olmasa zalim olmazdı. Zalimi mazlum yetiştirir. El pençe divan dururlar. Ne yapsa isabet ettin, derler. Evet derler, uşaklık ederler. Nihayet zalim kabarır kabarır, etrafındaki de o kadar onu şımartır ki; nihayet o hiçbir şeye, hiçbir rütbeye, hiçbir kasaya kani olmaz. Hiçbir masa onu doyurmaz. Nihayet rububiyet davasına kadar çıkar. Firavun da olduğu gibi: “Ben sizin Rabbinizim!” dedi. Allah da müsaade eder, âdeti acayiptir. Hiç umurunda değildir, açar. Bizim gibi mi ya, bizim canımız sıkılsa adamı boğarız.
Musa Salavatullahi âlâ Nebiyyina Hazretleri dedi ki: “Ya Rabbi senden bir niyazım var. Şu benim aleyhimde kimse bulunmasın, olmaz mı?” “Yoook! Dedi. Öyle şey isteme. Onu kendimde de cari kılmadım. Benim de aleyhimde bulunurlar.” Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? “Öyle bir şey talep etme. Benim de bulunurlar!”
Yorum Gönder