Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

31. Kaset

031 (01.02.1959) 80 dk. (78)

Bir vazifeden doğan ahlak, diğeri de aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın membaı akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp olduğunu söylemiştik. Tabi her konuşmada tekrar ettiğim gibi; ahlak mevzûunda aşkın mânâsı, romanda okunan aşk mânâsına değil. Kalpte sadrımızın ortasında, mahruti yüz şekil, dört odalı, işte hepinizin bildiği, kanı, şusu busu neyse onları izah edecek değiliz ya. Bu da değil, o vücud-u hayvanimizin kalbi.  Vücud-u insaninin kalbi var. Onun içün Allah da der ki, bazı şeyleri söyler söyler, söyler, nihayetini şöyle bağlar:

 [1] لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ   Bu söylediklerim kimin kalbi varsa ona aittir.

O vücud-u hayvanimize taalluk eden bir kalb-i insanimiz var. O kalp. E bu aşk nasıl oluyor? Nasıl tecelli ediyor? İnsan asûde kaldığı zaman, alayık-ı kevniyeden bir an içün soyunduğu an, kendi iç âleminde gezindiği vakit; sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudu ile baş başa kaldığı vakit, zaman, beşerde bir taharri hassası vardır. Hepimiz de vardır o, bir araştırma. Fakat ekseriyet bu araştırmayı lüzumsuz yerlerde kullanır. Çünkü insanın bu âleme gelmesinde ki gaye, kendini arayıp bulmasıdır. Kendini taharri etmesidir. Kendini araştırmasıdır.  Öyle ya, sorar kendi kendisine: “Ben kimim?” der. “Neyim ben? Sabah kalkarım, akşam yatarım. Ahh, şunu yapacağım, bunu yapacağım, ama neyim ben? Birçok meçhuller içerisinde yüzüyorum, bildiğim bilmediğime nispetle bir şey değil. Sonra benden çok kuvvetli varlık benim emrime müsahhar kılınmış. Seması, arzı, sema ve arz arasında bulunan mevcudat, benim emrime müsahhar. Bir veçhemle çok zayıf,  çok nâtuvân[2], ufak bir iğne deliğinden geçen rüzgârla, aa ne olmuş şuraya dikkat etmemişte işte şu tesir etmiş, zatürre olmuş, şu olmuş, bu olmuş. Bir veçhemle semaya çıkarım. Yerin dibinde gezerim, denizin altında dolaşırım, bazen sürûr içinde yaşarım, bazen gumûm[3] içinde gömülürüm.  Kimim ben acaba?”  Bunların üzerinde tetkikat yaparken, kendisine sualler sorar. “Nereden geldim?” der. “Niçün getirildim?” der ve “Ne olacaksın?” der.

Mesela mânâ, hiçbir insan makam-ı insaniyete kadem bastığı dakikadan itibaren ben mânâyı kabul etmiyorum, diyemez. Neden? Niçün diyemez? Ondan kendisini müstağni tutamaz. Mânâ ilmi; insanın nereden geldiğini ve nereye gideceğini bildiren bir ilimdir. Madde ilmi buraya karışırsa, mevzûnun haricine çıkar. Selahiyeti dâhilinde değildir. Mâdâmı ki insandır, hikmetsiz yaşayamaz. Yani niçünsüz yaşayamaz. “Niçün” de ona evvela nereden geldiğini sorar ve nereye götürüleceğini araştırttırır. Bunun cevabı ise mânâda vardır. Binaenaleyh, makam-ı insaniyete kadem basan her kimse, ben mânâyı kabul edemem, diyemez. Mânânın zarfı da ahlaktır. Ahlakın tarifini yapıyorum. Yeni yaptığım bir tarif. Bazen tarifleri aynen veriyorum bazen yeni bir tarif veriyorum.

İnsanlar biraz tenekecilikte ilerledi, imana nihayet verdi. “Aklım hâkimim, vicdanım amirim!” dedi, imanın kapısını kapadı. Biraz şöyle tenekecilikte ilerler ilerlemez,  bunu yaptı. Fakat onun mevcudiyetine de Kudret nihayet verdi. “Yaşıyor ya nasıl nihayet verdi!” Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sekenesi üzerinde, buna yaşamak mı denir? Yaşama bu mu? Birbirini sevmez, her an bir fırsat bulsam da imha etsem diye bekler. Öteki nasıl imha olunacağım diye titrer. Bu mu? Değil. Evet, insanlar biraz tenekecilikte ilerler ilerlemez, imana nihayet verdi. Fakat onun mevcudiyetine de Kudret nihayet verdi. Mevcudiyetine nihayet veriyor. İnsan çok zavallı vaziyete düştü. Hâlbuki insanın kıymeti böyle değil.

Kudret öyle diyor: “Ben insanın sadrına, kendi muhabbetimi va’z ettim. Benim muhabbetimle çarpan kalpte; hüzün, keder, korku, vahşet bulunmaz ki. Olsa olsa dehşet olur, zevkinden dolayı. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Beşer bunu kaybetti. Evladı olan düşünür, olmayan düşünür. Parası olan düşünür, olmayan düşünür. Düşünür. “Efendim hayat, hayat, hayat…” Hayat ne biliyor musun, hayat? Hayatın tarifi nasıl şey biliyor musun, hayatın tarifi?

Hayat içinse bunca gam, değil mi akıbet âdem?
Hayat içinse bunca hem bakidir asl-ı mültezem.
Huda’ya eylerem kasem, Hayata minnet eylemem.
Hayatımın zevali var, Ne olmak ihtimali var?[i]

Ne olacak yani? Büyük kitap onu ne kadar güzel tasvir eder.

 [4]  فَلَوْلَٓا اِذَا بَلَغَتِ الْحُلْقُومَۙ  [5] وَاَنْتُمْ ح۪ينَئِذٍ تَنْظُرُونَ   .

Buraya geldiği vakitte der can, siz görürsünüz; dostunuz, evladınız, ahbabınız, aşıkınız, maşukunuz, harîm-i ismetiniz, cananınız, görmüyor musunuz, diyor, işte hayat o, o vakit gözüküyor adama. Hülasası o. Ve daha dikkatli bakarsan diyor.

[6] وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ .   [7] وَلٰكِنْ لَا تُبْصِرُونَ  .

“Hepiniz elinizi çekersiniz de Ben ona ondan daha yakın olduğumu bakıyorsunuz da göremiyorsunuz.” diyor. Çünkü bakmak başkadır, görmek başkadır. Bakmakla görmek arasında fark var. Kudret’in azameti, Kudret-i Rabbaniyenin bu tahavvülat-ı[8] azimedeki şuûn içerisinde akl-ı vicdana mevcudiyetini her an ispata ait berahin[9] meydandadır.

Olsa istîdâd-ı ârif kabil-i idrâk-i vahy

Emr-i Hak irsâline her zerredir bir Cebreîl[10]

Meydandadır, onu her an mevcudiyet-i zâtiyesini gösterir. Fakat gören kim? Dünya nev-i beşerin, insan nev’inin bir elinden diğer eline geçiyor fakat ibret alan kim? Böyle değil mi pazar böyle değil mi? Başka bir şey var mı?

O senin deden var ya deden, tarihin en eski efendisi olan deden, bunları çok iyi görmüş. Çok iyi bilmiş. Öyle bir deden var ki senin, bugün taklit edilen âlemi asırlarca hâkimiyeti altında yaşatmış. Sen ufak bir çocuk değilsin. Evet, cümleyi tekrar ediyorum, zapt et ve göğsün kabarsın. Fakat terakki, servet-i eslafa[11], servet-i ahlafı[12] ilave etmekle olur. Babanın malına mal koymakla olur, sözle olmaz ki. Deden, bugün taklit edilen âlemi asırlarca hâkimiyeti altında tutmuş. Aç tarihe bak. Yâr, ağyar da ister istemez evet der. Yâr, keskin sesi ile söyler, öteki titrek bir sesle evet, der. Ve iki şahitle Kudret’in huzuruna çıkmıştır. İki şahitle. İki tane muazzam şahidi var. Her insan içün o şahit lazımdır.

Ahlak tembih eder; iki şahidin var mı, der. İki tane şahit. Neydi şahitleri? Biri güzel söz, biri güzel hâl. Bir camiada söz güzelliği kalktı mı, güzel konuşmuyor mu, güzel söylemiyor mu, gönül yapmıyor mu, hâli güzel değil mi, yıkıldı o yıkıldı. Kudret’e de insan götüreceği iki şeydir. Hâlinin güzelliği, hayattaki konuşmasının güzelliği. Güzel sözle güzel hâl. Kimse incinmemiş kendisinden.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, Mürebbi-i Ukul, Mahbubu'l-Kulub olan Zât-ı âlâ da: İitteki’n-nar velev bi kelimeti’n-tayyibetin. Ateşi nasıl kabul edersen et,  ister hasret ateşi olarak kabul et, isterse yıkılmak ateşi olarak kabul et, isterse inkıraz-ı[13] ateşle, kendince irfanın, istidatın kabiliyetin ateşi ne şekilde düşünebiliyorsa, o ateşten kaçmaklık içün, hiçbir şeyin yoksa bir tatlı konuşacak cümle de mi bulamadın, diyor Allah. Hayatta, geldin isyan ile dolu, fakat ömründe bir güzel kelime bulamadın mı sen? Şahidin biri bu. Mâfevkine karşı köpek, madununa karşı kurt yaşa, boynunu burada bük! Yıkıl, der. Hâlinde bu.

Yap her gece muhasebe-i nefs. Yatmazdan evvel beş dakikadan fazla sürmez.  Hatta muhasebe-i nefis dakika da sürmez. Bir an-ı gayr-ı münkasem de insanın gözünün önünde filmi çevrilir. İç gözünden, dış gözünden, bütün zerratından, bütün mânâsından bir anda geçer. “Şunu yaptım, şunu yaptım, şunu yaptım.” Sayıncaya kadar vakit çoktur, fakat iç âleminde vakit zaman yoktur. Anlatamıyor muyum acaba? Hesabı yap! Yaptın mı ertesi gün değişirsin. Dün lüzumsuz üç kişinin gönlünü kırdım, dersin. Bugün inşallah böyle şeyler olmayacak, dersin. Ötekilerini de ödeyeceğim, dersin. Züğürtledikten sonra gönül yapmak fayda etmez. Düşer bir adam, masası gider. Dişleri dökülen kurt, koyunlara çobanlık eder. O makbul değil o. Kudretin varken, kuvvetin varken, güzelliğin varken, masan varken, kasan varken, ne bileyim, neye güveniyorsan o güvendiğin, sûrî, geçici alacaklar ya, öyle bir zaman gelecek ki, felek bir yudum su da vermeyecek. İşte o bir yudum suyu vermeyeceği anı gözünün önüne getir, hesabını ona göre yap. Evet, bir an gelecek, bir yudum su böyle lisan-ı hâliyle, verse de yutamayacaksın. Hiç olmazsa nazaif-i[14] ahlakiyenin en aşağı sınıfında bulun.

Ahlaka intisap eden insanların sınıfları vardır. En aşağı sınıfı, en iptidai sınıfı; başkasına karşı adaletle, kendisine karşı ruhsatla yaşamaktır. En aşağı sınıfından harice çıkma. E daha yukarı sınıflar var mı? Var yahu. Onun mâfevk derecesine çıkarsan, başkasına karşı ihsan, kendisine karşı azimet. Zorluk tarafını topluyor. Zor olan şeyleri. Daha, ooo...  Şimdi söylersek tahammül edemeyiz. Dahası var dahası var. Fakat en aşağı sınıfından aşağıya düşmemeye gayret et. En aşağısı, başkasına karşı, ahara karşı adaletle, kendine karşı da hiç olmazsa ruhsatla. Neye? Vicdanın, aklın, mânân, kalbin, ne bileyim, mukaddesatın, neye inanmışsan o inandığın şey hak ve hakikatse, onun sana “Eh müsaade ederim” demiş olduğu şeyin haricine çıkma. Ama biraz daha ben yüksek istiyorum. Haa, o hâlde ahara karşı ihsan, adaletin fevkinde, kendine karşı azimet. Bana fazla yük vursunlar, ben taşırım.

Böyle olursa umur-u hariciyede bir misal verebilir misin, diye bir sual sorsan bana. Acaba başkasına karşı ihsan ile kendisine karşı azimetle, amel eden yaşayan bir insan nasıl olabilir, bunun ilk dersi nereden başlar, nasıl bilinebilir diye bir sual diye bir sual sorulabilir ya. Sorar insan. Biraz zor ama tatlı.

Evvela, diyor. Kendisine zulmedene karşı affı meydana getirsin. Kendisine zulmetmiş, affediyor. Kendisini mahrum edene o versin. Azimet dedik ya, ihsan dedik, azimet dedik. Ruhsatla amel etmiyor. Azimetle. O, onu birçok işte mahrum etmiş; o, ona o mahrumiyete karşı ikram ediyor. Kendisi ile görüşmek istememiş, o konuşuyor. Bir şey anlatamıyorum galiba. Kendisini fena sözle karşılamış. O, ona mukabil hilm ile davranmış. Ölçü bunlar. Muktedir olduğu hâlde mağfiret etmiş. Ne oluyor o vakit? Allah’ın  sıfatını alıyor. Değil mi ya?

Biz ne kadar isyan ederiz Halık’a, üüüü! Emirlerinden kaç tanesini dinleriz? Yasak ettiklerinden kaç tanesinden vazgeçeriz? Fakat yine bize ikram eder, çok sever bizi. Hakiki insan da mevcudatı çok seven insana denir. Anlatabildim mi acaba?

Yaratılanı hoş gördük, yaradandan ötürü. İş nakışta değil nakkaştadır. Nakkaş güzel de yapar çirkin de yapar. Çirkini yapamazsa ona nakkaş denmez. Hakiki ressam en güzel tabloyu yaptığı gibi her şeyin en çirkinini de yapar. Ama bu çok güzelini yapar çirkinini yapamaz, dedin mi ona ressam denmez. Anlatamıyor muyum? Benim bu söylediklerimi örfün halk şairi demiş olduğu, ehl-i hakikatın maneviyat ricali, ser-i tummar-ı evliyaullahda ismi geçen dedik, derler. Halk, halk şairi der, ehl-i hakikat de der ki: “O, ser-i tummar-ı evliyaullahda yani Allah’ın dostlarının listesinde başta ismi geçenlerdendir.” der. Hâlisüddem[15] Yunus Emre bunu bir cümlenin içine sokuvermiş.

Elif okuduk ötürü
Yaratılanı hoş gördük

Yaradandan ötürü

Sen çirkin bir şeyi, Allah’ın hesabına güzel gördün mü, bilir misin ne yapar Allah? Kendi, kendi nefsine gelmiyor o. Kendi nefsin içün değil, nefis onu atar daima. İstemez. Fakat diyorsun ki, ne yapalım ben verdim kendimi bir yere.

Zannedersem ahlakın en aşağı derecesiyle, şöyle orta derecesine ait olan kısmı anlatmaya çalıştım. Tevfik[16] Hakk’tan. Birdenbire girdik, ilk tarifleri yapmadan, dönelim tarifleri yapalım. Vaka, her konuşmada yapıyorsunuz. Yabancı bir arkadaş gördüm mü, yenilemek mecburiyeti vardır, onun içün yeniliyorum. Çünkü o temeldir, onun üzerine kuracağız binayı. Bu konuşmanın ilk konuşmasında tesadüf etmeyen dost zor toparlayabilir. Mevzû biraz ağırdır. Ruha hitap eder. Ruha hitap eden şeyler ağır olur. Onun için ilk konuşmada bulunmayan bir dost gördüğüm vakit; hiç olmazsa o ilk konuşmanın, ilk sofranın ekmeği demektir. Onu tekrar çıkarmak mecburiyeti hâsıl oluyor da, daima işte “vazifeden doğan ahlak, aşktan doğan ahlak”, diye başlıyoruz. Belki içinizde bazısı der ki: "Ben bunu duydum, yine niye tekrar eder?” Eee, sofrada yemek değişir amma ekmek değişmez ki. Daima konacak.

İşte kendisi ile baş başa kalarak, kendi aslını aramak zevkinde, “İnan” emrine, enfüsünden ebed sedasını duyan insan, ben yok olanlardan değilmişim. Öyle bazı zavallıların: “İnsan da yaprak gibidir, solar, sararır, düşer, gider.” Yook! Ben takvim-i insanimden her gün bir yaprak koparırken aslıma kavuşuyorum, zevkinden hâsıl olan heyecanın adına aşk derler. Anlatabildim mi acaba? Bu. Bu kaba bir tarifi, bunun ince tariflerini çok kereler yaptık.

E vazife, vazife ne demek vazife? Vazifeden doğan dediniz, vazife ne demek? Vazife, vacibu'l- icra olan şeye denir. Yani yapılması aklen, ilmen, kalben, örfen, cemiyyeten, mânen, mecburi olan işin adına vazife denir. Onun için mukaddes deriz. Mukaddes olan şey kutsiyâttan doğar, kutsiyât ahlakiyâttan doğar, ahlak Allah’tan doğar. Böyle bir silsile halinde gider.

Yoksa keyfe taalluk eden, olmaz öyle şey, olur mu? Onun kanalı var. Sen bir tacirin yanında ecirsin, çalışıyorsun, ücretli bir adamsın. Tabi vazifelisin. Sana birçok işler vermiş. Fakat günün birinde beşerin hayatına taalluk eden bir matah gelmiş, bunu gizleyeceksin, diyor. “Bunu saklayacaksın. Ne olacak? Bunu biz beş kuruşa aldık amma bir sene sonra bu beş yüz kuruş olacak.”  “Efendim vazifedir, tabi ben vazifeliyim orada!” Yok, sen uşaksın! Onun vazife ile münasebeti yok. Sen satılmış adamsın. Hürriyetini satmışsın, insanlığını satmışsın. Mükemmel, mis gibi tertemiz bir köle. Oraya girmez.

Ahlak, öyle insanın sakalını bedava ağartmaz. “Hani sakalı?” derler, “Bedava ağartmış”. Yok, değirmene buğdaysız gidip gelen kimse ancak sakalını ağartır. Değirmene gidip geliyor ama buğdayı yok. Sakalını ağartmış işte. Mâamafih, bunların zevkini duymak, iç âlemindeki işitmesinin sağlamlığına sıhhatine bağlıdır. Hiç duymayan bir sağırın önünde, ne kadar hoş sözle, gayet güzel bir musiki yapılsa duymuyor. Ahlakın sohbetinden, mânânın muhabbetinden, gönlü kör bir insan ne zevk alabilir? Hiç duymayan bir adama,  en yüksek bir musiki heyetini, en muazzam bir sedaya sahip olan bir camiayı getir, orada lazım gelen icra-i ahengi etsinler. Zevk alır mı bir şey anlar mı? Anadan doğma sağır, almaz. Bu da bunun gibidir.

Hırs; insanın kulağını sağır eder, gözünü kör eder. Makam-ı insaniyete kadem basmaksızın hubb-u câh, esir eder adamı. Köledir o. Kendisini esirliğe terhin[17] etmiştir. Sakın kendi kendine tekâmül etmeksizin mânâ zevkinde lazım gelen edayı duymaksızın böyle bir şeye talip olma, hayatın zehirle geçer. Esir olaraktan yaşarsın. Kendini esirliğe rehin etmiş insan demektir o. Yazık olur.

Ahlakın esasında ilk görülecek fayda nedir? Birliği emreder ahlak. Birlik. Bir milletin nasibi, birliğinin kudretine kuvvetine bağlıdır. Kaide-i külliye bu. Bir milletin, bir ailenin, karı koca, çoluk çocuk bir aile, bunun Kudret tarafından alacağı nasibi nedir? Birliğinde ki rabıtaya bağlı. Ne kadar sağlam, ne kadar haddizatında üzerinde hassasiyetle titreyerek, duruluyor, o kadar kuvvetli. Yok, nasibi yok. Ahkâmı eskimeyeceği, yâr-ı ağyârın tasdiki ile aşikâr olan büyük Kitapta hükümler neyse, değişmiyor hiç. Der ki Kudret: “Allah’a ve Allah’ın naibi olan zâta, O'nun Resulüne itaat edin.” der. Sonra sakın,

وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ ر۪يحُكُمْ . [18]

O kadar ince bir fermandır ki bu. “Sakın birbirinize düşmeyin, korkaklaşırsınız. (diyor) Birbirinize düştüğünüz an, derhal korkaklaşırsınız. Ve şevketiniz elinizden gider. Korkaklaşırsınız. (diyor) Şevketiniz elinizden gider.” diyor. “Birleşin” diyor. Birleşin!  Can-ı İbrahim gibi olun ki, diyor. Ateşler içerisinde köşkler, nâr içerisinde bahçeler seyredesiniz.

Evet, bu kâinat bu mezahir, bu âlem-i şuhud, sefa yeri değildir. Fakat sen o hillet, o muhabbet makamına çıkmazsan her hadise seni yakar. Her şey seni korkak eder. Teşebbüsat-ı merdaneden çok kaçar, temenniyat-ı zelile ile zelil olur kalırsın. Olmaz! Eğer birleşirsen, müteaddit vücutta bir ruh gibi yaşayacak olursan, bütün mevcudat “kün” dairesinin merkezinin hükmüne tabi olduğuna derhal gözün görür. Haricinde, O’nu aşmak kimsenin haddine mi düşmüş? Kim onun haricine çıkabilir? Çok isteyenler var ama çıkamaz ki. Çıkarmazlar. Kün dairesinin merkezinin hükmüne tabidir. Ne kadar varlık varsa bütün mevcudat, onu aşmak kimsenin haddine düşmemiştir. Çok isteyen vardır. Düşemez.

Bu bir hak ve hakikattir. Sonra hakikatte, hakta, hakikatin eskisi yenisi olmaz. Hiç, öyle bir şey yoktur. Hakk’ın akşamı, sabahı da yoktur. Yok, öyle bir şey. Bu hüküm, bidayetten nihayete kadar daima böyle cereyan eder. Hiç kimse ne değiştirebilir, ne değiştirmesine imkân vardır. Boynunu bükecek, makul olan tav’an yürüyecek, makul olmayan kerhen yürütülecek. Hiçbir şey yok. Makul olan, aklı başında olan, tav’an yürür. Yok. Mükâdere[19] yolu ile inat yolu ile sürükleye sürükleye götürürler adamı. Kerhen. İmkân var mı ona?

Bir sual geçebilir içten, bu ahlakı iki kısma ayırdık; birine aşktan doğan ahlak, birine haddizatında akıldan doğandı. Acaba deden, dedin ki… Deden bugün taklit edilen âleme, asırlarca hâkimiyette bulunmuş, bu hangi ahlaka sahip idi? Bir sual olaraktan sorulabilir, geçer. Aşktan doğan ahlaka sahipti. Evvela canan, sonra can diye yaşamış. Çok zevk almış, Çok. Bir camianın nasibi, birlikte ki nasibiyle, şevket ve azametinde ki hissesi oraya bağlıdır. Bunu unutmayın. O camianın şevketi, tefrikaya düştükten sonra söner.

Niçün gönüllerimiz birleşmez? Niye birbirimizi sevmeyiz? Ne var sanki? Neden sevmeyiz? Muhasebe-i nefs yapsak, herhâlde severiz. Ondan dolayı, düşünsek netice itibariyle, netice ne? Böyle bir düşünsek, niye sevmeyiz? Cihanda insan içün iki esas vardır. Biri şefkat, biri adalet. Bu iki esasa sahip olduktan sonra, ayrılık olur mu? Demek ki biz şefkat ve adaleti kaybetmişiz. Kaybedince sevmiyoruz birbirimizi. Sevemiyoruz da. Sonra kalpler vesvese ile delik delik olmuş. Senelerden beri konuşuyorum, yemişi görülmemiştir. Yok yemişi. Fakat ben bu konuşmayı, nefs-i emmarenin hoşuna gidecek şekle soksam, bir hafta sonra milyonla yemişini görürüm. Hâlbuki bu camia, söz tohumdur; bitecek, bitecek, bitecek, büyük bir varlık meydana getirecek. Olmaz, daha buradaki topluluk birbirini sevmez. Vallahi sevmez, billahi sevmez, tallahi sevmez.

Sevgi dendiği vakitte; ivazsız, garazsız, hiçbir şey göz ortasına getirilmeksizin o gönlün, o gönülle birleşerek elemde aynı elemi duyması, sürûrda aynı sürûru duymasıdır. Daha içeriye girerken birbiri ile kavga eder. Çıkarken dedikodu eder. Onu tenkit eder, bunu tenkit eder. Onun ayıbını görmek ister, bunun ayıbını görmek ister. Hakk’a taalluk eden bir söz söyle, “Unuttum” der. “Neydi o bir daha tekrarlar mısın?” der. Yap bir dedikodu, göz bu kadar açılır. Bu kadar açılır, bu kadar. Olduğu gibi yutar, biraz da ilave eder. İyi bir şey söyle. “O iyiye bir iyi daha ilave edeyim.” Nerdee, çoktan hepsi uçar gider. Kudret vermiyor.

İnsanın bir uzvunda bir ıstırap olsa, diğer uzuvları aynı şekilde iştirak eder. Dişin ağrısa bütün azan ağrıyordur. Kulağın ağrısa her tarafında reca[20] vardır. İnsan ona da benzemez, daha kuvvetli uzuvdur. Zevk ile bakar. En iyisi yokken acır varken kıskanır. Tabirime dikkat et. Tecrübemle sabittir. En iyi diye tanıdığımız insan, yokken acır fakat oldu mu bu sefer de kıskanır. Korkarım, iki dostumu birbiri ile dost etmeye, birleşir beni yıkar. Teker teker dostuz, teker teker çok güzel adamdır. Nereden giriyor bu hastalık, bir türlü raporunu veremedim. Senelerce uğraştığım hâlde raporunu çıkarıp veremedim. Belki sen tecrübe etmemişindir, ben etmişimdir. Ama o dostun kötülük üzerine dostsa ki onun neticesi düşmanlıktır, akıbet mahrumiyettir, onu kastetmiyorum. İyilik üzerinde iki tane dostunu birleştir, muhakkak bir gün gelir seni yıkar. Gönlünü kırar, yıkar atar. Teker teker nâmütenâhi gider. Hâlbuki olmuyor, teker teker netice meydana gelmiyor. Gelmez. Vermez, Allah’ın âdeti değil. Bozar mısın, Allah’ın âdetini sen? Âdetim değil, diyor. “Birleşmedikçe vermem Ben.” diyor. Vermez. Sonra birisinin bir seyyiesi söylendiği vakitte biz bööyle merak ile daha eşeriz. Söylettim, der. Sanki bir şeymiş.  “Öyle bir biçimine getirttim ki, en nihayet söylettim!” E ne oldu, neren arttı? İnsanlık âlemine söylettin, ne faidesi oldu? İblisin uşağı mısın? Şeytan mı kullanıyor? Ona mı uşak oldun sen? … Söylettim, der!

Ne güzel düsturlar kurmuştur, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. Külfetsiz, ücretsiz zulmetten nura çıkaran Zât. Bir o cümlesi ile amel etsek, sema yere iner. Birisini ze’m[21] ettikleri vakitte, “Ben onu çok seviyorum. Benim bu çok sevdiğimi bilmeliydin, rencide oluyorum, bak çok seviyorum dedim.”  diyor. Tıkanır ağzında söz, anlatabildim mi? “Ben onu çok seviyorum.” Gelmişler, bir zât hakkında bir şey söylüyorlar, hiddet buyurmuşlar. “Ben, benim çok sevdiğimi sizin bilmeniz lazım gelirdi. Ben onu çok seviyorum.” demiş. “Benim sevgimin hatırı yok mu?” Anlatamıyor muyum yahu? Benim sevdiğimin hatırı yok mu? Benim sevmekliğimin hatırı yok mu?

Sonra bir düstur vardır. Enbiya masun[22] evliya mahfuz[23]. Ne demek bu? Halka Hakk’ı beyana gelen elçi, Kudret diyor ki masun. Ne demek masun? Yani hata yapması içün madde halk etmedim. Allah’ın ağası mısın? “Halk etmedim.” Evliya mahfuz, diyor, ne demek evliya?  Bazı insanlar evliya deyince, böyle kocaman, kocaman şekiller gözüne gelir. Yok ya. Senin gibi benim gibi insan. Doğramacı dükkânından çıkmaz. Bunun Türkçe mânâsı, Allah’ın dostu. Sevdirtmiş, sevilmiş. Belaya ragıb[24] olmuş, velâya[25] talip olmuş. O ayrı bir iş. Bu da mahfuz diyor. Mahfuz ne demek? Hata irtikâp edebilir fakat kurbiyyeti dolayısı ile sildirir. Yaa, nasıl olur öyle şey? Mânâsı da var, şey misali de var. Mektepte bir talebe vardır ki haydudu bîhudut. Vurur, kırar, hoca ders anlatırken sigarayı yakar. Şöyle bir bakar, o anlatırken alay eder gibi kafasını böyle sallar. Hoca. Hoca ile talebe samimi olsun dedik… Samimiyet bu değildi ki! Samimiyet bu değil. Böyle samimilik olur mu? Daha olmazsa çakıyı çıkarır, kama gibi çakı, sustalı. Taak, tahtaya nişan alır gibi atar. Sen o çakıyı sakla, nişan alacağın zaman, nereye alınması lazım gelirse oraya at. Hocanın ders okuttuğu tahtaya atmak hüner değil. Diğer bir talebe var, böyle varidat-ı ilmiyesini hocanın içiyor. O kabul ettikçe hoca da… Çünkü öyledir o. Bir insan kendisinde olan şeyi birisine verdi mi ondan büyük zevk yoktur. O, ne para zevkine benzer, ne masa zevkine benzer, ne kasa zevkine benzer. Bambaşka bir şey. Veled-i kalbisi. Kalbinden doğmuş, o muhafazaya geçmiş.

Mesela Fahr-i Âlem:   [26]  رَبِّ زِدْن۪ي عِلْمًا   diyor, Allah’a. “Ya Rabbi benim ilmimi ziyadeleştir.” O zât-ı  âlâ'nın ilmi sonradan mı geldi? Öyle zannederler ama öyle değil ki o.  “Âdem’in çamuru yoğrulmamıştı, ben Peygamberdim. Felek meşalesi yoktu, melek velvelesi yoktu, kader nakkaşı semavatın tezyinatını vurmamıştı, eserden, esirden bir şey bilinmezdi. Ben o vakit [27]   قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ narasında secdedeydim. Enbiyanın hem evveliyim hem ahiriyim.”  Nasıl söyleyeyim bunu, akıl nasıl kabul eder. Evet, eder eder. Aklın daha kabul edeceği etmeyeceği şeyler çoook.

Bakarsın elma ağacında görürsün elmayı, “Bu elma bu ağaçtan olmuştur” dersin. Suret itibariyle bu söz doğrudur. Evet, bu elma bu ağaçtan oldu. Fakat mânâ itibariyle bu ağaç bu elmadan. Bu ağaç bu elmadan olmuştur. Bağu-ban da o elmaya, ağaca, o elmayı almaklık içün bakmıştır. İlaçlamıştır, budamıştır, suyunu vermiştir, neyse o zirai ilmi neyse üzerinde tatbikatını yapmıştır. Kudret de onun içün mevcut eylemiştir. Anlatabildim mi acaba? Biraz zevke taalluk eder.

Buraya nereden girdim, hatırlatın bakayım. (Mektepten misal veriyordunuz.) Çok teşekkür ederim, tam orada. Mektep de misal veriyor dedim, bir haydut talebeyi misal getirdim, değil mi? Buraya kadar geldik. Ondan sonra geçtik dedik ki; bir talebe de var, şöyle yapar böyle yapar, onun üzerine, ona dersi talim eden zât, zevk alır, onun üzerine bir misal veriyorduk. Yine teşekkür ederim ya, misalin tam buraya gelmeliydi. Buraya kadar böyle dikkatli dinlemek isterim. Gönlüm ister ama tutar tutmaz başka. Tabi söylerken bazen bir yere gider insan. Oradan öbür tarafa gider, kaçar. Yine teşekkürleri bol bol ederim.

“Benim ilmimi ziyadeleştir.” dedi. İlmi sonradan mı eklenecek! Benim ki gibi mi yani ya. Öyle değil. Peki böyle, böyle diyor ya?

 [28] اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَۙ   Vakta ki Cenab-ı Kerrar yetişti, Hazreti Ali. İlmin bir sureti var, bir hakikati var, uuuu meknun[29] olan kısmı var, öyle kolay bir iş değil. Bizim mânâ ilminden bahsettiklerimiz, şöyle anlatayım size; bir yemişi yemezden evvel kabuğu soyulur da atılır bir kenarda kurur. O kabuktan kokladıklarımızdır. Yemişini daha yiyemedik. Anlatabildim mi acaba? O bambaşka bir şey. Tam muhatap olunca başladı kendi Zat-ı Ahmedisinde ki olan ilmi vermeye, ondan sonra Hûdâ dedi ki: “Nasıl ferahladın mı? Ferahladın mı? Nasıl, hoşuna gidiyor mu?” Aşağıda gelir diğer bir nazım da… Nazm-ı celil de: “Sırtında ki yük kalktı mı?  [30] اَلَّذ۪ٓي اَنْقَضَ ظَهْرَكَۙ Arkanda bir ağırlık vardı. Şu ilmi veremiyorum diye üzülüyordun, kalktı mı? Muhatabını buldun mu? Eh ben bir şeyi bilirsem, o bildiğimi size verirsem, ziyadeleşti -bende değil- umumileşiyor, anlatabiliyor muyum acaba? Ziyadeleşti işte. Ben biliyordum, bir de muhatap buldum ona da geçti, o da bir muhatap buldu ona geçti, ne oldu? Ziyadeleniyor. İşte bu.

O hoca da bakar talebe haddizatında kabul ediyor, irfanı var zevk alır. Şimdi öbür talebe dinlemez. Üç gün gelir, beş gün gelmez, bela. Büyük zî-kıymet bir şeyi mektep de kırsa, zaten heyet-i talimiyye, meclisi inzibat bir bahane arıyor, şu belayı def edelim diyerekten, üstüne yüklenir. Fakat diğer talebe, mektebi teftişe birisi gelse bu mektebin tedrisatında hocanın yüzünü ak edecek, mektebin çalıştığını meydana getirecek budur. Öyle bir talebe. Kalk, diyor neresinden sorarsa oradan; böyle veriyor. Hayrette bırakıyor. O da öyle bir zî-kıymet bir şey çalsa, üzülse “üzülme yavrum” derler. Üzülme üzülme! Birinde üzerine binerler, birisinde “üzülme” derler. Veli ile diğer nâsın ind-i ilahide mevkî böyledir. Anlatabildim mi acaba?

Musa (as), büyük Kitapta Kudret’in beyan ettiği gibi, [31]  اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۜ   dedi. Hele ben diyeyim, öyle bir tokat vurur ki Hûdâ, daha kalkamaz. Ya ben ne diyebilirim “İn hiye illa hikmetük.” Musa nasıl der? Der ya. Onda öyle bir dil var ki, firavunun ateşiyle o dil yandı da her şeyi söylemek hakkını aldı. O, o kadar belaya tahammül eyledi, Kudret ona: “Konuş benimle istediğin gibi konuş bakalım.” dedi.

Buraya nereden girdiğimi kim hatırlatacak. Yorulmayın ben söyleyeyim size. Yok, ondan değil. Oradan değil. Dedim ki, insanlar kısım kısımdır. Enbiyayı ayır, evliyayı da ayır, diğer insan, insan olması hasebiyle, hatadan salim[32] olmaz. Bakarsın bir adam yüz tane iyiliği var, elli tane kötülüğü var. Nasıl adam? Çok iyi adam. Bakarsın yüz tane iyiliği var, yüz tane kötülüğü var. Nasıl adam? Zararsız adam. Bakarsın yüz tane kötülüğü var, yirmi tane iyiliği var. Nasıl adam? Sakınılacak adam. Bir şey anlatamıyor muyum?

Eşyanın kemaline bakmakla mükelleftir. Kemaline. Kudret onu bizim vücudumuzda tezahür ettirmiştir. Bizim her birimizin vücudumuz da bugün kilolarla kir vardır. Necaset var, idrar var ne bileyim, ne kadar çirkinlikler var fakat hiçbirisiyle meşgul müyüz? Ciyet-i kemalimiz olan, veçh-i insanimizle meşgulüz. Nasıl insanın suretinde bile Kudret insanı insanın kemaline ait olan kısmıyla meşgul ettiriyorsa, hâlinde de öyledir.

Bırak dedikoduyu, bırak gıybeti, bırakın birbirinizle boğuşup didişmeyi. Fitne zamanı değil zaman. Tefrika zamanı değil. Birleşme zamanı. Vicdanları bir noktada birleşen insanlar bile füruatta[33] adi meselelerle birbirinden ayrılıyorlar. Adi, neticesi hiçbir şey değil. Mânâda birleşmişsin, gönlünü bir yere bağlamışsın, gelmişsin füruatın bir kısmında “Benim dediğimi kabul etmiyor!” İblis misin!? Onun ki onda kalsın, senin ki sende kalsın, kabul ettiğinde birleş. Esasta birleştin de füruatın bir noktasında birleşmemekle esası da yıkmak üzere neden ayrılıyorsun ya. Bunda sana mülayim gelmedi, herkes bir istidatta değil, o mevzû kalsın. Senin ki sen de, benim ki ben de. Getir bakalım öbürkünü de. Anlatamıyoruz zannederim. Başka türlü olmaz.

Ömür dedikodu ile geçiyor maalesef. Göremiyor Kudret’i göremiyor. Sonra gönle beşeriyet o kadar düşmüş ki, mesela diyor ki: “Efendim, ne yapalım ekmek kavgası!” diyor. Ekmek kavgası köpeklerde olur. İnsanlarda olmaz. Sen kendi bulmuş olduğun rızkı zannedersin ki, sen kendin mi buldun! Rızkın ecelinle yarışa çıkmıştır, rızkın ecelini geçmiştir. Ama teslim olmak şartı ile. Gönlüne geçim kaygısını az koy! Sen kapıda durdukça rızkın azalmaz, azalmaz. Buna imkân yok. Allah nurunu görmeyen gözün, bu işlerle tabi şekki[34] olur, şüphesi olur, acabası olur. Çünkü Hakk’ın nurunu görememiştir. Hakk’ın nurunu göremeyen gözünde zaten varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark yoktur. Ha var ha yok. Sonra değmez ki.

Size güzel bir şey okuyayım da, konuşmamızın zevki biraz daha artsın.

Sinemiz sap, acabamız çok. Teslimiyet az. Sonra biz, herhangi bir şey arzu ettik olmadı mı, onu şer olarak kabul ederiz. Öyle kabul etme. Bil ki mahz-ı hayırdır. Bak deden ne kadar kibar adammış. “Hayr” dedim de aklıma geldi. Olmayan işe olmadı demez de mesela ne der? “Hayır” der. Kelimenin mânâsını idrak ettirebildim mi acaba? Bak ne kadar nazik adam, ne kadar büyük adam. Ne ince, ne kibar. Olmayan bir şeye mesela, olmadı “hayır” der. Orada bir “hayr” mânâsını basar. Anlatabildim mi? Olmadığını hayrın kafasını yukarıya kaldırmakla anlatır. “Hayır” der böyle. Diğer hayır da “hayır” der, öbür olmayan şeyde hayırı yalnız başı ile kaldırır. Anlatamıyor muyum acaba? Onu hâlinden anlarsın. Buraya kadar ince adam. Öyle ince zâtın çocuğusun sen. Hiç menfi kelime kullanmamıştır canım. Ne, nasıl ne bileyim, bilmem ki. Bir acayip şey. Çocuk koşar, koşma düşeceksin demez. Hepimiz öyle diyoruz, alıştık tabi. “Koşma, düşmeyesin.” Düşeceksin başka, düşmeyesin başka. Baki olacak çirkinliği zikretmiyor. Anlatamıyor muyum? Bak buralara kadar. Belki sen ona geri kafalı dersin. Üüüü...

Sen niçün didarına çektin nikâb[35]
Afitaba perdesizlikdir hicap-
Sinesafan[36]  düşmez asla gaflete

Demek bizim sinemiz saf değil, hep gaflette yaşıyoruz. Onun içün okuyorum bunu.

Sen niçün didarına çektin nikâb
Afitaba perdesizlikdir hicap
Sinesafan düşmez asla gaflete
Yol bulur mu dide-i mir’ata[37]   hab[38]

Bais-i³⁹ hengâme-i tendir nefes
Târ’[39] olur şûraver-i salt-ı rebab[40]
Cuşiş’inden[41] hâsıl oldu neşveteyn[42]
Biz de var öyle müstesna bir şarap

Tahlil etmek lazım hepsini. Çünkü anladım, nazarlar böyle duruyor, kabul etmedi.

Ehli suret anlamaz bir harfini, dehridir[43]  mânâsı muğlak bir kitap.

Evet, sen neyi halletmeye çalışıyorsun. Kudret, bu âlem-i şuhudun ilk sayfası ile son sayfasını koparmış, kendinde koymuştur. Neresini okursan, ilk sayfa ile son sayfayı bulamayınca mânâyı çıkaramazsın. Gel, teslim ol!

Nakd-i ömrün bî-temettü kalmasın. Ömrünü bir şey kazanmadan bırakma.
Nakd-i ömrün bî-temettü kalmasın.
Hâsılın zira olur sıfır hesap.

Netice, elinde sıfır kalır, hiçbir şey kalmaz. Ee geçip gidiyoruz değil mi ya? Hepsi fani değil mi ya, hiçbir şey yok orta yerde. Nerede deden? Bu âlem böyle kurulmuş, yarın değişecek mi zannediyorsun? Katiyen öyle bir şey yok. Hiçbir şey yok. Böyle kurulmuş.

Mutrib[44] fani hüü bezmi saki fani
Sen kimlere oldunsa mülaki fani
Geç kesret-i sûrîye-i âlemden geç.
Allah ancak baki hüü baki fani.

Bir daha okuyayım bunu. Bunu ara sıra size okurum kendi zevkim içinde okuyayım bu sefer.

Mutrib  fani hüü bezmi saki fani
Sen kimlere oldunsa mülaki fani.

O çok semayı deler gibi bakanları yer ezmiştir. Nelerine güvenenler gelip gitmiştir bu âlemde.

Sen kimlere oldunsa mülaki fani.
Geç kesret-i sûrîye-i âlemden geç.

Şöyleyimiş, böyleyimiş, şuymuş, buymuş!

Geç kesret-i sûrîye-i âlemden geç.
Allah ancak baki hüü baki fani.

Yani baki olan ancak Allah’tır. O’ndan bakisi yani O’ndan gerisi hepsi fani. Onun içün gel gönül kırma, can yakma, ah alma, kalp birleşmesi yap, bir şey meydana gelsin. Gelmiyor bir şey. Biz gaflet içinde yürüyoruz, çocuklar da öyle yetişiyor, yazık değil mi? Dünyada efendilik etmiş olan bizler bâhusûs kâinata hayır[45] numunesi olacağız. “Hayr” numunesi olacağız sonra Kudret bize ayrı bir imtiyaz vermiştir, o imtiyazı kaybetmeyelim.

Darb-ı mesel[46] olmuştur. Çok dikkat edelim. Çok yanarım yani ya. Bu misali mânâ adamları vermiştir. Çünkü senin deden Kudret’in mânâsına çok hizmet etmiştir. Can vergisi vermiş. Ne mânâ içün ne kasa içün, ne ihtirasat-ı nefsaniyesi için. Yok, öyle bir şey yok. İşte Fatih Bizans’ı fethetmiş. Sultan Ahmet Meydanına Sultan Ahmet Camisi kadar altın yığmış. Sekiz bin senelik, muazzam dünyada iki büyük varlık var; birisi Kisra hâkimiyeti, biri Bizans hâkimiyeti. Koymuş böyle, kolağalarına yirmi beşer bin serde her gaziye yirmi beş bin altın beşi birlik kadar bizim. Kolağalarına araba ile taksim edilmiş. Ganâim usulü neyse o günkü taksimde. O günkü kumandan, başkumandan, zaferin neşesi ile sarhoş olmamış. Sonra sarhoş olmak çağında, yirmi bir yaşında. Bu laf değil iki gözüm. Yirmi bir yaşında bir adam, tarihte çağ açsın, devre değiştirsin, devre. O zaferin verdiği neşe ile sarhoş olmasın,  girer girmez kafasını yere vursun. Ondan sonra efrada önüne peştamal bağlasın, yemek dağıtmaya başlasın. Evet, kafasını böyle dikmemiş. Dikili resmi var ya, zalime karşı. Mazluma karşı böyle.

Kendisine “Biz yapalım bu hizmeti.” dendiği vakitte:

“Hayır, gönlümü bağladığım zât-ı âlâ Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: ‘Seyyidü'l-kavmi hadimühüm’   dedi. Bir kavmin efendisi o kavme hizmet edendir, uşaklık edendir, hadim olandır.” Biraz evveli söylediğim uşaklık mânâsına değil. “O rütbeyi soyunmak istemem.” dedi, Anlatabiliyor muyum?

Eee, geniş bir sefahat, bütün medeni ihtiyaçlar mevcut. Örfün bir tabiri var, efendim bütün medeni ihtiyaçlar var mı, bütün medeni ihtiyaçlar.

Kimse olmadı bu lügazın sırrından agâh
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.

Hepsi mevcut, çünkü Ak Şemseddin dedi ki: “Bu iştiyak-ı Nebi olan...” Çünkü Hendek gazvesinde daha biz bir avuçken, bu kadar Hakk’a gönül verenler bir avuçken, Hakk’ı tam sıfatı ile tanıyanlar bir avuçken, Hakk’ın esmasında tağyir-i tahrif etmeyenler bir hizb-i kalil[47] iken, akıl filan kabul etmez.

Bir kaya vardı, vuruyorlar kıramıyorlar. Fahr-i Âlem: “Bırakın” dedi, atladı. Kayaya vurduğu vakitte, kıvılcımlar çıkarken bu kıvılcımlardan, Kisra’nın bileziğini Erkam’ın bileğinde görüyorum. Süraka’nın bileğinde. (Affedersiniz yanlış söyledim.) Kisra’nın bileziğini Süraka’nın bileğinde görüyorum. Bizans’ın anahtarlarını da sizin elinizde görüyorum.” Kıvılcımında. İstiyor. “Gönlüm ister, (diyor) sizde olsun orası. Kudret o iştiyakı kaldırmasın.” Yaa, böyle işte.

“Bu iştiyak ile çarpan kalplere hitap ediyorum. (dedi) İster misiniz? Burası böyle nâmütenâhi sizin olsun.” Ağlayarak, zevk ile şevk ile “vururuz kırarız yakarız.” yok. “Kudret bize bu eli verdi.” Boyun yine Hakk’a karşı bükülmüş. “Yaratırım sevdası” yok. Olur mu?

“O hâlde herkes almış olduğu ganâimin dörtte üçünü hayra sarf etsin.” Hayır ve iyilik müsabakası açıldı. “Ben burada mektep yaptıracağım. Ben burada hastane yaptıracağım. Ben burada mabet yaptıracağım. Ben burada imaret yaptıracağım.” diye. Tabi bina yapılıp da yaşamaz. Onun hayatı nâmütenâhi devam etsin diye bütün servet vakfedildi. Elinde tapulu bir arazin varsa bakarsın gidersin vakıf çıkar oraya. Onun şeysi var. Sefahatle yiyebilirdi. Yüz kız gezip eğlendirebilirdi. Bedeni çok sağlamdı. Parası çok boldu.  30 yaşında innin değil, 95 yaşında çocuğu oluyordu. Yaa!

O mânâya sahip olan insanlar öyle demişlerdir. “Türk sağ oldukça mutlak kendisine bir otağ bulur.” Hele Hak kapısının azizi olursa, neyi bulmaz? Anlatabildim mi?

Bugünkü konuşma bu kadar yeter. 


[1]  Kaf suresi 37. Ayet-i Kerime. اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ اَوْ اَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَه۪يدٌ
Meali: Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.
[2] Nâtuvân: (Nâ-tüvân) f. İktidarsız, zayıf, halsiz, kudretsiz, çâresiz.
[3] Gumûm: (Ar. ġamm’ın çoğul şekli ġumūm) Gamlar, kederler, tasalar
[4] Vakıa Suresi 43’ncü Ayet-i Kerime فَلَوْلَٓا اِذَا بَلَغَتِ الْحُلْقُومَۙ
Meali: Can boğaza dayandığı zaman
[5] Vakıa Suresi 44’nci Ayeti kerime  وَاَنْتُمْ ح۪ينَئِذٍ تَنْظُرُونَۙ
Meali: Ki o zaman siz (ölmek üzere olana) bakar durursunuz.
[6] Kaf suresi 16’ncı Ayeti Kerime  وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ
Meali: Onun sağında ve solunda oturmuş iki melek zabıt tutarken,
[7] Vakıa Suresi 85’nci Ayet-i Kerime  وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْكُمْ وَلٰكِنْ لَا تُبْصِرُونَ
Meali: Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.
[8] Tahavvülât: (Tahavvül. C.) Tahavvüller. Değişmeler.
[9] Berahin: (Bürhan. C.) Deliller. Şâhidler. Bürhanlar.
[10] Fuzuli: “Eğer ârif, ilâhî vahyi idrâk edebilme kâbiliyetine sahip olsa, kâinattaki her zerre, ona Hakk’ın emrini ulaştıran bir Cebrâil kesilir.”
[11] Eslâf: (Selef. C.) Selefler, evvelkiler, geçmişler.
[12] Ahlaf: Halefler. Sonra gelenler. Zürriyetler. Evvelkilerin yerine geçenler. Nesil. Evlâdın evlâdları. Nesl-i âti.
[13] İnkıraz: Sönme. Zeval bulma.
[14] Nazaif:                (Nazif. C.) Nazifler. Nazafetli, temiz kimseler.
[15] Hâlisüddem: Halis, Saf, arı duru, Katışıksız, safkan. Halise: Karışık olmayan, saf, katışıksız İçten, samimi.
[16] Tevfik: Uygun düşürme. Uydurma. Muvafık kılma. Cenab-ı Hakkın kuluna yardım etmesi.
[17] Terhin: Rehin verme. Emanet bırakma
[18] Enfal Suresi 46’ncı Ayet-i Kerime    وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ ر۪يحُكُمْ وَاصْبِرُواۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَۚ
Meali: Ayrıca Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Ve birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
[19] Mükâdere: Men'etmek, engel olmak. Reddetmek, kabul etmemek.
[20] Reca: Emel, ümit, yalvarmak. Cânib, taraf. İstek, arzu, dilek.
[21] Ze'm: Tahkir etmek, hakaret etmek. Ayıplanmak.
[22] Masun: Korunan, mahfuz, emin, muhafaza olunan. Sâlim, sağlam.
[23] Mahfuz: (Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış. Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış. Korunup gözetilmiş. Gizlenmiş, saklanmış.
[24] Ragıb: (Râgıbe) (Ragbet. den) İsteyen, rağbet eden.
[25] Vela: Yakınlık. Sâhiplik. Sevme, muhabbet.
[26] Taha Suresi 114’ncü ayet-i kerime: فَتَعَالَى اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّۚ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْاٰنِ مِنْ قَبْلِ اَنْ يُقْضٰٓى اِلَيْكَ وَحْيُهُۘ وَقُلْ رَبِّ زِدْن۪ي عِلْمًا
Meali: Her şeyin gerçek egemeni olan Allah, yüceler yücesidir. Kur'an'ın sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce acele etme. “Rabb'im bana bilgiyi arttır.” de.
[27] İhlas Suresi 1’nci Ayet-i Kerime قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ
Meali: De ki; O Allah bir tektir.
[28] İnşirah Suresi 1’nci Ayet-i Kerime اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَۙ
Meali: Biz senin için (mutluluğun) göğsünü açmadık mı?
[29] Meknun: Örtülü, gizli. Saklı. Dizilmiş. Dizili. Manzum.
[30] İnşirah Suresi 3’ncü Ayet-i Kerime اَلَّذ۪ٓي اَنْقَضَ ظَهْرَكَۙ
Meali: O senin sırtını ezen yükü.
[31] Araf Suresi 155’nci Ayet-i Kerime وَاخْتَارَ مُوسٰى قَوْمَهُ سَبْع۪ينَ رَجُلًا لِم۪يقَاتِنَاۚ فَلَمَّٓا اَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ اَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَاِيَّايَۜ اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَٓاءُ مِنَّاۚ اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۜ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَٓاءُ وَتَهْد۪ي مَنْ تَشَٓاءُۜ اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِر۪ينَ
Meali: Bir de Musa, mîkatımız için (tayin ettiğimiz vakitte tevbe için) kavminden yetmiş erkek seçti. Ne zaman ki, bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman Musa: "Rabbim! Dedi, “dileseydin bunları da, beni de daha önce helâk ederdin. Şimdi bizi, içimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden helâk mi edeceksin? O iş de senin imtihanından başka bir şey değildi. Sen bu imtihanla dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de hidayete erdirirsin. Bizim velimiz sensin. Artık bizi bağışla, merhamet et, sen bağışlayanların en hayırlısısın."
[32] Sâlim(e): Sağlam. Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz. Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan.
[33] Füruat: Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler.
[34] Şekk: (C.: Şükuk) Şüphe, zan. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tereddüt etmek.
[35] Nikab: Yüz örtüsü, peçe, perde.
[36] Sinesaf: Sarılıp kucaklaşmış.
[37] Mi’at: Ayna
[38] Hab: Uyku. Rü'yâ
³Ba's/Bais: "Harekete geçirmek, bir tarafa yöneltip göndermek, bir işle görevlendirmek; uykudan uyandırmak, diriltmek” gibi mânalara gelen ba‘s kökünden türemiştir. Esma-i Hüsna'dan biri.
[39] Târ: Müzik aleti, tünek, karanlık
[40] Şûraver-i salt-ı rebab: Rebabın tellerinin titreyişi
[41] Cuş: Coşmak, kaynamak. Taşmak. Deprenmek.
[42] Neşvet: Keyif, neşe. Sevinç sarhoşluğu.
[43] Dehr: Zaman, çok uzun zaman, ebedi. Bin yıllık zaman. Dünya.
[44] Mutrib: (Tarab. dan) Çalgıcı, çalgı çalan. Şarkıcı, şarkı söyliyen. Hânende.
[45] Hayr: İyilik, fazilet, erdem ahlak vb    
[46] Darb-ı Mesel: Misâl olarak söylenen meşhur söz. Bir hâdiseye binaen söylenen hikmetli söz. Atasözü
[47] Kalil: Az.


[i] Şiirin tamamı 

NE OLMAK İHTİMÂLİ VAR

Dilin yine melâli var
Melâlinin kemâli var
Cihâna infiâli var
Ne mâhı var ne sâli var
Güzîde bir hayâli var
Gelen gider meâli var.
Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

Dök ehl-i necle âb-ı rû
Ricâle eyle ser-fürû

Bak imdi hâle sû-be-sû
Değer mi bir hayâta bû

Abes bu şiddet-i guluvv
Baş eğmem ölsem ey adû

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

Bugün vücûd isem ne gam
Değil mi âkıbet âdem.

Hayât içinse bunca hem
İlâha eylerim kasem

Hayâta minnet eylemem
Bekadır asl-ı mültezem

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

Bozuldu gülşenim gülüm
Daha nedir tezellülüm

Çok oldun ey teemmülüm 
Sükûta yok tahammülüm

Kemâle mi tevaggulüm
Âdemdedir tekemmülüm

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

Olunca söz evet belî
Cihânın oldun a'kali

Şu hâlde baş mı eğmeli
Ziyâ ben olmadım deli

Edip bir iş ki mücmeli
Hâyâta bâri değmeli

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

 Adanalı Ziyâ Bey (1859-1932)

Kaynak: erbaa.gov.tr/şiir dünyamızdan

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017