033 ( 15.02.1959) 63 dk (141)
Böyle bir emir olduğu hâlde, izin almadan içeriye girmiş. İhtiyar bir
kadın, mini mini üç tane yavru, Hepsi yalvarıyorlar. “Açız!” diyorlar. Nıfs-ul
leyl[2]
olmuş. Celalli bir zât. Birdenbire:
—Bu vakte kadar niye ihmal ettin?
Şimdi burada iki şeyi görün. Bir adl-i nâsın iyaullah[3]
olduğunu, Hakk’ın emaneti olduğunu, layığı ile idrak eden bir insan, bir de
Hak’tan başka hiçbir yere boynunu eğmeyen bir insan. İkisini böyle bir sahnede
görün. O ihtiyar kadına öyle hitap ediyor.
“Bak” diyor vakit, bunlar, orta
yerde de bir tencere kaynıyor bu, bunlar ağlatılıyor.
—Niye bu kadar zaman ihmal ettin bunu?
—(Kadın şöyle bir bakıyor.) Çıksana sen dışarı, çık!
Öyle bir iman boyası ile “çık” diyor ki, Ömer titremeye başlamış. Görüyor
musun, reyine muvafık defaat[4]
ile rey gelen insan, bu kadının “çık” sesinde ki iman boyası titretmeye
başlamış onu.
—Sen, çık! (Arkasından) Sen onu,
demiş. Yemek mi zannediyorsun?
O sert soran zât birdenbire sesi indirmiş, titreyerek:
—Peki nedir?
—Avutmak için suda taş kaynatıyorum, taş! Avutuyorum çocukları, demiş.
Uyusunlar, diyerekten. Hem, demiş. Sen böyle gece yarısı izinsiz izinsiz nasıl
girdin sen buradan içeriye? Çıksana dışarıya,
çık!
—Ben bekçiyim.
—Bekçi de olsan çık, demiş.
Söylemiyor kendisinin kim olduğunu. Biraz daha sözün şeysini aşağıya
indirmiş.
—Kimseniz yok mu sizin? Demiş. Kocanız filan?
—Kocam filan harp de Peygamber’in
yanında idi, şehit oldu. Oğlum da filan yerde. Bu da onun şeyleri,
bunlar benim torunlarım, demiş.
—İnsan, demiş. Emire gider de
halini söylemez mi?
—Kim? (Kadın beyninden vurulmuş.) Emire ha! Emire ah, demiş. Ah! Ahh!
“Ah” dedi de bir şey aklıma
geldi. Dördüncü Murad, tütünü yasak etmiş. Duhandır[5]
onun bir ismi duhan. Şairin biri gayet kıymetli bir söz söylüyor. “Hüner, diyor.
Tütünün dumanını yasak etmek değil, mazlumun ahından çıkan dumanı yasak
etmek. Onu yasak et de sana adam diyeyim!” diyor. Bir şey anlatabildim mi acaba? “Hüner, diyor.
Tütünün dumanını yasak etmek değil, hüner mazlumun ahından çıkan o dumanı yasak
et ki sana adam diyeyim!”
—Ahh! Demiş. Ahh!
Ankarîb[6]
billah![7]
—Haber
vermeyince nasıl haberi olur? Diyor.
—Gaza gaza,
diye gitsin. Cihanı paylaşsın, köyünün dibinde bir yetimin iniltisini duymasın.
“Böyle çürük özrü Allah kabul eder mi yahu?”, diyor. Ne söylüyorsun sen? “Ya Rabbi!”
diyor, tekrar.
—Aman acı,
demiş. Yapma etme!
—Yook! Şunların
ahı inşaallah bir sâika olur, beynini deler onun, diyor.
—Çıkalım, demiş.
Çünkü daha fazla şey ederse fazla... O ah öyle bir şeydir ki, ne kadar kıymetli
olursa olsun bir insan, bazen geçiriverir adama.
اتقوا دعوه المظلوم وإن كان كافرا فإنه ليس دونها حجاب
Mazlumun
ahından sakın, isterse kâfir olsun. Allah’ı ile arasında perde yoktur, diyor. Anlatabildim mi acaba? اتقوا اتّقي cemî[8] ile
söylersen اتقوا
اتقوا دعوه المظلوم وإن كان كافرا فإنه ليس دونها حجاب
“Mazlumun
ahından kaç, isterse kâfir olsun. Allah’ı ile arasında perde yoktur.” diyor.
Yaa! Çıkmışlar zahire ambarına gelmişler. O vakit de altmış yaşında.
—Şu un çuvalını
bana yükle, demiş.
—Ben yükleneyim.
—Yok, demiş. İşittin
ya ne söyledi. Vaktiyle ben bu işi kabul etmeyeydim. Ben vaktiyle bu işin
altına girmeyeydim. Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, gelir de
adl-i ilahi Ömer’den sorar onu! Sen yükle, demiş. O çuvalı bana yükle! Acıyor musun bana? Şu yağ çömleğini de sen al.
Hadi bakalım.
Gelmişler, bu
sefer de ocak sönmüş. Ocak. Çalı çırpı toplamışlar, yakmışlar. Eskiden
pişirirlerdi, bilmem bilir misiniz bilmez misiniz? Bir aside pişirmiş, aside.
Çocukları almış, her birisine birer parça dizinde yedirmiş, yedirmiş. Çocuk hem uykusuz hem aç, doyunca başlamış
gözlerini kapamaya. Hazreti Abbas demiş ki:
—Çıkalım sabah oluyor. Çıkmışlar.
—Yarın şeye gel
de, emarete gel de biz bu hâli bildirelim, belki bir hayır olur, demişler.
“Olur” demiş
kadın. Şimdi burada ince bir yer gelecek. Hazreti Ömer’e diyor ki:
—Ne olursun,
diyor. Sen iş zamanında yanında adam kabul etmezsin.
Etmezmiş.
Frenkler bizden almışlardır işte. Öyle masaya gitmişinde yanında arkaya kahve
getir, şey getir filan. Herkes orada
bekler, o kahve içecek çay içecek, öyle şey yok. Frenklerde yoktur o. Hiç. O iş
başka o iş başkadır. İş saati ayrıdır, başka. Bizden almış. Ömer de öyle. Kabul etmez
yanında, arkadaşmış dostmuş, gelmiş. “Buyur, otur, filan, azıcık konuşalım.” Öyle şey yok. Giden dakika yerine gelmez ki, telafisi
mümkün değil ki. Gitti, dakika gitti,
yerine getiremezsin ki. Ver, milyar ver bakalım, bir dakika geri gelsin.
Gelmez.
—Bana müsaade
et, bir kenarda oturayım, demiş. “Bakalım bu kadın geldiği vakitte ne yapacak? Şöyle
bir kenarda ben otururum. Bize inkisar etti, kovdu, onlara karşı ne muamele, çehresi
nasıl olacak?”
“Gel bakalım”
demiş. Öğlen vakti kadın çıkagelmiş. Kapıyı açmış, bakmış ki akşam ki inkisar
ettiği şahıslar orada oturuyor. Hiiç vakarından, edasından iman azametinden,
ruhunun sefasından, hiçbir şey feda etmeksizin kemal-i azamet-i imanla yine
kapıyı rapp çekmiş, hiçbir şey söylemeden, gidiyor. Şaşırmış Ömer “Allah Allah,
bu acayip bir şey, demiş. Şunu önleyeyim bakayım.” demiş. Çıkmış dışarda
süratli yürümüş, önüne geçmiş.
—Teyze beni
affettin mi? demiş.
—Her vakit
böyle olmanı isterim.
Anlatamadım mı
bir şey? “Her vakit böyle olmanı isterim.”
Bu lacivert kubbe, böyle insanlar yetiştirdiği gibi; (Böyle insanlar
yetişmiş) üç günlük hayat-ı dünyevisinde adi bir câha, Evlad-ı Resûl’ü parçalayanlar da
yetiştirmiştir. Ya, böyle bir kubbe bu!
Tease abdü’d-dinari
yü ved-dirhemi ve’l-hamîsati ven-tekese ve iza şî kemen tekaş.
Onun içün öyle diyor Sultan-ı Resul: “Sürüm sürüm sürünsün o kimse ki,
zahirde ki adi çula, bir parça maden parçasından ibaret olan paraya, adi neticesi
cifeye inkılap edecek servete tapar da Hak ve hakikati çiğner. Dilerim Allah’tan
ayağına diken batarsa çıkaranı olmasın!”
Tease abdü’d-dinari
yü ved-dirhemi ve’l-hamîsati ven-tekese ve iza şî ke.
“Burnu üzerine sürtünsün,
ikinci hayatta yüzüne bakanı olmasın.”
Orada bir incelik var: Diken batarsa çıkaranı olmasın, diyor. Çünkü
malum ya diken bir musibettir fakat batmış, beş yaşında bir çocuğu da çağırsan,
“Yavrum şunu şuradan çekiver.” desen, çeker alır. Anlatabiliyor muyum? İnceliği
o. Niçin diken batarsa çıkaranı olmasın diyor o. Bir o mânâ, bir de kalbini
ihya eden olmasın. Hırs kalbe batan dikendir. Anlatabildim mi? Onu pek
çıkarmak çok zor. Her cımbızla çıkmıyor o. Kalbe diken battı mı onu çıkarmak pek
zor. Para ile nice adamlar satın alınmıştır.
Muharrem, malum ya. Bugünlerde biraz mahzun olmak şeriate
ihtiramdır.[9] Rıza-i ilahi bâhâ ile değildir, bahane iledir.
Anlatabildim mi? Hiç haberin olmadan, hiiiç haberin olmadan, bakarsın ki ikinci
hayatta seyyiatın dolu, artık ümidini kesmiş bir vaziyetteyken, o
[10] اِقْرَأْ كِتَابَكَۜ كَفٰى بِنَفْسِكَ
الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًاۜ diye insana bir menşur[11]
verecekler. Menşur, bir kitap, bir sahife.
Hayatının şeyi, bööyle. “Oku” diyor, Allah. Herkesin eline verilecek. Sebebi:
Cenab-ı Hak o kadar nazik ki, kimse kimsenin suçunu bilmesin diye yine. “Kendin
oku kendin hükmünü ver.” Settar! Hiç bakarsın ki tamamen mahv-ı hüsrandasın,
sayfanın bir tarafını açarsın, “Sevdiğimin sevdiğine mahzun davrandı, eski
hesabı kapansın.” Bir bahane olur o.
Para insanı ne kadar caydırır, ne fenalıklara götürür. Sünnetullahtır,
iyi kullanmak şartıyla elbette insan içün büyük bir hayırdır. Her vakit dediğim
gibi: Servet, denize benzer. Gemi sağlam olursa delik olmazsa, deniz de güzel
olursa tamamıyla gemi yol alır gider. Gemi çürük olursa, içine su alırsa, o
deniz o gemiye bir beladır, onu batırır. İnsanda çürük olursa, kalbi bozuk
olursa, servet de kalbinden içeriye girerse, cinayetler irtikâp eder,
rezaletler irtikâp eder, cemiyetler yakar. Fakat insan said olursa Ahric an
kalbîke ilâ yedike la tedurru meak. Kalbinden çıkar eline al, beraber
götür, sana faydası var.
Yirmi bin kişiydi mektup yazan, İmam-ı Hüseyin’e. Yirmi bin kişi!
“Bizi zulümden kurtar, sana iltica ediyoruz, gel!” diyorlardı.
Yirmi bin kişi! Bir kişi değil, yirmi bin kişi yazdı! Fakat Yezid’in
parası geldi, yirmi bin kişi de birden silahla karşısına çıktı!
O bazı insanlar der ki: “Efendim, ona nasihat ettiler, gitmeyeydi!”
Evlad-ı Resûl aklı ile iş görmez, şuhudu ile iş görür. Zanneder
misin ki benim gibi çıktı, elini salladı gitti? Görüyordu da gitti. Öyle mi
zannedersin! Bak görüyordu, bilerek gitti.
Yirmi bin kişiydi. Meydan-ı
Kerb-ü Bela’da, yalnız kendi Ehl-i beyti ile kaldı. Hiç kimse yoktu.
Kendi insanlarıyla. Sonra bilinmez ki insanlar ne acayip. En son gece idi. Çağırdı,
kardeşinin çocuklarını filan, hepsi var orada.
—Düşman, dedi. Yalnız beni istiyor. Onların tamah ettikleri, matmah-ı
nazarları[12] ben, beni istiyor. Bu geceden başka günümüz
kalmamıştır. Şu kadar, size gücenmeyeceğim. Rabbimi şahit kıldım, her biriniz
evlad-ı iyalimden birisini alsın, gecenin karanlığından istifade etsin, fırsat
ittihaz etsin, benden ayrılsın. Ben, yalnız beni istiyor ve onunla beraber baş
başa kalacağım.
—Huzur-u İlahiye nasıl çıkacağız, dediler.
—Benimle çıkarsınız yine, dedi. Ben razıyım.
—Biz bu işi yapamayacağız, dediler. “Biz bu işi yapamayacağız!”
—O hâlde bana müsaade edin, çadırımdan çıkın!
Yalnız bir kölesi vardı. “Bu
kalacak!” Köleymiş o. Hepsi çıktılar.
Hadi burasını da söyleyeyim bari. Zevke taalluk eden yer burası. Zevk.
Köleye esrar-ı kaderi, levh-i mahfuzu birer birer müşahade etmeye başlattı.
İçeride konuşmalar başlayınca, dışardan Sükeyne ile Cenab-ı Zeynep duydu,
hıçkırıklar da başladı.
Neyse mevzûmuz bu değil, buraya uğradık, yani adle, mânâya gönül veren
bir insanın hizmeti ile bir de şekavette yüzen bir kimsenin hâli, bu lacivert
kubbenin altında.
Sabah oldu. Düşman ordular, öteki bir avuç insan. Cenab-ı Hüseyin
aleyhisselam dedi ki: (Burası çok acıklıdır)
—Bana mektup göndermediniz mi, davet etmediniz mi?
Bana gelen bu davetiyeyi içinizde filan, filan, filan, filan, filan,
filan,filan,filan... Hepsini sayıyor birer birer.
—Hepiniz biliyorsunuz, ben sizin
Peygamberinizin torunu değil miyim? Fatıma’nın oğlu, Ali’nin evladı değil
miyim? İçinizden birisine ağır bir söz söyledim de o sözün hakkını yahut ufak
bir tokat vurdum da o tokadın hakkını yahut birisini yaraladım da o yaranın
acısının hakkını almaya mı kalktınız!? Yok mu bir hicap, benim kanımı dökmeklik
içün? İçinizde bir adam, dökmemek için?
Uzun bu bahis. Hepsini söylemeyelim. Ne cevap aldı, biliyor musun,
cevaben?
Ok!!!
Uzun boylu bir konuşmadır, ona cevap olarak, ok yağmuruna tuttular. Birçok
kimse yaralandı, birçok kimse şey etti. Hamle yapıyordu Hazreti Hüseyin. Dalga
dalga gelen hasım yıkılıyordu. Bulut halinde geliyor, hamle yapılıyor,
yıkılıyor. En nihayet, sırrına bir hitab-ı izzet sadır oldu. Allah dedi ki:
“Sevdiğimin sevgilisi, Benim sevgilim. Ben senden şehadet bekliyorum sen şecaat
gösteriyorsun. Kes artık bunu!” dedi. Ondan sonra bir ok ile atından düştü.
Demek oluyor ki insan, böyle matah-ı dünya mukabilinde çok rezaletlerde irtikâp
ediyor ha!
Yirmi bin kişi birden ok attı
Kalb-i gâh-ı sırrı Kur'ân'e.
Ali vü Fatîme,
Peygamber-i âhir zaman ağlar
Geçip mihrab-ı dine düşmen-i iyman imâm oldu
Din ağlar iman ağlar ezan ağlar vezân ağlar. [i]
Evet.
Ömer İbn-ü Abdulaziz Hazretleri öyle derlermiş, böyle arada sırada. Bak bu kubbe nasıl adamlar yetiştiriyor?
Onlara misal veriyorum. İçini çeker “Ahh” der, hamd eder. Münasip bir zamanda
şey etmişler, kendisine sormuşlar:
“Siz böyle dalar. Ahh eder,
hamd edersiniz, nedir hikmeti?” Demiş ki:
—Ben Evlad-ı Resûl’e yapılan o ihanet zamanında, dünyanın bir
köşesinde olsaydım da o civarda değil, herhangi bir uzak bir köşesinde
olsaydım, bunu da işitseydim, bir gaflet gelseydi de alakadar olmasaydım. Beni
ikinci hayatta cennete koysalar giremezdim. Çünkü neden? Rasûl-i Zişan şöyle
bir baksa, öyle bir şey gelirdi ki, “Benim çocuklarıma ihanet edildi sen
dünyadaydın, bakmadın!” der, gibi. Böyle. Onun için demiş: “O zaman da
dünyada olmadığıma ahh eder, hamd ederim.”
Ama şimdi bu bizim hüznümüze gelir, rikkatimize mucip olur. (Yoruldunuz
mu?) İnsan öyledir. Körlerin yanına gider bir makam kapmak içün, kalp gözü kör.
Körden maksadım kalbi kör. Dünyevi bir tecelliye mazhar olmuş; mazlumlar tapmış,
kendisine bir hâl vermiş, zalim. Onun adına kör denir. Mesela iblise de deriz
biz, kör şeytan deriz değil mi ya? O kalp gözü kördü, kafası görür.
Hak ve hakikati görmeyen kimse, daima kördür.
[13]
وَمَنْ كَانَ ف۪ي
هٰذِه۪ٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى
Kur’an’da ayeti bu. Dünyada görmeyen ahirette de görmeyecek. O dünyada
görmeyen, bu gözü görmeyen mânâsına değil. “Beni bu âlemde görmedi mi, diyor
Allah. Öbür tarafta göremez.” diyor.
Hak ve hakikati burada göremeyen, orada göremez. Kudret-i ilahiyi
burada müşahede edemeyen, taatın sıcaklığını masiyetin soğukluğunu duyamayan,
ikinci hayatta bir şey olmaz. Şimdi hepimiz öyleyizdir. Bakarsın ki bir zalim bir şeye sahiptir;
kasası vardır, masası vardır, şusu vardır. “Benim değil mi?” der. “Evet efendim, senindir!”
Öbür tarafta Hazreti İnsan vardır, onun
da tepesinin üzerinde gezmek ister, insan. Mevlana öyle der, koca adam. “Körlerin
yanına bir makam kapmak için gidersin kapı dibinde oturursun da gözcünün
yanında başköşede oturursun haa!” Mevlana’nın sözü bu. Anlatamadım mı
acaba?
Sözleri toplayalım hulâsa edelim de bitirelim. Cenab-ı Hak dört
sermaye vermişti, maddi. Anlattık. Bir de mânâya ait olan üç tane sıfat
vermişti. Hürmet, merhamet, muhabbet. Buradan açıldık, buralara girdik.
Havas ile avamın muvazenesi üzerinde konuşuyoruz.
Yüksek tabakada merhamet, ufak tabakada o merhameti görünce hürmet,
bunun ikisi birleşecek, muhabbet denilen çocuk doğacak. Muhabbet Allah’ın
sıfat-ı zâtiyesine ait olan bir tecellidir. Bu görüldüğü dakikadan itibaren
Cenab-ı Hak işi alır, kendisi götürür. Başka türlü yürünmez. İmkânı yok, başka
türlü yol almanın imkânı yok. Anlaşamıyoruz. İhtilaflar nefsimizden doğuyor. [14] واسعة إختلاف أمتي رحمةﺇ
Peygamber öyle demiştir: “Ümmetimin
ihtilafı geniş bir merhamettir, rahmettir.” Ama nefisten olmayacak. Ruhtan
olacak. Gayeye vasıl olmaklık içün yol aramak. Anlatabildim mi? Yol. Buna lisan-ı
dinde şöyle isim verirler. Şeriat, hakikat, marifet. Şeriat ilim,
hakikat amel, marifette Allah’a ihsan. İhlas gelir.
[15] وَمَٓا اُمِرُٓوا اِلَّا لِيَعْبُدُوا اللّٰهَ
مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَ .
Allah, onu istiyor: “Ben, sizden
yegâne istediğim şey ihlas.” İhlas o
kadar temiz bir şey ki, olmayacak şeyi Allah’a yaptırttırır. Anlatabildim mi?
Allah’a bir şey yaptırtmak istersen çok halis ol. Burayı söylememiştim şimdiye
kadar size. Olmayacak şeyi, hani bazı kimseler vardır; şöyle yapar, böyle yapar
da niyet eder.
Bir misal vereyim kaba misal.
Hurafedir, aslı, faslı yok. İlimde yeri yok. Mesela, Hıdırellez de böyle çöpü
dikerler de bazı insanlar, bu çöpten bir ev yapar. “Bir ev istiyorum.” der. O
çöpü dik, yok! O bazen olur, neden biliyor musun? Eğer Cenab-ı Hudâ ona tam
safiyetle, ihlasla “Buraya kadar düşmüş
bu, ver buna bir ev.” der. Onun o
ihlastır o. Anlatabildim mi acaba? Yoksa çöp de möp de iş olur mu(?) Çöp de çöp(!)
Fakat öyle bir şekilde tamamen soyunmuş ki, artık içi de titriyor: “Bir
barınacak yuva istiyorum, diyor. İnşallah
olacak!” diye böyle şey ederken, Huda’nın o ihlasını tam gördüğü dakikadan
itibaren “Buraya kadar düştü bu, ver buna bir ev bakalım!” İhlas...
Hani size bir vakit demiştim
ya, ihlas. Bir “Rıza” tarif etmiştim size. Yine tarif edeyim de konuşmayı
keseyim. Rıza, rıza!
Bir vaizin birisi vaktiyle
vaaz ederken söylemiş... Söylemiş de Allah’ın rızasına talip olmalı, Allah’ın rızası
şöyledir… Hülâsa demiş: “Rızayı bulmalı!” Dinleyen ihlas sahibi saf bir adam, demiş:
“Demek ki bu, Rıza denilen adamın elinde bu iş.” Çıkmış dışarıya “Bu iş kolay”
demiş. Önüne gelene soruyor, adın ne? Ya Hudâ da çabucak bir adamın karşısına
Rıza isminde bir adam çıkarır mı? Dört dönüyor. Adın ne, işte bilmem Veli idi,
şuydu, buydu, Rıza isminde yok. Nihayet, bir tenha bir tepeden geçerken biri de
geliyor.
—Dur azizim ismin ne? Demiş.
—Rıza, demiş.
—Haa, dur! Sen bütün müşkülleri
halledecekmişsin. Büyük hoca söyledi, derin. Ben onu derin hocadan duydum.
—Ne söyledi?
—“İş Rızayı bulmakta” dedi.
Ben demiş, günlerce arıyorum.
Adam anlamış onun ihlas
sahibi olduğunu.
—Sen yanlış anladın, demiş.
Rıza isminde bir adam değil, Allah’ın razı olacağı işi yapmak, demiş. Allah
neden razı olursa, onu yaparsan bütün işin hallolur manasına.
Bir duraklamış. “Niye
durakladın?” demiş.
—Ben onun razı olacağı hiçbir
şey bilmem, bir defa, demiş. Okumam yok,
yazmam yok!
—Canım, demiş o adam. Hiçbir
şey bilmez misin? Demiş. Neden razı olacağını?
—Neden?
—Canım razı et de ister oyna
et, ister...
—Haa, o oyunu biraz bilirim,
demiş.
“Pekâlâ” demiş. Şimdi o adam,
bir ağacın kenarına gizlenmiş bakalım bu ne yapıyor, diyerekten.
“Yarabbi bundan başka bir şey
bilmiyorum!” diyor, şıkır şıkır oynuyor. “İlahi bundan başka ben bir şey
bilmiyorum!” diyor hem ağlıyor, hem oynuyor, gözyaşı ile beraber. Manevi bir
taç da inmeye başlamış. Raapp. Onu giydikten sonra zaten işin şekli değişir o.
Önünden geçmiş, omuzuna vurmuş:
—Âlemin kırk sene de
alamadığını bir göbekle aldın kerata, demiş.
Anlatabildim mi? Ama bilir
misin, o tacı veren yine o ağacın arkasına gizlenendir haa. Anlatabildim mi onu
da. Yine odur, o. Yine bulmuş Rızayı o. İhlası ile öyle bir “rıza” bulmuş o.
İhlas.
Hülâsa edecek olursak, işte
hayat denilen şey bir göz açıp kapayıncaya kadardır.
Bugün sen benden, yarın ben benden ayrılmak.
Başka bir şey var mı?
İşte hayatın icab-ı zarurisi ey yâr
Bugün sen benden, yarın ben benden ayrılmak.
Binaenaleyh, her insan kendi çıkıklığını kendi bilir. Her hafta
konuştuğum zaman söylerim ki, insan bütün çıkıklıklarını bir anda atamaz. Niyet
edelim, niyet edelim. Allah’a yalvaralım. Bizim kendisinin hoşuna gitmeyecek ne kadar hâllerimiz
varsa, birer birer az bir zamanda atmaya çalışalım. Hepsini birden atın, demiyoruz
bak. Kolaylık var, değil mi? Çok kuvvetli alkolik olmuş bir adam, artık en
derin şeylerine kadar, hücrelerine kadar işlemiş olan bir adam, onu birdenbire
atarsa şişer ölür. Ağır ağır, ağır ağır, ağır ağır, onu atar tedavi edilir, değil
mi? Binaenaleyh, bizim de çirkinliklerimizi niyet edelim, yalvaralım Allah’a
bizden alsın.
Bize, evvela sabır denilen nimetini ihsan etsin. Sabır. Sonra bize
zulme divan durmayacak bir isti’dat versin. Kanaatin zevkini tattırsın. Kanaat
demek; fakir olun, zelil olun demek değildir. Anlatabildim mi? Burasını
söylememiştim belki yeni söyleyeyim.
Kanaat; fakirliğe, zenginliğe, şeye, basit vaziyete razı olun mânâsına
değildir yani. Onu talep edin değil. Kanaat demek, kısmet-i ezeliyesinden
razı olmak, demek. Anlatabildik mi acaba? Senin hakkında, sen bir defa ilk
önce Allah’ın verdiği nimetleri yerli yerinde kullanırsın.
Akıl vermiş. En büyük nimeti. Onu isyana inkılap ettirtmezsin. Asâ-i
hakikat yaparsın. İsyana inkılap edersen su’bân olur yılan olur, sokar adamı.
Akıl çok iyidir, kötü kullanırsa çok fenadır. Bütün zarar oradan gelir. Şaki
bir adam çok akıllı olursa, eğer de biraz okuyacak olursa, bir dünyayı yakar.
Cahil olursa az bir muhiti yakar. Tabirime dikkat ettin mi? Bir adam şaki,
birazda dünya ilmine malik oldu. Fırsatta
eline geçti, bir mevkiye sahip oldu mu hiç dinlemez, ufak bir zevki içün,
milyonla adamı bir saniyede yakar. Bir tekme vurur, uçurumdan aşağı atar.
Aklının sebebi ile. Onun için akıl en büyük nimettir, kötü kullanılmamak şartı
ile. İsyana inkılap etmesin, asâ-i hakikat olsun. Sonra hakikat yolunda bir işe
yaramaz akıl.
Tahkîk yolunda
akl ne etsin
Para etmez. Bu dünyada yarar. Fakat aşka intisap etsin, âlem-i kudrete.
Hakk’a vasıl olmaklık için akıl dehşe[16]
yatar, yaramaz. Allah’ın varlığını bildirir, Allah’ı bildirmez. Allah’ın
varlığını bilmek başkadır, Allah’ı bilmek başkadır. Anlatabiliyor muyum
acaba? Allah’ın varlığını bilmek başka, Allah’ı bilmek başka. Bu binayı görüp
mühendisi var demek başka, mühendisle oturup kalkmak başka. Canlı misali.
Binayı gördün ya, bunu bir kalfası var dedin, mühendisi var. Ama mühendisle
oturup kalkıyorsun, biliyorsun. O iş başka. Onun için öyle demiştir Fuzuli:
Tahkîk yolunda akl ne etsin
A’mâ vü garîb kande gitsin.
Akıl bir yere kadar götürür. Âlem-i hikmette meçhulden malumu çıkarır.
İşte teklifdir, medar-ı tekliftir. Şu iyidir şu kötüdür dendiği vakitte onları
bilir, öbür tarafa yürüyemez o. Öbür tarafa ne gider? Aşk ile iman gider.
Yalvar, Hudâ versin. O vakit rahat edersin, rahat. Gam yok, keder yok.
Tedbîrini
terk eyle takdîr Hudâ’nındır
Sen
yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Birdenbire
bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân
olalı devrân erbâb‐ı safânındır
Âşıkda
keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Erbab-ı safâ ne demek biliyor musun? Burada. Erbab-ı safâ kime denir? Bu
uzun sürer dursun. Başka bir gün. Bizim bildiğimiz şekilde örfün tabirinde erbab-ı
safâ değil o. Bir erbab-ı safâ var, onların içkileri gözyaşıdır. Onlar
abdestlerini gözyaşında ki suyla alırlar. Onların kadehleri kalptir. Kalp
kadehinden içerler. Anlatabiliyor muyum, bir parçasını söyledim yine. Azar
azar, söylemeyeyim dedim yine bir parçasını söyledik.
Tedbîrini terk eyle takdîr Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Birdenbire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır
Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır
Âşıkta niçün keder yok? Aşkın
vücudu yok ki keder olsun. Kederli oldu mu o âşık değil, sevdalı. Sevdalı
başka, âşık başka. Anlatabildik mi? Ayır onları birbirinden. O Sevdalı o. Âşıkta
vücut yok. Kaza kalemi onun vücuduna böyle bir çizgi çizmiş. Hani yazı yazarsın
da o yazıyı kaldırmak istedin mi şöyle bir çizersin. O onu çekmiş, çizgi çekmiş
ona. Onun için keder yok…
Âşık, dervişin sermayesi, aşktır. Derviş, dedim de geçenlerde
söylemiştim. “Efendim o derviş.” Yok, herkes derviştir. Kâinatta derviş olmayan
hiçbir insan yoktur. Öyle mi? Herkes, herkes derviş. Kimi paranın dervişidir,
kimi masanın dervişidir, kimi karının dervişidir, kimi kasanın dervişidir, kimi
Allah’ın dervişidir. Herkes, gönlünü nereye bağlamışsa o bağlanmış olduğu yerin
dervişidir. Anlatabildik mi acaba? Bir de Hakk’ın dervişi var. Orada kaç tane Hak
varsa hepsinin mânâsı var. Nâm. Hakk’ın dervişinin mânâsını tefsir edersek,
dursun şimdi onlar dursun.
Ey dil sen o dildâre lâyık mı değilsin ya
Da'vâ-yı muhabbetde sâdık mı değilsin ya
Özrü ne ola Azrâ’nın Vâmık mı değilsin ya
Bu gâm ne gezer sende âşık mı değilsin ya
Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır.
Bunun vücudu yok. “Meyhaneyi seyrettim…” Bu meyhane bizim bildiğimiz
aklını nâra inkılap ettiren değil, nura inkılap ettiren bir meyhane. Ama şimdi
herkes de bir oldum sevdası vardır, herkes de var o. Artık, kâinat evliya oldu(!) Hele kadınlarda, Allah!!
Önüne gelen evliya! Dedikoduyu bırak kardeşim dedikoduyu! İmanını kurtar,
gebermenin çaresine bak. Ne yapacaksın, evliyalığı sen! Kurtar imanını, geber
geç git!
Kaç tane aciz kadının, ihtiyar düşmüş bir kadının bitini ayıkladın?
Söyle bakayım, hesabını ver. Kaç tane sümüklünün sümüğünü sildin, çişini
yıkadın? Evliya buna denir. Var mı böyle bir hizmetin? Çıt çıt çıt... Dört tane
efendime söyleyeyim, divan kelimesini ezberle, dört tane divandan kelime
ezberle… Kaç tane elden ayaktan düşmüş, zavallı vaziyete gelmiş, aradın mı?
Karaborsa da kumaş aradın, şunu aradın bunu aradın fakat kendi cinsinden kaç
tane zavallı kadının çişini etmiş... Yaaa! Allah adamı öyle imtihan eder. Öyle
değil ki o. İncinmeden, burnunu tıkamadan, öf demeden, iki rahmetin biri
demeden. Anlatabiliyor muyum?
Şeyhi Ekber Muhyiddin-i Arabi öyle dedi: “Eşek anırtısı ile kemanın
ihtisaslı en son böyle rikkat verici namesi arasında bir adam fark buldu mu
onda vilayet yoktur, dedi. Uyuzdan dökülen bir köpeğin vücudu ile hasna dilara
müstesna bir kızın vücudu arasında fark gördü mü, o adam henüz hazreti insan
değildir, dedi. Vilayeti yoktur.” dedi.
Sen ne okuyorsun sen? Haa, tık tık öğren, ne kadar bol iş
o. Buldun mu bakalım birkaç tane şöyle, yatalak matalak oturağını moturağını
dökersin, incinmeden, burnunu tıkamadan. Öf, demeden. İki rahmetin biri
demeden. Sürmeden maksat gözü ruşen[17]
etmektir. O olmak çok zor iş o. Bil yeter sana bil, bil, bil! Evet, insan bu âleme
bilmek, bulmak olmak içün gelmiştir. Taalluk edecek, tahalluk edecek, tahakkuk
edecek. Sevecek, sevdiğinin aynı taklit edecek, takallud[18]
edecek, o olacak. Güzel amma, olmadan da oldu mu olmaz ki. Neyse...
Meyhâneyi seyretdim uşşâka metâf olmuş
Teklîf ü tekellüfden sükkânı muâf olmuş
Gam sohbeti yâd olmaz meşrebleri sâf olmuş.
Bu o kadar ince bir iştir ki, neyse yine öbür tarafa uğruyorum bak
size söyleyeyim bir misal. Kaç defa söyledim amma, onu zannetmeyin ki burasını
söylememiştim.
Ebu Cehil, zanneder misiniz ki Hazreti Muhammed’i bilmedi. Çok güzel
bildi. Bilmez olur mu? Bildi, fakat benliğinin kurbanı oldu. Bilmedi değil, bildi.
Sordu ona, Cenab-ı Fahri Âlem:
—Şüphen var mı benden, dedi.
—El-Emin, diye ben çağırdım seni.
—Benim söylediklerimde yalan tasavvur eder misin? Böyle bir şüphe geliyor mu sana, dedi.
—Ben sana El-Emin dedim, daha mini mini iken.
—Biliyor musun ne badiredesin, dedi. Eğer teslim olursan hem kendini
hem senin gözünün içine bakan birçok insan var peşinden gelecek. Onları da, dedi
selamete çıkaracaksın.
—Teslim olayım, kolay. Bu zor gelmiyor, dedi. Fakat sen bir dava açtın
ki, ben bundan katiyen barışamam.
—Nedir? Dedi.
—Sen benim hizmetçimle beni ikimizi yan yana oturtturuyorsun yahu,
dedi.
Bak şimdi nereden Allah vurdu tokadı? Ne büyük bir bela? Zannetme ki
biz Ebu Cehil değiliz. Bizde de kaç defa, biz günde kaç defa Ebu Cehil oluruz?
Kaç defa iblis oluruz? Kaç defa da yola geliriz? Değişiriz biz. Anlatabildim mi
acaba? Herhangi bir kimseyi küçük görsen, şöyle yapsan, işte Ebu Cehilsin, Ebu Cehil
ondan gitti gürültüye. Başka bir şey yok. Soruyor Peygamber, gizli çağırdı da:
—Benden şüphen var mı? Dedi. Hiç şüphelenir misin?
—Hayır, dedi. Ben sana El-Emin demişim, diyenlerin başında gelirim
ben. Fakat sen öyle bir dava açtın ki, öyle
bir dava açtın ki, beni kölemle yan yana oturtturuyorsun. Yarın geleceğim
bulunduğun meclise, alacağım dedi, hizmetçi ile beraber, ben içeriye girince
şöyle buyurun diye bir yer, ona da sende şöyle otur dersen, o gün, dedi. Teslim olacağım!
—Vallahi benim öyle bir yerim
yok, dedi Peygamber. Kendimin yok öyle bir yeri, dedi. Benim kendimin yok ki
öyle bir yeri, sana buyur
diyeyim.
İşte böyle yine Ebu Cehili yumuşatmak için uğraşırlarken, dostlarından
gayet fakirü'l-hâl, gözlerinden mahrum, Ümmü Mektum. On üç defa yerine kaymakam
yapmış, Peygamber. Bak belli oluyor mu insanlar nasıl? On üç defa “Benim yerime
kaim ol. Ben gidiyorum sen otur.” On üç defa. Ne incelikler var. Aynı mevzû
konuşuluyormuş.
“Cemiyette havas ile avamın
farkını ayırmadan, ileri gelen tabakaya hususi bir imtiyaz vermeden, seninle
anlaşmak imkânı yoktur. Sen en garip adamla en fakir adamla beni müsavi
tutuyorsun. Şunlara biraz bir tadilat yap, bu iş olacak!” derken, Ümmü Mektum
oradan geçiyormuş.
“Burada, demiş. Bir canan kokusu var.”
Gözleri görmüyor ama demişler ki “İlerde konuşuyor.” Yaklaşarak
gelmiş. İşte o vakit Fahr-i Âlem diyor ki:
—Sizinle biraz sonra meşgul olayım, müsaade ederseniz mühim bir mevzû konuşuyoruz,
diyor. Bana müsaade edin sizinle sonra meşgul olurum, diyor.
Ümmü mektum çekiliyor. Çekilir çekilmez Cibril de geliyor. [19].
عَبَسَ
وَتَوَلّٰىۙ ﴿١﴾ اَنْ جَٓاءَهُ الْاَعْمٰىۜ ﴿٢﴾ . İlâ âhirihî. “Ona niye o şekilde yüz
verdin? Niye öyle dedin? Bence makbul olan odur. Onu bırak onunla meşgul ol.”
Bu talimi ümmet içündür, Peygamber bunların hepsini bilir, haa! Orasını da yanlış anlama. O tecelliyi
kendi zâtında yaptırttırıyor ki, bize bir numune olsun diyerekten. Anlatabildim
mi? Öyle yerler gelir büyük Kitap’ta insanların ayağı kayar. Mesela der ki,
Cenab-ı Hak: “Seni ben tutmasaydım, o mahşer-i müşrikin arasında seni fitneye
saplatacaklardı. Vahiy verirken sen dönecektin. Seni ben tuttum da, şey ettim”,
der. Şimdi bunu iyi anlamayan insan olursa, şimdi bunu Peygamber’e demesinde ki
hikmet-i illet: “Artık aman ben çok dikkatli olayım, bir zalim benim ayağımı
kaydırmasın, bak orada bile oluyormuş!” diye derlensin toplansın, diye. Şimdi
bunu avama hitap eder, iyi anlasın diyerekten, havasa aşağıda usulcacık anlatır,
Peygamber.
[20] جَٓاءَ الْحَقُّ
وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ
Hak geldi (sen geldin) batıl gitti. Batıl niye derler? Hüviyet-i
İlahiyeden gayrısına batıl denir. Anlatabildim mi bir şey? Burada çoook mühim
işler var ama dursun. Yaa, ince işler var orada yaa.
Mahzûn idi bir gün dil meyhâne‐i mânâda
İnkâra döşenmişdim efkâra düşüp yâda
Bir pîr gelip nâgâh pend etdi 'alelâde
Al destine bir bâde ver derd u gamı bâda
Olur insanda, insan mahzun olur bazen. Malum ya hesap eder kendi
kendine ben işte… Kudret de çok severse bir adamı sıkar. Sevmediğini de sıkar,
ayırması zordur. Anlatabildim mi? Mesela bir yavrun olur çok seversin, şöööyle elini
ısırırsın filan, ağlar canı acıdı. Bir de yaramazlık yapar vurursun, yine canı
acıdı. İkisinde de canı acıdı. Birisinde nefret ettin canı acıdı, birisinde
sevdin canı acıdı. Anlatabildik mi acaba? Yavrum, basarsın şöyle ısırırsın,
yeri kalır ağlar. Birde ufak bir şey yapar vurursun, yine ağlar.
Mahzûn
idi bir gün dil meyhâne‐i mânâda
İnkâra
döşenmişdim efkâra düşüp yâda
Bir pîr
gelip nâgâh pend etdi 'alelâde
Al bakayım diyor, sen şu marifet-i İlahiye enharından akan, kalp
kadehiyle şunu iç, şu hüznün bir defa gitsin. Ver, diyor. O rüzgâra ver, o kendine gelen
kesafeti, at onu. Bir parçacık efsun kap.
Bir bâde çek efzûn kap meclisde zeber‐dest[21] ol
Atma ayağın taşra meyhânede pâ‐best ol.
Bizim bildiğimiz, anlattık değil mi? O meyhane başka bir meyhane.
Orada saki Allah. Orada saki Hudâ. Ama seçilecek. Belli olmaz. Hangi insanda ne
var?
Maruf-u Kerhi Hazretleri vaaz ediyorlarmış. Maruf-u Kerhi var, meşhur.
Evliyaullahın sertac-ı ibtihacı[22].
Söyledim ya size, belli olmaz dediğime misal içün tekrar ediyorum. Hazreti
Hızır da mevcutmuş derste. Bir garip adam da zahirde. O da orada. Uyuklamaya
başlamış. Maruf-u Kerhi konuşuyor, bir cemaat-i kübra var. Hazreti Hızır da
orada mevcut, birisi de uyukluyor, şöyle dokunmuş. “Bu zat demiş, bir kıymet, mânânın
büyük sahibi, her vakitte konuşmaz, agâh olsana.” Şöyle bir bakmış, yine
dönmüş. Biraz sonra gene başlamış, gine uyumuş. Türkistan’da oluyor bu.
Maveraünnehir’de. Yine bakmış. Üçüncü seferde başlamış sesli uyumaya. Ses
çıkarıyor. Azıcık hızlıca dokunmuş Hızır, demiş:
—Tembih ettik ya!
—Eee, demiş. Hızır olan kişi yahut bulunan kişi insana rahat verecek,
demiş. Hızır olan adam insana rahat verir, şimdi söylersem cemaate sonra ne
yapacaksın? Demiş. Cenab-ı Hızır şaşırmış.
—Ben, Cenab-ı Hakk’ın evliyası bana bildirilmiş listesi var. Bu ne?
Secdeye kapanmış. “Ya Rabbi bu ne?” demiş. أوليائي
تحت قبابي لا يعرفهم غيري [23]
“Benim öyle dostlarım vardır
ki, onları yalnız Ben kendim bilirim, başkasına bildirmem. Bu sana
bildirmediğim dostlarımdandır.”
Onun içün hayatta hiçbir şeyi
küçük görme. Bir çirkinliği gördüğün vakitte hakaret etme.
مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ
[24]
Çok dikkat olunacak bir Emr-i
Peygamberidir. Cenab-ı Peygamber der ki: “Bir kimse bir kimse de bir kötülüğü
görse, onu hakaretle ta’yib etse, kendi yapmadan ölmez.” Onu muhakkak Allah ona
yaptıracak. Çaresi yok. O aleyhinde bulunan, ama terbiyeten, nezaketen, hakaret
etmeksizin ikaz edebilir, şunu eder, bunu eder. Fakat hakaretle oldu mu onu
muhakkak kendi irtikâp edecek. Çaresi yok bunun. Anlatabildik mi acaba? En
büyük dert bu işte.
مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ Ya orada ne yapacak? Ya Rabbi! Beni muhafaza etmişsin, beni yapsaydın, olmam mı diyecektim? Şu kötülüğe beni müptela kılmış olsaydın, ben ne yapardım? Anlatabiliyor muyum?
Konuşma bu kadar bugün.
[1] İstinas : Alışmak. Ünsiyetli olmak.
Vahşiliğin gitmesi. Ürkekliğin kalkması.
[2] Nıfs-’ul Leyl: Gece yarısı
[3] İyaullah : İslam yönetim felsefesinde
halk, “iyaullah”tır. Yani “Allah'ın ailesi”dir
[4] Defaat: Kerreler, def'alar. Müteaddid
[5] Duhan: Duman. Tütün
[6] Ankarib: Yakın bir zamanda
[7] Billahi: Allah'a, Allah'tan. (Yemin)
maksadı ile söylenir.
[8] Cemî sigası: Çoğul
kipi, kalıbı. *Cemî: Cümle, hep, bütün. * Gr: Çokluk
bildiren kelime. Çoğul.
[9] İhtiram: Hürmet olunmak,
tazim olunmak, hürmet, saygı.
[10] İsra Suresi
14’ncü Ayet-i Kerime اِقْرَأْ كِتَابَكَۜ كَفٰى بِنَفْسِكَ
الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًاۜ
Meali: "Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak sana nefsin yeter!"
deriz.
[11]Menşur (Neşr. den)
Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş.
[12]Matmah-ı Nazar: Hırsla
bakılan şey.
[13] İsra Suresi
72’nci Ayet-i Kerime وَمَنْ كَانَ ف۪ي هٰذِه۪ٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِي
الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَب۪يلً
Meali: Bu dünyada (Kitaba) kör olanlara gelince, onlar ahirette de kördür ve
yol bakımından daha da sapıktır
[14] Hadis-i Şerif
[15] Beyyine Suresi
5’nci Ayet-i Kerime وَمَٓا اُمِرُٓوا اِلَّا لِيَعْبُدُوا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ
الدّ۪ينَ حُنَفَٓاءَ وَيُق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُوا الزَّكٰوةَ
وَذٰلِكَ د۪ينُ الْقَيِّمَةِۜ Meali: Hâlbuki
onlar, dini sadece Allah'a tahsis ederek, Allah'ı birleyerek, ancak Allah'a
ibadet etmekle, namazı kılmakla ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardır.
İşte dosdoğru din budur
[16] Dehş(e): Tembel olmak.
[17] Ruşen: Farsça Parlak, aydın. Belli,
âşikâr.
[18] Takallüd: (C.: Takallüdât) (Kald. dan)
Bir işi üstüne almak. Takınma, kuşanma. Gerdanlık veya muska gibi boyuna
geçirme. (Kılıç) kuşanma.
[19] Abese Suresi 1
ve 2’nci Ayet-i Kerime عَبَسَ وَتَوَلّٰىۙ ﴿١﴾ اَنْ جَٓاءَهُ
الْاَعْمٰىۜ ﴿٢﴾
Meali: 1. (Peygamber) Yüzünü ekşitti ve döndü. 2. Kendisine âmâ geldi, diye.
[20] İsra Suresi
81’nci Ayet-i Kerime وَقُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ
وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
Meali: (Ey Muhammed!) De ki: "Hak geldi, batıl
yok oldu. Elbette batıl yok olmaya mahkûmdur."
[21] Zeberdest: Farsça En üstün, galib,
hâkim, âmir. Mâhir.
[22] İbtihac: Sevinç, sevinme. İç açıklığı. Bolluk,
bereket, mebzuliyet.
[23] Hadis-i Kudsi
أوليائي تحت قبابي لا يعرفهم أحد غيري
"Benim
kubbem altında bazı veli kullarım vardır, onları benden başka kimse
bilmez." (bk.
Gazali, İhya, 4/357; Kuşeyri, Lataifu’l-İşarat, 2/553; Alusi, tefsir, 9/201)
[24]Hadis: مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ Men ayyera ehâhû bizembin lem yemut hattâ
yâ'melehû. “Kınamayınız,
kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz."
(Tirmizi,
Kıyamet, 53, no: 2507; Beyhaki, Şuabu'l-İman, 5/315, no: 2778; bk:
Keşfu'l-Hafa, 2/265)
Muharrem'dir, kamer
mahzun, güneş me'yus kan ağlar
Felek sergeşte mebhut,
hayrete dalmış cihân ağlar
Cefay-ı şah-ı mazluma
tahammül etmeyip dağlar
Ezelden gözlerinden
ablar olmuş revân ağlar
Ne düşmansın behey ibn-i
recim, ey sâkiy-i iblis
Senin yaptıklarına
düşman-ı insan olan ağlar
Medine halkına kıldı
veda ol kan-ı ilm-ül gayb
Tutup âfâkı bir efgân,
yanar pir ü civân ağlar
Nice Günler edip kat-i merâhil
akıbet bir gün
Erip Kerbubelâ'da
cümlesi Hakk'a divân ağlar
Bilinmişti ki ol yerler
serencâm-ı şahâdettir
Bilinmişti ki ol yerden
geçilmez, hânedân ağlar
İmâm-ül etkiyâ
toplandırıp etbâ-u ahbâbın
Okur bir hutbe bir bir
fitneyi eyler beyân ağlar
Kuruldu heymey-i ahyâr o
gün Kerbubelâ içre
Bu gün Kerbubelâ'da
kaldı hâlâ âşıkân ağlar
Yazıp bir nâme Reis-ül
usât'a söyledi ey kavm
Bu fitne sarsar İslâm'ı,
yıkar dini, imân ağlar
Hezar şetm ile Sa'd oğlu
hem gönderdi bir name
Onu dil söylemez kâfir
dahi olsa zeban ağlar
Hucum etti o mel'unlar
Kitabullah'ı imhaya
Sanırsın bir kıyamet
koptu toz ağlar, duman ağlar!
Kesildi her taraftan su,
sabiler gül gibi soldu
Su ağlar, servi ağlar,
bahçe ağlar, bağıban ağlar
Bozuldu gülşen-i bağ-ı
risalet, har ile doldu
Gül ağlar, bülbül ağlar,
lale ağlar, erguvan ağlar
Hezaran zulm ile yetmiş
iki sadık olup kurban
Bu kıssadan kevn-o mekân
ağlar
Kesildi başları bin cevr
ile bir âşık-ı zarın
Kesen mel'unlara lanet
edip seyf u sinan ağlar
Ali Ekber'le Kâsım can
verip cananı buldu
Ali Asğar gibi oklar
vuruldu ümmühan ağlar
Vefaya Davet etmek,
sonra bin türlü cefa etmek
Size ey kavm, sek dersem
behaim biguman ağlar
Yirmi bin kişi birden ok
attı şah-ı mazluma
Bizi atman deyip
zalimlere, tir-ü keman ağlar
Ok atmak kurret-ül-ayne,
değilmi aslını imha
Sebepsiz mi bu gün halâ,
hakiki müslüman ağlar
Cigergâh-ı Habib-i
Kibriyâ'ya ok atan mel'ûn
Cehennemde bugün
şeytanla kurmuş âşiyan ağlar
Cihanın sahibinden bir
içim su kısıtlanmış âh
Fırat ağlar, Murat
ağlar, zemin-i âsuman ağlar
İmam-ül-muttakiynin,
Şimr-i mel'un kesti çün başın
Cehennem kaynayıp, arş
sayha etti tevleşan ağlar
Ayak bastı o mel'un,
kalb-gâh-ı sırrı Kur'ân'a
Ali-vü Fatıma,
Peygamber-i âhir zaman ağlar
Haremgâh-ı Habib-i
Kibriyâ'ya doldu namahrem
Bizi hep öldürün derler,
sabilerle zenân ağlar
Çadırdan nâle-vü feryat
yükseldi semavata
Melekler sordular
n'oldu, dediler teşnegân ağlar
Döküldü hûn-i mazlûman
yere, yer mâteme girdi
Çöl ağlar, dağlar ağlar,
vâdiyyü berrü yaban ağlar
O şâhın derdi etmiş insanoğlunu
giryân
Bilenler, bilmeyenler
hep bu dert ile inan ağlar
Gelip birkaç deve
çulsuz, yularsız Şimr-i mel'un
Bugün şam'a sefer lazım,
bu emri her duyan ağlar
Deve uryan, ciğer
püryan, yürürler aç susuz sıbyan
Deve ağlar, ceres ağlar,
yol ağlar, kârban ağlar
Meşakketle develer,
kat'ı menzilden kalıp bitâb
Düşüp yollarda mâ'suman,
eder âh-u figan ağlar
O yollarda, o çöllerde,
o ıssız gurbet illerde
Sekine, Zeyneb'in
ahvaline, hûr-i cinân ağlar
Dikildi niyzeye sultan-ı
kevneyn'in ser-i pâki
Çıkıp bir nur olur arş,
sayesinde sâyeban ağlar
Nihayet bir sabahtı,
Şam'a dâhil oldular ah Şam
O talihsiz misafirler
konuldu hana, hân ağlar
Geçip mihrab-ı dine,
düşmen-i iyman imâm oldu
Bozuldu vahdet-i İslâm;
namaz ağlar, ezan ağlar
Atıp zindana
Zeynelabidin'i ettiler mahpus
Cefa bitmez, güneş
girmez sebâ etmez, vezân ağlar
Ezelden ağlarım, aktı
dü-çeşmim kanlı yaşınla
Ne hâbım var, ne rahat
var, yanan cismimde can ağlar
İki göz oldu a'ma,
ağlarım ey kurre't-ül-ayneyn
"Kemâlî" sûz-i
derdinle nihan ağlar, ayân ağlar
Osman Kemali Baba.
[ii] Şeyh Galip Tedbîrini terk eyle
takdîr Hudâ’nındır Birden bire bul aşkı
bu tuhfe bulanındır Âşıkda keder neyler
gam halk‐ı cihânındır Meyhâneyi seyretdim
uşşâka metâf olmuş Bir neş’e gelip meclis
bî-havf u hilâf olmuş Âşıkda keder neyler
gam halk‐ı cihânındır Ey dil sen o dildâre
lâyık mı değilsin ya Özrü nedir Azrâ’nın
Vâmık mı değilsin ya |
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır Mahzûn idi bir gün dil
meyhâne‐i ma'nâda Bir pîr gelip nâgâh
pend etdi 'alelâde Âşıkda keder neyler
gam halk‐ı cihânındır Bir bâde çek efzûn kap
meclisde zeber‐dest ol Alçağa akar sular
pây‐i huma düş mest ol Âşıkda keder neyler
gam halk‐ı cihânındır |
5 yorum:
Öğlen vakti kadın çıkagelmiş. Kapıyı açmış, bakmış ki akşam ki inkisar ettiği şahıslar orada oturuyor. Hiiç vakarından, edasından iman azametinden, ruhunun sefasından, hiçbir şey feda etmeksizin kemal-i azamet-i imanla yine kapıyı rapp çekmiş, hiçbir şey söylemeden, gidiyor. Şaşırmış Ömer “Allah Allah, bu acayip bir şey, demiş. Şunu önleyeyim bakayım.” demiş. Çıkmış dışarda süratli yürümüş, önüne geçmiş.
Menşur, bir kitap, bir sahife. Hayatının şeyi, bööyle. “Oku” diyor, Allah. Herkesin eline verilecek. Sebebi: Cenab-ı Hak o kadar nazik ki, kimse kimsenin suçunu bilmesin diye yine. “Kendin oku kendin hükmünü ver.” Settar! Hiç bakarsın ki tamamen mahv-ı hüsrandasın, sayfanın bir tarafını açarsın, “Sevdiğimin sevdiğine mahzun davrandı, eski hesabı kapansın.” Bir bahane olur o.
Bir misal vereyim kaba misal. Hurafedir, aslı, faslı yok. İlimde yeri yok. Mesela, Hıdırellez de böyle çöpü dikerler de bazı insanlar, bu çöpten bir ev yapar. “Bir ev istiyorum.” der. O çöpü dik, yok! O bazen olur, neden biliyor musun? Eğer Cenab-ı Hudâ ona tam safiyetle, ihlasla “Buraya kadar düşmüş bu, ver buna bir ev.” der. Onun o ihlastır o. Anlatabildim mi acaba? Yoksa çöp de möp de iş olur mu(?) Çöp de çöp(!) Fakat öyle bir şekilde tamamen soyunmuş ki, artık içi de titriyor: “Bir barınacak yuva istiyorum, diyor. İnşallah olacak!” diye böyle şey ederken, Huda’nın o ihlasını tam gördüğü dakikadan itibaren “Buraya kadar düştü bu, ver buna bir ev bakalım!” İhlas...
Bir vaizin birisi vaktiyle vaaz ederken söylemiş... Söylemiş de Allah’ın rızasına talip olmalı, Allah’ın rızası şöyledir… Hülâsa demiş: “Rızayı bulmalı!” Dinleyen ihlas sahibi saf bir adam, demiş: “Demek ki bu, Rıza denilen adamın elinde bu iş.” Çıkmış dışarıya “Bu iş kolay” demiş. Önüne gelene soruyor, adın ne? Ya Hudâ da çabucak bir adamın karşısına Rıza isminde bir adam çıkarır mı? Dört dönüyor. Adın ne, işte bilmem Veli idi, şuydu, buydu, Rıza isminde yok. Nihayet, bir tenha bir tepeden geçerken biri de geliyor.
—Dur azizim ismin ne? Demiş.
—Rıza, demiş.
—Haa, dur! Sen bütün müşkülleri halledecekmişsin. Büyük hoca söyledi, derin. Ben onu derin hocadan duydum.
—Ne söyledi?
—“İş Rızayı bulmakta” dedi. Ben demiş, günlerce arıyorum.
Adam anlamış onun ihlas sahibi olduğunu.
—Sen yanlış anladın, demiş. Rıza isminde bir adam değil, Allah’ın razı olacağı işi yapmak, demiş. Allah neden razı olursa, onu yaparsan bütün işin hallolur manasına.
Bir duraklamış. “Niye durakladın?” demiş.
—Ben onun razı olacağı hiçbir şey bilmem, bir defa, demiş. Okumam yok, yazmam yok!
—Canım, demiş o adam. Hiçbir şey bilmez misin? Demiş. Neden razı olacağını?
—Neden?
—Canım razı et de ister oyna et, ister...
—Haa, o oyunu biraz bilirim, demiş.
“Pekâlâ” demiş. Şimdi o adam, bir ağacın kenarına gizlenmiş bakalım bu ne yapıyor, diyerekten.
“Yarabbi bundan başka bir şey bilmiyorum!” diyor, şıkır şıkır oynuyor. “İlahi bundan başka ben bir şey bilmiyorum!” diyor hem ağlıyor, hem oynuyor, gözyaşı ile beraber. Manevi bir taç da inmeye başlamış. Raapp. Onu giydikten sonra zaten işin şekli değişir o. Önünden geçmiş, omuzuna vurmuş:
—Âlemin kırk sene de alamadığını bir göbekle aldın kerata, demiş.
Anlatabildim mi? Ama bilir misin, o tacı veren yine o ağacın arkasına gizlenendir haa. Anlatabildim mi onu da. Yine odur, o. Yine bulmuş Rızayı o. İhlası
Şeyhi Ekber Muhyiddin-i Arabi öyle dedi: “Eşek anırtısı ile kemanın ihtisaslı en son böyle rikkat verici namesi arasında bir adam fark buldu mu onda vilayet yoktur, dedi. Uyuzdan dökülen bir köpeğin vücudu ile hasna dilara müstesna bir kızın vücudu arasında fark gördü mü, o adam henüz hazreti insan değildir, dedi. Vilayeti yoktur.” dedi.
Yorum Gönder