Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

33. Kaset

 033 ( 15.02.1959) 63 dk (141)

... İstînâs[1] ile geçer. Bak ne büyük Kitaptır, ne nazik usuller vardır. Kur’an-ı Mübin de bir yere gireceğin vakitte “izin al” demiyor da “izin al” mânâsına ama istînâs ile geçiyor. Onu bizzat Cenab-ı Peygamber izah etmiştir. “Niçün burada istînâs ile geçiyor biliyor musunuz?” diyor. Nezaketen size “buyurun” der. Sen onun iznini yalnız ağzından değil ruhundan da al, diyor. Anlatabildim mi? Dostundur “Ah yarım saat sonra gelseydi, şimdi ben ona lazım gelen hürmeti yapamayacaktım.” Annen dahi olsa baban dahi olsa istersin ki, mesela şöyle bir huzur vereyim, bir rahat vereyim. Bunları sezin. “Yahut bugün değil de yarın gelseydi.” Sana buyurun, dedi ama senin yine dostun, seni istemediğinden dolayı değil. Sana lazım gelen kıymeti o anda yapamayacağından dolayı, senin bir arzuna hizmet edemeyeceğinden dolayı, senin o dakikada geldiğini değil, o dakikada sana izin veriyor amma... Anlatamıyor muyum ya? İstînâs, ruhundan da istînâs, mânâsından da istînâs.

Böyle bir emir olduğu hâlde, izin almadan içeriye girmiş. İhtiyar bir kadın, mini mini üç tane yavru, Hepsi yalvarıyorlar. “Açız!” diyorlar. Nıfs-ul leyl[2] olmuş. Celalli bir zât. Birdenbire:

—Bu vakte kadar niye ihmal ettin?
Şimdi burada iki şeyi görün. Bir adl-i nâsın iyaullah[3] olduğunu, Hakk’ın emaneti olduğunu, layığı ile idrak eden bir insan, bir de Hak’tan başka hiçbir yere boynunu eğmeyen bir insan. İkisini böyle bir sahnede görün. O ihtiyar kadına öyle hitap ediyor.
 “Bak” diyor vakit, bunlar, orta yerde de bir tencere kaynıyor bu, bunlar ağlatılıyor.
—Niye bu kadar zaman ihmal ettin bunu?
—(Kadın şöyle bir bakıyor.) Çıksana sen dışarı, çık!
Öyle bir iman boyası ile “çık” diyor ki, Ömer titremeye başlamış. Görüyor musun, reyine muvafık defaat[4] ile rey gelen insan, bu kadının “çık” sesinde ki iman boyası titretmeye başlamış onu.
 —Sen, çık! (Arkasından) Sen onu, demiş. Yemek mi zannediyorsun?
O sert soran zât birdenbire sesi indirmiş, titreyerek:
—Peki nedir?
—Avutmak için suda taş kaynatıyorum, taş! Avutuyorum çocukları, demiş. Uyusunlar, diyerekten. Hem, demiş. Sen böyle gece yarısı izinsiz izinsiz nasıl girdin sen buradan içeriye?  Çıksana dışarıya, çık!
—Ben bekçiyim.
—Bekçi de olsan çık, demiş.
Söylemiyor kendisinin kim olduğunu. Biraz daha sözün şeysini aşağıya indirmiş.
—Kimseniz yok mu sizin? Demiş. Kocanız filan?
—Kocam filan harp de Peygamber’in  yanında idi, şehit oldu. Oğlum da filan yerde. Bu da onun şeyleri, bunlar benim torunlarım, demiş.
—İnsan, demiş.  Emire gider de halini söylemez mi?
—Kim? (Kadın beyninden vurulmuş.)  Emire ha! Emire ah, demiş. Ah! Ahh!

“Ah” dedi de bir şey aklıma geldi. Dördüncü Murad, tütünü yasak etmiş. Duhandır[5] onun bir ismi duhan. Şairin biri gayet kıymetli bir söz söylüyor. “Hüner, diyor. Tütünün dumanını yasak etmek değil, mazlumun ahından çıkan dumanı yasak etmek. Onu yasak et de sana adam diyeyim!” diyor.  Bir şey anlatabildim mi acaba? “Hüner, diyor. Tütünün dumanını yasak etmek değil, hüner mazlumun ahından çıkan o dumanı yasak et ki sana adam diyeyim!”

—Ahh! Demiş. Ahh! Ankarîb[6] billah![7]
—Haber vermeyince nasıl haberi olur? Diyor.
—Gaza gaza, diye gitsin. Cihanı paylaşsın, köyünün dibinde bir yetimin iniltisini duymasın. “Böyle çürük özrü Allah kabul eder mi yahu?”, diyor. Ne söylüyorsun sen? “Ya Rabbi!” diyor, tekrar.
—Aman acı, demiş.  Yapma etme!
—Yook! Şunların ahı inşaallah bir sâika olur, beynini deler onun, diyor.
—Çıkalım, demiş. Çünkü daha fazla şey ederse fazla... O ah öyle bir şeydir ki, ne kadar kıymetli olursa olsun bir insan, bazen geçiriverir adama.
اتقوا دعوه المظلوم وإن كان كافرا فإنه ليس دونها حجاب
Mazlumun ahından sakın, isterse kâfir olsun. Allah’ı ile arasında perde yoktur, diyor. Anlatabildim mi acaba? اتقوا    اتّقي cemî[8] ile söylersen اتقوا
اتقوا دعوه المظلوم وإن كان كافرا فإنه ليس دونها حجاب
“Mazlumun ahından kaç, isterse kâfir olsun. Allah’ı ile arasında perde yoktur.” diyor. Yaa! Çıkmışlar zahire ambarına gelmişler. O vakit de altmış yaşında.
—Şu un çuvalını bana yükle, demiş.
—Ben yükleneyim.
—Yok, demiş. İşittin ya ne söyledi. Vaktiyle ben bu işi kabul etmeyeydim. Ben vaktiyle bu işin altına girmeyeydim. Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, gelir de adl-i ilahi Ömer’den sorar onu! Sen yükle, demiş. O çuvalı bana yükle!  Acıyor musun bana? Şu yağ çömleğini de sen al. Hadi bakalım.

Gelmişler, bu sefer de ocak sönmüş. Ocak. Çalı çırpı toplamışlar, yakmışlar. Eskiden pişirirlerdi, bilmem bilir misiniz bilmez misiniz? Bir aside pişirmiş, aside. Çocukları almış, her birisine birer parça dizinde yedirmiş, yedirmiş.  Çocuk hem uykusuz hem aç, doyunca başlamış gözlerini kapamaya. Hazreti Abbas demiş ki:
—Çıkalım sabah oluyor. Çıkmışlar.
—Yarın şeye gel de, emarete gel de biz bu hâli bildirelim, belki bir hayır olur, demişler.
“Olur” demiş kadın. Şimdi burada ince bir yer gelecek. Hazreti Ömer’e diyor ki:
—Ne olursun, diyor. Sen iş zamanında yanında adam kabul etmezsin.
Etmezmiş. Frenkler bizden almışlardır işte. Öyle masaya gitmişinde yanında arkaya kahve getir, şey getir filan.  Herkes orada bekler, o kahve içecek çay içecek, öyle şey yok. Frenklerde yoktur o. Hiç. O iş başka o iş başkadır. İş saati ayrıdır,  başka. Bizden almış. Ömer de öyle. Kabul etmez yanında, arkadaşmış dostmuş, gelmiş. “Buyur, otur, filan, azıcık konuşalım.”  Öyle şey yok. Giden dakika yerine gelmez ki, telafisi mümkün değil ki.  Gitti, dakika gitti, yerine getiremezsin ki. Ver, milyar ver bakalım, bir dakika geri gelsin. Gelmez.
—Bana müsaade et, bir kenarda oturayım, demiş. “Bakalım bu kadın geldiği vakitte ne yapacak? Şöyle bir kenarda ben otururum. Bize inkisar etti, kovdu, onlara karşı ne muamele, çehresi nasıl olacak?”
“Gel bakalım” demiş. Öğlen vakti kadın çıkagelmiş. Kapıyı açmış, bakmış ki akşam ki inkisar ettiği şahıslar orada oturuyor. Hiiç vakarından, edasından iman azametinden, ruhunun sefasından, hiçbir şey feda etmeksizin kemal-i azamet-i imanla yine kapıyı rapp çekmiş, hiçbir şey söylemeden, gidiyor. Şaşırmış Ömer “Allah Allah, bu acayip bir şey, demiş. Şunu önleyeyim bakayım.” demiş. Çıkmış dışarda süratli yürümüş, önüne geçmiş.
—Teyze beni affettin mi? demiş.
—Her vakit böyle olmanı isterim.
Anlatamadım mı bir şey? “Her vakit böyle olmanı isterim.”
Bu lacivert kubbe, böyle insanlar yetiştirdiği gibi; (Böyle insanlar yetişmiş) üç günlük hayat-ı dünyevisinde adi bir câha,   Evlad-ı Resûl’ü parçalayanlar da yetiştirmiştir.  Ya, böyle bir kubbe bu!
Tease abdü’d-dinari yü ved-dirhemi ve’l-hamîsati ven-tekese ve iza şî kemen tekaş.
Onun içün öyle diyor Sultan-ı Resul: “Sürüm sürüm sürünsün o kimse ki, zahirde ki adi çula, bir parça maden parçasından ibaret olan paraya, adi neticesi cifeye inkılap edecek servete tapar da Hak ve hakikati çiğner. Dilerim Allah’tan ayağına diken batarsa çıkaranı olmasın!”
Tease abdü’d-dinari yü ved-dirhemi ve’l-hamîsati ven-tekese ve iza şî ke.
“Burnu üzerine sürtünsün, ikinci hayatta yüzüne bakanı olmasın.”  Orada bir incelik var: Diken batarsa çıkaranı olmasın, diyor. Çünkü malum ya diken bir musibettir fakat batmış, beş yaşında bir çocuğu da çağırsan, “Yavrum şunu şuradan çekiver.” desen, çeker alır. Anlatabiliyor muyum? İnceliği o. Niçin diken batarsa çıkaranı olmasın diyor o. Bir o mânâ, bir de kalbini ihya eden olmasın. Hırs kalbe batan dikendir. Anlatabildim mi? Onu pek çıkarmak çok zor. Her cımbızla çıkmıyor o. Kalbe diken battı mı onu çıkarmak pek zor. Para ile nice adamlar satın alınmıştır.

Muharrem, malum ya. Bugünlerde biraz mahzun olmak şeriate ihtiramdır.[9]  Rıza-i ilahi bâhâ ile değildir, bahane iledir. Anlatabildim mi? Hiç haberin olmadan, hiiiç haberin olmadan, bakarsın ki ikinci hayatta seyyiatın dolu, artık ümidini kesmiş bir vaziyetteyken, o
[10] اِقْرَأْ كِتَابَكَۜ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًاۜ    diye insana bir menşur[11]  verecekler. Menşur, bir kitap, bir sahife. Hayatının şeyi, bööyle. “Oku” diyor, Allah. Herkesin eline verilecek. Sebebi: Cenab-ı Hak o kadar nazik ki, kimse kimsenin suçunu bilmesin diye yine. “Kendin oku kendin hükmünü ver.” Settar! Hiç bakarsın ki tamamen mahv-ı hüsrandasın, sayfanın bir tarafını açarsın, “Sevdiğimin sevdiğine mahzun davrandı, eski hesabı kapansın.” Bir bahane olur o.
Para insanı ne kadar caydırır, ne fenalıklara götürür. Sünnetullahtır, iyi kullanmak şartıyla elbette insan içün büyük bir hayırdır. Her vakit dediğim gibi: Servet, denize benzer. Gemi sağlam olursa delik olmazsa, deniz de güzel olursa tamamıyla gemi yol alır gider. Gemi çürük olursa, içine su alırsa, o deniz o gemiye bir beladır, onu batırır. İnsanda çürük olursa, kalbi bozuk olursa, servet de kalbinden içeriye girerse, cinayetler irtikâp eder, rezaletler irtikâp eder, cemiyetler yakar. Fakat insan said olursa Ahric an kalbîke ilâ yedike la tedurru meak. Kalbinden çıkar eline al, beraber götür, sana faydası var.

Yirmi bin kişiydi mektup yazan, İmam-ı Hüseyin’e. Yirmi bin kişi!
“Bizi zulümden kurtar, sana iltica ediyoruz, gel!” diyorlardı.
Yirmi bin kişi! Bir kişi değil, yirmi bin kişi yazdı! Fakat Yezid’in parası geldi, yirmi bin kişi de birden silahla karşısına çıktı!
O bazı insanlar der ki: “Efendim, ona nasihat ettiler, gitmeyeydi!”
Evlad-ı Resûl aklı ile iş görmez, şuhudu ile iş görür. Zanneder misin ki benim gibi çıktı, elini salladı gitti? Görüyordu da gitti. Öyle mi zannedersin! Bak görüyordu, bilerek gitti.

Yirmi bin kişiydi. Meydan-ı  Kerb-ü Bela’da, yalnız kendi Ehl-i beyti ile kaldı. Hiç kimse yoktu. Kendi insanlarıyla. Sonra bilinmez ki insanlar ne acayip. En son gece idi. Çağırdı, kardeşinin çocuklarını filan, hepsi var orada.
—Düşman, dedi. Yalnız beni istiyor. Onların tamah ettikleri, matmah-ı nazarları[12]  ben, beni istiyor. Bu geceden başka günümüz kalmamıştır. Şu kadar, size gücenmeyeceğim. Rabbimi şahit kıldım, her biriniz evlad-ı iyalimden birisini alsın, gecenin karanlığından istifade etsin, fırsat ittihaz etsin, benden ayrılsın. Ben, yalnız beni istiyor ve onunla beraber baş başa kalacağım.
Huzur-u İlahiye nasıl çıkacağız, dediler.
Benimle çıkarsınız yine, dedi. Ben razıyım.
—Biz bu işi yapamayacağız, dediler. “Biz bu işi yapamayacağız!”
—O hâlde bana müsaade edin, çadırımdan çıkın!
Yalnız bir kölesi vardı. “Bu kalacak!” Köleymiş o. Hepsi çıktılar.
Hadi burasını da söyleyeyim bari. Zevke taalluk eden yer burası. Zevk. Köleye esrar-ı kaderi, levh-i mahfuzu birer birer müşahade etmeye başlattı. İçeride konuşmalar başlayınca, dışardan Sükeyne ile Cenab-ı Zeynep duydu, hıçkırıklar da başladı.
Neyse mevzûmuz bu değil, buraya uğradık, yani adle, mânâya gönül veren bir insanın hizmeti ile bir de şekavette yüzen bir kimsenin hâli, bu lacivert kubbenin altında.

Sabah oldu. Düşman ordular, öteki bir avuç insan. Cenab-ı Hüseyin aleyhisselam dedi ki: (Burası çok acıklıdır)
—Bana mektup göndermediniz mi, davet etmediniz mi?
Bana gelen bu davetiyeyi içinizde filan, filan, filan, filan, filan, filan,filan,filan... Hepsini sayıyor birer birer.

Hepiniz biliyorsunuz, ben sizin Peygamberinizin torunu değil miyim? Fatıma’nın oğlu, Ali’nin evladı değil miyim? İçinizden birisine ağır bir söz söyledim de o sözün hakkını yahut ufak bir tokat vurdum da o tokadın hakkını yahut birisini yaraladım da o yaranın acısının hakkını almaya mı kalktınız!? Yok mu bir hicap, benim kanımı dökmeklik içün? İçinizde bir adam, dökmemek için?

Uzun bu bahis. Hepsini söylemeyelim. Ne cevap aldı, biliyor musun, cevaben?

Ok!!!
Uzun boylu bir konuşmadır, ona cevap olarak, ok yağmuruna tuttular. Birçok kimse yaralandı, birçok kimse şey etti. Hamle yapıyordu Hazreti Hüseyin. Dalga dalga gelen hasım yıkılıyordu. Bulut halinde geliyor, hamle yapılıyor, yıkılıyor. En nihayet, sırrına bir hitab-ı izzet sadır oldu. Allah dedi ki: “Sevdiğimin sevgilisi, Benim sevgilim. Ben senden şehadet bekliyorum sen şecaat gösteriyorsun. Kes artık bunu!” dedi. Ondan sonra bir ok ile atından düştü. Demek oluyor ki insan, böyle matah-ı dünya mukabilinde çok rezaletlerde irtikâp ediyor ha!

Yirmi bin kişi birden ok attı
Kalb-i gâh-ı sırrı Kur'ân'e.
Ali vü Fatîme,
Peygamber-i âhir zaman ağlar
Geçip mihrab-ı dine düşmen-i iyman imâm oldu
Din ağlar iman ağlar ezan ağlar vezân ağlar. [i] Evet.

Ömer İbn-ü Abdulaziz Hazretleri öyle derlermiş, böyle arada sırada.  Bak bu kubbe nasıl adamlar yetiştiriyor? Onlara misal veriyorum. İçini çeker “Ahh” der, hamd eder. Münasip bir zamanda şey etmişler, kendisine sormuşlar:

 “Siz böyle dalar. Ahh eder, hamd edersiniz, nedir hikmeti?” Demiş ki:
—Ben Evlad-ı Resûl’e yapılan o ihanet zamanında, dünyanın bir köşesinde olsaydım da o civarda değil, herhangi bir uzak bir köşesinde olsaydım, bunu da işitseydim, bir gaflet gelseydi de alakadar olmasaydım. Beni ikinci hayatta cennete koysalar giremezdim. Çünkü neden? Rasûl-i Zişan şöyle bir baksa, öyle bir şey gelirdi ki, “Benim çocuklarıma ihanet edildi sen dünyadaydın, bakmadın!” der, gibi. Böyle. Onun için demiş: “O zaman da dünyada olmadığıma ahh eder, hamd ederim.”
Ama şimdi bu bizim hüznümüze gelir, rikkatimize mucip olur. (Yoruldunuz mu?) İnsan öyledir. Körlerin yanına gider bir makam kapmak içün, kalp gözü kör. Körden maksadım kalbi kör. Dünyevi bir tecelliye mazhar olmuş; mazlumlar tapmış, kendisine bir hâl vermiş, zalim. Onun adına kör denir. Mesela iblise de deriz biz, kör şeytan deriz değil mi ya? O kalp gözü kördü, kafası görür.

Hak ve hakikati görmeyen kimse, daima kördür.
[13] وَمَنْ كَانَ ف۪ي هٰذِه۪ٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى  
Kur’an’da ayeti bu. Dünyada görmeyen ahirette de görmeyecek. O dünyada görmeyen, bu gözü görmeyen mânâsına değil. “Beni bu âlemde görmedi mi, diyor Allah. Öbür tarafta göremez.”  diyor.

Hak ve hakikati burada göremeyen, orada göremez. Kudret-i ilahiyi burada müşahede edemeyen, taatın sıcaklığını masiyetin soğukluğunu duyamayan, ikinci hayatta bir şey olmaz. Şimdi hepimiz öyleyizdir. Bakarsın ki bir zalim bir şeye sahiptir; kasası vardır, masası vardır, şusu vardır.  “Benim değil mi?” der. “Evet efendim, senindir!”  Öbür tarafta Hazreti İnsan vardır, onun da tepesinin üzerinde gezmek ister, insan. Mevlana öyle der, koca adam. “Körlerin yanına bir makam kapmak için gidersin kapı dibinde oturursun da gözcünün yanında başköşede oturursun haa!” Mevlana’nın sözü bu. Anlatamadım mı acaba?

Sözleri toplayalım hulâsa edelim de bitirelim. Cenab-ı Hak dört sermaye vermişti, maddi. Anlattık. Bir de mânâya ait olan üç tane sıfat vermişti. Hürmet, merhamet, muhabbet. Buradan açıldık, buralara girdik. Havas ile avamın muvazenesi üzerinde konuşuyoruz.

Yüksek tabakada merhamet, ufak tabakada o merhameti görünce hürmet, bunun ikisi birleşecek, muhabbet denilen çocuk doğacak. Muhabbet Allah’ın sıfat-ı zâtiyesine ait olan bir tecellidir. Bu görüldüğü dakikadan itibaren Cenab-ı Hak işi alır, kendisi götürür. Başka türlü yürünmez. İmkânı yok, başka türlü yol almanın imkânı yok. Anlaşamıyoruz. İhtilaflar nefsimizden doğuyor. [14] واسعة  إختلاف أمتي رحمةﺇ   
Peygamber öyle demiştir: “Ümmetimin ihtilafı geniş bir merhamettir, rahmettir.” Ama nefisten olmayacak. Ruhtan olacak. Gayeye vasıl olmaklık içün yol aramak. Anlatabildim mi? Yol. Buna lisan-ı dinde şöyle isim verirler. Şeriat, hakikat, marifet. Şeriat ilim, hakikat amel, marifette Allah’a ihsan. İhlas gelir.

[15] وَمَٓا اُمِرُٓوا اِلَّا لِيَعْبُدُوا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَ .

Allah, onu istiyor: “Ben, sizden yegâne istediğim şey ihlas.”  İhlas o kadar temiz bir şey ki, olmayacak şeyi Allah’a yaptırttırır. Anlatabildim mi? Allah’a bir şey yaptırtmak istersen çok halis ol. Burayı söylememiştim şimdiye kadar size. Olmayacak şeyi, hani bazı kimseler vardır; şöyle yapar, böyle yapar da niyet eder.

Bir misal vereyim kaba misal. Hurafedir, aslı, faslı yok. İlimde yeri yok. Mesela, Hıdırellez de böyle çöpü dikerler de bazı insanlar, bu çöpten bir ev yapar. “Bir ev istiyorum.” der. O çöpü dik, yok! O bazen olur, neden biliyor musun? Eğer Cenab-ı Hudâ ona tam safiyetle,  ihlasla “Buraya kadar düşmüş bu, ver buna bir ev.” der.  Onun o ihlastır o. Anlatabildim mi acaba? Yoksa çöp de möp de iş olur mu(?) Çöp de çöp(!) Fakat öyle bir şekilde tamamen soyunmuş ki, artık içi de titriyor: “Bir barınacak yuva istiyorum, diyor.  İnşallah olacak!” diye böyle şey ederken, Huda’nın o ihlasını tam gördüğü dakikadan itibaren “Buraya kadar düştü bu, ver buna bir ev bakalım!”  İhlas...

Hani size bir vakit demiştim ya, ihlas. Bir “Rıza” tarif etmiştim size. Yine tarif edeyim de konuşmayı keseyim. Rıza, rıza!

Bir vaizin birisi vaktiyle vaaz ederken söylemiş... Söylemiş de Allah’ın rızasına talip olmalı, Allah’ın rızası şöyledir… Hülâsa demiş: “Rızayı bulmalı!” Dinleyen ihlas sahibi saf bir adam, demiş: “Demek ki bu, Rıza denilen adamın elinde bu iş.” Çıkmış dışarıya “Bu iş kolay” demiş. Önüne gelene soruyor, adın ne? Ya Hudâ da çabucak bir adamın karşısına Rıza isminde bir adam çıkarır mı? Dört dönüyor. Adın ne, işte bilmem Veli idi, şuydu, buydu, Rıza isminde yok. Nihayet, bir tenha bir tepeden geçerken biri de geliyor.
—Dur azizim ismin ne? Demiş.
—Rıza, demiş.
—Haa, dur! Sen bütün müşkülleri halledecekmişsin. Büyük hoca söyledi, derin. Ben onu derin hocadan duydum.
—Ne söyledi?
—“İş Rızayı bulmakta” dedi. Ben demiş, günlerce arıyorum.
Adam anlamış onun ihlas sahibi olduğunu.
—Sen yanlış anladın, demiş. Rıza isminde bir adam değil, Allah’ın razı olacağı işi yapmak, demiş. Allah neden razı olursa, onu yaparsan bütün işin hallolur manasına.
Bir duraklamış. “Niye durakladın?” demiş.
—Ben onun razı olacağı hiçbir şey bilmem, bir defa, demiş.  Okumam yok, yazmam yok!
—Canım, demiş o adam. Hiçbir şey bilmez misin? Demiş. Neden razı olacağını?
—Neden?
—Canım razı et de ister oyna et, ister...
—Haa, o oyunu biraz bilirim, demiş.
“Pekâlâ” demiş. Şimdi o adam, bir ağacın kenarına gizlenmiş bakalım bu ne yapıyor, diyerekten.
“Yarabbi bundan başka bir şey bilmiyorum!” diyor, şıkır şıkır oynuyor. “İlahi bundan başka ben bir şey bilmiyorum!” diyor hem ağlıyor, hem oynuyor, gözyaşı ile beraber. Manevi bir taç da inmeye başlamış. Raapp. Onu giydikten sonra zaten işin şekli değişir o. Önünden geçmiş, omuzuna vurmuş:
—Âlemin kırk sene de alamadığını bir göbekle aldın kerata, demiş.
Anlatabildim mi? Ama bilir misin, o tacı veren yine o ağacın arkasına gizlenendir haa. Anlatabildim mi onu da. Yine odur, o. Yine bulmuş Rızayı o. İhlası ile öyle bir “rıza” bulmuş o. İhlas.

Hülâsa edecek olursak, işte hayat denilen şey bir göz açıp kapayıncaya kadardır.

İşte hayatın icab-ı zarurisi ey yâr
Bugün sen benden, yarın ben benden ayrılmak.

Başka bir şey var mı?

İşte hayatın icab-ı zarurisi ey yâr
Bugün sen benden, yarın ben benden ayrılmak.

Binaenaleyh, her insan kendi çıkıklığını kendi bilir. Her hafta konuştuğum zaman söylerim ki, insan bütün çıkıklıklarını bir anda atamaz. Niyet edelim, niyet edelim. Allah’a yalvaralım.  Bizim kendisinin hoşuna gitmeyecek ne kadar hâllerimiz varsa, birer birer az bir zamanda atmaya çalışalım. Hepsini birden atın, demiyoruz bak. Kolaylık var, değil mi? Çok kuvvetli alkolik olmuş bir adam, artık en derin şeylerine kadar, hücrelerine kadar işlemiş olan bir adam, onu birdenbire atarsa şişer ölür. Ağır ağır, ağır ağır, ağır ağır, onu atar tedavi edilir, değil mi? Binaenaleyh, bizim de çirkinliklerimizi niyet edelim, yalvaralım Allah’a bizden alsın.

Bize, evvela sabır denilen nimetini ihsan etsin. Sabır. Sonra bize zulme divan durmayacak bir isti’dat versin. Kanaatin zevkini tattırsın. Kanaat demek; fakir olun, zelil olun demek değildir. Anlatabildim mi? Burasını söylememiştim belki yeni söyleyeyim.

Kanaat; fakirliğe, zenginliğe, şeye, basit vaziyete razı olun mânâsına değildir yani. Onu talep edin değil. Kanaat demek, kısmet-i ezeliyesinden razı olmak, demek. Anlatabildik mi acaba? Senin hakkında, sen bir defa ilk önce Allah’ın verdiği nimetleri yerli yerinde kullanırsın.

Akıl vermiş. En büyük nimeti. Onu isyana inkılap ettirtmezsin. Asâ-i hakikat yaparsın. İsyana inkılap edersen su’bân olur yılan olur, sokar adamı. Akıl çok iyidir, kötü kullanırsa çok fenadır. Bütün zarar oradan gelir. Şaki bir adam çok akıllı olursa, eğer de biraz okuyacak olursa, bir dünyayı yakar. Cahil olursa az bir muhiti yakar. Tabirime dikkat ettin mi? Bir adam şaki, birazda dünya ilmine malik oldu.  Fırsatta eline geçti, bir mevkiye sahip oldu mu hiç dinlemez, ufak bir zevki içün, milyonla adamı bir saniyede yakar. Bir tekme vurur, uçurumdan aşağı atar. Aklının sebebi ile. Onun için akıl en büyük nimettir, kötü kullanılmamak şartı ile. İsyana inkılap etmesin, asâ-i hakikat olsun. Sonra hakikat yolunda bir işe yaramaz akıl.

Tahkîk yolunda akl ne etsin

A’mâ vü garîb kande gitsin

Para etmez. Bu dünyada yarar. Fakat aşka intisap etsin, âlem-i kudrete. Hakk’a vasıl olmaklık için akıl dehşe[16] yatar, yaramaz. Allah’ın varlığını bildirir, Allah’ı bildirmez. Allah’ın varlığını bilmek başkadır, Allah’ı bilmek başkadır. Anlatabiliyor muyum acaba? Allah’ın varlığını bilmek başka, Allah’ı bilmek başka. Bu binayı görüp mühendisi var demek başka, mühendisle oturup kalkmak başka. Canlı misali. Binayı gördün ya, bunu bir kalfası var dedin, mühendisi var. Ama mühendisle oturup kalkıyorsun, biliyorsun. O iş başka. Onun için öyle demiştir Fuzuli:

Tahkîk yolunda akl ne etsin
A’mâ vü garîb kande gitsin.

Akıl bir yere kadar götürür. Âlem-i hikmette meçhulden malumu çıkarır. İşte teklifdir, medar-ı tekliftir. Şu iyidir şu kötüdür dendiği vakitte onları bilir, öbür tarafa yürüyemez o. Öbür tarafa ne gider? Aşk ile iman gider. Yalvar, Hudâ versin. O vakit rahat edersin, rahat. Gam yok, keder yok.

Tedbîrini terk eyle takdîr Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Birdenbire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır
Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır

Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır[ii]

Erbab-ı safâ ne demek biliyor musun? Burada. Erbab-ı safâ kime denir? Bu uzun sürer dursun. Başka bir gün. Bizim bildiğimiz şekilde örfün tabirinde erbab-ı safâ değil o. Bir erbab-ı safâ var, onların içkileri gözyaşıdır. Onlar abdestlerini gözyaşında ki suyla alırlar. Onların kadehleri kalptir. Kalp kadehinden içerler. Anlatabiliyor muyum, bir parçasını söyledim yine. Azar azar, söylemeyeyim dedim yine bir parçasını söyledik. 

Tedbîrini terk eyle takdîr Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Birdenbire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır
Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır

Âşıkta niçün keder yok?  Aşkın vücudu yok ki keder olsun. Kederli oldu mu o âşık değil, sevdalı. Sevdalı başka, âşık başka. Anlatabildik mi? Ayır onları birbirinden. O Sevdalı o. Âşıkta vücut yok. Kaza kalemi onun vücuduna böyle bir çizgi çizmiş. Hani yazı yazarsın da o yazıyı kaldırmak istedin mi şöyle bir çizersin. O onu çekmiş, çizgi çekmiş ona. Onun için keder yok…

Âşık, dervişin sermayesi, aşktır. Derviş, dedim de geçenlerde söylemiştim. “Efendim o derviş.” Yok, herkes derviştir. Kâinatta derviş olmayan hiçbir insan yoktur. Öyle mi? Herkes, herkes derviş. Kimi paranın dervişidir, kimi masanın dervişidir, kimi karının dervişidir, kimi kasanın dervişidir, kimi Allah’ın dervişidir. Herkes, gönlünü nereye bağlamışsa o bağlanmış olduğu yerin dervişidir. Anlatabildik mi acaba? Bir de Hakk’ın dervişi var. Orada kaç tane Hak varsa hepsinin mânâsı var. Nâm. Hakk’ın dervişinin mânâsını tefsir edersek, dursun şimdi onlar dursun.

Ey dil sen o dildâre lâyık mı değilsin ya
Da'vâ-yı muhabbetde sâdık mı değilsin ya
Özrü ne ola Azrâ’nın Vâmık mı değilsin ya
Bu gâm ne gezer sende âşık mı değilsin ya
Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır.

Bunun vücudu yok. “Meyhaneyi seyrettim…” Bu meyhane bizim bildiğimiz aklını nâra inkılap ettiren değil, nura inkılap ettiren bir meyhane. Ama şimdi herkes de bir oldum sevdası vardır, herkes de var o. Artık,  kâinat evliya oldu(!) Hele kadınlarda, Allah!! Önüne gelen evliya! Dedikoduyu bırak kardeşim dedikoduyu! İmanını kurtar, gebermenin çaresine bak. Ne yapacaksın, evliyalığı sen! Kurtar imanını, geber geç git!

Kaç tane aciz kadının, ihtiyar düşmüş bir kadının bitini ayıkladın? Söyle bakayım, hesabını ver. Kaç tane sümüklünün sümüğünü sildin, çişini yıkadın? Evliya buna denir. Var mı böyle bir hizmetin? Çıt çıt çıt... Dört tane efendime söyleyeyim, divan kelimesini ezberle, dört tane divandan kelime ezberle… Kaç tane elden ayaktan düşmüş, zavallı vaziyete gelmiş, aradın mı? Karaborsa da kumaş aradın, şunu aradın bunu aradın fakat kendi cinsinden kaç tane zavallı kadının çişini etmiş... Yaaa! Allah adamı öyle imtihan eder. Öyle değil ki o. İncinmeden, burnunu tıkamadan, öf demeden, iki rahmetin biri demeden. Anlatabiliyor muyum?

Şeyhi Ekber Muhyiddin-i Arabi öyle dedi: “Eşek anırtısı ile kemanın ihtisaslı en son böyle rikkat verici namesi arasında bir adam fark buldu mu onda vilayet yoktur, dedi. Uyuzdan dökülen bir köpeğin vücudu ile hasna dilara müstesna bir kızın vücudu arasında fark gördü mü, o adam henüz hazreti insan değildir, dedi. Vilayeti yoktur.” dedi.

Sen ne okuyorsun sen? Haa, tık tık öğren, ne kadar bol iş o. Buldun mu bakalım birkaç tane şöyle, yatalak matalak oturağını moturağını dökersin, incinmeden, burnunu tıkamadan. Öf, demeden. İki rahmetin biri demeden. Sürmeden maksat gözü ruşen[17] etmektir. O olmak çok zor iş o. Bil yeter sana bil, bil, bil! Evet, insan bu âleme bilmek, bulmak olmak içün gelmiştir. Taalluk edecek, tahalluk edecek, tahakkuk edecek. Sevecek, sevdiğinin aynı taklit edecek, takallud[18] edecek, o olacak. Güzel amma, olmadan da oldu mu olmaz ki. Neyse...

Meyhâneyi seyretdim uşşâka metâf olmuş
Teklîf ü tekellüfden sükkânı muâf olmuş
Gam sohbeti yâd olmaz meşrebleri sâf olmuş.

Bu o kadar ince bir iştir ki, neyse yine öbür tarafa uğruyorum bak size söyleyeyim bir misal. Kaç defa söyledim amma, onu zannetmeyin ki burasını söylememiştim.

Ebu Cehil, zanneder misiniz ki Hazreti Muhammed’i bilmedi. Çok güzel bildi. Bilmez olur mu? Bildi, fakat benliğinin kurbanı oldu. Bilmedi değil, bildi. Sordu ona, Cenab-ı Fahri Âlem:

—Şüphen var mı benden, dedi.
—El-Emin, diye ben çağırdım seni.
—Benim söylediklerimde yalan tasavvur eder misin?  Böyle bir şüphe geliyor mu sana, dedi.
—Ben sana El-Emin dedim, daha mini mini iken.
—Biliyor musun ne badiredesin, dedi. Eğer teslim olursan hem kendini hem senin gözünün içine bakan birçok insan var peşinden gelecek. Onları da, dedi selamete çıkaracaksın.
—Teslim olayım, kolay. Bu zor gelmiyor, dedi. Fakat sen bir dava açtın ki, ben bundan katiyen barışamam.
—Nedir? Dedi.
—Sen benim hizmetçimle beni ikimizi yan yana oturtturuyorsun yahu, dedi.

Bak şimdi nereden Allah vurdu tokadı? Ne büyük bir bela? Zannetme ki biz Ebu Cehil değiliz. Bizde de kaç defa, biz günde kaç defa Ebu Cehil oluruz? Kaç defa iblis oluruz? Kaç defa da yola geliriz? Değişiriz biz. Anlatabildim mi acaba? Herhangi bir kimseyi küçük görsen, şöyle yapsan, işte Ebu Cehilsin, Ebu Cehil ondan gitti gürültüye. Başka bir şey yok. Soruyor Peygamber, gizli çağırdı da:

—Benden şüphen var mı? Dedi. Hiç şüphelenir misin?
—Hayır, dedi. Ben sana El-Emin demişim, diyenlerin başında gelirim ben. Fakat sen öyle bir dava açtın ki,  öyle bir dava açtın ki, beni kölemle yan yana oturtturuyorsun. Yarın geleceğim bulunduğun meclise, alacağım dedi, hizmetçi ile beraber, ben içeriye girince şöyle buyurun diye bir yer, ona da sende şöyle otur dersen, o gün, dedi.  Teslim olacağım!
—Vallahi benim öyle bir yerim yok, dedi Peygamber. Kendimin yok öyle bir yeri, dedi. Benim kendimin yok ki öyle bir yeri, sana buyur diyeyim.

İşte böyle yine Ebu Cehili yumuşatmak için uğraşırlarken, dostlarından gayet fakirü'l-hâl, gözlerinden mahrum, Ümmü Mektum. On üç defa yerine kaymakam yapmış, Peygamber. Bak belli oluyor mu insanlar nasıl? On üç defa “Benim yerime kaim ol. Ben gidiyorum sen otur.” On üç defa. Ne incelikler var. Aynı mevzû konuşuluyormuş.

“Cemiyette havas ile avamın farkını ayırmadan, ileri gelen tabakaya hususi bir imtiyaz vermeden, seninle anlaşmak imkânı yoktur. Sen en garip adamla en fakir adamla beni müsavi tutuyorsun. Şunlara biraz bir tadilat yap, bu iş olacak!” derken, Ümmü Mektum oradan geçiyormuş.

“Burada, demiş. Bir canan kokusu var.”
Gözleri görmüyor ama demişler ki “İlerde konuşuyor.” Yaklaşarak gelmiş. İşte o vakit Fahr-i Âlem diyor ki:
—Sizinle biraz sonra meşgul olayım, müsaade ederseniz mühim bir mevzû konuşuyoruz, diyor. Bana müsaade edin sizinle sonra meşgul olurum, diyor.
Ümmü mektum çekiliyor. Çekilir çekilmez Cibril de geliyor. [19]. عَبَسَ وَتَوَلّٰىۙ ﴿١﴾ اَنْ جَٓاءَهُ الْاَعْمٰىۜ ﴿٢﴾  . İlâ âhirihî. “Ona niye o şekilde yüz verdin? Niye öyle dedin? Bence makbul olan odur. Onu bırak onunla meşgul ol.”

Bu talimi ümmet içündür, Peygamber bunların hepsini bilir,  haa! Orasını da yanlış anlama. O tecelliyi kendi zâtında yaptırttırıyor ki, bize bir numune olsun diyerekten. Anlatabildim mi? Öyle yerler gelir büyük Kitap’ta insanların ayağı kayar. Mesela der ki, Cenab-ı Hak: “Seni ben tutmasaydım, o mahşer-i müşrikin arasında seni fitneye saplatacaklardı. Vahiy verirken sen dönecektin. Seni ben tuttum da, şey ettim”, der. Şimdi bunu iyi anlamayan insan olursa, şimdi bunu Peygamber’e demesinde ki hikmet-i illet: “Artık aman ben çok dikkatli olayım, bir zalim benim ayağımı kaydırmasın, bak orada bile oluyormuş!” diye derlensin toplansın, diye. Şimdi bunu avama hitap eder, iyi anlasın diyerekten, havasa aşağıda usulcacık anlatır, Peygamber.

[20] جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ 

Hak geldi (sen geldin) batıl gitti. Batıl niye derler? Hüviyet-i İlahiyeden gayrısına batıl denir. Anlatabildim mi bir şey? Burada çoook mühim işler var ama dursun. Yaa, ince işler var orada yaa.

Mahzûn idi bir gün dil meyhâne‐i mânâda
İnkâra döşenmişdim efkâra düşüp yâda
Bir pîr gelip nâgâh pend etdi 'alelâde
Al destine bir bâde ver derd u gamı bâda

Olur insanda, insan mahzun olur bazen. Malum ya hesap eder kendi kendine ben işte… Kudret de çok severse bir adamı sıkar. Sevmediğini de sıkar, ayırması zordur. Anlatabildim mi? Mesela bir yavrun olur çok seversin, şöööyle elini ısırırsın filan, ağlar canı acıdı. Bir de yaramazlık yapar vurursun, yine canı acıdı. İkisinde de canı acıdı. Birisinde nefret ettin canı acıdı, birisinde sevdin canı acıdı. Anlatabildik mi acaba? Yavrum, basarsın şöyle ısırırsın, yeri kalır ağlar. Birde ufak bir şey yapar vurursun, yine ağlar.

Mahzûn idi bir gün dil meyhâne‐i mânâda
İnkâra döşenmişdim efkâra düşüp yâda
Bir pîr gelip nâgâh pend etdi 'alelâde

Al destine bir bâde derd u gamı ver bâda

Al bakayım diyor, sen şu marifet-i İlahiye enharından akan, kalp kadehiyle şunu iç, şu hüznün bir defa gitsin. Ver, diyor.  O rüzgâra ver, o kendine gelen kesafeti, at onu. Bir parçacık efsun kap.

Bir bâde çek efzûn kap meclisde zeber‐dest[21]  ol
Atma ayağın taşra meyhânede pâ‐best ol.

Bizim bildiğimiz, anlattık değil mi? O meyhane başka bir meyhane. Orada saki Allah. Orada saki Hudâ. Ama seçilecek. Belli olmaz. Hangi insanda ne var?

Maruf-u Kerhi Hazretleri vaaz ediyorlarmış. Maruf-u Kerhi var, meşhur. Evliyaullahın sertac-ı ibtihacı[22]. Söyledim ya size, belli olmaz dediğime misal içün tekrar ediyorum. Hazreti Hızır da mevcutmuş derste. Bir garip adam da zahirde. O da orada. Uyuklamaya başlamış. Maruf-u Kerhi konuşuyor, bir cemaat-i kübra var. Hazreti Hızır da orada mevcut, birisi de uyukluyor, şöyle dokunmuş. “Bu zat demiş, bir kıymet, mânânın büyük sahibi, her vakitte konuşmaz, agâh olsana.” Şöyle bir bakmış, yine dönmüş. Biraz sonra gene başlamış, gine uyumuş. Türkistan’da oluyor bu. Maveraünnehir’de. Yine bakmış. Üçüncü seferde başlamış sesli uyumaya. Ses çıkarıyor. Azıcık hızlıca dokunmuş Hızır, demiş:

—Tembih ettik ya!
—Eee, demiş. Hızır olan kişi yahut bulunan kişi insana rahat verecek, demiş. Hızır olan adam insana rahat verir, şimdi söylersem cemaate sonra ne yapacaksın? Demiş. Cenab-ı Hızır şaşırmış.
—Ben, Cenab-ı Hakk’ın evliyası bana bildirilmiş listesi var. Bu ne? Secdeye kapanmış. “Ya Rabbi bu ne?” demiş. أوليائي تحت قبابي لا يعرفهم غيري [23]

“Benim öyle dostlarım vardır ki, onları yalnız Ben kendim bilirim, başkasına bildirmem. Bu sana bildirmediğim dostlarımdandır.”

Onun içün hayatta hiçbir şeyi küçük görme. Bir çirkinliği gördüğün vakitte hakaret etme.

مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ [24]

Çok dikkat olunacak bir Emr-i Peygamberidir. Cenab-ı Peygamber der ki: “Bir kimse bir kimse de bir kötülüğü görse, onu hakaretle ta’yib etse, kendi yapmadan ölmez.” Onu muhakkak Allah ona yaptıracak. Çaresi yok. O aleyhinde bulunan, ama terbiyeten, nezaketen, hakaret etmeksizin ikaz edebilir, şunu eder, bunu eder. Fakat hakaretle oldu mu onu muhakkak kendi irtikâp edecek. Çaresi yok bunun. Anlatabildik mi acaba? En büyük dert bu işte.

 مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ Ya orada ne yapacak? Ya Rabbi! Beni muhafaza etmişsin, beni yapsaydın, olmam mı diyecektim? Şu kötülüğe beni müptela kılmış olsaydın, ben ne yapardım? Anlatabiliyor muyum?

Konuşma bu kadar bugün.



[1] İstinas : Alışmak. Ünsiyetli olmak. Vahşiliğin gitmesi. Ürkekliğin kalkması.
[2] Nıfs-’ul Leyl: Gece yarısı
[3] İyaullah : İslam yönetim felsefesinde halk, “iyaullah”tır. Yani “Allah'ın ailesi”dir
[4] Defaat: Kerreler, def'alar. Müteaddid
[5] Duhan: Duman. Tütün
[6] Ankarib:  Yakın bir zamanda
[7] Billahi: Allah'a, Allah'tan. (Yemin) maksadı ile söylenir.
[8] Cemî sigası: Çoğul kipi, kalıbı. *Cemî: Cümle, hep, bütün. * Gr: Çokluk bildiren kelime. Çoğul.
[9] İhtiram: Hürmet olunmak, tazim olunmak, hürmet, saygı.
[10] İsra Suresi 14’ncü Ayet-i Kerime اِقْرَأْ كِتَابَكَۜ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًاۜ
Meali: "Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak sana nefsin yeter!" deriz.
[11]Menşur (Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş.
[12]Matmah-ı Nazar:  Hırsla bakılan şey.
[13] İsra Suresi 72’nci Ayet-i Kerime وَمَنْ كَانَ ف۪ي هٰذِه۪ٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَب۪يلً
Meali: Bu dünyada (Kitaba) kör olanlara gelince, onlar ahirette de kördür ve yol bakımından daha da sapıktır
[14] Hadis-i Şerif
[15] Beyyine Suresi 5’nci Ayet-i Kerime  وَمَٓا اُمِرُٓوا اِلَّا لِيَعْبُدُوا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَ حُنَفَٓاءَ وَيُق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُوا الزَّكٰوةَ وَذٰلِكَ د۪ينُ الْقَيِّمَةِۜ Meali: Hâlbuki onlar, dini sadece Allah'a tahsis ederek, Allah'ı birleyerek, ancak Allah'a ibadet etmekle, namazı kılmakla ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardır. İşte dosdoğru din budur
[16] Dehş(e): Tembel olmak.
[17] Ruşen: Farsça Parlak, aydın. Belli, âşikâr.
[18] Takallüd: (C.: Takallüdât) (Kald. dan) Bir işi üstüne almak. Takınma, kuşanma. Gerdanlık veya muska gibi boyuna geçirme. (Kılıç) kuşanma.
[19] Abese Suresi 1 ve 2’nci Ayet-i Kerime عَبَسَ وَتَوَلّٰىۙ ﴿١﴾ اَنْ جَٓاءَهُ الْاَعْمٰىۜ ﴿٢﴾    
Meali: 1. (Peygamber) Yüzünü ekşitti ve döndü. 2. Kendisine âmâ geldi, diye.
[20] İsra Suresi 81’nci Ayet-i Kerime وَقُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
Meali: (Ey Muhammed!) De ki: "Hak geldi, batıl yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkûmdur."
[21] Zeberdest: Farsça En üstün, galib, hâkim, âmir. Mâhir.
[22] İbtihac: Sevinç, sevinme. İç açıklığı. Bolluk, bereket, mebzuliyet.
[23] Hadis-i Kudsi أوليائي تحت قبابي لا يعرفهم أحد غيري
"Benim kubbem altında bazı veli kullarım vardır, onları benden başka kimse bilmez." (bk. Gazali, İhya, 4/357; Kuşeyri, Lataifu’l-İşarat, 2/553; Alusi, tefsir, 9/201)
[24]Hadis:  مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ  Men ayyera ehâhû bizembin lem yemut hattâ yâ'melehû. Kınamayınız, kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz."
(Tirmizi, Kıyamet, 53, no: 2507; Beyhaki, Şuabu'l-İman, 5/315, no: 2778; bk: Keşfu'l-Hafa, 2/265)


[i]

Muharrem'dir, kamer mahzun, güneş me'yus kan ağlar
Felek sergeşte mebhut, hayrete dalmış cihân ağlar
Cefay-ı şah-ı mazluma tahammül etmeyip dağlar
Ezelden gözlerinden ablar olmuş revân ağlar
Ne düşmansın behey ibn-i recim, ey sâkiy-i iblis
Senin yaptıklarına düşman-ı insan olan ağlar
Medine halkına kıldı veda ol kan-ı ilm-ül gayb
Tutup âfâkı bir efgân, yanar pir ü civân ağlar
Nice Günler edip kat-i merâhil akıbet bir gün
Erip Kerbubelâ'da cümlesi Hakk'a divân ağlar
Bilinmişti ki ol yerler serencâm-ı şahâdettir
Bilinmişti ki ol yerden geçilmez, hânedân ağlar
İmâm-ül etkiyâ toplandırıp etbâ-u ahbâbın
Okur bir hutbe bir bir fitneyi eyler beyân ağlar
Kuruldu heymey-i ahyâr o gün Kerbubelâ içre
Bu gün Kerbubelâ'da kaldı hâlâ âşıkân ağlar
Yazıp bir nâme Reis-ül usât'a söyledi ey kavm
Bu fitne sarsar İslâm'ı, yıkar dini, imân ağlar
Hezar şetm ile Sa'd oğlu hem gönderdi bir name
Onu dil söylemez kâfir dahi olsa zeban ağlar
Hucum etti o mel'unlar Kitabullah'ı imhaya
Sanırsın bir kıyamet koptu toz ağlar, duman ağlar!
Kesildi her taraftan su, sabiler gül gibi soldu
Su ağlar, servi ağlar, bahçe ağlar, bağıban ağlar
Bozuldu gülşen-i bağ-ı risalet, har ile doldu
Gül ağlar, bülbül ağlar, lale ağlar, erguvan ağlar
Hezaran zulm ile yetmiş iki sadık olup kurban
Bu kıssadan kevn-o mekân ağlar
Kesildi başları bin cevr ile bir âşık-ı zarın
Kesen mel'unlara lanet edip seyf u sinan ağlar
Ali Ekber'le Kâsım can verip cananı buldu
Ali Asğar gibi oklar vuruldu ümmühan ağlar
Vefaya Davet etmek, sonra bin türlü cefa etmek
Size ey kavm, sek dersem behaim biguman ağlar
Yirmi bin kişi birden ok attı şah-ı mazluma
Bizi atman deyip zalimlere, tir-ü keman ağlar
Ok atmak kurret-ül-ayne, değilmi aslını imha
Sebepsiz mi bu gün halâ, hakiki müslüman ağlar
Cigergâh-ı Habib-i Kibriyâ'ya ok atan mel'ûn
Cehennemde bugün şeytanla kurmuş âşiyan ağlar
Cihanın sahibinden bir içim su kısıtlanmış âh
Fırat ağlar, Murat ağlar, zemin-i âsuman ağlar
İmam-ül-muttakiynin, Şimr-i mel'un kesti çün başın
Cehennem kaynayıp, arş sayha etti tevleşan ağlar
Ayak bastı o mel'un, kalb-gâh-ı sırrı Kur'ân'a
Ali-vü Fatıma, Peygamber-i âhir zaman ağlar
Haremgâh-ı Habib-i Kibriyâ'ya doldu namahrem
Bizi hep öldürün derler, sabilerle zenân ağlar
Çadırdan nâle-vü feryat yükseldi semavata
Melekler sordular n'oldu, dediler teşnegân ağlar
Döküldü hûn-i mazlûman yere, yer mâteme girdi
Çöl ağlar, dağlar ağlar, vâdiyyü berrü yaban ağlar
O şâhın derdi etmiş insanoğlunu giryân
Bilenler, bilmeyenler hep bu dert ile inan ağlar
Gelip birkaç deve çulsuz, yularsız Şimr-i mel'un
Bugün şam'a sefer lazım, bu emri her duyan ağlar
Deve uryan, ciğer püryan, yürürler aç susuz sıbyan
Deve ağlar, ceres ağlar, yol ağlar, kârban ağlar
Meşakketle develer, kat'ı menzilden kalıp bitâb
Düşüp yollarda mâ'suman, eder âh-u figan ağlar
O yollarda, o çöllerde, o ıssız gurbet illerde
Sekine, Zeyneb'in ahvaline, hûr-i cinân ağlar
Dikildi niyzeye sultan-ı kevneyn'in ser-i pâki
Çıkıp bir nur olur arş, sayesinde sâyeban ağlar
Nihayet bir sabahtı, Şam'a dâhil oldular ah Şam
O talihsiz misafirler konuldu hana, hân ağlar
Geçip mihrab-ı dine, düşmen-i iyman imâm oldu
Bozuldu vahdet-i İslâm; namaz ağlar, ezan ağlar
Atıp zindana Zeynelabidin'i ettiler mahpus
Cefa bitmez, güneş girmez sebâ etmez, vezân ağlar
Ezelden ağlarım, aktı dü-çeşmim kanlı yaşınla
Ne hâbım var, ne rahat var, yanan cismimde can ağlar
İki göz oldu a'ma, ağlarım ey kurre't-ül-ayneyn
"Kemâlî" sûz-i derdinle nihan ağlar, ayân ağlar

Osman Kemali Baba. 

[ii]  Şeyh Galip

Tedbîrini terk eyle takdîr Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır

Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır

Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır

Meyhâneyi seyretdim uşşâka metâf olmuş
Teklîf ü tekellüfden sükkânı muâf olmuş

Bir neş’e gelip meclis bî-havf u hilâf olmuş
Gam sohbeti yâd olmaz meşrebleri sâf olmuş

Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır

Ey dil sen o dildâre lâyık mı değilsin ya
Da'vâ-yı muhabbetde sâdık mı değilsin ya

Özrü nedir Azrâ’nın Vâmık mı değilsin ya
Bu gâm ne gezer sende âşık mı değilsin ya 

 

Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır

Mahzûn idi bir gün dil meyhâne‐i ma'nâda
İnkâra döşenmişdim efkâr düşüp yâda

Bir pîr gelip nâgâh pend etdi 'alelâde
Al destine bir bâde derd u gamı ver bâda

Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır

Bir bâde çek efzûn kap meclisde zeber‐dest ol
Atma ayağın taşra meyhânede pâ‐best ol

Alçağa akar sular pây‐i huma düş mest ol
Pür-cûş olayım dersen Gâlib gibi sermest ol

Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır

 

 

5 yorum:

Öğlen vakti kadın çıkagelmiş. Kapıyı açmış, bakmış ki akşam ki inkisar ettiği şahıslar orada oturuyor. Hiiç vakarından, edasından iman azametinden, ruhunun sefasından, hiçbir şey feda etmeksizin kemal-i azamet-i imanla yine kapıyı rapp çekmiş, hiçbir şey söylemeden, gidiyor. Şaşırmış Ömer “Allah Allah, bu acayip bir şey, demiş. Şunu önleyeyim bakayım.” demiş. Çıkmış dışarda süratli yürümüş, önüne geçmiş.

Menşur, bir kitap, bir sahife. Hayatının şeyi, bööyle. “Oku” diyor, Allah. Herkesin eline verilecek. Sebebi: Cenab-ı Hak o kadar nazik ki, kimse kimsenin suçunu bilmesin diye yine. “Kendin oku kendin hükmünü ver.” Settar! Hiç bakarsın ki tamamen mahv-ı hüsrandasın, sayfanın bir tarafını açarsın, “Sevdiğimin sevdiğine mahzun davrandı, eski hesabı kapansın.” Bir bahane olur o.

Bir misal vereyim kaba misal. Hurafedir, aslı, faslı yok. İlimde yeri yok. Mesela, Hıdırellez de böyle çöpü dikerler de bazı insanlar, bu çöpten bir ev yapar. “Bir ev istiyorum.” der. O çöpü dik, yok! O bazen olur, neden biliyor musun? Eğer Cenab-ı Hudâ ona tam safiyetle, ihlasla “Buraya kadar düşmüş bu, ver buna bir ev.” der. Onun o ihlastır o. Anlatabildim mi acaba? Yoksa çöp de möp de iş olur mu(?) Çöp de çöp(!) Fakat öyle bir şekilde tamamen soyunmuş ki, artık içi de titriyor: “Bir barınacak yuva istiyorum, diyor. İnşallah olacak!” diye böyle şey ederken, Huda’nın o ihlasını tam gördüğü dakikadan itibaren “Buraya kadar düştü bu, ver buna bir ev bakalım!” İhlas...

Bir vaizin birisi vaktiyle vaaz ederken söylemiş... Söylemiş de Allah’ın rızasına talip olmalı, Allah’ın rızası şöyledir… Hülâsa demiş: “Rızayı bulmalı!” Dinleyen ihlas sahibi saf bir adam, demiş: “Demek ki bu, Rıza denilen adamın elinde bu iş.” Çıkmış dışarıya “Bu iş kolay” demiş. Önüne gelene soruyor, adın ne? Ya Hudâ da çabucak bir adamın karşısına Rıza isminde bir adam çıkarır mı? Dört dönüyor. Adın ne, işte bilmem Veli idi, şuydu, buydu, Rıza isminde yok. Nihayet, bir tenha bir tepeden geçerken biri de geliyor.
—Dur azizim ismin ne? Demiş.
—Rıza, demiş.
—Haa, dur! Sen bütün müşkülleri halledecekmişsin. Büyük hoca söyledi, derin. Ben onu derin hocadan duydum.
—Ne söyledi?
—“İş Rızayı bulmakta” dedi. Ben demiş, günlerce arıyorum.
Adam anlamış onun ihlas sahibi olduğunu.
—Sen yanlış anladın, demiş. Rıza isminde bir adam değil, Allah’ın razı olacağı işi yapmak, demiş. Allah neden razı olursa, onu yaparsan bütün işin hallolur manasına.
Bir duraklamış. “Niye durakladın?” demiş.
—Ben onun razı olacağı hiçbir şey bilmem, bir defa, demiş. Okumam yok, yazmam yok!
—Canım, demiş o adam. Hiçbir şey bilmez misin? Demiş. Neden razı olacağını?
—Neden?
—Canım razı et de ister oyna et, ister...
—Haa, o oyunu biraz bilirim, demiş.
“Pekâlâ” demiş. Şimdi o adam, bir ağacın kenarına gizlenmiş bakalım bu ne yapıyor, diyerekten.
“Yarabbi bundan başka bir şey bilmiyorum!” diyor, şıkır şıkır oynuyor. “İlahi bundan başka ben bir şey bilmiyorum!” diyor hem ağlıyor, hem oynuyor, gözyaşı ile beraber. Manevi bir taç da inmeye başlamış. Raapp. Onu giydikten sonra zaten işin şekli değişir o. Önünden geçmiş, omuzuna vurmuş:
—Âlemin kırk sene de alamadığını bir göbekle aldın kerata, demiş.
Anlatabildim mi? Ama bilir misin, o tacı veren yine o ağacın arkasına gizlenendir haa. Anlatabildim mi onu da. Yine odur, o. Yine bulmuş Rızayı o. İhlası

Şeyhi Ekber Muhyiddin-i Arabi öyle dedi: “Eşek anırtısı ile kemanın ihtisaslı en son böyle rikkat verici namesi arasında bir adam fark buldu mu onda vilayet yoktur, dedi. Uyuzdan dökülen bir köpeğin vücudu ile hasna dilara müstesna bir kızın vücudu arasında fark gördü mü, o adam henüz hazreti insan değildir, dedi. Vilayeti yoktur.” dedi.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017