032 (02.05.1959) 100 dk (145)
Mevzû iki esasa ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın membaı, annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da annesi kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl, aşk, kalp, vazife, bunlar mânâ-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle, mevzûun en büyük rüknünü insan mefhûmu teşkil etmektedir.
İnsan. Tarifi güç olan, anlatılması zor olan kısım da burası. İnsan nedir? Zahirinden bakıldığı vakit; altmış, yetmiş, seksen, yüz, neyse bir sıklet. Nihayet iki metre uzunluğunda çukura girebilir. Fakat mânâsı veçhesine bakılacak olursa, birçok varlığı muhit. Gelişinde gidişinde ihtiyârımız yok, elimizde bizim diyecek de bir medarımız yok. Bununla beraber Kudret birçok varlığı bize müsahhar kılmış. Emanetini bize vermiş. Kendisine muhatap tutmuş. Mevcudat içerisinde bir hususiyet bahşetmiş. Kendi sıfatlarıyla mücehhez kılmış.
Bir yüzümüz âlem-i hilkate bağlanmış, bir yüzümüz âlem-i kudrete
raptedilmiş. Âlem-i hilkate bağlanan yüzümüze, rehberlik yapması içün bir nur
olan gevher-i akıl denilen o büyük varlığı bize ihsan etmiş. Âlem-i kudrete
taalluk eden kısmında akla yol verilmemiş. Sahan ayrı demiş. Senin vazifen
ayrı. Sen hissin galatlarını tashih edersin, meçhulden malumu çıkarırsın, medar-ı
teklifsin, hayır ve şer bildirildikten sonra, hayra doğru sevk edebilmeklik
şekillerini gösterirsin fakat âlem-i kudrete gelince “Sen burada kal.” denmiş.
Senin sahan değil.
Şimdi bu büyük varlık, insan denilen, tabi burada insan dediğimiz vakitte
siret ve suret itibariyle insan kastediyoruz. Suret itibariyle insan olup da
siret itibariyle insan olmayan hariç. Öyle de var mı? Evet. Ruh-u menfuh[1]
tekrim edilmemiş. Ruh-u menfuh ile tekrim edilmemiş. Onun içün Beşeriyetin Fahr-i
Ebedisi der ki: “Sen eğer ondan mahrum isen, o Hakk, her an tecellidedir, gel
kendini O'na arz et, mahrum kalma.” der.
Canavarları utandırtacak kadar; elinden, dilinden, hâlinden, işler meydana gelirse Kudret ona insan der mi?
Hayır. Kitab-ı İlahide o aşikâr beyan edilmiştir. [2]
اُو۬لٰٓئِكَ
كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ Ah alarak yaşıyor, insan inletiyor,
can yakıyor, ev söndürüyor. Hiss-i merhametten azade “aman” dinlemiyor. Sırf nâra
mensup sıfatlar taşıyor. Cehennem-i yü'l-asır, mesela sâfi haset, sâfi kin, sâfi
buğz, sâfi adâvet, sâfi riya ile meşbu[3].
İnsan olaraktan âlem-i kudrette ismi yoktur. Resmen büyük Kitap da Fatır’ın
kendi beyanatı ile işte o diyor: “Hayvan, hayır hayır!” diyor, yine Allah. “Çok
ondan aşağı. Çok ondan aşağı!”
Geçen konuşmamda demiştim ki, insanı nasıl tarif edelim? Neden layığı ile tam tarifi olunmaz? İnsan, Kudret’in bütün esmasına mazhar, hangi
isim onda galip gelmiş, ben ne bileyim. Şu anda her birimizin hatırından bir
şey hutur ediyor. Belki beni dinliyorsunuz, fakat dinlerken de konuşuyorsunuz.
Hatta geziyorsunuz, hatta birçok şeyler de hallediyorsunuz. Kaç vücuda
sahipsiniz. Hangi vücudunuzu ben tarif edebilirim sizin. Siz kendi kendinizi
tarif edebilir misiniz? Yarım saat sonra sizin hatırınıza hutur edecek şeyi, şu
anda tayin edebilir misiniz? Yook. O, öyle bir yerden gelir ki bidayeti
mutasevver[4]
değil, nihayeti de mutasevver değil, öyle bir mühim bir nehir akar sizin iklim-i
vücudünüzde. Bu kadar muazzam bir varlık, ufak bir takat ile tarife girer mi?
Girmez.
İsimden
isimler, sıfattan sıfat
Ne varsa
bilindi bilinmezdi zât
Mim-i
Ahmed idi bâisi nur-u zât
İnsanla
bilindi o ilm-i kadîm
O ilim
olmasa idi her şeydi adim (yani
yok)
O ilmin mebde-i
meâdı bir mîm
O ilmin
batını nur-ı Muhammed
O nurun
zuhuru aşk u muhabbet
O sırra
girenler ölmez müebbed
İnsan böyle ufacık bir şey değil hülasa. Bunları niye söyledim? Herkes
kendi kıymetini bilirse, fıtrat-ı asliyesini tanırsa, Kudret’in kendisinde,
şöyle size anlatayım, kaba bir misal ile. Bu mevcudatı bu varlığı, bilmem ki
hata eder miyim, edersem Kudret beni
affetsin. Anlatayım diye söylüyorum. Biraz umur-u hissiyeye giriyor, bazı
şeyleri hisse sokmak doğru değildir ama anlatmaklık içün belki affeder.
Bu muazzam fabrikada ki varlık, bu masnuat[5]
bunun sânî[6]
olan, bu fabrikanın sânîi olan, sahibi olan Zât; bu varlığın içerisinde seması,
arşı, mevcudatı, bildiğimiz bilmediğimiz ne kadar ne varsa, bunların içerisinde
imzasını yalnız insana koymuş. Bir şey anlatabildim mi acaba? Kudret’in imzası
insandadır. Hüner bu âlemde o imzayı sildirtmeden gitmektir. Sildirtmeden
gidenlerin adına insan diyorlar. Ahlak o imzayı sildirtmeyen müessesenin
adıdır. Bir şey anlatabildik mi acaba? Hulâsa bu. Tarif bu. İmza. Bunu anla,
anladığın dakikadan itibaren, seciye-i insanini ayakaltına atmazsın. Hayat-ı
ebedini, baht-ı sermedini, hiçbir vakit
satmazsın. Satılmazsın, çünkü değmez. Orta yerde hiçbir şey yok. Hiçbir şey
yok. Meğer orta yerde hiçbir şey yokmuş.
Deden nerede? Bu kâinatta ne muazzam saltanatlar kurulmuştur. Tarihi
oku, bak. Onu görebilmek içün bir âlimin kalbi ile bir cahilin kalbi müsavidir,
diyor Kudret. Mevcudatı mütalaa hususunda, zevahirine bakmaklık hususunda,
hususi bir kalbe ihtiyaç yok. Fakat biraz düşünecek olursa, yer adamı, yer. Üç
perde kalkmadıkça feth-ü bab-ü hüsn-ü mâad[7]
olmaz. Eğer çok kemala ait bir şey arıyorsan fakat burası da son derse taalluk
eder. Burası dursun. Daha sağ kalır,
Kudret de bana müsaade ederse, biraz daha sonra söyleyelim bunları. Daha
söyleyeceğimiz şeyler var.
Satmazsın kendini. “Evet”le “hayır”ın yerini kullanmasını öğrenir
insan. Nerede evet diyecek, nerede hayır diyecek. Âlem-i hilkatte kendisine
rehberlik yapmaklık içün akıl verildiğinden dolayı, akıl da hikmetle alakadar
olduğundan dolayı, hikmette de daima “niçün” bulunduğundan dolayı, herhangi bir
şey karşısında kalınca “niçün” der? Hangi insan niçünsüz yaşar, hangi insan
evet ve hayırın kullanma yerlerini kaybeder, kendi mânâsındaki varlığını
kaybeder. Ahlak o mânâyı kaybettirtmeyen müessesenin adıdır. Anlatabildik mi
acaba? Nazarlardan anlatamadığım anlaşılıyor.
Bir an, insan seciye-i insanisini kaybetmemesi içün nelere ihtiyacı
vardır? Evvela yaşayış tarzında nerede “evet” kelimesini kullanılır onu
bilecek, nerede “hayır” kelimesini kullanılır onu bilecek. “Evet” diyeceği
yerde hayır, “hayır” diyeceği yerde evet diyerekten yaşarsa, mahkûmdur.
Anlatamıyor muyum ya? “Niçün” kelimesini kullanmadan yaşıyorsa hikmetsiz yaşıyordur.
Vücud-u abestir. Bir şeyi yok. Düşer.
Deden, tarihin en eski efendisi bulunan. Sen züğürt bir dedenin çocuğu
değilsin. Deden çok muazzam adam. Öyle mi? Eveeet. İlmi var, kütüphanesi var. İnkârı
gördüğü yere imanı, zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi va’z
etmiş. Tarihte devre açmış, devre kapamış. Muhâli[8]
mümkün yapmış. Muhâl, mümkün yapmış. Karada gemi yürür mü? Muhâldir.
Yürütmüş, mümkün yapmış. Bunların
hepsini tatmış ve öyle yaşamış. Senin de varlığında bunlar meknuzdur[9].
Kudret bize hususi tabiri caizse, İltimas muamelesi yapmıştır. İnsanlar
içerisinde biraz bize daha bol bol vermiştir. Fakat maddenin kesafetinde
kaldıkça zavallılaşıyoruz. Madde ile mânâ beraber, omuz omuza gitmesi lazım.
İkisini beraber götürmek lazım.
İman, insana mesudane bir hayat verir. Mesudane. Ruha sükûn ve
itminan[10]
getiren şeydir. Kerem, dedende var. Mürüvvet, dedende var. Ahde vefa, dedende
var. Bunları, bu sahne-i şuhutta daima göstermiş. Söz halinde değil, daha
medeniyet “insan hakları” diye sesi yeni yeni çıkıyor. Nenen köyde otururken “kul
hakkı” derdi. Okuması yok, yazması yok. “Aman
evladım sakın kul hakkı olmasın, bu göğüslerimden emdirdiğim haram olur.”
Medeniyetin hakiki esasını sözle değil, hakkını haram etmek şekliyle kalplere
yerleştirir. Saygı ve muhabbet korkusu ile. Allah hakkı olursa O kerimdir,
rahimdir, hazinesi boldur, affedebilir aman sakın ha, kul hakkı olmasın. Nenen,
daha nenen. En ücra, dört evli köyde, on haneli köyde.
Fakat beşeriyet; öyle bir tecelliye mazhar olmuştur ki, mevzii
konuşmuyorum bütün dünya sekenesi, huzuru kalkmıştır. Bütün dünya
sekenesi. Ne masası olanın, ne kasası olanın, ne rütbesi olanın, ne câhı
olanın, ne olmayanın, yok! Neden?
Huzur-u kalp, zannediyorlar ki kisbîdir. “Böyle yaparsam kalbe huzur
gelir, şöyle yaparsam kalp huzuru.” Yok kardeşim. Huzur-u kalp kisbî değil
vehbîdir. Kisbî değil vehbî. O huzura layık bir hâli gördükten sonra Kudret,
sana o huzuru verecek. Bizzat Allah verecek. Anlatamıyor muyum? O hâli görecek
sende, o hâli gördükten sonra verecek.
O hâl dedim de sana ben bir misal daha vereyim. Mevzû dağıldı ama
toplarız.
Bir gün, Haccac-ı Zalim (Meşhur, tarihte. İnsan kafasından kule
yapmış. Zalim adam.) sarayında oturuyormuş, bir köşede de annesi oturuyormuş.
Bakmış, derin derin annesi yüzüne. Birdenbire ağlamaya başlamış.
—Ne ağlıyorsun anne? Demiş.
—Nasıl ağlamam, nasıl ağlamam? Zalimsin, hunharsın, gaddarsın. Çok can yaktın, çok ev söndürdün, insan
başından kule yaptın. Gaddar! Elbette bu ahların birikmiş olan vebali Kudret
tarafından sana muazzam bir sille olacak. Allah’ın şanına layık bir şekilde
sana bir azap olacak. Onun şanına nasıl yakışırsa sana azap vermek, o azabı verecek. Fakat ne de olsa benim
oğlumsun, cibilli olarak bir annelik hissi var. O azapta sen inlerken ne olacaksın
diyerekten düşünüyorum da rikkate geldim ağlıyorum.
Gülmüş. “Hayret” demiş. O esnada biri geçiyormuş. Cama vurmuş.
—Ne o, demiş. Gene birinin canını mı yakacaksın?
—Hayır, sana bağışlayacağım. Çağırın bu adamı!
Çağırmışlar. Adamın rengi atmış. Çünkü herkes biliyor ki, pek ender
böyle insanı çağırırsa onun hayatı kurtuluyor. Sonra acib de bir adam. Mesela
çağrılmış “çık!” denmiş. İki tane kapı var, bir kapıdan daima kendi girip
çıkıyor, bilmiyor tabi çık, deyince. Eğer kendi girip çıktığı kapıdan çıkılırsa,
kimse dokunmuyor. O yanında ki kapıdan iki kapı yan yana duruyor. Yanında ki
kapıdan çıkarsa derhal kellesini alıyorlar. Birisini çağırmış yine çık demiş.
Durmuş. “Efendim, hangi kapıdan çıkayım.” demiş. Kendi selamet kapısını girdiği
içün o kapıyı göstermiş. Yanındakiler demiş ki:
—Siz bunu imha kastıyla çağırdınız fakat bab-ı selameti gösterdiniz.
—Beşeriyeti Fahr-i Ebedisi: “El-Müsteşar
mü'temendir[11]
buyurdu. İstişare ettiğiniz adam emin olacak.” Benimle istişare etti, onun içün
ona aman kapısını gösterdim.
Böyle de bir tuhaf adam. Girmiş adam yanına, kül gibi rengi.
—Anneme söz verdim, demiş. Hayatından emin ol, müsterih ol.
Serbestlemiş tabi. “Sen ne iş yaparsın.” demiş. “Zeytinyağı
tüccarıyım.” “Bir okkadan ne kadar zeytinyağı çıkar.” demiş. “Efendim o zeytin
nevi nevidir, filan cinsi olursa bu kadar çıkar, filan cinsi olursa bu kadar.”
Düşünmüş demiş ki: “Olur ki bu sahada
bir vahid-i kıyasidir, bilebilir. Yedi yüz küsur okkadan ne kadar çıkar.”
demiş. Bir hesap çıkarmış. “Bir taneden ne kadar çıkar.” demiş.
—Efendim, şu cins olursa beş damla, bu cins olursa üç damla, şu olursa
bu kadar, bazısından hiç yağ çıkmaz, yalnız elde nem olur, demiş. Bir ıslaklık
olur, yağ bulunmaz.
—Çok hoşuma gitti, demiş. Mesleğinde mahir, bahir, iyi bir tüccarsın.
Çok hoşuma gitti.
“Hacc-ı temeddu neye derler.” demiş. “Haccı Kıran neye derler.” demiş.
“Elli tane şu cins deven olsa bunun hisse-i ilahisini ayır bakayım” demiş. Mevzûu
uzatmayalım şimdi hepsini saymaya lüzum yok, yirmi bir tane mânâya taalluk eden
sual sormuş, hepsinin karşısında böyle duruyor. Demiş:
—insaf et, üç günlük hayatının mesleğinde, bir okkadan, bin okkadan,
bir taneye kadar altı damlasından, bir damlasına kadar cevap verdin. Müebbet
istikbaline taalluk eden mebahiste yirmi bir şey sordum birine vermedin. Dua et,
anneme huzurumdan çıkın. Yıkıl, defol git! Demiş. Ondan sonra dönmüş annesine:
—Anne ne ağlıyorsun sen, ben Allah’ın memuruyum, Allah’ın. Beni
memuren göndermiştir, bu kavme edep vermek, ceza vermek içün. Ben inleticiyim
evet amma min-tarafillah[12]
memurum. Onun memuruyum ben. Getir Ömer’in kavmini, Ömer olayım. Sil gözünün
yaşını, demiş. Tuhaf bir adam. Orada söylüyor diyor ki: Ömer’in, diyor. Kavmini bilir
misin, nasıldı? Ömer’in karşısındaki sınıf. Ömer, diyor seçildi. intihab[13]
edildi, seçildi. Kendisine herkes biat ettikten sonra çıktı makamına, Hûdâ’ya
hamdini yaptı, Resul’üne salavatını getirdi ve ondan sonra o binlerce insan
toplanmıştı, bakalım ne diyecek diyerekten. Üçüncü cümlesinde dedi ki:
“Eğer ben Hak ve hakikatten ayrılır da benim peşimden giderseniz, siz
şöyle mesul olursunuz.” der demez, bir köylü en arkadan şaak diyerekten şimşek
çakar gibi kılıcı çekti.
“Dikkat et, Ömer! Hakaret etme millete, demek ki sen Hak ve hakikatten
ayrılacaksın da senin peşinden gelecek adam var diye senin zihninde bir mefhum
var, öyle mi? Ayrıl, bak bu ne yapar?”
Ama o iş de bir iman denilen bir varlık vardır ki, konuşurken dedim
ki, insana mesudane bir hayat verir, ruha sükûn verir, itminan getirir ve
enfüsünde ebed sedasını duyurur. O zevk hâsıl olmadıktan sonra, beşeriyet bugün
madde kesafetinde boğulmuş, bırak, hiç kimse bütün dünya. O kadar hareket-i fikrîye
durmuş ki, hemen hemen iki konuşmamda tekrar ediyorum.
Bir düğmeye basıyor, milyonla adamın canı alınıyor, buna medeniyet
deniyor. Hastanede hasta, kadın vaz-ı haml[14]
ederken, mini mini çocuk daha bir aylık, bir günlük, beş aylık, iki günlük her
neyse, annesinin memesini emerken, piri fani yuvarlanırken, bir anda yok
oluyor. İlim bunu mu icap eder, böyle midir ilim? Semere-i ilim bu mu? Neticesi
bu mu? O ilmin cehilden aşağı olduğunu kim daha öbür tarafında ispat eder? İlim
bu mudur? Fakat beşer şaşırınca be’s[15]i
kalkınca şer olur. Hep Kudret tarafından yemiş. Bunu da söyleyince yanlış
anlama, yani sen yapma mânâsına değil, sen bundan daha üstününü yap, yapanına
mani olmak içün. Senin, en büyük mânânın emri budur. Sen daha üstününü yap,
insanlığı kurtarmak içün, hayatı almak içün değil, hayatı almak isteyenlere
hayatı aldırtmamak içün. Anlatamıyor muyum acaba?
Gönül tahtında sultan olduktan sonra bu işler olur. Gönül tahtında.
Kasr-ı
dil tahtında senden gayrı sultân istemem
Hâk-i
pâyinde gubârım, cân u cânân istemem
Varlığım
sensin senindir benliğim sensin ne var
Sen eğer bu vücudun hakikaten sahibine arif isen, o vakit âlimsin.
Bunu o vakit âlimsin. O vakit irfan sahibisin. Fakat sen bunun içerisinde “Ben
varım, ben yaratırım, ben ezerim, ille benim dediğim olacak!” diye yaşarsan
halis muhlis zavallısın. En acınacak adamsın. Neden?
Uyuyorsun sen. Hiç uyuyan bir adam, böyle muazzam benlik davasında
bulunabilir mi? Hem nasıl uyku. Geceleyin hilkat uykusuyla, gündüzünde gaflet
uykusuyla. İki uykuyu birden birleştirmiş. Ne vakit uyanır? Gel dedikleri
vakitte amma fayda yok.
Vâhime fikr ü hayâl idrâk ü hıfzın mahzeni
Sîreti hayvân dolu sûretde insân istemem. Biraz evveli söylemiş
olduğum şeyin nazmı
Bu merâyâ da “likâullâh”ı gör olmuş ayân
Var hepimizde iman var ama acabalı. Zanni. Tat duymuyoruz. Duydun mu, ne
yalan söyleyebilirsin, ne haset edebilirsin, ne hırsın olur, ne kanaatın
haricine çıkabilirsin. Bırakmaz iman adamı. O öyle bir aşktır ki, imkânı yok
bırakmaz, bırakmaz! Var hepimizde iman var fakat zan içre, gayrı görüyoruz.
Gayrı
görme vehmdir zan içre imân istemem
Feyz-i
nûr-ı “Hayy ü Kayyûm”dur vücûh-ı kâinât
Yokluk çölünden varlık vücudu pazarına ancak bir kefen tedariki içün
gelmişiz. Acaba neden insanlığımızı satarız. Düşün, netice itibariyle yokluk
vücudu pazarından, yokluk çölünden, varlık vücudu pazarına. Düşün, her işi yap, şöyle böyle, netice? Bir
de ona ya imkânı var ya da yok, bir kefen tadariki içün gelmiştir. Hepimiz.
İstikbal, istikbal, herkesin ağzında dolaşır. İstikbalin tarifi,
gönül uyanıklığıdır. Gönlün uyanmışsa istikbalin var. Gönlün uyanmamışsa ne
istikbali arıyorsun? İstikbalin tarifi vardır. İstikbal kendini bilmek
ilmine denir. Kendini bilmek ilmini öğren, aslını bulmak ilmine agâh ol, o
vakit gönlün uyanır, o vakit istikbal olur ve illa olmaz. İstikbal, istikbal
ne? İstikbal istikbal, herkesin ağzında. İstikbal. İstikbal gönül uyanıklığı.
Acaba anlatabildim mi tarifini? Ne vakit uyanacak gönlün? Kendime söylüyorum
ha. Konuşma tarzı öyle de siz affedersiniz. Kendime hitap. Hitaplar hep
kendime. Siz ara yerden lazım olanları alın. Hitap daima kendime. Ya geldik
gidiyorum bir şey öğrenemedim, maalesef. Hakikati itiraf o da haktır. İtiraf
etmek.
Böyle bir imanın, ruh-u beşeriyette azamet-i şanı ile bir makam-ı
refiaya[17]
oturtulabilmesi içün ne yapmalıdır? Böyle bir sual çıkar adama. Güzel ama
anlattın, ne yapmalı?
Evvela ilim, imanın medar-ı evveli olduğunu bilmek lazım. Bunu
kabul etmiyor. İlim, ilim yok mu ilim? İmanın medar-ı evvelidir. Fıtrat-ı
beşeriyeyi layıkı ile bilmek, bunlar bilindi mi iman kendi kendine gelir,
bunlardan biz bîhaberiz. İmandan mahrum olan kâinatı yed-i[18]
tasarrufuna verse yine hayattan mehkûr[19]
ve mahrum yaşar. Neden? Haristir. İman olmayınca ebediyet yoktur. İhtirasat-ı nefsaniye hiçbir vakit tatmin
olmaz. Binaenaleyh “Bitiyorum, hepsini yapacağım!” diyerekten, fakat imanı oldu
mu “Ebediyet var.” der. Lazım olan kuvve-i insaniyesini lazım olan yerde
kullanır, öbür tarafını ebediyete bırakır, rahat eder. Anlatabildim mi?
Niçün iman olmazsa beşeriyette huzur bulunmuyor? İman olmayınca
ebediyet yok ki o adamda, ebediyet olmayınca boğar adamı. İhtirasını tatmin
etmek içün. Çünkü neden? Bitiyor der, çırpınır böyle. “İlle ben yaşadığım
müddetçe, bunu ikmal edeceğim.” der. Buna da imkân yoktur. İkbal, onun ikbali, buna imkânı olmadığının o farkında değildir.
İkmal edeceğim diye ihtirasat-ı nefsaniyesini tatmin etmek içün, icabında ufak bir zevki içün, bir camiayı
vallahi billahi tallahi ayağı ile vurur, yuvarlar ve yakar. Onu yalnız iman
önler, başka bir şey önleyemez. Ama imana mazhar olan da sefaletin zebunu[20]
da olsa, yine huzur-u cavidanı[21]
ile yaşar. Neden? “Üç gündür benim
burada ki inlemem, der. Aslıma kavuşacağım.” Anlatabildim mi acaba?
O ne kadar kuvvetli olursa nimet ile musibet, lutf ile kahır, onun
yanında müsavi olur. İşte saadet de budur. Ne vakit nimet ile musibeti, lutf ile kahırı müsavi tuttun mesut adamsın.
Buna malik olamadın mı henüz saadet yok, arama laf hâlindedir o. Bu âlemde de
öyle saadet diye bir şey yoktur ha. Bunu böyle yapmadıkça, böyle bağlamış
pazarı açan. Senin elinde değil ki, dedik ya vehbîdir diyerekten. Senin elinde
değil. Ne benim elimde, ne senin elinde.
Ne bendendir ne sendendir
Benim çektiğim hep neşe-i cam-ı kaderdendir.
Sen kendi kendine bendendir, dersin. Sendendir, dersin. Yok kardeşim! (Yoruldunuz
mu?) Sonra insanın Kudret’e taalluk eden bağının öbür tarafına bakacak olursa âlem-i
hilkate taalluk eden kısmında insan, kuvve-i muhtelif kuvvetlerin, müteaddit
kuvvetlerin taht-ı tesirinde zebundur. Çok biçaredir. İtikadın, akrabanın,
yemenin, içmenin, tarihin, mahallin, daha nice gizli, ayan binlerce şeyin taht-ı
tesirindedir. Bu tesirattan kurtarabilecek ne vardır? Yegâne şey? Aşk ve
imandır. Yoksa onun haricinde kaldın mı muhakkak bir tesirin altındasın.
Bu tesirattan rah-ı [22]hakikaten
çıkarıp aslına kavuşturacak şeyin adına aşk derler, aşk. Ama romanda okunan aşk
değil ha. Anlattık ya. Aşk. Romanda okunan aşk, suret aşkıdır. O aşkı surette
de insan mânâya çevirebilir ama irfanı olursa.
Mesela birisine âşık oldum, dersin. Neresine âşık oldun? Yüzüne,
kaşına, gözüne. Kendini aldatıyorsun. Eğer surete âşık olsa idin, gözünü kapadığı
vakitte niye terk ediyorsun sen onu? Ayıp değil mi? En yakınını dahi böyle. Titrediğini
niye terk ediyorsun? Yakışır mı? O hâlde maşukunu iyi ara, iyi ara. O suret
torbasında ne gizlenmişse onu bul. İşte onu buldurtan şeyin adına ahlak derler.
Acaba anlatabildik mi? Sana o suret torbasından gözüktü, öyledir âdeti O’nun
öyledir, gözüktü aldandın. Avlandın yani yani ya. Hem aldandın hem avlandın. ... Gelen neyse onu bul.
Duvara güneş vurur fakat duvar güneş değildir kardeşim. Duvara güneş
vurduğu vakitte güneşi görmeyip de duvara güneş dersen çok zavallısın.
Beşeriyet böyle yaşıyor maalesef. Tozu görüyor da tozu koparanı görmüyor. Ona
ne derler biliyor musun? Gaflete âşık olmuş derler. Gaflete âşık olan da
zavallı olur, kalır gider. O gaflete âşık olmuş. Gaflete âşık olan maşuk-u
hakikiyi bulamaz. Gaflete âşık oldu mu, maşuk-u hakikiyi bulamaz. O hakikate âşık
olunca can-ı dîl kalbini çekmekten kendisini kurtarır. O kalmaz onda.
Kalmayınca ne olur? O işini çok iyi biliyor. Çok!
Size iki konuşma evveli demiştim ki, ekseriyetle söylerim ya şu gömlek
bu ten midir? Bak, bu tenin muhiti, muhit olmuş bu tene, bu ten bu gömleği
giyinmiş. Fakat bu değil bu. Nasıl bu gömlek, bu bedene gömlek olmuşsa bu
bedenin nasıl bu gömleğiyse şimdi düzeltebildim. Nasıl bu bedenin bu gömleği
ise bu beden de benim canımın gömleğidir. Bu değil ben, ben bu değilim. Sen de
o görünen değilsin. Senin bu gömleğine giren vücudunu bul. Anlatabildim mi
acaba? Bu gömlek bu. Bu vesika.
Ahmet isminde biri, vaktiyle ilm-i ilahide bulunmuş, gayb-ı külle
gitmiş, buruc-u isna aşer de seyir yapmış, meratib-i erbainden geçmiş, nihayet
zahr-ı pederde tekevvün etmiş, rahm-ı mader de devresini ikmal etmiş, devreler
ikmal olunduktan sonra ruh-u menfuh ile tekrim edilmiş, netice itibariyle bu
sahne-i şuhuta gelmiş. Ne malum, işte vesikası bu. Burada o vesikada işleri
gör, eline bir program verilmiştir. Bittikten sonra vesikanın hükmü bitti,
derler götürürler, vesikayı kasaya korlar. O kasa da mezardır. Anlatabildim mi?
Bu vesikanın artık işi bitti denir, kasaya kor. Bu ne ya, benim hüviyetim,
benim vesikam bu. Ben değilim ki bu. Benim işim bitti mi, ne malum Ahmet
isminde, Ali isminde biri geldi; işte vesikası, yetmiş seksen kiloluk bu. Onun
elinde de bir müfredat programı vardır. Programının
tatbikatını bitirtir Kudret. Bitirdikten sonra “Hadi bakalım karşı ki çukura!”
denir. O kendisi ayrıldıktan sonra vesikanın işi bitti, vesikayı da kasaya
korlar. Mader-i aslisine kor.
E o hâlde nedir öyle birçok böyle merasimler yapılır, filan? Tabi
insanız ya. İnsanın kendine mahsus bir ihtiramı var. Şöyle. Ruhun gelini. “O
benim mânâma; elli sene, altmış sene,
seksen sene hizmet etmiş, bineklik vazifesi yapmış. Ben çekildikten sonra köpek
laşesi gibi orta da mı bırakacak, insanlık?” Onu, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi
öyle demiş:
“Bir gelin gibi süsleyin. Vaktiyle ruhun gelini idi. İnsanlık bunu
icap eder. Kullanılmamış bir elbise giydirin, tertemiz koku ile alın, nuş-i[23]
ihtirama[24] alın,
mader-i aslisi olan yere götürün, teslim edin.”
Medeniyet insaniyet güzellik hep bende. Öyle mi? Evet! Hepsi o. Bütün
ne kadar dünya medeniyetinde bu geliş ve gidişte ki incelikte ki merasimler
varsa benim dedemin kabul etmiş olduğu mânâda ki güzellik yoktur. Bulamazsın. O
inceliği verememiştir. Anlatayım sana, bir misal mesela.
Misal. Mesela baban öldü, evladın öldü, kızın öldü, yakının, sevdiğin
öldü. “Öldü” tabirini anlatmak için söylüyoruz. Eğer iyi bir insansa büyük Kitap
der ki: “Adımlarını benim hesabıma atmışsa ölüdür deme!” der. O yine ayrı bir
bahis. Neyse, sureti konuşuyoruz şimdi. Bütün medeni sahaları gezelim; böyle
eskiye, on dört asır, yirmi asır, on bin sene evveline fikren seyahate geçelim,
çıkalım. Bu inceliği bulamazsın. Onu götürürüz bir mahall-i mahsusa koruz, değil
mi? Namaz kılacağız buna. Hani cenaze namazı, deriz. Bunu bir esasa bağlamış.
Bu adamda insan hakkı varsa bu adam münafıksa kılınmaz. Münafıksa. Anlatabildim
mi? Bir defa büyük bir ahlak kaidesi kuruyor. Geride kalanlara. Böyle insan bir
defa duruluyor. Yahu çok çirkin bir hadise oluyor. Bir intibah[25].
Ama biz onun esaslarını kaybetmişiz. Şeklinde de anlamadan yürümüşüz, böyle
gelmiş gitmiş asırlardan beri. Şimdi işin ruhunu anlatıyorum sana. Kılınmaz! İkiyüzlü
adam yani ya. Burasıyla burası uymayan bir adam. Kılınmaz! Mesnedi var mı? Bak
sana mesnedini de söyleyeyim.
Mânâ ilmi; iman, hakikat, aşktır. Aşk ise kabil-i tecezzi[26]
değildir. Yani parçalanmaz. Cüz’ünden feragat küllünden feragat hükmündedir.
Anlatabildim mi acaba? Bir parçasını terk ettin mi heyet-i umumisini terk etmişsin
gibidir. “Bazısını kabul ederim, işime gelenini, bazısını kabul etmem işime
gelmeyenini.” Kabul etmez, Kudret. Öyle!
Abdullah İbn-i Ubey İbn-i Selül namında bir adam var. Sadr-ı İslamda. Bu
adam gelir, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin arkasında namaz kılar, oturur, dinler
fakat dışarıya çıktığı vakitte maddi menfaatler üzerinde derhal değişir. Mesela
bir cihat yapılacak, cihada hazırlanmış olan inanan insanlara karşı “Lüzumsuz
şey bu!” der. Ticaret mevsimidir. Bu yapılıyor ama o kendi işinin çıkarı için
yapıyor. O mânânın düşmanına karşı “Ben seninle beraberim.” der. Bu tarafa
gelir, hakikati kabul edenlere karşı “Sizden ayrı değilim!” der.
Bir adam ki, iyi veya kötü “Ben bunu kabul etmişim.” dedi, o kolaydır.
Bilirsin ki bu, bu yolun adamıdır, ona göre hatt-ı hareketini tespit edersin.
Bir gün geliyor seninle oluyor, bir gün geliyor onunla oluyor, bir anda geliyor
bu tarafa meylediyor, bir anda geliyor bu tarafa meylediyor. Biraz da nüfuzu
olursa, biraz da serveti olursa, biraz da mevkii olursa, cemiyet içerisinde ne
yapmaz? Öyle. Ama geliyor, Mürebbi-i Ukul’un arkasında namaz kılıyor, dinliyor,
dışarıya çıkıyor, dışarda böyle böyle!
Oğlu, oğlu da dizinin dibinden ayrılmıyor, Resul-ü Kibriya’nın. Allah’ın
hikmeti. “Ölüden diri çıkarırım, diriden ölü çıkarırım.” der. “Ölüden diri
çıkarırım, diriden ölü çıkarırım.” Yalnız
ölüden diri çıkarmak mânâsı bildiğimiz o mânâya gelmez. “Kaskatı bir kalpten,
iman dolu bir kalp yetiştiririm. İman dolu bir kalpten, zulüm dolu bir kalp
yetiştiririm.” Ağası değiliz ya biz. O bilir.
Zaman geliyor. Abdullah İbn-i Ubey İbn-i Selül, anlıyor ki ölecek.
Maraz-ı mevte yakalanmış. Anlıyor. “Ben artık buradan kalkmayacağım.” Çağırıyor
oğlunu. Oğlunu çağırıyor, diyor ki: “Git, seni kırmaz. Yüzüm yok ama ben o zâtın sırtına temas eden
gömleğini, ben öldükten sonra bana giydirin. Benim kefenim o olsun.” Şimdi bu arzu, bir iman göstermez mi? Bilmem
anlatamıyor muyum? Bir iman icap ettirmez mi bunları söylemek. Ettirir ama
geçmiş. Geçmiş! Oğlu diyor ki: “Şimdiden sonra olmaz ki, diyor. Evet, senin
içün nasıl isteyeyim?” “İste, iste git!” Anlatıyor.
Tereddüt etmeden, o sâfi merhamet olan, düşmanına dahi merhamet elini
uzatan, o Zât-ı Âlâ, derhal orada soyunmaya başlıyor. Ömer, hilkaten celalli
bir zât; rengi kaçmış, böyle bir tuhaf bakıyor yani. Ona nasıl veriyor o
gömleğini, gibi. Bu bizim düşmanlarımızla da teşrik-i mesai eden adam. Onun
renginin uçmasından anlıyor, diyor: “Ömer beni tanımadın mı? Bizden istenilen
şey red olunmaz. Bizde red yoktur.”
Alıyor götürüyor, O da çar-ı çeşmi[27]
ile bakıyor. Acaba verdi mi diyerekten. Getirdim diyor, seviniyor ve ölüyor.
Vasiyeti gibi hakikaten de onu kefen yapıyorlar. Şimdi herkes bakıyorlar ki,
acaba bunun cenazesinde teşyi edecek mi, namazını kılacak mı filan? Haber
geliyor. Abdullah ibn-i Ubey öldü. Fahr-i Âlem kalkıyor, namazını kılmaya
cenazeyi teşyi etmeye hazırlanıyor. E tabi o hazırlanınca, Ashab-ı Bâsafâ da ona
tabi olaraktan hazırlanıyor. Kalkarken, hükümet-i subhaninin sefir-i kebiri Namus-u
Ekber Cenab-ı Cibril, ferman-ı ilahi elinde geliyor. [28]
وَلَا
تُصَلِّ عَلٰٓى اَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ اَبَدًا وَلَا تَقُمْ عَلٰى قَبْرِه “Habibim Muhammedim! Benim hatır-ı subhanim
içün, onların, onlardan olan, onlar gibi olan, hiçbir kimsenin namazını kılma
ve cenazesini teşyi etme. Onlar ebedi olarak ölmüşlerdir.”
Bir şey anlatabildim mi acaba? Bir incelik anlatabildik değil mi?
Şimdi usule bak ki, evvela bu kaide, orta yere konuyor. Bu kondu mu insanlar da
hayatta yapacağı zulmün yarısı kalkar. Kalkar! O mesela bizde vardır. “Nasıl
bilirsiniz?” diye sorar. O Sadr-ı İslam da öyle dalkavukluk yoktur ki, herkes
öyle “İyi bilirim, bilirim!” öyle şey yok. İyi bilirse iyi bilirim, der.
Bilmezse hiç bilmiyorsa sükût eder. Kötülüğünü bilirse kötü fena bir adam, der.
Kaldırın atın, derler. Hehe, öyle değil o. Öyle değil! O, arkadan gelen
kötülüğü önlemek için va’z edilmiştir o. Böyle zalimdi şurada şu canı yaktı,
burada şu fitneyi çıkardı. Burada şu fesadı meydana getirdi, bu şekilde bir
şeyin amiliydi. Öyle mi? O hâlde elimizde ki düstura uymuyor. Bizimle
münasebeti yoktur. Götürün gizleyin, der. Ondan sonra gelecekte biraz sarsıntı
olur. Ama bizde asırlardan beri, ben bunu şimdi bizim mevzûa bu mânâyı
getirmekten, misal olaraktan getiriyorum. Şuurlu yapmayız da ondan. Orasını da
anlatmış olduk.
Dedim ki: Hiçbir âlemde yoktur, getirir böyle dikkat et. Bunun önünde
namaz kılarız biz. Namazı kıldıran adam bunun kalbinin hizasına gelir, sadrına
gelir. E biz putperest miyiz? Kıble oldu bu, burada. Nasıl oluyor? Diri iken
öyle kılınmıyor da ölü iken niçün öyle kılınıyor?
O kalbinin hizasına gelmesinde ki hikmet; onun kalbi daima Allah’ın
Hak ve hakikatin muhabbetinin karargâhı olaraktan yaşamış, şimdi âlemini
değiştirdi. “Ben hususi tecelli ile oraya tecelli etmişim, kalk kalbinin
hizasında dur, kıl namazını!” diyor. Anlatabildim mi acaba? O kalbe sahip olan
insana ait olaraktan bir iştir o. O ayrı bir hususiyet taşıyor. O ayrı bir
hususiyet alıyor.
Mesela hazreti Hamza da Cenab-ı Peygamber yedi defa kılmıştır. Bir rivayette
yetmiş defa arkasında. Doyamadım, diyor kalkıyor. Doyamadım, diyor kalkıyor.
Her kalkışında Hûdâ’nın oraya hususi tecellisini görüyor, o isti’lâ’b[29]
içerisinde duruyor duruyor, yine kalkıyor. Duruyor duruyor, yine kalkıyor. Ve
bu hakikati gören insanlar da, bazı insanlar da bu tecelliyi görüyorlar. O da
yine ayrı bir mevzû. O ayrı bir iş. Neden diride kılınmaz da ölüde kılınır?
Diride nefis vardır. Diri iken nefsimiz vardır. Olmaz. Öldükten sonra nefis
kalktı, nefis kalktıktan sonra vücut Hakk’a gitti. O vakit put olmaz.
Anlatabildim mi acaba? Mesele bu.
Neye misal getiriyorduk? Geçen konuşmam da dedim ki, bu bizim mi bu
vücut? Senin mi yani? Evet. İhtiyarlama ya. İhtiyarlamasana!
Faniyetli cümleden ziyade
Ak saçlarım eğliyor ifade
Ahh, ben vermişim ömrü bâde
Öyle demiş. Faniyetli cümleden ziyade ak saçlarım eğliyor ifade.
İhtiyarlama, ölümün kapısını kapa! O hâlde senin değil. Bunu idrak
eder de bunu zamanında sahibine verirsen orta yerde bırakırsan, sahibi gelir
alır, kardeşim. Malını bırakmaz. Onun içün makam-ı aşkta yaşayanlar, zannetme
ki aldanmış insanlardır. Yook. Bu vücut varlığını sahibine işlettirip de O’nun
elinden kazancını toplayanlardır. Bir şey anlatamadık galiba. Öyle zeki, öyle
zevk insanlarıdır ki onlar… Bakıyor bu fabrika-i insaniyeyi ben kendi aklımla
işletecek olursam, zor gider bu iş, diyor. Ya? Ben bunu sahibine veririm, benim namıma o işletir. Binaenaleyh, kazancını
da ben O’ndan yine alırım. Bu usulleri öğreten müessesenin adına, ahlak derler.
Burada ki aşkın romanda okunan aşk mânâsına olmadığını söyledik değil mi ya!
Aklı da bir yere kadar bize veriyorlar. Âlem-i kudrette geçmiyor. Biz
ise bir yüzümüz âlem-i kudrete, ekseri
tarafımız, ebedi tarafımız âlem-i kudrete bağlı. Orada da iman ile aşk geçiyor.
Binaenaleyh, ne yapmak lazım? O herkesin artık vicdanının duyacağı şeylerdir.
İman ve aşk olursa kalp musaffa[30]
olur. Kalp musaffa olduğu vakitte, ayinelik vazifesini yapar, hem Hakk’ı görür,
hem hilkati görür. Gördüğü vakitte bu işin sebebi kimdir, der. Sebebini bulur, sebebini bulduğu vakitte oraya
varını vermeye başlar. Verince başka türlü işler olur. Mesela bir tane okuyayım
sana. Çok güzel ama... Benlikten
soyunmak. Soyunarak, olmak.
Cânımın
cevheri ol lâ’l-i şeker-pârâ fedâ
Cânımın
cevheri ol lâ’l-i şeker-pârâ fedâ
Kime feda ediyor acaba? Söyleyeceğim sonra.
Cânımın
cevheri ol lâ’l-i şeker-pârâ fedâ
Ömrümün
hâsılı ol şive-i reftâra fedâ
Derd
çekmiş serim ol hâl-i siyeh kurbânı
Tâb
görmüş tenim ol turra-i tarrâra fedâ
Gözlerimden
dökülen katre-i eşkim güheri
Belki mânâsını anlayamayan arkadaşımız da olabilir. Fakat akıntı
tarzından onun da gönlünde herhâlde bir zevk olur. Çünkü kafa sözü değil, kalp
sözü. Kalpten çıkan söz daima kalp üzerinde tesirini icra eder. Bir daha okuyacağım
bu seferki de kendime.
Cânımın
cevheri ol lâ’l-i şeker-pârâ fedâ
Ömrümün
hâsılı ol şive-i reftâra fedâ
Derd
çekmiş serim ol hâl-i siyeh kurbâni
Tâb
görmüş tenim ol turra-i tarrâra fedâ
Gözlerimden
dökülen katre-i eşkim güheri
Çâk-i sinemde olan kanlı ciğerpâreleri
Mest-i çeşminde olan gamze-i hun-harâ fedâ
Pâre pâre
dil-i mecrûh-i perişânımdan
Pâre pâre
dil-i mecrûh-i perişânımdan
Yani demek istiyor ki, “Aman aman, hata ettim, sanki benim bir şeyim
varmış gibi, şunu feda ettim, bunu feda ettim sana diyorum.” Hazreti Fahr-i
Küll’e söylüyor. Cenab-ı Muhammed Aleyhisselatı vesselam’a. Ona, ona şey ediyor
da “Ben, diyor. Canımı feda ettim, şunu
ettim bunu ettim… Bu ne büyük cürettir ne büyük hatadır!” diyor. Aman diyor, af
buyur.
Pâre pâre
dil-i mecrûh-i perişânımdan
“Hayır efendim size değil, sizin köyünüzün başında gezen, her ite bir
parçası fedâ olsun. Size değil haşa!” diyor. Anlatabildim mi acaba?
Pâre pâre
dil-i mecrûh-i perişânımdan
Ser-i
kûyunda gezen her ite bir pâre fedâ
Ey Fuzûlî
n’ola ger saklar isen cân-i azîz
Şimdi bir de buna tahmis yapmışlar. Bir de tahmisini okuyayım. Zevkim
var bugün ya. Bir de tahmisi ile okuyayım şimdi. Tahmisini de öyle güzel
kaynatmışlar ki, öyle güzel kaynamış ki.
Bülbülün aşkı eder bülbülü gülizâra fedâ
Nice pervaneleri zevke kılar nâra fedâ
Öyle ya... Gelir pervane ateşe kendisini atar.
Bülbülün
aşkı eder bülbülü gülizâra fedâ
Nice
pervaneleri zevke kılar nâra fedâ
Kâinat olsa
sezâ Ahmed-i Muhtar’a fedâ
Canımın
cevheri ol lâ’l-i şekerpârâ fedâ.
Zevk almıyorsanız başka şey söyleyeyim.
Kameri
hüsnü nev’inin nice meh hayranı
İns ü cin
arz-u sema bir nice şeh nâlânı
Devr-i
eflakı nücumun sebeb-i devranı
Derd
çekmiş serim ol hâl-i siyeh kurbânı
Tâb
görmüş tenim ol turra-i tarrâra fidâ
Aşıkın
ömrü biter sanma biter derd-i seri Aşıkın ömrü biter sanma biter derd-i
seri
Her tüyün
ağzı olup söylese bin dil beheri
Yine şerh
eyleyemez derdinin yüz binde biri
Gözlerimden
dökülen katre-i eşkim güheri
Leblerinden
saçılan lü’lü’-i şeh-vâra fedâ
Aşıkın
derdine merhemdir ezel yâreleri
Yine dîl yâresidir
dertlerinin çareleri
Yıkadı
gözyaşı gözle dökülen kâreleri
Çâk-i
sinemde olan kanlı ciğer pâreleri
Mest-i
çeşminde olan gamze-i hun-hârâ fedâ
Usanıp
ömrüme sensiz utanıp canımdan
Cana ten
oldu cehennem dîl-i suzanımdan
Giryeler
doldu cihan dîde-i giryanımdan
Pâre pâre
dil-i mecrûh-i perişanımdan
Ser-i kûyunda
gezen her ite bir pâre fedâ
Başımı
taşlara çaldım da yüzüm kurtardım
Hak-i
payinde akıttım da gözüm kurtardım
Söz verip
dergâh-ı pirinde sözüm kurtardım
Cân ü dîl
kaydını çekmekten özüm kurtardım
Cânı
cânaneye ettim dîl-i dîl-dâra fedâ
Ehl-i dünyanın
azabına sebeb nan-ı azîz. Ehl-i dünyanın azabına sebeb nan-ı azîz
Ehl-i
irfana yeter kim tuta irfan-ı azîz
Ey Kemali
tuta gör Hazreti Kur’an’ı aziz
Ey Fuzûlî n’ola ger saklar isem cân-i azîz
Vakt ola kim ola bir şuhu sitemkâra feda.
Ey Fuzûlî. Böyle şey söyler. Yetişiş tarzı onun acayip. Neden Fuzûlî,
onun ismi Fuzûlî değil. Neden Fuzûlî denmiş, bilir misiniz? Annesi ölmüş,
babası başka bir hanımla evlenmiş. O hanım da biraz değil de, adam akıllı hain
imiş. Ondan da çocukları olmuş babasının. (Bizde pervaneyi okuduk, pervane
geldi buraya.) Bayram filan gelirmiş, hep öbür hanımından olan çocuklarına
elbise filan yaparmış, ona yapmazmış. Konu komşu, zaten bu “Fuzûlî” demişler. Oradan kalmış. Zaten bu “Fuzulî!”
Bunu da söylemekten maksadım; evladı olanlar, evlatları arasında ayrılık
yapmasınlar. Yanarlar. Hiç, Kudret dinlemez. Derhal yakar. Evladı olan evladı
arasında ayrılık yapmasın. Belli olmaz, nereden vurur, nereden çıkar. Evladı
olan evladı arasında ayrılık yapmasın. Emir böyle. Birisi daha gabice olur,
birisi daha akıllıca olur. Onda ki
gabaveti veren de O’dur, onda ki zekayı veren de O’dur. Sana taalluk etmez o.
Bunlar ahlakda ve mânâda ve imanda en mühim bahislerdir. Hizmetçi
bahsi. Yetim çocuk büyütme bahsi. Evlat bahsi. Bunlar muazzam şeyler. Yetim
çocuk. Ya alma ya aldın, hukukuna çok dikkat edin. Söndürür, evi söndürür.
Kurur, ev kurur. Farkına varmazsın sen. Üç
beş sene alayişle[31]
filan, şöyle böyle yaşarsın, bakarsın birdenbire o neşe çekiliverir. Hem
dışardan belli olur, kararır ev yahu! Ben size bunların canlı misallerini de
gösterebilirim.
Bazı semte gidersiniz kulübelerle dolu. Fakat semaya bak aydınlık.
Bunlar lisanla elfaz[32]
ile tarif olunmaz. Geçerken bazı semtten, kabz gelir adama. Aman şuradan çabuk geçeyim, diyerekten şey
edersin. Oradan da böyle geniş geniş, ferah fuhûr[33] geçersin. Ne var orada? Öbür tarafa bakarsın ki
vaziyet-i coğrafisi daha müsait, daha geniş, binaları daha muazzam, daha
şey. O değil. Muhakkak orada bir inleyen var. Bir zayıf düşmüştür, “Ah” diyor, sema-i
mânâdan bir kâbus iniyor. Öbür taraf zaten kulübede oturuyor. Ne inleyeni
olacak? Orada ki inleyenin iniltisini Kudret başka türlü “Tesbih” diye kabul
eder. O başka türlüdür o. Onun için çok dikkat olunacak bir iştir. Hiç kimseyi
ta’yib[34]
etme sonra. Hiç. مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ
لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ ³⁴ “Bir kimse bir kimseyi hakaretle ta’yib ederse
kendine yaptırtmadıkça Allah onu öldürtmez.” diyor. Muhakkak kendi de onu
yapacak. Hakaretle ta’yib etme de olmasaydı, diye üzül. Üzülmek başka, bir de
hakaretle ta’yib etmek başka. Anlatamadık mı acaba? Üzülmek, önlemek, haberi
olmadan kaldırmak, izale etmek, bunlar insani ahlaki vazifeler. Fakat hakaret
ederekten şey “Muhakkak kendisine yaptırtacağım.” diyor Allah. Onu yapacak,
öyle ölecek. مَنْ عَيَّرَ
أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ
حَتَّى يَعْمَلَهُ “Her kim ki onu ta’yib eyledi. Onun
kendisi, onu yapmadıkça ölmez.” Böyle…
İnsaniyet uğruna kendi nefsine galebe çalmadıkça, Ahlak der ki: “İnsan
olmadın!” der. İnsaniyet uğruna kendi nefsine galebe çaldın mı, hakaretle
kimseyi ayıplayamazsın. Geçen üç konuşma evvel söylediğim gibi:
Ayıpları gören gayıpları göreni göremez.
Levha yap bunu. Tabire dikkat et. Hakikat-i insaniyet uğruna, kendi
nefsine galebe çalamayan, benlik kaydı ile mukayyettir. Binaenaleyh, imkânı yok,
bu işten kurtulamaz. Olmuyor. Yetim. Mürüvvet, ahde vefa, fazilet. İmanın
esaslarındandır. Bakar bir insan, kendi
kendisini yoklayacak, bende mürüvvet var mı yok mu? İmanın sıfatları bunlar.
Lâ mürüvvete limen lâ imané leh. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi
öyle diyor. Lâ mürüvvete limen lâ imané leh.
İmanı olmayan kimseden mürüvvet[35]
bekleme. “Efendim mürüvetli gözüktü.” Calîdir, der. Hele bir canının sıkıldığı
vakte tesadüf et, hiçbir şey kalmaz, der. İmandaki öyle değil. Kellesini kessen
mürüvvet duruyor. Ötekinde iltifatı filan, öyle eğilmesi, bükülmesi filan o
zamana mukayyettir, der. Ötekinde kessen yine durmaz. İmandan gelen mürüvvet
başka türlü olur.
Ben size buna bir misal getirmiştim. Bir daha getireyim. Ve konuşmayı
keseyim.
Öyle diyor Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Lâ mürüvvete limen lâ imané
leh. İmanı olmayanda mürüvvet olmaz.” diyor. Birçok insan gösteririz yok
o. Ama bizim mürüvvet de bizim bildiğimiz gibi değil, şimdi misalden
anlaşılacak.
Hazreti Ömer'in zamanında; bir genç, seyahat merakı var. Geziyor,
gayet cins bir atı var. Bir şehre girmiş. Âdeti de, hangi şehre girerse atının
dizginlerini bırakıyor, at hangi yolu, hangi istikameti tercih ederse oradan
başlıyor şehri gezmeye. Kendi kullanmıyor, şehirden içeriye girdi mi bırakıyor
dizgini, at hangi tarafa meyletti mi o taraftan gidiyor. Girmiş, at o girmiş
olduğu şehir de meyve bahçeleri olan bir sokağa meyletmiş. O sokaktan giderken,
elma ağacının dalları sarkmış duvardan. At, hayvan uzanmış, bir elma koparırken
dalı da koparmış. İçeride, bahçesinde gezinen, seksenlik bir piri fani, ağacın
dalının at tarafından koparıldığını görünce hemen yerden bir taş almış,
fırlatmış ata, atın sezen bir tarafına gelmiş, at düşmüş ölmüş. Bu sefer genç
de atını çok seviyor, iradesini kaybetmiş. İhtiyarın attığı taşı almış, ona
iade etmiş. O da ona atınca onun da sezme tarafına gelmiş, o da ölmüş.
İhtiyarın üç tane çocuğu var, hemen yakalamışlar, babamızın katili
diyerekten, götürmüşler Hazreti Ömer’in huzuruna. O günde mühim bir mesele
konuşuluyormuş, erkân filan öyle. Birdenbire girmişler. Bakmış vaziyette bir
telaş var. Sormuş “Nedir” demiş.
—Babamız bahçemizde gezerken taşı fırlattı, öldürdü.
“Anlat” demiş, anlatmış genç.
—Ben seyyahım, âdetim de böyledir. Nihayet at bu sokağı tercih etti,
buradan doğru giderken dalı kopardı. O
ihtiyar da atıma taş attı, bende atımı çok severim. Cins bir attır, aynı
zamanda evladımdan fazla severim, irademi kaybettim. Onun atmış olduğu taşı ona
iade edince o da öldü.
—E ağzınla itiraf ettin kısas lazım gelir, demiş. Seni de öldüreceğiz.
Genç demiş ki:
—Bu imanı beyan eden varlıktan gelen bir emir mi?
—Ben de olsam bende böyle öldürüleceğim, demiş Ömer. Bana da böyle bir kısas yapılır.
—Her şeye tercih ederim, demiş. Feda olsun. Fakat müsaade edin, benim bir
ufak kardeşim var, babam vasiyet etti. Onun hissesini ben zayi olmasın
diyerekten, bir yere gömdüm. Yalnız ben biliyorum, kimse bilmiyor. Benim şimdi
burada kısasımı yaparsanız, onu mahrum etmiş olacağım. Müsaade edin, ona malını, servetini teslim
edeyim, geleyim.
—E, nasıl gideceksin sen, demiş.
(Burada geçen konuşmalar kayıtta
çıkmamış.)
Genç süratle gelmiş. İşlerini görmüş fakat mesafe tayinini iyi
yapamamışlar, o saat gelmiş, genç meydanda yok. Kısası isteyen o adamın
çocukları da bekliyorlar. Başlamışlar söylenmeye.
—Lüzumsuz bir iş yaptınız. Biz
babamızın bu intikamını almak isterdik, bu kısas yerine gelmesi lazımdı.
İşte dedikodu büyümüş. Ebuzer’e herkes bir tuhaf bakıyor, filan.
Hazreti Ömer: “Gördün mü ya Ebuzer!”
Ebuzer: “Ne yapalım.”
Böyle bir gerginlik esnasındayken, genç kan ter içerisinde kapıyı
açmış. “Selamun Aleyküm” demiş. Kan ter içerisinde. Herkes bakıyor gence. Genç
şaşırmış:
—Niçün bana öyle bakıyorsunuz? Demiş. Niçün böyle?
—Şüphelendik, demiş. “Vakit geçti de!”
Genç özür dilemiş.
—İşte iyi tayin edemedik zamanı, senin de gelmenden şüphelendik,
düşünüyorduk çok fena vaziyette!
Başlamış genç ağlamaya.
—Niye ağlıyorsun? Demişler. Kısas yapılacağına mı?
—Yook! Demiş. Bende iman var, ben kendime sahip değilim ki, sahibim
benim kısasımı istiyor mu? Benim maşukum olan Allah, benim bu yapmış olduğuma karşı, benim canımın
şimdi alınmasını istiyor mu? Öyle bin canım olsun hepsi feda. Onun için
ağlamıyorum.
—Ya niye ağlıyorsun?
—Bende eser-i iman yok ki, benim yüzümden anlamamışsınız. Çünkü imanın icabı ahde vefadır. Ben söz
vermiştim. Elbette O’na vefa gösterecektim, o sözün vefası benim bu yüzümde
gözükmesi icap ederdi. Demek ki görünmemiş. Ben bu ana kadar imanın boyasını
yüzüme vuramadığımdan dolayı ağlıyorum. İmanın kendine mahsus bir boyası vardır.
Ben onunla kendi tuvalimi yapamamışım.
Onun için çok mütessirim.
Öyle bir boya ile öyle bir hıçkırıkla söylüyor ki. Sarsmış meclisi, Ömer
gibi bir adam, ona da rikkat gelmiş.
Dönmüş Ebâzer’e demiş ki, o Ebuzer de acayip adam. Bir başka konuşmada
onu da anlatayım sana. Başka.
—Ya Ebâzer, tanır mıydın bu genci?
—Hayır, tanımazdım!
—E babasını yahut kabilesi filan?
—Hiç birisini tanımazdım.
—Neden, demiş. Sen kefil oldun nesine?
—Vallahi demiş ben oralarını düşünmedim, yalnız ben inananlarda artık
mürüvvet kalmamıştır, dedirtemezdim. Bu böyle gözüyle gezdirdi, beni seçti. Bu
zât bana kefil olur, dedi. Binaenaleyh, ben artık inanan insanlarda mürüvvet
kalmamıştır dedirtemezdim. Ne pahasına olursa olsun ben bunu kabul ettim.
Şimdi genç diyor ki:
—Ben inanmışım. İnanan insan ahdine vefa gösterir. Ben imanımın boyasını yüzüme vurmamışım ki,
siz şüpheye düşmüşsünüz, diye ağlıyor.
“Ben dedirtemezdim ki inanan insanda ahde vefa kalmamıştır.” diye
ağlıyor.
Öteki de diyor ki: “İnananlarda mürüvvet kalmamıştır dedirtemezdim.”
diye kefil oluyor.
Beri tarafta kısası isteyenler: “Biz de inananlarda fazilet kalmamıştır,
dedirtemeyiz. Vazgeçtik kısastan.”
Bir şey anlatabiliyor muyum? Bunlar hep birbirine bağlı şeylerdir. Bu
iman, bu aşk ile yaşarsa insan, güneşin harareti bitse de onun harareti bitmez.
Güneşin harareti biter onun harareti bitmez. O gözünü açar açmaz, yârını orada
aramaya başlar.
Mihnet i ışkın zevkine pâyân olmaz.
Başlasam yazmaya, bitmez ebediyette bile.
Şevkinin öyle semalar yaratan Kudret’i var
Ki güneşler doğurur istese zulmette bile.
Cemden evvelki alev sagarının sarhoşuyum.
Ben ayılmam ebeden kabr-i sükûnette bile.
Ararım hep onu Muhyi sorarım hep onu ben
Açar açmaz hep gözümü subh-u kıyamette[36]
bile.
İnsan ebediyet âleminde gözünü açtığı vakitte, telaşa düşmemeli de “Dostum
nerede” diye etrafında bulmanın yolunu bulmalı. İşte dünyadan alınacak zevkte
bunlardan ibarettir. Başka bir şey yok orta yerde. Öyle değil mi? Kaç
yaşındasın? Kırk ortaya bir şey koy, koyamaz. Onu on misli yap yine bir şey koyamaz.
Ahlak nazarında ahd-u misak hukukları kardeşlik hukukunun da
üstündedir. Nerede, beşeriyet bunların hepsini kaybetti. Kaybettiğinden dolayı
böyle inliyor. Ve inler daha. Boyuna inler. Dünyanın en akıllı insanları toplansın,
toplansın, gelsin ne çare bulacak.
İnsan meczûb-u Kudret-i Fatır’a olan candır. Bu hâlini kaybetti mi,
bitti. Cezbesini kaybetmiştir şimdi. Cezbesi yok. O cezbe adama iman ve aşktan
gelir, bu da parayla değil. Külfetle de değil, minnetle de değil. Bir zevk işi.
Bir parça kendini yoklayacaksın, azıcık fedakârlık yapacağız ama yapamayız biz.
Nefsi öldürmek zor. Zorluk buradan geliyor. Nefsi öldürmek zor.
Hazreti Ömer, bin dört yüz
şehir zapt etmiş. O şehir dediğimiz böyle ufak ufak vilayetler değil. Eyaletler.
Dünyanın iki büyük devletini ayağının altına almış. Biri sekiz bin senelik,
biri altı bin senelik. Koca Kisra hâkimiyeti, muazzam Bizans hakimiyeti. Zaten
dünyada ondan başka bir şey yok. Bir gün bakmışlar ki omuzunda su taşıyor,
kırba ile.
“Ne o, demişler. Yahu Efendim, şimdi bu? Siz koca bir camianın
başısınız, sefirler geliyor şunlara...” “Allah belasını versin” demiş.
—Demin de geldi sefirler. Baktım kalbim, nefsim kabardı da kabardı. Herifler
eğildiler, büküldüler. Onlar çıktıktan sonra benim, demiş. İskemlede oturuş
tarzım değişti. Haa, ben seni tepelemesini bilirim. Aldım, demiş kırbaları, gittim
su taşıyorum şimdi.” demiş.
Hehe ya. “Aldım” diyor. “Ben seni tepelemesini bilirim.” demiş.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
----------------------------------------------------------
Kemali Baba Divanından
Ne benliğim vardı ne bu
kâinat
Bu sırra “emr-i kûn-fekan”
dediler
Ne hayat vardı ne havf-i
memat
Buna da “sabit-i a'yan”
dediler.
Bize göre olmuş olacak
ne var
Bir zerre kalmadan oldu aşikâr
Sakladı bu sırrı sani'i
tekrar
Bilginler o ane bir an
dediler.
Görünen âlemler o sırdan
çıkdı
Onun bir yüzü Hak, bir
yüzü halkdı
Ne varsa görünen ilm-i
mutlakdı
Açılan sırlara imkân
dediler.
İsimden isimler,
sıfattan sıfat
Ne varsa bilindi,
bilinmezdi zât
Mim-i Ahmed idi baisi
nevzat
O sırrın adına insan
dediler.
İnsanla bilindi o ilm-i
kadim
O ilim olmasa her şeydi
adim
O ilmin bedbei meadı bir
mim
Bilenlere ehl-i irfan
dediler.
O ilmin batını nur-ı
Muhammed
O nurun zuhuru aşk u
mehabbet
O sırra girenler ölmez
müebbed
O aşkla kuruldu ekvan
dediler.
Felekler melekler cennet
u Tuba
O aşktan doğdular Âdemle
Havva
Onları sarmıştı Nur-i
Mustafa
Onları aşk etti hayran
dediler.
Cennet bahçesinde
gezerken Âdem
Havva'nın aşkına tutuldu
oldem
Onlarla beraber olmuşdu
hemdem
Vahime adına şeytan
dediler.
Hilelerle iblis cennete
girmiş
Gören bilen de yok aceb
kim görmüş
Âdem mehabbeti Havva'ya
sormuş
Tatmışlar olmuşlar
giryan dediler.
Âdemin iç yüzü dış yüzü
vardı
Mevcudun sırrını vücutta
gördü
Nevbet-i vücudu İdris'e
verdi
Nuh gelince Tufan
dediler.
On sekizbin âlem olmuştu
zahir
Ne varsa bilindi gaib u
hazir
Ayrıldı kalmadı fasık u
facir
İnanana ehl-i iman
dediler.
Âdem’le keşfoldu her
sırr-ı muğlak
Hak ile batılı o mim
etti fark
Kimi yelde kimi
deryalara gark
İnad edenlere isyan
dediler.
Yirmi sekiz harf o kadar
nebi
Bunca harfin bir noktadır
sebebi
Nokta Muhammed
Kureşiyyu-arabi
Onun her sözüne Furkan
dediler.
Davut, Musa, İsa kitap
getirdi
Cümlesi ümmetin Hakk'a
yetirdi
Ümmet-i Muhammed sonun
bitirdi
Zamanına ahir-zaman
dediler.
O ümmetten idi anamla
babam
Onlar da dünyada
istediler kam
Felekten feleğe gezdim
bir eyyam
Yeni rahme düştü bir can
dediler.
Rahme düştüm yedi
mertebe aldım
Her bir mertebede kırk
gün kaldım
Müddet temam oldu şuhuda
geldim
Nevzada okunsun ezan
dediler.
Başıma toplandı ahbab u
yaran
Anam babam sevindi güldü
ol an
İsmim düşünüldü tekbirle
heman
Adıma cümlesi Osman
dediler.
Yaş temam olmadan gözüm
kör oldu
Anama babama bile zor
oldu
Onlar da benimle hayli
yoruldu
Okutun kalmasın nadan
dediler.
Kimi ölsün dedi kimi
kalsın
Göz görmez iş yapmaz
sonu ne olsun
Okusun dediler yahut saz
çalsın
Acısın haline Rahman
dediler.
Gözlerim kapalı gönlüm
açıkdı
Önüme her türlü dostlar
da çıktı
Kur'an öğrettiler okutan
Hak'dı
Bitirdim Hafız-ı Kur'an
dediler.
Dersim büyüdükçe büyüdü
derdim
Gönlümün içinde bir peri
gördüm
İn misin cin misin ya
nesin sordum
Benim adım aşk'dır inan
dediler.
Artık o aşk ile yandım
yakıldım
Her şeyin peşine gözsüz
takıldım
Her bakan gözlerle başka
bakıldım
Kimi insan kimi hayvan
dediler.
Hem o peri oldu pir-i
muhterem
Bana ders verirdi
sanardım dedem
Meğer o aşk imiş görsem
de bilmem
Benden murad alan aldı
dediler.
Meğer murad almak
muradsızlıkmış
Umduğum nam u şan tek
adsızlıkmış
Aradığım rahat
rahatsızlıkmış
Artık gülme olsun giryan
dediler.
Evimde mekansız yurtda
vatansız
Artık hep dediler beyinsiz
densiz
Ölsem de gömerler beni
kefensiz
Aşka uy olma peşiman
dediler.
Karuban-ı aşka cansız
katıldım
Köle olup bir saile
satıldım
Koğuldum dünyadan zorla
atıldım
Burda sensin sana düşman
dediler.
Düşdüm gurbet ele avare
giryan
Rahat bulamadım bir yerde
bir an
Belakeşler idi refikim
heman
Sensin seni derde salan
dediler.
Irak yollarında yürüdüm
yayan
Hak idi ağzıma bir lokma
koyan
Katırcı peşinde gezdim
bir zaman
Biz gece yürürüz uyan
dediler.
Allah saklamıştı paradan
puldan
Bir şey beklemedim gezdiğim
yoldan
Gâh dağlardan geçtim gâhi
de çölden
Bu yollarda çoktur çiyan
dediler.
İnsan bulamadım nere
vardımsa
Ben beni görürdüm kimi
gördümse
Benden dertli buldum
kime sordumsa
Senin içindedir derman
dediler.
Ağlaya ağlaya Necef'e
vardım
Günlerce yüzümü yerlere
sürdüm
O Kan-ı vefa'da çok vefa
gördüm
Her müşkülün olur asan
dediler.
Gözle bakanlara görünür
mezar
Meğer kalb-i âlem
Haydar-ı Kerrar
Her kes murad alır gizli
aşikâr
Yoktur bu kapıda yalan
dediler.
Kerbela'ya vardım
belalar arttı
İçimde benliğim en büyük
dertdi
Şiddetli belalar gayetde
sertdi
Aşıka beladır ihsan
dediler.
Bilirdim onları sevenler
ölmez
Mehabbet bir güldür
açılır solmaz
Mahzun giden gönül gamla
reddolmaz
Olmaz bu kapıda nalan
dediler.
Gezdiğim her adım,
yazdığım her söz
Çektiğim her mihnet
vurduğum her yüz
Duyduğum her seda, kör
ve sağ her göz
Sayısınca selam her an
dediler.
Yetmiş iki sadık çok
mihnet çekdi
Dünyaya mehabbet tohmunu
ekdi
Belalar çekmekte Ehl-i
Beyt tekdi
Hadimleri olsun Rıdvan
dediler.
Hâsılı çok gezdim gurbet
illerde
Söyledim her yerde türlü
dillerde
Şimdi de sözlerim gezer
ellerde
Sözüm okuyan suzan
dediler.
Sözlerim toplayıp
yapmışlar kitap
Bir şey kazanmayı
etmedim hesab
Bütün gazellerim aczime
cevap
Yayan; Bahaeddin, Sinan
dediler.
Oğlum Selahaddin kızım
Sekine
Nureddin'le, küçük
Bahaeddin'e
Hizmet eylesinler din-i
mübine
Damadın adına Burhan
dediler.
Bir dedem var idi
kardeşden aziz
Gecemiz geçerdi
gündüzden leziz
Yıllarca yaşadık ne siz
var ne biz
Muhammed'di derdim yazan
dediler.
Ozan oğulları Enver,
Muhammed
Onlar da bir oğlum
oldular elbet
Saçdığım mehabbet ölmez
müebbed
Bana da KEMALİ OZAN
dediler.
Kemal'i Divanı'ndan
[1] 40’nci şiir kemali divanından
1. Kasr-ı
dil tahtında senden gayrı sultân istemem
Hâk-i pâyında gubârım
cân u cânân istemem
(Gönül sarâyının
tahtında senden başka sultân istemem. Ayağının altında tozum, cân ve cânân
istemem.)
Velev ki arzû edilen şey
cânân olsun, bu da ikiliktir. Zira arzu varsa orada ikilik vardır. Vahdet
makâmında “gayr” düşüncesi yahut her hangi bir arzu yoktur.
2. Varlığım
sensin, senindir benliğim, sensin ne var
Çün vücûdundur vücûdum
gayr-ı irfân istemem
(Varlığım sensin,
benliğim senindir, her ne varsa sensin. Çünki vücûdun vücûdumdur. İrfândan
başka bir şey istemem.)
3. Vâhime
fikr ü hayâl idrâk ü hıfzın mahzeni
Sîreti hayvân dolu
sûretde insân istemem
(Şüpheli fikir ve hayâl,
anlayış ve hâfıza /gibi hiss-i müştereklerin/ mahzeni olan sûreti insân içi
hayvân kişileri istemem.)
Bâtınî hisleri vehim ve
hayâl ile dolu, sûreti insân içi hayvân kişilerle dost olup onların peşinden
gitmek insânı kemâle değil zevâle götürür. Onlar vehimleriyle eşyâyı Hak’tan
ayrı gören vahdetten habersiz mahlûklardır vesselâm.
4. Bu
merâyâda “likâullâh”ı gör olmuş ayân
Gayrı görme vehmdir zan
içre imân istemem
(Bu çokluk aynasında
Allah’ın cemâli apaçıktır, onu gör. Bu varlıkta Hak’tan başka bir şey şey
görmek kuruntudan ibârettir. Bendeniz gönlümde şüpheli imân istemem.)
5. Feyz-i
nûr-ı “Hayy ü Kayyûm”dur vücûh-ı kâinât
Câmi‘-i küldür Muhammed
başka burhân istemem
(Kâinâtın bütün yüzü
/görünenler/ Hay ve Kayyûm olan Hakk’ın nûrunun feyzidir /taşmasıdır, zâtın
sıfâtlarını göstermesidir. / Muhammed (s.a.v.) varlığı kendi vücûdunda toplayan
bir nûrdur, bundan başka delîl istemem.)
6. İstemem
benden diyen ya isteyen memnûn olan
Hayr u şerri halk eder
şânın durur, şân istemem
(Bendeniz, nefsine
müstakil bir varlık izâfe ederek benden diyen, benden isteyen ve benden, yani
nefsinden memnûn olan biri olmak yahut birinin arkasından gitmek istemem.
Allah’ım! Hayır ve şerri meydana getiren senin şanındır, tecellîlerindir. Başka
şân /tecellî, görüntü/ istemem.)
Varlıkta Hak’dan gayrı
şân yani tecellî görmek tevhîde aykırıdır. Şuûnât /hâdiseler/, şuûnât-ı
ilâhîdir vesselâm.
7. Katreler
deryâda deryâ katrelerde gizlidir
Nâr içinde nûr var nûr
içre nîrân istemem
(Damlalar denizde, deniz
damlalarda gizlidir. Ateş içinde nûr var; nûr içinde ateş /cehennem/ istemem.)
Nûr ile nâr aynı kökten
gelen iki kavram olmakla birlikte aralarında mânâ farkı vardır.
Nâr, ışık saçan,
aydınlatan, yakan bir cevher olup ateş, od anlamlarına gelir. Kur’ân’da 145
yerde zikredilen bu kelimenin 117’si cehennem ateşi, diğerleri küfür, şirk veya
fitne anlamında birer mecâz olarak anılmaktadır.
Nûr ise aydınlatmak,
uzaktan ateşi görmek, ışık, şua, zuhûr, aydınlık gibi anlamlara gelir.
Istılâhâtta eşyâyı görmeye yardımcı olan ışık ve aydınlık olarak tarif
edilmiştir. Göz, nûru algılamadan eşyânın hakîkatini göremez. Nûr önce kendi
zuhûr eder sonra zuhûr edeni idrâke vesile olur. Belirttiğimiz gibi aynı kökten
gelmekle beraber bu iki kavramdan nâr yakıcı, nûr ise aydınlatıcı oluşuyla
aralarında bariz bir fark vardır. Nûr ismi esmâda zikredilir, nâr ise
zikredilmez. Nûr cennetin ve cemâlin sıfatı, nâr ise cehennem ve celâlin
sıfatıdır. Cenâb-ı Hak zâtını nûr kavramıyla anlatmaktadır:
“Allah, göklerin ve
yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsîli, sanki içinde çerâğ bulunan bir hücredir.
o çerâğ bir sırça (kandil) içindedir. O sırça (kandil) de sanki bir· inci (gibi
parıldayan) bir yıldızdır ki doğuya da batıya da nisbeti olmayan mübârek bir
ağaçtan, zeytinden tutuşturup yakılır. Onun yağı, kendisine ateş değmese de
hemen hemen ışık verir. (Bu ışık da) nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi
nûruna eriştirir. Allah insânlara (işte böyle) temsîller getirir. Allah her
şeyi bilir. Nûr/35.”
Resûlullah (s.a.v.)
Efendimiz Cenâb-ı Hakk’a bir duasında “Ya Rabbi! Her hamd senin içindir. Sen,
göklerin ve yerin ve bunlardaki her şeyin nûrusun.” buyurmaktadır. Yine
Resûlullah’a (s.a.v.):
“Rabb’ini gördün mü?”
diye sorulunca:
“Bir nûr gördüm. ”
buyurmuşlardır.
Şu halde ateşin
zulmetinden nûrun hakîkatine, celâlden cemâle, çokluktan bire yönelmek
lazımdır.
8. Kudret-i aşkından alâ
var mı Rabbü’l-âlemîn
Her ne var aşkın Kemâlî
akl u iz‘ân istemem.
(Ey âlemlerin Rabbi!
Aşkının gücünden daha büyük bir güç var mı? Kemâlî! Her ne varsa aşkda, /aşkın
kemâlinde/ vardır. Aşktan başka akıl ve iz’ân /anlayış/ gibi hiçbir şey
istemem.)
[1] [i] Ne Sendendir Ne Bendendir
Ne sendendir ne
bendendir ne çârh-i kineverdedir
Be derd-i ser humar-i
neşve-i cam-i kederdendir
Dehan âlûde olmaz-i
elvan-i âlemde
Dimağ-i dilde lezzet
han-i yağma-yi seherdendir
Düşen sana tegafüldür
bana ah-i tegafülsuz
Değil senden şikâyet
şekve ah-i bîeserdendir
Sana isbat-i taksir
eylemek bîvechdir ey dil
Bu taksir-i eser senden değildir
çeşm-i terdendir
Bu ta’birat vüs’unda
değildir kuvvet-i tab’ın
Bu feyz-i ma’nevî Nabîye
mecra-yi diğerdendir.
(Urfalı Şair Nâbi)
[ii] Zâhirî hâle bakıp
etme dahîl bir ferdi
Çekilir çile değil
çille-i germ ü serdi
Kendi hâlince olur her
kişinin bir derdi
Tükenir mi feleğin
sille-i nerm ü serdi
Mihneti kendine zevk
etmedir âlemde hüner
Gam ü şâdî-i felek böyle
gelir böyle gider
Gelir elbet zuhûra ne
ise hükm ü kader,
Hakk’a tefvîz-i umûr et
ne elem çek ne keder
Hilafından hazer eyle
huzuri bariyi gözle
Mukadderde hata olmaz
hemen yan gel sefa eyle
(Enderunlu Vâsıf)
Cânımın cevheri ol
lâ’l-i şeker-bâra fidâ
Ömrümün hâsılı ol şive-i
reftâra fidâ
Derd çekmiş başım ol
hâl-i siyeh kurbânı
Tâb görmüş tenim ol
turra-i tarrâra fidâ
Gözlerimden dökülen
katre-i eşkim güheri
Leblerinden saçılan
lü’lü’-i şeh-vâra fidâ
Çâk-i sinemde olan kanlı
ciğer pâreleri
Mest çeşminde olan
gamze-i hun-huvarâ fidâ
Pâre pâre dil-i mecrûh-i
perişânımdan
Ser-i kûyunda gezen her
ite bir pâre fidâ
Cân ü dil kaydını
çekmekten özüm kurtardım
Cânı cânaneye ettim dili
dil-dâra fidâ
Ey Fuzûlî n’ola ger saklar isem cân-i azîz
Vakt olan kim ola bir
şûh sitem-kâra fidâ
[1] Menfuh: Üfürülmüş. Büyük karınlı.
Nefholunmuş.
[2] Araf Suresi
179’ncu Ayet-i Kerime وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يرًا
مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ
اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ
اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Meali: Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık.
Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat
onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da
aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.
[3] Meşbu': Tok. Doymuş. Kanmış.
[4] Mutasavver: Tasavvur edilmiş. İlerde
yapılması düşünülmüş. Tasvir edilen. Hatırdan geçen. Kabil, akıl kabul eder,
akıl alır.
[5] Masnuat: San'atkârâne yapılan şeyler.
Yapılanlar.
[6] Sani': (Sun'. dan) Sanatkârca yapan.
Yaratan. San'at eseri olarak meydana getiren. İşleyen, yapan
[7] Maad: ahiret
[8] Muhal: İmkânsız, vukuu mümkün olmayan
[9] Meknuz: Gömülü define, örtülü, gizli.
Hıfzedilmiş, mahfuz.
[10] İtminan: Emniyet içinde olmak. İnanmak.
Mutlak olarak bilmek. Kararlılık.
[11] Hadis-i Şerif
[Tirmizî, Edeb 57, (2823, 2824), Zühd 39, (2370); Ebu Davud, Edeb 123, (5128);
İbnu Mace, Edeb 37, (3745).]
[12] Min-tarafillah: Allah tarafından.
Cenâb-ı Hakk'ın emriyle
[13] İntihab: Seçmek. Ayırıp beğenmek.
İhtiyar ve âmâde eylemek. Bir şey yerinden çıkmak.
[14] Vaz'-ı Haml: Doğurma
[15] Be's: Azab,
şiddet. Korku. * Zarar, ziyan. * Zorluk, meşakkat, zahmet. * Fenalık.
(Arapçada: "Savaşta şiddetli harekette bulunmak veya sıkıntı ve
fakirlikten fenâ durumda olmak" mânâlarına gelir.)
[16] Osman Kemali
Baba. Kemali Divanı.
[17] Rafia: Yükselten. Kaldırmak için destek
[18] Yed: El
[19] Mahkur: (Muhakkar) Hakir görülen.
Hakarete uğramış.
[20] Zebun: Zayıf, güçsüz, âciz. Alışverişte
aldanan.
[21] Cavidan: Ebedi sonsuzluk
[22] Rah: Farsça Zan, sanma. Kaygı, keder.
[23] Nuş: Farsça İçen, içici. Tatlı şerbet
gibi içilecek şey. Zevk ve safâ.
[24] İhtiram: Hürmet olunmak, tazim olunmak,
hürmet, saygı.
[25] İntibah: Uyanıklık, göz açıklığı.
Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan,
fenadan dönmek. Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi.
[26] Tecezzi : Parçalara ayrılma ve bölünme.
Ufalanma
[27] Çar-ı Çesm: Dört göz.
[28] Tevbe Suresi
84’ncü Ayet-i Kerime وَلَا تُصَلِّ عَلٰٓى اَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ اَبَدًا وَلَا تَقُمْ
عَلٰى قَبْرِه۪ۜ اِنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللّٰهِ
وَرَسُولِه۪ وَمَاتُوا وَهُمْ فَاسِقُونَ
Meali:
Ve onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabirinin başına gidip durma.
Çünkü onlar Allah'ı ve Resulünü tanımadılar. Ve fasık olarak can verdiler.
[29] İSTİ'LÂ': (Ulüv. den) Yükselmek. Üste
çıkmak. Yüce olmak. Terfi' eylemek. Galib olmak. üstün gelme.alma,
[30] Musaffa: Sâfileşmiş. Temizlenmiş.
Süslenmiş.
[31] Alayiş: Bulaşıklık, bulaşma. Debdebe,
tantana, gösteriş.
[32] Elfaz: Lafızlar. Sözler.
[33] Fuhur/fahur/ferah:(Deyim)1.Bolluk içinde.2. Geniş ve sıkıntısız biçimde.
[34] Ta'yib Ayıplamak. Kötülüğünü söylemek.
³⁴ Men ayyera
ehâhû bizembin lem yemut hattâ ye'melehû.مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ “Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz."
(Tirmizi, Kıyamet, 53, no: 2507; Beyhaki,
Şuabu'l-İman, 5/315, no: 2778; bk: Keşfu'l-Hafa, 2/265)
[35] Mürüvvet: İnsaniyet. İnsanlığa uygun
olan şeyi yapmak. Güzel ve iyi şeyleri alıp, kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak.
Ana baba saadeti. Mertlik, yiğitlik. Reculiyet.
[36] Subh-u Kıyamet: Kıyametten sonraki
sabah. Kıyamet sabahı.
3 yorum:
Bu muazzam fabrikada ki varlık, bu masnuat[5] bunun sânî[6] olan, bu fabrikanın sânîi olan, sahibi olan Zât; bu varlığın içerisinde seması, arşı, mevcudatı, bildiğimiz bilmediğimiz ne kadar ne varsa, bunların içerisinde imzasını yalnız insana koymuş. Bir şey anlatabildim mi acaba? Kudret’in imzası insandadır. Hüner bu âlemde o imzayı sildirtmeden gitmektir. Sildirtmeden gidenlerin adına insan diyorlar. Ahlak o imzayı sildirtmeyen müessesenin adıdır. Bir şey anlatabildik mi acaba? Hulâsa bu. Tarif bu. İmza. Bunu anla, anladığın dakikadan itibaren, seciye-i insanini ayakaltına atmazsın. Hayat-ı ebedini, baht-ı sermedini, hiçbir vakit satmazsın. Satılmazsın, çünkü değmez. Orta yerde hiçbir şey yok. Hiçbir şey yok. Meğer orta yerde hiçbir şey yokmuş.
Ömer’in karşısındaki sınıf. Ömer, diyor seçildi. intihab[13] edildi, seçildi. Kendisine herkes biat ettikten sonra çıktı makamına, Hûdâ’ya hamdini yaptı, Resul’üne salavatını getirdi ve ondan sonra o binlerce insan toplanmıştı, bakalım ne diyecek diyerekten. Üçüncü cümlesinde dedi ki:
“Eğer ben Hak ve hakikatten ayrılır da benim peşimden giderseniz, siz şöyle mesul olursunuz.” der demez, bir köylü en arkadan şaak diyerekten şimşek çakar gibi kılıcı çekti.
“Dikkat et, Ömer! Hakaret etme millete, demek ki sen Hak ve hakikatten ayrılacaksın da senin peşinden gelecek adam var diye senin zihninde bir mefhum var, öyle mi? Ayrıl, bak bu ne yapar?”
İmanı olmayan kimseden mürüvvet[35] bekleme. “Efendim mürüvetli gözüktü.” Calîdir, der. Hele bir canının sıkıldığı vakte tesadüf et, hiçbir şey kalmaz, der. İmandaki öyle değil. Kellesini kessen mürüvvet duruyor. Ötekinde iltifatı filan, öyle eğilmesi, bükülmesi filan o zamana mukayyettir, der. Ötekinde kessen yine durmaz. İmandan gelen mürüvvet başka türlü olur.
Yorum Gönder