Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

36. Kaset

036 (08.08.1959) 92dk. (313)

Söylemiştik; gerek aşk gerek kalp, tabi buradaki aşk dendiği vakitte romanda okunan aşk değil. İman aşkı. A'dâli aşk mânâsına değil. Ahlakın tarif etmiş olduğu ışk; aslını, mebdeini, mevlidini, maâdını, kendi hakikatini taharri etmeklik içün hâsıl olan bir tecelli.

·         Her konuşmada hemen hemen bu cümleleri tekrar ediyoruz. Yine söylediğimiz gibi, sofranın yemeği değişir ama ekmeği değişmez. Bizim mevzûun da bu söylediğim beş on cümle, ekmeğidir. Bunun üzerine o bina, bu temelin üzerine oturtulacaktır.

Binaenaleyh, iş doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadardır. İnsan dendiği vakitte iki veçheye malik olan, iki âleme taalluk eden bir varlık olduğunu yine anlatmıştım. Bir yüzü âlem-i kudrete, bir yüzü de âlem-i hikmete döndürülmüş, alaka kesbettirilmiş. Kudret tarafından o şekilde gönderilmiş. Yani hepimiz iki âleme bağlı birer varlığız. Âlem-i hikmet için akıl verilmiş, âlem-i kudret için de ışk verilmiş. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Dünya âleminde, bu mezâhirde bu sahne-i şuhûdda, kaç türlü ismi vardır buranın biliyor musunuz?

Dünyanın esas kelimesinin de iki mânâsı vardır. Bir alçaklığa götürür, bir de yakınlığa götürür. Dedemiz ne güzel isim koymuşlar. Şimdiye kadar söylememiştim, dikkat et bu tabire. Dünya iki mânâ, lügadi iki mânâsı vardır. Bir mânâsı aşağıya götürür alçaklığa, bir de yakınlığa. İnsan ya esfel-e sâfilîne gider ya Hakk’a yakîn olur gider, bu sahnede. Onun içün bunun ismine dünya denmiş. Dünya denmesinde ki hikmet bu. Biliyor muydun şimdiye kadar?

Ne kadar zenginlik, ne kadar zarif, nezih anlar aramak istersen kâinatta, dedende bulursun. Her kelimesinin üzerinde dur, düşün. Muhakkak bir hikmetle meşbu’[1] olarak va’z edilmiştir. Şimdi herkes kendisini yoklar, acaba Hakk’a karşı kurbiyetle mi adım atıyor, yoksa esfel-e sâfilîne doğru gidiyor mu? Kendisi bilir. Geliş ve gidişimizde ihtiyârımız yok. O benim diyecek, hiçbir medârımız yok. Hiç!

Şöyle bir düşün. Gelirken sormadılar, giderken de sormazlar. Bu geliş ve gidişte ihtiyâr olmadığı hâlde insanlar niye can yakarlar? Nesine güvenir de yaratırım sevdasıyla ortaya kalkar?  Büyük Kitap: “Her üstünün üstünde bir üstün var.”[2]   diye ilan eder. Bu ilanın karşısında bu da daima meydanda olduğu hâlde neden birbirimizi kırarız? Niçün can yakarız? İşte ahlak bunları düzeltir. Bunların haberini verir. Onun içün ilk önce ahlak der ki: “Biz nasihattan ibaretiz.” der. “Bizi dinlemediler mi der, arkadan musibet gelir.” der. Anlatabiliyor muyum acaba?

Nasihat, ahlak neden ibaret? Nasihat nedir? Hakk’a doğru irşattır. Musibet nedir? O da ikazdır. Fakat ne kadar tuhaftır ki; musibet, kuvve-i tesiriyesi musibetin, nasihatından daha üstündür. Cümleyi iyi söyleyemiyorum, sen anla. Sizi biraz geç bıraktım diye sür’at ettim, ondan dolayı cümleler iyi çıkmıyor ama anlıyorsun değil mi? Bir şey anlıyorsun. Şimdi misal vereyim daha iyi anlayacaksın.

“Ahlak en-nasihâ.” Herkes bununla mükellef. Tatlılıkla insanı iyiye çevirmeklik yoluna, Kudret’ten her insan vazife almıştır. Anlatabildim mi? Nasihat bu. Tatlılıkla, hâlinle mi, dilinle mi, servetinle mi, ilminle mi, aklınla mı? Hem o kadar makbul olanı da şu cinstir ki, haberi olmadan iyiliğe çevireceksin. Ona en yüksek ahlakçı deniyor. Minnetsiz, ücretsiz, külfetsiz, hiçbir şey beklemeksizin, mukabilinde birçok da acıları tatmaklık şekliyle. İyiliğe sevk eden adamın vizitesi acılık tatmaktır. Onu da peşin söyleyeyim. O vazife ile mükelleftir fakat bunda vizite, ücret nedir biliyor musun? Daimi surette hırpalanmak, yıpranmak, hakarete maruz kalmak, tecavüze maruz kalmak, onun karşısında yine gülmek. Herkes vazifeli.

Bu âleme niye geldin? Bu vazifeyi ikmale. Öbür işler ne? Onlar füruat[3] öbür işler füruat. Asıl iş, herkes gücü yettiği kadar insanlık âlemine hadim olarak, iyiliğe çevirmeye çalışacak. Ama böyle tutup da “Gel, şurası bozuk bunu düzelt!” dedin mi orada iyilik olmaz. Daha kötülük olur, öyle değil. Ahlakın düsturu böyle değil. Bizde ekseriyet öyledir. Altmış yaşına, yetmiş yaşına kadar, bütün çirkinlikleri irtikâp etmiştir, ondan sonra kudret elinden gitmiştir, ya masası kırılmıştır ya kasası kurumuştur ya kendisi çürümüştür, ondan sonra önüne gelenin kusuruna bakmaya başlar. “Şunu şöyle…” Canım sen o yaştayken neler yapıyordun? Allah bile demiyor. Züğürtlük seni maneviyata sevk etti. Düştükten sonra, Allah dedin.

Züğürtlük, o makbul değil, o. Masa var, kasa var, rütbe var, câh var, hüsn-ü ân var, hepsi mevcut, bunların karşısında “Bunların hepsi benim değil.” diye yaşayan var. İşte ahlak buraya ayırır adamı, anlatabildim mi? Masa var, kasa var, câh var, rütbe var, hüsn-ü ân var, rağbet var, herkes yarı beline kadar eğiliyor karşında, hürmet var, bunun karşısında “Ben yokum, O var.” diyor, onun sahibi. Kemal burada. Nasihati anlattık, herkes vazifedar. Ama dediğim gibi böyle: “Gel buraya, bak şurayı bozuk yapmışsın, bunları bir daha yapma e mi!”  Yok. Ertesi gün daha bozuk çıkar. Onun yolu vardır. Buna, “Hak dostları, sofrasında hâlini giydirmek.” derler. Tabiri bu. Filan bizim eski dedemizin kullandığı tabir. Filan efendi eshab-ı fazilettendi, filan kimseye hâlini giydirdi de gitti. Tatlı elbise. Eskimeyen elbise. Eskidikçe müşterisi çok ağır bahâya alan elbise. Kim onun müşterisi? Allah. Haberi olmadan veyahut haberi olur da haberini hoşuna getirterekten, zevk aldıraraktan.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle derdi: “Bir adamın suçunu o dakikada yüzüne vurmayın.”

Suçlar da cins cins ayrılır. Fevri olanı vardır, emirlerde fevri vardır, bir de terahi[4] olan kısmı vardır. Bu mustalah[5] bir kelime. Anlatamadım galiba ama misal verirsem anlayacaksınız. Allah’ın emirlerinde de öyledir. Bir kısmı fevridir. Bir kısmı terahidir, fevri demek, emrin derhal yapılması demek. Terahi, müddet veriyor Allah. Münasip bir zamanda yap. Mesela dini misalden daha iyi anlayacaksın.

Hac, bir emirdir fakat terahi usulü üzerine bir emirdir. İnfak bir emirdir, terahisi yoktur. Mesela bir evde mini mini çocuk, gıdasız kalmış, annesinin sütünü emmek için yapışıyor, bir katre süt çıkmıyor.  Feryat var, bağırıyor çocuk. Orada emir derhal fevridir. “Kalk! Yanı başındaki kulüben kabir olacak, git oraya elini, infakını sok.” der. Anlatabiliyor muyum acaba?

Belli etmeden, hâlini  giydirmek. Tabi maddesiyle, ilmiyle, aklıyla. Kudret, herkese muhakkak kendisine ayrı hususi bir sıfat vermiştir. Her insanın diğer bir insandan yüksek bir sıfatı olmasa Allah yaratmaz. Onun içün hiç kimse hiç kimseye hor bir nazarla bakma hakkı yoktur. Ya sen benden iyi koşarsın ya ben senden iyi yazarım, benim senden iyi yazmaklığım senin üstünde bir sıfat, senin benden fazla koşmaklığın, benim üstümde senin fazla bir sıfatın. Anlaşılıyor değil mi ufak bir misalle? O hangi sıfat sende diğerinden üstün verilmişse, onu kullanmaklıkla mükellefsin.

كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤول عَنْ رَعِيَّتِهِ[6]  Öyle buyrulmuş, Bununla mesuliyet kanunu va’z edilmiş, insan hakları tanınsın içün. Daha dünya medeniyetleri bunun nesine yaklaşmazdan evvel.

كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤول عَنْ رَعِيَّتِهِ “Her biriniz çobansınız, her çoban kendisine teslim edilen matahından mesuldür.” Evladından, ahbabından iyalinden. Hiç kimsem yok, kendin varsın. Elinden, kolundan, bunlarda size verilmiş birer mal. Elini nasıl kullandın? Gözünü ne şekilde kullandın?  Kimi görecektin de gördün geldin veyahut göremeden gittin?

Ehli irfan, ehl-i hâl; Hazreti Yusuf’un babası Cenab-ı Yakup’un gözünün zahirde böyle çocuğunu kaybettikten sonra, Hazreti Yusuf’un gaybiyetinden sonra bizim bildiğimiz şekilde görmemeklik gibi böyle kapanmak yahut perde gelmek şeklinde bir körlük olaraktan anlamazlar. Yakup diyordu ki: “Benim bu gözüm Yusuf’u görmeklik için verildi, görülecek gittikten sonra neyi göreyim? Görmüyorum.” Anlatabildim mi işin şıklığını, güzelliğini? “Kudret bana bu gözü Yusuf’u gör diye vermişti, görüleceğim gitti. Artık bir şey görmeye ihtiyacım kalmadı, görmüyorum!” dedi.

O bir kamis-i Yusuf, Yusuf’un gömleğini sürdü de gözleri açıldı. O hangi gömlek biliyor musun? Evet, işin içerisinde hakikaten Yusuf’un gömleğinin mânâsı tahsil edildikten sonra, hakikatte Yusuf zaten, kelimeleri yok ki nasıl tarif edeyim? O gömlek, Kudret’in kendisini kaplamış, Kudret’i kendisi ihata etmiş olduğu zâtına ait olan, kendisini gösteren bu mezâhir gömleğidir. Ben cümleyi muntazam çıkaramadım, sen kendi kendine tanzim et. Kudret’in tenezzülatında tenezzül ettiği vakitte bu mezâhir meydana gelmiştir, bu mezâhir Kudret’in tenezzülünün gömleği olmuştur. Cümle şimdi tamam. Onun hakikatini gördü, o vakit gözün ne içün verildiğini idrak etti, nur-u rüyet, lazım gelen yere sarf edildi.

“Soracağım!” diyor Allah. “Hakkım Benim” diyor Allah. “Ben adamı huzuruma alırım. Dört tane sual sorarım. İlk önce, verdiğim sayılı nefesi nerede bitirdin? Bunun cevabını ver, derim. Bunu isterim. Sonra Ben sayılı bir nefes vermiştim. Bunları nasıl tükettin? Ömrünü nasıl geçirdin? Onun içün ömür yanlış bir yerde geçiyorsa rücû ettiği vakitte; ağlayarak, boynunu bükerek, nadim olursa suçu görmemezlikten gelirim.” diyor Allah.

Bundan daha müjdeli bir şey yoktur. Kabahati yapmış, nadim olmuş, içindeki mânâsı kendisini recm etmeye başlamış. “Alçaksın!” Onun her an tokadını yiye yiye “Evet alçağım” diye diye. “Alçaksın!”  Hayâ gelmiş, hayâ demek hayattan alınmıştır. Kimde hayâ var, onda yaşamak var. Hayâsı olmayana Allah yaşıyor nazarıyla bakmıyor. Hayâ, haydandır. Anlatabildim mi acaba? Hayattandır. Kimde hayâ var, Allah ona yaşıyor diyor. Hayâsı olamayana hayat yaşıyor demiyor, onda bir şey yok.

Kudret, “Âşık olun!” diyor. “Hayvanda bile aşk damarı yaptım.” diyor. “Kıtmir de aşk olmasaydı Eshab-ı Kehf’in önünde durur muydu? Bir köpekti diyor, köpeğe bile Ben aşk damarımı verdim. O bile insanın huzurunda boyun kesti, ayrılmadı durdu. Sen insana hiç hayatta mülaki olmadın mı?” diyor. “Köpeğe diyor, insanın huyu geçer de avlar avını getirir, insana verir, koyunlara çobanlık eder. Onun hilkatinde esas itibariyle parçalamak, imha etmeklik vardı fakat insanın terbiyesine gire gire insan huyunu aldı. Sen insan olaraktan yaratıldın da niye huyunu terk ettin? Bunu sorarım.” diyor.

Nasihat, mevzû bunun üzerinde. Herkes bununla vazifeli. Bunu söylerdim ahlak mevzûunda ama bu şekilde söylememiştim. Bugün yeniliyorum bunu. Fakat kaba şekilde değil. Biçimli şekil. Nasihat fayda etmedi mi Kudret musibet veriyor. Musibet nasihattan müessir oluyor.

Onun içün Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi der ki: “Hakk’a tav’an boyun kesmeyeni, Hak kerhen boynunu kestirir.”

İmkân yok ona. Kudret’i mütalaa edip, kendi enfüsünü, kendi içerisini tetkik ettikten sonra taat etmedi mi yani Hak ve hakikat yoluna girmedi mi Kudret, kerhen şey eder. Akıllı olanlar, tav’an teslim olanlardır. İmkân mı var? Ne kadar böyle yapmış olduğu bazı insanlar, mezalimle göğüslerini kabartırlar. Böyle vurdum der, kırdım der, tepeledim der, o kabarmış göğüslerin hepsi çukurun içerisinde böyle yamyassı olur. Üüüü!

Ne sineler yemiştir bu yer. Hem ne az zamanda yer. Yer adamı yer. Levha yaptır, her daim gözünde bulunsun. Beşeriz “be” sini kaldırırsa “şer”iz. Tabirime dikkat et! Beşer, o  “Be” de iş var. “Be”si bulunduğu müddetçe muteber. “Be”sini kaldırınca “ŞER”  yaa!

İnsana cibillidir. Parası çoğaldıkça, vaziyeti düzeldikçe, çoğunun ahlakını değiştirtirir. Ona sahip olup, “Ben burada emanetçiyim. Veren el yaptı, Allah beni. Alan el yapmadı, diye düşünecek olursa işin şekli değişir. Fakat “Ben bunu işte zekâmla çalıştım çabaladım, bırak şimdi o safsataları!” diyerekten kendi kendine mağrur olursa yandı. Kimseye bir şeysini vermez Allah, imandan başka. Bak açık konuşayım seninle. Hepsini,  burada bizi çalıştırır çalıştırır, ne emekler verdirir ne kafalar yordurur, on sekiz saat üzerinde durursun, halledeceğim muadeleyi[7] şu meseleyi buraya koyacağım, bunu buraya... Kendi hesabına mı zannediyorsun sen? Kendine! Çalış, der. İnkâr eden de etmeyen de Kendisine çalıştırır. Herkes O'nun uşağıdır. Herkes O'nun.

Ve nihayet çalıştırır çalıştırır, ondan sonra hayyt! Korlar bir şeyin, tahtanın üzerine; kafa bu tarafa, suyunu dökersin kafa şu tarafa, yumruklar böyle haşmeti ile vuruyordu, parmaklar tırnağının arasında morarmış bu tarafa, onu bu tarafa, bunu bu tarafa. Ders-i ibret, muazzam. Bu tahtanın üzerindeki büyük profesörden ders almayan hiçbir şeyden bir şey anlayamaz. Hiç hepsi boş. Öyle şöyle tık böyle tık, çevrile çevrile, yaa! O da kısmeti varsa. O da bir mesele.

Herkes, hepimiz, yalnız O'na çalışırız. İhtirasla, yine O’nun hesabına. İhlas, yine O’nun hesabına. Hep çalışır. Hepsini alır. O amel sandığı denilen bir çukur vardır, inmek içün merdiveni var da çıkmak içün yapılmamış. Çok çıkmak isteyenler olmuş, fayda yok. İnmek içün merdiveni kolay fakat çıkmak içün yok. O bütün hayalinde dizmiş olduğu varlıkları da Kudret adamın böyle şey etmek içün, gözünün önüne diker, saha-ı inkâr da olanlara. Saha-ı tasdikte olanın zaten onunla alakası yoktur. Fakat inkâr sahasında hayatını geçirdiği vakitte birçok muhayyel şeyler vardır insanda. “Şunu şöyle yapacağım, bunu böyle yapacağım.” Onu yapmış şeklinde gözünün önüne getirir. “Bak vermeyeceğim!” der. “Vermem!” Ne yapacaksın? Öyle getirir. “Baak! İşte, yapacakların bunlardı, programların bunların hepsi, değil mi? Bak işte vücut buldurdum fakat vermeyeceğim. Vermem!”

Her verdiğini alır, kestirmesi bu. Yalnız aşk, iman, ruh da mevkuftur[8], bunları bahşetmiştir. Bozmamışsa varsa “Onu sana bahşettim.” der. Ondan maâdası hepsi gitti.

Onun içün ahlak der ki: İlk önce niyet et. İşte hepimiz bir yere gidiyoruz. Niyet edelim, evvela iyi olmaya niyet edelim. İyiyim. Daha iyi olmaya niyet et. Daha iyiyim. Ondan daha iyi olmaya niyet et. Ondan sonra rücû edelim. Niyet ettin mi iyi olmaya, niyetinin sıhhatini anlamaklık içün kaç tane fenalığın var, teker teker bırakmaya çalış. Hepsini bir günde bırakma. Kuvvetli alkolik olan adama, yavaş yavaş terk ettirirler doktorlar bile değil mi ya? Şişer çünkü bir şey olur filan. On tane kötülüğün var, bir sene içerisinde niyet et, onunu da terk et. Ayda birini.

“Niyet etti mi” diyor.  “Rücû etti mi Ben elinden tutar götürürüm. Ben kendim, götürürüm. Onu yol ortasında bırakmam, şanıma yakışmaz.”

Misal verecektik, nasihatle musibete. Canlı bir misal vereyim size. Hava güzel, deniz sakin, temiz bir vapur, içinde birçok yolcu var. Bu yolcuların içerisinde belki yüzde kırkı, belki yüzde altmışı,  belki daha azı belki daha çoğu, mânâya karşı mübalatsız[9], kıymet bile vermiyor. “Madde efendim!” diyor. “Kuvvet, kuvvet!” Anlatıyorsun, diyorsun ki: Kuvvetin karşısında bir Kudret vardır. Kuvvet sıfattır, bir zât ile kaimdir. Şu hareketi yaptığım vakitte bu bir kuvvettir fakat bu kolum o kuvvetin zâtıdır. Neden bunu inkâr edersin? Bütüüün mantıki delillerini ortaya koyuyorsun, fikirlere… (Kesildi mi o şey?)  Fikirlere lazım gelecek bütün deliller orta yerde, güler. Kabul bile etmez. İstihza eder. Belki de ahmak nazarıyla bakar. Fakat ani bir bora, dehşetli simsiyah bir fırtına, içine gemi su almaya başladığı vakitte elini senden önce kaldırır. Nasihati verirken gülüyordu, musibet geldiği vakitte “Aman!” der. Anlatabildim mi acaba? Musibet geldi. “Amann!”

Bir misal daha vereyim sana. Neler görülmüştür, o mânânın büyüklüğünden, faziletin esas olmasının, cemiyet içün büyüüük bir servet olduğu anlatıldığı vakitte, Kudret beyan edildiği vakitte, gözlerini semayı deler gibi bakan, şiddetle reddeden insanlar, halet-i ihtizarında[10] yani ölüm döşeğinde son anında, öyle semayı yirmi sene evvel deler gibi bakan o göz, yine aynı göz, semaya “hayat” diye bakar. Anlatabildim mi acaba?  “İmdat, hayat!” der, ama “paydos” emri gelmiş. Fayda yok.

Aynı gözdür o. Aynı vücudun gözüdür. Fakat ki ne faide ki, iş işten geçmiş. Ona anlatırsın; bir mânâ vardır, bir ebediyet vardır, bir ahlak mefhûmu vardır. “Kıymet hükmü onlar efendim!” der. “Kıymet, cemiyetin verdiği kıymetlerdir, dün böyle, bugün böyle. Kıymet hükmü!”  Canım namus vardır. “O kıymet hükmü. Kıymet hükmü!” der. “O günkü insanlar böyle kabul etmiş, bugünkü insanlar bırak şimdi öbür şeyleri!” der. Ve biraz da daha ziyade eğer bir şeysi filan varsa daha gerilir, şöyle semaya doğru bakar, seni reddeder, tahmik eder yani “ahmak” der. Fakat aynı adam, öyle halet-i ihtizarında git bak, tam o son, artık doktor geriye çekilmiş, etrafındakiler birbirine bakaraktan böyle yapıyorlar, o da kendisini yokluyor ki artık amiyane tabirle kandilin yağı bitiyor, fitil büküldü, büküldü, büküldü.  O bakan sert göz, deler gibi göz, bu sefer semaya: “Aman, hayat!” Fayda yok. Onun içün ahlak nasihattir, musibet gelmeksizin işlerimizi hâlledelim. Bir şey anlaşıldı mı? (Yoruldunuz mu?)

Bu işe ilk önce, her vakit söylediğim gibi: İhlas tedarik edebilmesi içün bir kimsenin, yalanı terk etmesi şarttır. Yalan, hiç olmayacak. Maalesef bizde de gayet çoktur. “Mü’minde her fenalık olabilir.” diyor Peygamber. “İmandan dışarıya çıkmaz, fakat yalan olmaz.” diyor. “Şu fenalık olabilir mi?”  Olur, diyor. Beşeriyettir olur, o olur, olur! Fakat yalan?  “İman ile yalan ikisi bir yerde durmaz. Ya iman duracak, ya yalan duracak. Yalan geldi mi iman gider. İstiskal[11] kabul etmez. Derhal gider.” Ama istediği kadar o adam abid olsun, istediği kadar zahid olsun, hiç onların hiçbir hükmü yoktur. Hiç, hiç! Bin defa hacca gitsin gelsin. Kafasını koysun böyleeee çürüsün şey secdede kafası. Yine faydası yok.

İmanla yalan ikisi bir arada olmaz. Bütün işlerin geri kalması, bütün terakkiyenin uçuruma gitmesi, yükselememeklik, muhabbetlerin olmaması, merhametin hürmetin yetişmemesi, yalanın cemiyet içerisinde kök salmasıyla olur. Bir defa, Allah iğreniyor. Allah ki bir insanı kovmuştur, o insan ne iş yapsa muvaffak olabilir? İmkân yoktur ona.

“Lüzumsuz yemin etmek.”

Size pek eski konuşmalarımda bir misal vermiştim, yine vereyim, daha iyi anlaşılsın. Osman İbn-i Maz’ûn namında bir zât-ı âli var. İslam’ın birinci karnı devirde, karnında yetişenlerden. Bir dostundan karz-ı hasen...

Karz-ı hasen ne demek?

Bizim dedemizin zamanında o eski faziletin hâkim olduğu zamanda faiz müessesesi yok. O teamül etmiş, karz-ı hasen. Allah namına ödünç. Ahlak ile alakadar da onun için bu misali veriyorum. Karz-ı hasen sadakadan eftaldir, der. Bunlar dinî misalde. Sadaka ne kadar büyük, eftal ya. Sadaka demek ne demek, şöyle kapının önüne beş kuruş verip, üç kuruş verip, adam orada o mânâya değil.

Sadaka: Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle demiştir.  Belayı def eder, ömrü ziyadeleştirir. E hani ömür içün sayılı nefesti ya? O ne bir dakika geri kalır, ne bir dakika ileri gider. Öyleydi. Şimdi burada da ömrü ziyadeleştirir dediniz, tezat yok mu bu sözde? Yok. Bir defa orada iki üç mânâ var. Bir mânâsı; sen ziyadeleştiremezsin, sen eksiltemezsin. O? Anlatabildim mi? Ağası mısın? Kendisi. Hadi onu bırak, diğer bir mânâ; iki tane aynı fitille yapılmış yüzer gramlık mum alalım, mum. Tarttık terazide, aynı yağdan, aynı iplikten yapılmış yüzer gramlık mum. Birini fener içine diktik, birini açığa diktik. Açıkta yanan mum bundan önce biter. Bu daha yanıyor. Ama bunun ikisinin de gramı bir di. Nefesleri birdi bunların, çıktığı vakitte. Anlatamıyor muyum? Bu açıkta, bu fenerin içinde, fenerin içindeki yanıyor. Fenerin içinde yanan mum sadakalı vücuda benzer. Anlaşıldı değil mi? Belayı def eder. Ama hani biz böyle, kapının önüne biri gelir de “Şunu al git!” deriz. O değil o! Orada yine var mıdır? Belayı vardır ya. Arsızdır, konuşurken git dersin, yüzüne baksan gitmeyecek, işte o bitti, o kendisi bela. Kendisi o. Daha ne istersin? Kendi bitti.

Mânânın vermiş olduğu hükümdeki sadaka, öyle bizim bildiğimiz bir şey değil. Bir defa gizli olacak. Kendi gözükmeyecek. Düşmüş kalkacak, işe yarayacak, minnet altında kalmayacak. Mânâya gönül veren insanlar içerisinde düşmüş bulunmayacak, insanlar bu dert ile yanacak. Bu şekilde, karz-ı hasen bundan üstün diyor, çünkü.

Tabi zor bunlar ama dedelerimiz bundan zevk almışlar ve üç kıtada da hükümdar olmuşlar. Zalimi gördüğü yerde şöyle eli ile işaret etmiş. “Otur!” Avrupa’da kralın krallığını tasdik etmeden krallık edememiş. Medeniyetin kökü sende. Dünyaya hâkim, ilme sahip, adle vakıf, zulmü ayağının altına almış, tepelemiş adamın çocuğusun, niye unutuyorsun dedeni? Dedeni unutma. O kan yine bizde vardır. Dünyaya manevi zehirli gaz sıkıldı. Hep tozlandı nakışlar, sil, altından pırıl pırıl çıkar. Pırıl pırıl çıkar. Sevdir, çocuğuna öğret.  Yaa!

Neden çocuklar ilim sahibi olamıyor?

Kaide var da onun içün olamıyor. İmkânı yok olamaz. Bir çocuk öğrendiği, yani öğretmen mi deniyor, hoca mı deniyor? Her neyse, ona karşı gönlünde bir hürmet olmazsa ve ondan öğrendiğini Hak’tan öğreniyorum, diye bir boyun kesmek olmazsa, Allah orada feyz verir mi? Ona imkân var mı? Taş taş üzerine koyabilir misin kardeşim? Çöker, olmaz! Kök halinde bir hastayı tedavi edebilir misin? Alnını karışlarım ben senin!

Âlemin kitabından okuduğun tavsiye ile iş dönmez ki. Deden öyle değildi. Beşikte ninni söylerken haddizatında, doktor çocuğun hamile olduğunu kadının bir takıntı ile ölüm muamelesi şeklini göreceğini sesinden anlıyor. Uzun zaman da değil, yüz sene evveli. İkinci Mahmud’un baş doktoru. Bak adres de veriyorum sana. Kaç defa söyledim. Yine söyleyeyim. Şimdi teneke modası var, o vakit de at modası var. İnsanlar hayalinin kölesi! Şimdi herkes ister ki şöyle güzel bir teneke olsun, rengime uygun elbiseme filan. Otomobil, teneke dediğim. O vakit de güzel cins at, güzel fayton binek o. Azıcık sinni ilerlemişse bir araba da, gençse güzel bir at da. Moda o. Canlı iş, ne de olsa başka oluyor. Şöyle durur, bakar, okşarsın şey eder, her neyse. Bir mevzûdan bir mevzûa atladım ama toplayacağım. Gidiyormuş.

Attar dükkânı… Örfün lisanınında aktar. Baharat maharat filan satar. Dükkândan çıkmış, dükkânın sahibi müslim bir efendi, abdest alıyor, dükkânın kapısının dışında. Yanındaki ev, at üzerinde biri gidiyor. Yanındaki evde gırç gırç, gırç gırç, ninni söylüyor. İşte o anne, kendisini çocuğunda fani kılar. Şimdi onlar kalktı o adetler, belki de ayıplarlar. Nedir o biliyor musun sen? Çocuk musikiye âşıktır. O seda yoktur sair yerde de onun için terk etmiştir.

Musiki, musiki! Ben her vakit söylerdim. Söylediğime bak işte yeni İslam olan Alman âlimi de dün söylüyor. “Hangi millet ananevi musikisini terk etmişse yıkılmıştır.” diyor. Okumadın mı gazetede? Yıkılmıştır, diyor. Hüviyet-i zâtiyesi kalmaz. Neyse. Bütün yorgunluğunu ninni söylerken anne alır. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle dedi: “Ben anne değilim, bilmem anneler bilir.” Bütün yorgunluğunu alırmış, ninni söylerken. Ama anne olacak. İki yaşında kapıyı kilitleyip de sinemaya giderse ona mânâ, anne demez ki. Beş yaşında on yaşında hatta. Soba devrildi yandı.  Annenin, Anne kahramandır, anneden büyük kahraman yoktur. Bir milletin kahraman yetiştirip yetiştirmediğini, o milletin haddizatında anneleri bakıldığı vakitte anlaşılır, diyor Peygamber. Bakarsın diyor kadınının vaziyetine, hâline tavrına, edâsına, şekl-i zahirisine, şekl-i haricisine, şekl-i dâhilîsine, bu karında kahraman var mı yok mu? Oradan bilinir, diyor. Öyleydi, anlatabildim mi acaba?

Kadın ne demek sen bilir misin? O kadar muazzam bir kahraman ki, o çocuk doğurmak nedir biliyor musun sen? Çocuk doğurmak. İsmi hafızamdan çıktı. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine dostlarından birisi diyor ki: “Annemi ölünceye kadar böyle bütün ihtiyacını sırtımda yapsam hakkını ödeyebilir miyim?” “Doğururken ki heyecanını ödeyemezsin.” diyor. Anne.

Sen de sinemaya git, İki yaşında kilitle kapıyı, birice git, pokere git! Fani olacak çocuğunda arkadaş, fani! O vakit yorulduğu zaman, ninni söylediği vakit yorgunluğu gider, diyor. Şimdi ayıp mı acaba? Ayıp! Bazı yer, kimseler ayıp diyor. O ayıp, belinden, omuzundan tasmala, iple böyle götür, o ayıp değil(!) Hani şuradan şöyle. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, öyle bir şekil yolda görmüş, durdurmuş.  Kendi eliyle çözmüş: “İnsan insan eliyle götürülür getirilir, hayvan değildir, emanetullahdır.” Bizzat görmüşler durdurmuşlar, mübarek elleriyle çözmüşler. Ve ravî der ki, biraz da kör düğüm müymüş neymiş der, epey uğraşmışlar çözerken ondan sonra serbest bırakmışlar. İnsan, insan eliyle yed’ilir[12]. Emanetullahtır, hayvan değil o. Bunda Allah’ın imzası var. Sen benim dersin ama senin değil der. Anlatabiliyor muyum bir şey?

Yaklaşmış ninni söylüyor, attar da abdestini alıyor. Bakmış gözlerini dikmiş attar. Çünkü bizim ecdadımızın ananesinde dost dostun, namusunun nigâhbanıdır[13] der, ahlak kaidesinde. Dost dostun namusunun bekçisidir. Nigâhban. Bu benim komşumun penceresine geldi bööyle. O da farkında değil. Bir şey yazmış, “Efendibaba, demiş. Yarın bu evde bir cenaze vukû oldu derlerse bu adrese müracaat edin de hemen cenazeyi kaldırmasınlar.” Hemen almış kâğıdı içeriye fırlatmış, kendi kendine “İt oğlu İt!” demiş. “Haşlayacağımı anladı, böyle bir şey yaptı, kurnazlıkla kaçıyor.” demiş. Sabahleyin erkenden dükkânı açar açmaz yanındaki komşunun delikanlısı gözü yaşlı, demiş. Aktarlar o vakit şimdi de galiba bilmiyorum ya, işte cenazeye ait kefen mefen. “Ne, hayrola?” “Refikam gitti, demiş. Yanıyorum.” “Dur dur!” demiş şimdi, çöpün arasında filan, bulmuş. “Dün, demiş. Acaba Hızır mıdır nedir, bilmiyorum, anlamadım, buradan bir cenaze çıkarsa beni görmeden kaldırmasınlar!” dedi demiş. Koşmuş hemen, gelmişler. Onun sedasında, çocuğun dâhili vaziyette ben tabip değilim her neyse, ne yaparsa bir ölü muamelesi şekli olurmuş, o tecelli gözükürmüş, geliyor ne yapıyorsa tık tık. Doktor buna denir kardeşim. Laboratuvar değil doktor. Anlatabildim mi acaba? Doktor bu. Buraya buna misalini getirdim, canlı bir misal. Böyle olduğu gibi her saha böyledir. Her saha böyledir. Bir çocuk, bir mektepli, bir talebe, neyse okuduğu...

Koca Ali ki, Aguş-u[14] Nebi de büyümüş, muazzam rütbeler almış. Esedullahû’l-Galip denmiş, öyle olduğu hâlde:

من علمني حرفاً صرت له عبدا    diyor. “Ben bir harf birisinden öğrendim mi ben onun kölesi olurum. Bir tek harf öğreten kimseye karşı ben köleyim.” Harf!

İki taraf; hoca evladından fazla sevecek, talebe, babasından fazla sevecek. Müşfik bir babadan fazla sevecek anlatabildim mi acaba? Neden? O onun ruhunun terbiyecisidir. İlim veriyor ruha sefa veriyor, öteki yalnız kalıbını dokumuştur. Bir insan yetim kaldı mı kardeşi kardeşine emredemez. Abisi de olsa. Yetim küçük değil ya! “getir şunu bana ver.” diyemez. “Yakarım” diyor, Peygamber ya! Gönül hoşluğu ile verir başka. Fakat yetim mi biri on beş yaşında biri on yaşında. “Kalk şunu yap.” diyemez. Cebr edemez yani ya. Gönlünü yaparaktan olabilir. “Orada ben varım.” diyor. Fakat Hocası, git şunu getir, bunu getir, şunu yap, ruhsat vermiştir. “Oradaki emir Hakk’ın emridir.” der. Anlatabildim mi inceliğini? Şimdi bu inceliğin karşısında alay edersen, gülersen, haydutluk edersen, ulan numarayı versene, diye karşısına çıkarsan. Bin tane kâğıt al, mühürlü mühürlü. Beyazıt’tan Aksaray’a kadar iki tane kaz versem getiremezsin. Tecrübesini yapalım. Ama diyeceksin ki “Çoban mıyım ben?” Çobana hakaret etme! Hayvan gütmesini bilmeyen, insan gütmesini hiç bilmez. Her Nebi çobanlık etmiştir. Orada incelikler vardır.

Yoruldunuzsa keseyim, yorulmadınızsa o bıraktığım mevzûu bitireyim, ondan sonra keseyim. Bitirelim, peki, nerede kalmıştık? Onu dedik dedik de nerelerine kadar geldik? Orası nirengi noktası.

Allah namına ödünç. Bizim ananemizde bu çok ileri gitmişti. Hiç kimse de sıkılmazdı. Milyonluk, yine sıkıntısı var. İhtirasat-ı nefsaniye tatmin olmaz. Milyar, yine olacak. Ya, hüner buraya huzur vermekte. Eve gelecek, ya karısı ile çocukları ile kavga edecek, dışarda kafası bozulmuş. Yahut odasına çekilecek, somurtacak, acayip, acayip! Niye? Hak yok ki o evin içinde. Hak yok. Hak olsa, yavrularını yanına alır, muhabbet teessüs eder. İşte o huzur kayboldu. Ahlak o huzuru verir. Fakat ferdin tekâmülü kâfi değil, cemiyet tekâmül edecek. Onun için herkes vazifelidir, cemiyeti tekâmül ettirmek içün. Cemiyet tefessüh[15] etti mi ferdin yalnız ahlakı kâfi gelmez. Çocuğunu yetiştiremezsin. Hadi çocuğunu yetiştireyim diye gayret ettin, torununu yetiştiremezsin. Onun içün cemiyet tekâmül edecek. Buna bağlı.

Ekseri insanlar, geçen hafta şeyi söylemiştim değil mi anlattım size, üç kelime vardır. Sû-i istimâle uğramıştır diye, bir tane daha buldum. Yaa, bir tane daha. Biri vicdandı, biri vazifeydi, biri de münevver. Herkesin ağzında “Efendim münevver adam.”  Nereden belli münevver? İşte çulu düzgün, ekmek peynir isteyecek kadar bir parça Frenkçe bilir. Lehçesi bozuk, bir satırda on defa “Lügate bakacağım” der. Eğilmek, bükülmek. Anlattık ya, tekrar etmeyelim. Ama o, on defa tekrar olmalı o. Bugün dursun da.

Münevver. Münevver adam, nurlanmış. Hakk’ın sıfatı ile Hakk’ın ahlakı ile olanı görüyor. Kudret’in meydana getirmiş olduğu her zerrenin hakkını yerine getiren, yerli yerine kullanan adama münevver denir. Okuyandan da olur, okumayandan da olur, çocuktan da olur, büyükten de olur, kadından da olur, erkekten de olur. Anlatabildim mi?

Bunun yanında bir de terakki var, şimdi. Herkes kullanır. “Efendim, terakki terakki!” Düşündüm taşındım, bu da sû-i istimâle uğrayan bir kelime. Çünkü terakki öyle bir mefhûm ki, umumi bir mânâya şamildir. Gaye itibariyle herkesin bir gayesi vardır. Seninki bana uymaz, benimki sana uymaz. O gaye-i vusulün adına terakki derler. Ya aşağı tarafta kullanıyorsan, şerre kullanıyorsan? Ona tedenni derler. Anlatabildim mi acaba? En mühim yer, onu daha sonra açarım. Şimdi söyleyeceğimiz şeyi söyleyelim.

Karz-ı hasen almış bir dostundan karz-ı hasen etmiş, karz-ı hasen yapmış. Büyük bir para. Epey zaman geçmiş gelmiş.  Arkadaşı demiş ki:

     Ya Osman, sıkıntım olmasa bilirsin ki ha ben ha sen. Çok sıkıldım, şu size vermiş olduğum parayı bana verin.

Hâlbuki o zat da pek az bir zamanda vermiş. İstediği zamandan evvel ödemiş. Unutmuş paranın sahibi.

     Almadım parayı, demiş.
     Verdim efendim, demiş.
   Ben yalan söyleyecek değilim ya! Alsam ben de yalan söylemem, demiş.
     Ne sen söylersin, ne ben söylerim, bir yanlışlık var,  düşünün.
İşte olacak, söz ileri gitmiş, “Verdim” demiş. “Pekâlâ” demiş mahkemeye müracaat etmiş. Yemin düşer, soruyor hâkim, o günün kadısı:
     Borcunuz varmış.
     Vardı, ödedim, filan vakit verdim.
      Almadım, diyor.
      Verdim!
     O hâlde yemin ediniz, diyor.
     Ne kadar istiyor, demiş.
     Yüz dinar, demiş.
     Pekâlâ, demiş.

Şimdi parayı vermenin ehemmiyeti yok. Herkes o güne kadar çok faziletli bir adam tanıyorlar Osman’ı. “Ya, yemini gördü korktu, herifin parasını iç edecekmiş bak. Hiç de umulur mu?” Efkâr-ı umumiyede bir sükût. Efkâr-ı umumiyede öyle bir sükût ki, yüz senede yapılamayacak bir anı bir anda mahvedip gidiyor.  Ara yerden iki gün geçmiş, üç arkadaşı, bunlar üç dört arkadaş. Hani vardır ya şöyle bir aile gibi olur bazen. Allah hepimizi yapsın. Gelmişler, onlara şimdi arkadaşı ya diğer kimseler:

     Yahu haberiniz var mı? Osman İbn-i Maz’ûn adamın parasını yiyecekti. Yemin teklif edince korktu parasını ödedi.

     Yahu bizim yanımızda verdi o parayı, demişler.  Filan yerde, filan mesele içün, görüşülmeye konuşmak için toplandık, o toplantı arasında bir münasebetle şu sen paranı al diyerekten,  hatta şu kimse de vardır fakat burada değil o da gelecek, demişler.

     Gidelim, bulalım!
Gitmişler o arkadaşına, para sahibine, demişler ki: 
     Niye böyle yaptın? Filan yerde, filan vakit şu mesele üzerindeyken, sana bu adam bu parayı vermedi mi? (Kendi yok ama)
     Eyvah! Demiş. Ağlıyor. Ne olur aramızı bulun.
     Onunla biz konuştuk, gücendiği yok, sen ondan sıkılıyorsun, o da senden sıkılıyor, demişler.
Gördün mü hulefaya. “Bir şey yok fakat mesele böyledir.” Ağlaya ağlaya geliyor.
     Beni affet, bir kusur yapmışım.
     Canım o bir şey değil, diyor. Onun bir ehemmiyeti yok.
Şimdi soruyorlar: 
     Peki, burada yemin etseniz, yalan değil bir hakikat, bir mesuliyet yok.
     Edemedim, demiş.
     Niçün edemedin, bir mesuliyeti yok?
     Düşündüm ben onu, demiş. Çok düşündüm. Yemin ne demek bilir misiniz? Demiş. Yemin, o mevzû hakkında Allah u Azimüşşan’ı oraya şahit ikame etmektir. Şahit getirmek. Hesap ettim, bir dostum beni alelâde bir mevzûda şurada “Seni mahkemede şahit ikame ediyorum.” dese kendi kendime müteessir olurum. Beni bu lüzumsuz işte niye kullanırsın, diye. Bütün mevcûdâtın sahibini yüz lira için şahit getiremezdim ben buraya, demiş. Baktım para da var, olmasa tabi mecbur olaraktan yapacağım. Fakat para mevcut. Yüz lira bende mevcut olduğu müddetçe bu adam da yüz lira istediği müddetçe, ben sahibimi Allah’ımı o kadar adi işe şahit ikame edemezdim. İçim götürmezdi.

Anlatabildim mi acaba? Bu lacivert kubbe, ne aşkta ne irfanda ne çapta insanlar yetiştirmiştir. Bir ona bak, birde annesinin nafakasını vermeyene bak.

Evet, bugünkü konuşma bu kadar yeter. Mâmâfih daha biz mevzûa girmedik. Etrafında geziniyorduk. Vakit geldi. Bugünlük bu kadar yeter. Sağ kalırsak yine devam ederiz.

[ (310). Band’ın 01:04:48’den 01:34’e kadar olan bölümü.]

Bütün âlemin zerreleri ittifak etseler bir adama hile dokumaklık içün, kaza-ı asumandan hükmü verilmedikçe hiçtir, hiçbir şey olmaz. Gene bütün zerrat-ı âlem ittifak etseler adama bir iyilik meydana getirmeklik içün, kaza-ı asumandan hüküm verilmedikçe tarih de tahakkuk etmez. Olmaz o, nafile satılma! Nafile seviye-i insaniyeni ayakaltına salma. Gölge avına çıkma. Değmez! Zülfe toz kondurma, ruhsara el sundurma, zulme divan durma!

(Neyse yüz sayfasını atlayalım, konuşacağımız yerin.)

Musa, bir gün Firavunun kucağında oturuyordu. Allah’ın gayret sıfatına ait bir bahsi anlatıyorum. Allah çok gayyurdur. Kendisinin kendi sevdiğinin tercihine bakar. Ve bu asırda da tercih imtihanı açmıştır. Hiç kimsenin başka bir şeysine bakmaz kestirmesi budur. Kim tercih edebiliyor? Ettin mi bütün noksanınla en yüksek diye, seni kabul eder. En ağır yeri bu: “Beni ve Benim Muhammedimi mevcûdâta kim tercih edebiliyor?” Serbest tercih!  “Efendim ben onu içimde, içime sor!” Etti, kusuru var muayyibatı var filan... Sormaz bile. Tercih, oraya bakıyor!

Ver yekî aybî büved bâ-sad hayât
Ber-misâl-î çûb bâşed der-nebât
Her-durâ der-terâzû yek-sân keşend

İlâ ahiri. Onu Mevlana gayet güzel derlemiş toplamış, Koca adam.

Ver yekî aybî büved bâ-Sad hayât
Ber-misâl-î çûb bâşed der-nebât.

Hakk’ın kendisini sevdiğini tercih edebilmeklik aşkı ile yaşamış olan bir kimsenin seyyiatı da olsa yarın adalet mizanında o seyyiatı, Allah: “Hasenat diye alırım.” diyor. Kötülükten vazgeçtik. “Hasenat” diye.

Görmez misin, diyor. Şekerciden nöbet şekeri alındığı vakitte o nöbet şekeri saman çöpüne takılıdır. Samana dizilidir. Tartarken onu samanı ile beraber tartarlar ve “Ne aldın?” dendiği vakitte “Nöbet şekeri ile saman çöpü aldım.” demez hiçbir o şekeri alan, doğrudan doğruya nöbet şekeri aldım, der. Allah da o kulun, o tercihini alırken o ismi verir. Öyledir, tercih ama çok zor. Öyle ağır ki onun imtihanı. Evet, öyle ağır ki!

Misal verebilir misin? Vereyim sana. İster misiniz? Biraz uzadı ama. Dini bir mevzûdan misal vereyim daha çabuk anlaşılsın.

Bir gün orucunu terk etmemiş, kendisi mükellef olduktan sonra, bir şahıs tasavvur edin. Fakat günün birinde öyle bir topluluğa tesadüf etmiş ki, bu mefhûm da bu mevzû da yaşayan insanlara hakaret ediyorlar. Dünya bu ya, öyle bir yere tesadüf etmiş ki, imkânı yok orada oruç. Alay mevzûu olacak. Bu adam öyle bir mevzûa, mecliste bulunmuş. Ama ömründe bir günü yok, hepsini Hudâ’nın emri demiş, emr-i taabbüdü[16] demiş, ifâ etmiş. “Bugün, şimdi bunlar benim öyle bir mü’min olduğumu, Hakk’ın bu emrine gönül verdiğimi hissederlerse bana geri kafalı derler. Ama şimdi bir kahve gelecek yahut bir limonata gelecek, ben bunu bir bahane ile diyeyim ki mazurum ben perhizim, diyeyim atlatayım.” İkram ediyorlar bir şey.  “Af buyurun, ben perhizim. Bunlar benim sıhhatim ile alakadar onun içün teşekkür ederim.” dedi. Atlattı. Onlar da onun farkına varmadılar. Zavallı adam yandı. Hakk’ı tercih edemedi. Anlatabiliyor muyum işin inceliğini. Buraya bakıyor şimdi, senin tuttuğuna tutmadığına bakmıyor Hudâ. “Ya, benim hatırımı kırk paralık, yarın leş olacak olan bir camiadan aşağı tuttu!” İyi ama bunun bütün ömrünce kırk beş senelik şeyi var, otuzar günden şeyi var, hepsi yerin dibine batsın. Bir şey anlatabiliyor muyum? Bir, bu.

Şimdi öyle de bir adam var ki; bu hususta nefsine mağlup, hayâsı da galip. İmanı da var, tutmuyor, tutamıyor. Fakat kimse de onun tutmadığını bilmiyor. Ömründe bir gün tutmamış, olur ya hayatında bir gün olsun. Yok, öyle bir hesabı yok. Yine böyle bir mecliste o da bulunuyor, ona da bir şey şey ederlerken birdenbire, celale geçiyor. “Benim bugün büyük bir yere gönül vererek, emre itaat ettiğimi bilirsiniz. Bu bana hakarettir, bana hakaret Allah’a hakarettir, tepelerim sizi!” diyor. Anlatabildim mi? Öyle bir tercih ki; bir milyar sene ömrü olsa da hepsini her gününü de oruç tutsa, o tutulandan çok yüksek. Bir şey anlatamadık galiba. Tercih, bunu istiyor! Kim benim hatırımı sayabilir? Bu gibi insanlara ehl-i hâl der ki: “Bunlar mirasyedi şeklinde mânâya sahip oluverenlerdir.” der. Nasıl insanın hiç kimseden haberi yokken taaaa bir cihanın bir köşesinde amcası olur, yüzünü görmez, milyonları kalır, ararlar ararlar. “Gel burada elli milyon lira var.” derler. Emeksiz ona sahip olduğu gibi, böyle bir takım insanlar da vardır ki, böyle ufacık bir hukuku müdafaadan bakarsın ki, Allah bir mânâ tacı giydirir. “Al!” Ama zordur bunlar tabi. Bunlar zor!

Ma’hud[17]  kıptinin, biz şimdi hepsini anlatmayalım uzun sürdü bu konuşma. Daha da konuşacağımızı bahse girmedik, giremeden ineriz zararı yok. Mevzûun zevkinden hasta çıktım, şimdi çok sağlamım. Belki farkındasınızdır. Çıktığımda hastaydım hakikaten. Atlanmıyor ki atlanırsa tadı kalmayacak. Nihayet bir gün… Buraya nereden girdik? Ne diyordum?

Allah, gayyurdur değil mi? Kaybetmeyin yerlerini, gayyurdur. Çok durur üzerinde. “Beş sual sorarım.” diyor kendisi. “Ben, beş sual sorarım insana.” O sualler ne? Onlar dursun, başka bir konuşmada söyleriz. “Ahlaksızlık çok sâri oldu mu beşini birden sorarım. Devr-i saadet olursa, emn-ü eman olursa, insanlık hâkim olursa, bir tanesini sorarım, geç geç derim. Bir tanesini sorarım geç!” Hani vardır ya böyle yaramaz ahlaksız talebe, imtihana girer, tesadüfen suali bilse, bildiği hoşuna gitmez. Bir talebe bildikçe hocanın göğsü kabarır, ah bildi bildi diyerekten. Bir tanesi de bildikçe canı sıkılır, bir daha sorar, tek bilmesin diyerekten. Allah da öyle. “Beş tane birden sorarım!” diyor.

Musa, biraz şöyle büyümüş,  kucakta bir vaziyette. Firavunun uzun sakalı var. Kucağında okşarken sallamış. Hazreti Asiye’de, karşı böyle karşıda oturuyor.

     İşte, demiş çıktı!
     Ne çıktı?
     Benim altımı üstüme getirecek bu! Keratada ki hassasiyete bak. Bu!
     Masum yahu! Demiş.
     Sen bilmiyorsun, demiş! Elinin sallanış tarzındaki mânâyı. Bir sallama vardır, bir de içinde gizlenmiş mânâ vardır, bunu duyuyorum ben, demiş. Derhâl imha edeceğim!
Başlamış ağlamaya Hazreti Asiye. “Yapma” demiş.
     Şimdiye kadar dinledim kırmadım fakat şimdi yapacağım!
     Temyiz kudreti yok bunun, demiş. Şimdi getir bir tepsi mücevher, demiş.  Bir tepsi ateş göreceksin ki kendini ateşe atacak! Mücevhere atmaz, ateşe atar! Artık mücevher dururken elini ateşe atan kimse imha edilir mi, insaf eyle! Demiş.
     Tecrübe edelim, demiş. Bak elini ateşe mi atar, mücevhere mi atar. Bir tecrübe daha yapayım senin içün! Fakat elini mücevhere atacak, göreceksin, attığı vakitte de imha edeceğim!
     Yap tecrübeni de ondan sonra ne yaparsan yap, demiş.
Getirmişler, öyle der Hazreti Asiye: “Hayatımda bir yalvarışım vardır, içim çırpınıyordu, kalbimin çırpındığını kalıbım duyuyordu. Aman Yarabbi! Ne olur ateşe attır elini. Şu el ateşe atılsın, ne olur!” Böyle. Gelmiş! “Bakıyorum, diyor. Çocuğun eline, daha uzaktan gelirken eli mücevhere dönüyor, diyor. Ben de orada biteceğim, belki de bitecektim, nefesim bitecekti, diyor. Artık hangi el ona elini vurduysa, diyor. Birdenbire ateşe yapıştı, taak ateşi ağzına attı!”
Ağzı yanmış, onun için rekaketli[18]   konuşurdu. Musa, rekaketli konuşurdu. Eli de yanmamış, bu da tuhaf bir iş. İnsan eline alınca yanmaz mı? İlk önce eli yanar, sonra ağzı yanar, yanmamış!  Manzume-i Kuvve-i İlahinin Reisi olan, kuvveye: “O eli yakma, zalimin sakalını salla!” der.  “Ağzını yak!” İlk önce o zalime “baba” dedi. Anlatabildim mi? İlk konuşurken Firavunun kucağında büyüyor ya, baba demiş ona, Allah’ın gücüne gitmiş. Hani gayyur dedim ya. Bir şey anlatamadık mı? Hâlbuki o şey değil, mükellef değil. Bir sual vakî olamaz, bir şey ama gayret. Allah’ın işleri acayip. Gayret! Sonra ufak bir şeyden Hudâ kırılır. Çok!

Bir misal vereyim de daha iyi anlayın. Bir gün Hazreti Muhammed, Hazreti Aişe’nin odasına giriyor. Girmiş, cariyelerden birisi namaz kılıyor. Buhari’dedir bu. Kütüb-ü Esasiye’de. Sormuş, “Nedir bu?” Yatsı değil. Genç çünkü sinnen
[19] tekâmül etse şey etmez, müdahale etmez. Yani mektuv[20]   olan, mefruz[21]  olan değil. Nevafil[22]  ki biz şimdi burada diyelim, sevap namazı diyelim, nevafili ben nasıl diyeyim karşılığını? Anlayıver sen benim diyeceğimi. Omzuna vuruyor. “Meh meh/ bırak bırak! Sen bunu bir niyetle bir zevk ile yaptın, yapıyorsun. Buna Allah alışır, sen sonra yarın yapmadın mı gayretine dokunur, yıkılırsın o vakit. Ne emretmişse onu yap!” Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? O da mühim bir inceliktir. Gayet mühim bir yeri.

O bana gelir bazen derler ki: “Efendim bizim çocuk maşallah gece şunu yapıyor, bunu yapıyor.” Kaç yaşında, derim. “İşte on beş, on altı.” O eğer hakikaten ihlası varsa, ona farz olan kısımları yaptırın, nevafili yaptırmayın. Bu emirden alırım bunu da hem şimdi güvenilmez, yirmi beşinden sonrasına bak. Yirmi beşinden sonrasına bak! O ilk önce bir velinin menkıbesini okumuştur duymuştur, ona üzenmiştir. “Ben de öyle olayım!” demiştir. O, öyle senin ben de olayım, demenle değil ki, o bir Mevhibe-i Sûbhanidir. Sonra o hâli tamamen ben alayım. Yelkenli gemi ile kayıkla, yelkenli kayıkla Amerika’ya gidilmez. Gemi lazım. Anlatabildim mi?

Mesela insan-ı kâmilin bir kıssasını anlatırlar. O kıssayı anlatırlarken, onun şeyini de anlatmak lazımdır. Onun hâlini de ki o adamın ayağı kaymasın. Bizde en mühim nokta böyledir. Herife dersin ki: “Kırk sene kıldın da ne hayrını gördün!” der, kâfir edersin adamı! Anlatamıyor muyum acaba? Hooop, kâfir edersin adamı. Öyle değil!

Şimdi mesela bir misal, besmelesiz iş sonsuz iştir. Herhangi bir işe ki besmele ile başlanır, muhakkak hayır, emanet tahakkuk eder. Muhakkak. Ama bunu söylerken, bunun oluş tarzını da anlat, o adamın ayağı kaymasın.

Şimdi mesela der ki: “Güzel, kocaman bir boy aynası, kaldırıyorduk, bende, Bismillâhirrahmânirrahîm diyerek kaldırırken ayağım takıldı şırakkadak düştü kırıldı. Hani bizim  besmelenin  faydası?” Der bunu! Ama sen bunun hikmetini anlatırsan bunu diyemez o! O nedir o? Söyleyeyim mi orasını da. Hadi bugün zevkim var söyleyeyim bari.

Cenab-ı Hak büyük Kitab’ında: [23] وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا     

Buyuruyor ki: “Ben Âdem’e bütün isimlerimi talim ettim, bildirdim, öğrettim.” Âdem bütün Hakk’ın isimlerine, böyle keyfiyeti bizce meçhul, Cenab-ı Hudâ, Allah muallim, nasıl talim etmişse mest-i müstağrak bir şekilde talim etmiş, Hudâ birdenbire sormuş:  “Senin adın ne?”  “Unuttum Yarabbi!” “Ha, demek ki kendini unuttun, o hâlde Ben sende tahakkuk ettim, seni de halife yaptım.” Sen şimdi o besmeleyi çektiğin vakitte, Allah’ın bütün isimlerini talim edilmiş bir şekilde kendini unutabildin mi? Kendin ara yerden çıkabildin mi? Bu tamamen hâline geldi mi? Ne cam kırılır, ne ev yanar, ne şu olur, ne bu olur fakat kendinde bulunduğun müddetçe ayna da parçalanır ev de yanar. Anlatabildik mi acaba? Bunun ikisini birden söyleyerekten anlatacaksın ki bir netice meydana gelsin.

(Buraya nereden girdik? Nereden girdik buraya? İyi dinlemiyorsunuz. Nereden girdiğimi söylemiyorsunuz.)

Onu yakmasında da bir merhamet var. Mevlana der ki: Yaa! “Musa, Allah ile serbest konuşmak hakkını aldı ama sen o belaya giriftar oldun mu? O’nun uğrunda ağzı yandı, der. O azabın cinsinden Allah ona ikram eyledi!” der. Onun uğrunda o ağız yandı, yandı ama Allah ile serbest konuşma hakkını aldı. Burasını da anlatabildik mi?

Sen eğer hayatta masum olaraktan bir iniltiye bir sıkıntıya düşmüşsen, bilki ebediyete inanmışsan eğer, ikinci hayat ki asıl yaşama hayatıdır. “Ahh ne olurdu biraz daha fazla olsaydı, biraz daha inleseydim...”

“Kerim olanlar, kerim olanlara dahi yüzsuyu dökmez.” Buraya geliyoruz şimdi. “Kardeşim Musa gibi!” dedi. Bir gün sarayda bahçede dolaşırken, Firavunun adamlarından birisi masum olarak Ben-i İsrail’den birisini tokatlıyor, öldüresiye. Gelmiş:
Niye vuruyorsun!” demiş.
Keyfim öyle istiyor!” demiş.

Vardır öyle canavar ruhlu adamlar. Var, zevk alır öyle. Ama Kudret, isterse değiştirir insanı da. Öyle iken başka türlü olabilir.

Seyyid Nizam da otururlarken, birkaç arif zat sohbet ederlerken birdenbire bir asker çıkagelmiş. “Selamun Aleyküm” demiş. Girmiş içeriye. On, on beş kişi zürefadan[24]  insanlar, muhabbet sohbet esnasında, “Aleyküm Selam” demişler. Oturmuş er. Gayri ihtiyâri bir sükût kaplamış. Kimse konuşmuyor. Birdenbire birisi demiş ki:

     Evlat nereden gelirsin sen, demiş. Nereye gidersin?
     Mısır’dan geliyorum, Balıkesir’e gidiyorum.
     Neler gördün, bu kadar uzun yolculuğunda anlat bakalım.
     Vallahi hiçbir şey görmedim, demiş. Yalnız, demiş. Bir hâlimi anlatayım size, demiş. Ben, demiş. Asker olmazdan evvel Balıkesir’deyken, ceketimi omzuma kordum, sabahleyin evimden çıkardım. Şöyle etrafıma bir bakardım, birisi bana şöyle yan baksa da kafasını şöyle şöyle, şöyle, şöyle, şöyle… Yahut birisi bir parça dokunsa da (elleri iriymiş adamın) şöyle şırak diye bir vursam, iki gün dursa böyle. Hep bu neşe ile yaşardım, her gün böyleydim. Şimdi, demiş. Yine aynen gideceğim, sabahleyin kalkacağım, bu sefer ceketimi giyeceğim, kollarımın üzerinde değil, böyle önümü ilikleyeceğim ve niyet edeceğim. Gördüm ki yolda birisi birisini ezmek istiyor, hırpalamak istiyor, pazılarım da çok kuvvetli, demiş. Onu tutacağım, “Gel arkadaş, bu adam zayıftır, seni tatmin etmez, sen bu işin zevkini bunu dövmekle alamazsın, bak bir geniş surat, büyük bir surat, vur elinle!” Anlatabiliyor muyum acaba? İşte ben, demiş. Bunu gördüm bunu biliyorum şimdilik.
Burada bulunan zât derdi ki: “Hazreti İsa’nın bir tarafına bir tokat vururlarsa, bir tarafını çevir sözünü, o asker o hâlini anlattığı vakit anladım.” Bir şey anlatamadık galiba. Yok! Lazım gelen yerini yine söylemedik ama başka bir zaman. Onun bir hikmeti var. Nasıl olmuş o iş?
Zevkim içün dövüyorum” deyince, “Bir daha elini kaldırma, demiş. Tepelerim seni! E ben vurayım da sen bakalım ne yapacaksın?”  demiş. Yine Ben-î İsrail’e vururken, o garip adama her neyse, Musa  “Bu el senin Yarabbi!” demiş. Şak! Düşmüş ölmüş. Onun içün yed-i beyza derler. O sözünden dolayı Cenab-ı Hudâ diyor ki ona:  (Bir gün size o hikmeti anlatırım.) “Elini koltuğunun altına koy da çıkar bakayım!” diyor. Biraz şöyle koy. Ondan sonra çıkardığı vakitte eli başka türlü görünüyor.
Şiirlerde filan geçer, Yed-i Beyzâ.  Yed-i Beyzâ. Neyse, bunlar ilmi zevk. Firavun da rüyasında bu hadiseyi görmüş. Musa’da o rüyada sarayda söylene söylene onu duymuş. “Bu rüya hakikat benim üzerimde tahakkuk ediyor.” diyerekten taa Diyar-ı Medyen’e. Firavuna haber gitmiş ki yaverlerinden birisini Musa bir tokatla öldürdü. “Hah, işte bu adam, demiş. Görüyorsunuz çıkıyor rüya, takip edin!”

Hududu geçmiş. Geçmiş ama bitmiş. Karanlıklar basmış, bir su dibinde oturuyor; aç, yorgun, yersiz, yurtsuz, ma’hud kıptinin takibine maruz bir vaziyette. Üç tane, herkes hayvanlarını suluyor, üç tane ismet, iffet numunesi… Belli olur, erkeğin de ehl-i hâli belli olur, kadının da ehl-i hâli belli olur. Allah hususi bir hâl verir. Anlatabiliyor muyum acaba? Erbabı bilir. Böyle, mücessem-i edeb-i vefa. Herkes gelip suyunu dolduruyor gidiyor, hayvanını yokluyor filan, onlar kenarda bekliyorlar. Çok gücüne gitmiş Musa’nın. Hemen kalkmış, bitap bir vaziyette ama ne de olsa Musa. Yaklaşmış:

Sıkılmaz mısınız?” demiş. “Vaka ben bu diyarın garibiyim, Allah’ın karibiyim! Demiş. Bunlar sizin hemşireleriniz, kendi ırkdaşınız, kendi vatandaşınız, ne bileyim her şeyiniz, hepiniz gider, bak hava karardı, demiş. Bunlar ne vakit gidecekler?”

Bir iki kişi bir şey yani ne müdahale ediyorsun gibi filan derken, Musa’nın, Musa’ca gözlerini açmasından titremeye başlamışlar. Kızların hayvanlarını almış, sularını sulamış.

Susuzdur ve had derecesinde açtır. Kemal-i hürmetle davet ettiler. Davet etmişler, aynen babalarının söylediklerini de kendilerine söylemişler, o gelinceye kadar da Hazreti Şuayb sofrayı kurdurmuş:

     Vakit geçmeden buyurun efendim, demiş.
Had derecesinde açmış, Hazreti Musa:
     Bu sofraya elimi sürmekten Allah’ıma sığınırım!
     Nüçün, demiş.
     Zira bu sofra zannedersem kızlarınıza yapmış olduğum hizmet mukabilinde kurulmuştur. O göz önüne getirilerek bu hazırlanmıştır. Ben, hizmeti Allah’a yapmışımdır.
     İşte ödüyor, o sofra da Allah’ın sofrasıdır!
Şuayb’ın sofrası, Allah’ın Nebisi o, O’nun. Hülasa, teminat almadıkça elini sürmemiş. Onun üzerine İmam-ı Ali diyor ki:

“Kerim olanlar, kerim olanlara dahi yüzsuyu dökmezler. Kardeşim Musa gibi, Şuayb’ın sofrasına teminat almadan elini sürmedi.” diyor. Fakat bunlar ahlak mefhûmu ile mânâ mefhûmu ile olur. O mefhûmdan soyunduktan sonra değil kerimin sofrasına, zalimin adi sofrasına bütün insanlık hislerini satarlar!

Bugünkü konuşma bu kadar yeter.


[1] Meşbu': Tok. Doymuş. Kanmış.
[2] وَفَوْقَ كُلِّ ذ۪ي عِلْمٍ عَل۪يمٌ "... Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen (âlim) vardır." (Yusuf suresi:76. Ayet)
[3] Füruat: Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler.
[4] Terahi: İşde gayretsizlik, gevşeklik, ihmal. Uzaklaşma. Sonraya bırakma. Gecikme, geç kalma. Geri durma, geri çekilme.         
[5] Mustalah: Istılahlı. Garib ve az kullanılır kelime ve terimlerle dolu olup pek anlaşılmayan.
[6] Hadis-i Şerif (D.İ.B.Y. Sahihi Buhari; 3/40)
[7] Muadele: Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ.
[8] Mevkuf: Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan. Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen. Ait, bağlı.
[9] Mübalat: Kayırmak. Dikkat etmek. İtina göstermek.
[10] İhtizar: (İhtidar) Huzura çıkmak. Hâzır olmak. Can çekişmek. Hastanın ölüme hazır olması.
[11] İstiskal: Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek.
[12] Yed: El. Mc: Kuvvet, kudret, güç. Yardım. Vasıta. Mülk.
[13] Nigâhban: Bekçi. Gözcü. Gözleyen.
[14] Aguş: Kucak. Sığınılan yer.
[15] Tefessüh: bozulma çürüme
[16] Taabbüd: İbadet etmek. Kulluk etmek.
[17] Ma'hud(e): Vaad edilen. Söz verilen. Belli olan. Mezkûr, sözü geçen.
[18] Rekaket: Kekeleme, dil tutukluğu.
[19] Sinnen: Yaşça (Sin: sene, yaş)
[20] Mektuv: tav'an/gönüllü" olan şey manasına gelebilir.(Fuad Durgun)
[21] Mefruz: Farz olunmuş. Farz hâline gelmiş. Çok lüzumlu. Farz kabilinden olmuş.
Var sayılan.
[22] Nevafil: Farz ve vâcib olandan başka ibadetler. Nâfile (yani sevab için kılınan) namaz veya tutulan oruçlar.[23] Bakara Suresi 31’nci ayet-i Kerime وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Meali: Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: "Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin." dedi.
[24] Zurafa: (Zarif. C.) Zarifler. Zarif, hoş, tatlı ve nâzik konuşan, kibâr ve nâzik hareket eden kimseler.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017