037 (15.03.1959) 95 dk (211)
Vazifeden doğan ahlak, aşktan
doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakında
mastarı kalp.
Aşk, kalp, vazife, akıl, bunların
heyet-i umumisi mânâ-i insaninin birer vasfı olması dolayısı ile mevzû doğrudan
doğruya insan mefhûmu ile suret ve sireti, zahiri ve batını, Hakk’a muhatap
olan canla meşgul.
·
Bu cümleleri her konuşmamda tekrar ediyorum, iki
sebebe belli. Biri, yayılsın.
Ruha hitap eden şeyler ağır olur.
Nefse hitap eden şeyler gayet kolaydır, hoş olur. Binaenaleyh, buraları da ruha
hitap eden noktalardır. Bunu insanlık âlemine sevdire sevdire hazmettire
hazmettire yayacak olursanız, kalpteki gayeyi, geliş ve gidişteki insani
vazifeyi yapmış olursunuz. Bunu yayma şekilleri muhatabın isti’dadına bağlıdır.
Muhatabı tutarsında şunu böyle yap bunu şöyle yap, dedin mi tutmaz o. Öyle
değil. Bunu yayabilmek için evvela, insan kendisi söylediği sözün hâmili
olacak. Söylediği sözün hâmili olabilmesi içün evvela yalanı terk edecek.
Görüyor musunuz ne kadar zor yerleri var işin?
İlk iş, ahlak mefhûmunda ilk ders, adama yalanı terk ettirmektir.
Harici bir misal vereyim size. Çok
susuz bir adam, yanıyor: “Su!” Malum ya Hint’de fakirler altı ay aç durur da
bir haftadan fazla susuz duramaz. Çünkü su, hayatın en büyük unsurudur. Acaba
anlatabiliyor muyum inceliğini. Bu vücudundaki seksen kilonun kısm-ı azamisi
sudur. Onu biz bedava bulduğumuz için kıymetini bilmeyiz. Zaten en büyük
şeyleri Cenab-ı Hak, bol yapmıştır. En güç nimetleri, en zor ne bileyim işte
hayatta en büyük lazım olan nimetleri, daha güzel geldi cümle, bol yapmıştır.
Biri su, biri hava, biri güneş. O güneş:
“Sen fakirsin geri çekil, sana başka türlü feyzimi vereceğim, sen zenginsin sen
şu tarafa gel, senin masan büyük bu tarafa gel, senin masan küçük...” demez.
Herkese müsâvî şekilde. Anlatabiliyor muyum? Herkese müsâvî şekilde feyzini
verir. Hava da öyle. Vücudun nasıl gıdaya suya bedenin ihtiyacı varsa, mânânın da
Allah’a.
En güzel ahlak kimin ahlakı? Allah’ın
ahlakı. Anlatabildim mi acaba? Bak gayet açık. Ahlaktan maksat; o bir yığın
yazılmış yazılar, nazariyeler, bilmem şunlar bunlar değil. Ahlaktan maksat, Yaradan’ın
ahlakını giyinmektir. Kestirmesi bu. Settardır: Kimsenin ayıbını
yüzüne vurmaz. Affedicidir: Boynunu büktüğün vakitte yapmamışsındır,
der. Bu kadar da naziktir. Hani boynunu büktün değil mi kendi kendine şöyle “Ben bunu yaptım.” diyerekten. Seni sana
teselli ettirir. Yapmamışsındır, der. Rahmandır: Bütün çirkinliklerini
görür. “Buyurun rızkın” der. Bu şimdiye kadar söylemediğim yer bu. Söyledim ama böyle açık cümle ile söylemedim.
Ölçü bu. Vâhid-i kıyasi[1]
bu.
Gelelim yine ilk konuştuğumuz
noktaya. Susuz bir insan, suyu bulduğu vakitte kanar değil mi? İçince şöyle bir
kanar, bir huzura kavuşur. Doğru konuşmakta insanın kalbinde öyle huzur verir.
Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Huzura kavuşturur insanı. Huzur. Doğru
konuştun mu huzur. Yalan konuşsan, kabul da ettirsen, yalanı doğru şekilde
afaka, kabul ettirsen dahi içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudun
sana huzur vermez. Hayatta en huzur içinde yaşayan adamlar, hiç yalan
söylemeyen adamlardır. Acaba anlatabiliyor muyum? Hiç. İşte ahlak insana
ilk önce burayı attırır. Bu sıfatı. Öbür tarafı kolaylaşır ondan sonra. Onu bir
defa tepeleyebildi mi insan, diğer çirkinliklerini tepelemesi gayet kolaydır.
Çünkü dikkat edin, kâinatta ne kadar rezalet, ne kadar cinayet, ne kadar
çirkinlik varsa, muhakkak yalan tezgâhında dokunmadan yapılmamıştır. İlk önce
her fenalığı yapacak adam o tezgâha uğruyor. Orada dokur, ondan sonra harice
çıkar. Onun içün sık sık söylemişimdir, yine tekrar münasebete gelmişken
söyleyelim, en canlı misali odur.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi
Hazreti Muhammed’e sormuşlar: “Ya Rasulullah mü’min zina eder mi?” “Yakışmaz
ama edeni bulunur.” “Mü’min yalan söyler mi?” “Hayır!” demiş.
Şimdi hepimiz kendimizi bu Cümle-i
Ahmedi de imtihan edelim. Bir daha tekrar edeyim. Böyle otururlarken gelmişler sormuşlar
demişler ki Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine...
Almanya’yı Almanya yapan Bismark,
kendi kendine der ki: “Ben talihsiz bir adammışım, eğer ben hakikaten bahtım
talihim olsaydı, Onun asrında yetişir. Ona hizmet ederdim.” Acaba anlatabiliyor
muyum. Bu cümle kâfi işte. Almanya’yı Almanya yapan adam, öyle diyor. Ahh,
diyor. O bir defa gelmiş, bir daha gelmemiş ve bir daha gelmez. (Tabir aynen
onun tabiridir.) Bende talihsiz bir adamım. Onun asrında gelmemişim. Ona hizmet
etmemişim.” Ona soruyorlar. “Mü’min zina eder mi?” “Yakışmaz ama edeni bulunur.”
“Yalan söyler mi?” “Hayır!”
Buraya nereden girdik? Bu işi
hani ahlak üzerinde çalışmak isteyen kimseler ilk önce kendilerine tatbik
ederekten, hayır mefhûmunda müsabakaya çıkıp muhatabının seviyesine göre
aldığını vermek. Çünkü bu mevzû o kadar ince bir mevzûdur ki, bir adam kötülüğü yapmıyor, kötülüğü yok.
Fakat iyilik yapmaklık kudreti varken iyiliği de yapmıyor. Ahlak der ki,
kötü adamdır o. Bir şey anlatabildim mi acaba? Kötülüğü yok, hiçbir kötülük
yapmamış fakat iyilik yapmak kudreti var da onu da yapmamış. Kötü adamdır, der.
Yaa, insan öyle ufacık bir şey değil ki! Tabi mükellef bulunması dolayısıyla
çok mesuliyetli bir mevcut. Sözle, seyri istemiyor. Oradan insan kemale ermez.
Ahlakın mânâsında bir bahis
vardır. Bir insan ne vakit kâm alabilir? Makam-ı seyre çıkınca. Seyir
deyince bizim bildiğimiz mesire değil. Kudret’in seyrine çıkınca. Onu okur
insan, kelimesi ile o seyri yapar. Hâlbuki Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi diyor ki:
“Seyri Allah ile yapacaksın.”
diyor. Anlatabildim mi? Ben daha bu bahsi size açmadım. Çok misaller lazım. O
vakit daha iyi anlayacaksınız ama inşallah bir iki konuşma sonra filan,
misalleri ile açarız.
Öyle ahlakı talim edecek ki
ahlakı tefhim[2] eden
adam, sözünden değil, gönül rayihasından. Anlatabiliyor muyum acaba? Sözünden
değil, gönülde bir rayiha olur. O karşısındaki adam ondan müteessir olacak.
Alacağını o gönül rayihasından alacak. Bizde vardır bazı adam; gençliğinde ne bilelim işte, bütün
çıkıklıklarla geçirmiş, yaş gelmiş yetmişe, ondan sonra bir kenara çekilmiş, önüne
gelen adamın işine kusur bulur, şöyle yap böyle yap! Beyefendi zât-ı âliniz yirmi yaşındayken hiç
böyle değildiniz. Hanımefendi siz on beş yaşındayken böyle değildiniz. Şimdi
yetmiş yaşındayken bunları konuşuyorsunuz. Bu sözlerinizle de şöyle yap böyle
yap demekle hiç kimseyi yola getiremezsiniz. Gelmez. Anlatabiliyor muyum?
Gelmez. Vurmuş kırmış yakmış. Ee, kudret elden gitmiş, takat kesilmiş, ondan
sonra makbul olan nedir? “Ben böyleydim Kudret bana acıdı, bana haddizatında
elini benden çekmedi. Çekmedi ki ben aslıma doğru rücû etmeklik şekilleri geldi.”
derse, o belki geçmiş olanlar kapanır. Fakat daha hâlâ onun ki benliktendir.
Anlatabiliyor muyum bir şey? İçi doludur onun. Sesi güzel çıkmaz.
Yine büyük insanın sözünü
söyleyelim. Rasûl-i Ekrem der ki: “İnanan ve istikbalin de inananların olduğuna
inanan, kendisinin abes ve mensi bir kenara atılıp bırakılmayacağına inanmış
olan adam, bir divanda bir gün hesap vereceğini kabul etmiş olan bir kimse (Bugünkü
tabirle tercüme edelim.) uda benzer.” diyor. Ud, saz. Ud yok mu ud. Bunun içi
dolu olursa, ud kullanan kimse bırakır, bunun sesi çıkmıyor, der. Kendileri
böyle buyuruyorlar. Fakat kendi kendinden soyunursa, içi boş olursa, onu
kullanan kimse onu elinden bırakmaz. Güzel sesi çıkıyor, der. Allah da, diyor. “Bir
kul boşalırsa onu elinden bırakmaz. O daima Allah’ın elindedir.” Bir şey
anlatabiliyor muyum? O daima Allah’ın elindedir.
Geçen konuşmamda söylediğim gibi, güzel sesi çıksın
diyerekten de biraz sıkar. Belki geçen konuşmamda bulunmayanlar vardır, şu söz o
geçen konuşmayı ikmal ediyor. “Günahkârın yalvarması diyor, suçlu insanın
nedametle Kudret’e ilticası, buhurdanlığın rayihası gibidir. Sema âlemini
harekete getirir. Melekût onun tarafından Hakk’a müracaat eder. Sen’den
başkasını tanımadı Ya Rabbi! Sana müracaat ediyor, niçün kabul etmiyorsun?
Bunun ilticasına rağbet et.” Kudret tenezzül eder, öyle mi zannedersiniz? Kabul
etmedim de mi bıraktım, zannedersiniz?
“Ben onun hakkında ona layık olan
bir işse derhal, mâdâmı ki Bana rücû etmiş, onu Ben yerli yerine yaparım.
Hakkında layık değilse, o bilmez iyiyi kötüyü, ona yapmam. İşinde yapılış
yapılmayış tarzını ona böyle derhal belli etmeyişim, Benimle nispeti kesilmesin
içündür. Ben ona bela vermeseydim, bin sene ömrü olsaydı bir gün yanarak Allah
demeyecekti. Acıdığımdan dolayıdır. Ben onu eğer boğup sıkmasaydım,
bunaltmasaydım yani ya, o tatlı bir şekilde bir düşmüşün hâlinden anlamazdı.
Onun o kadar başı semaya dikilmişti ki, hiçbir iniltiyi duymazdı. Şimdi nâsın
iyalullah olduğunu anlamaya başladı ve herkese doğru kalbi gitmeye başladı. Benimle
de irtibat kuvvetleşti. Bende o sedayı beklerim.” diyor, Allah.
Buraları söylerken de biraz
korkarım ben. Neden korkarım? Esas itibariyle sözü kısaltalım. Küçültelim.
Burası kalma yeri değildir. İşte dünya denilen. İşte görüyorsunuz hepimiz.
Dünya denilen sahne öyle bir kalma yeri değil. Hemen hemen her konuşmamda ve
münasebet aldıkça gerek böyle toplu konuşmada gerek hususi konuşmada, daima
söylerim ki, bu sahne-i şuhûd insana layıkıyla huzur vermez. Sen kendi kendine
tahayyülünde “Şöyle olursa oooh diyeceğim.” Hayır efendim! Ohh nefesi, son
nefesindir. Ohh dedin mi yallah musalla taşına. Ondan evvel yok. O kendi
kendine söylersin: “İşte çocuğum büyürse şu şekilde yetişirse, şunu şöyle
yaparsam işte şuradaki yeri şöyle ikmal edersem, işte maaşıma şu kadar zam
olursa, şu olursa, bu olursa...” Onların hepsi olur olmaz. Yine oh yok. Ohh
dedin mi doğru hadi bakalım, istikamet karşıki çukura! Ohh nefesi son nefestir.
Ondan evvel yok. Onun için ikbalinde daima söylediğim gibi, hud’a vardır.
Dünya insana bazen yüz gösterir.
Fakat o yüz göstermiş olduğu şeklini de bilir misin? Ne kadar hile vardır onun?
O, neler dokur o. Adamı nasıl avlar. Avlanmamak. İşte o birinci sınıf
insanların işi. Boşaldı mı, hani dedik ya öyle tarif etmişler, sazdaki ud
gibidir, diyor. Udun içi dolarsa iyi ses çıkarmaz. Rasûl-i Ekrem bu misali
getirmişler kendileri gayet güzel. Ve onu diyor o işi kullanan, o işin
mütehassısı olan zat bırakır, bunda iyi ses yok. Boşalmışsa lazım gelen o pes
sedalar, tiz sedalar onların hepsi birleşir, birbiri ile gayet güzel bir eda
olur. Binaenaleyh, inanan kimsenin de içi dolu olduğu müddetçe öyle birçok
çirkinliklerle. Kudret’in eli onun üzerinde yoktur. İçini boşalt da diyor,
Kudret elinden tutsun senin, diyor.
Hülasa, şöyle bir cümle verelim. Nefsaniyet,
cehennem gibidir. Cehennemin ve cennetin daru's- selamın ve onun mukabili
olan yerin, umur-u hariciyede bir vücudu olduğu gibi senin iklim-i vücudunda da
birer varlıkları vardır. Nefsaniyetin galipse sen doğrudan doğruya mükemmel bir
cehennemsin. Kendin kendini yakıyorsun hep. Anlatabildim mi acaba? Nefsaniyet hâkimse.
Rahmaniyet hâkimse sen doğrudan doğruya bir cennetsin. Bak kendine, hangi
taraftasın. İnsanın derununda iki tane derya vardır. İki derya. Hangisi akıyor,
hangisi galip? Nereye kadar geldi? Bunları da söyleyeceğim ama bugün değil.
Buraya nereden girdik? Adam iyi
adam, kötülüğü yok fakat iyilik yapmaklığa da takati var. Gücü de yeter,
iyiliği yapmaz. Ahlaka göre kötü adam. Çünkü sen, senin değilsin. Bir hizmetle
gelmişsin, o hizmetini yapmıyorsun. Vazifelisin, boş bırakmıyor ki Kudret. Yine
her hafta söylediğim gibi gelmede gitmede ihtiyârımız var mı? Sordular mı bize, bize soruyorlar mı ki? “Siz, bir sahne-i şuhûd
vardır, dünya denilen bir mahal vardır, teşrif eder misiniz?” Sormazlar, giderken de sormazlar. Gelirken
sormaz, giderken de sormaz. Bakarsın ki gayet sert bakan kafa, sert basan sıkı
ayak. Öyle acayiptir ki Kudret. Ne kadar istihza muamelesi yapar.
[3] اَلْهٰيكُمُ التَّكَاثُرُۙ حَتّٰى زُرْتُمُ الْمَقَابِر Bunun, İmam-ı Ali bir tefsirini yapar. Bir gün unutmazsan aynen getireyim de kalp yerinden hoplar. Tabi kendi görüşü ile yapmış. Muazzam bir şey. Eyy, makam-ı iftiharda gezinenler! Bir iftihar vardır, ona Kudret izin vermiştir. Onun şeyi şu:
[4] وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّث “Benimle iftihar et, diyor. Vermiş olduğum şeylerin tamamıyla bana ait olduğunu ve bende yok olduktan sonra bu bu bu bu diyor, bunları say iftihar et.” Ona müsaade vermiş. Bir de Kudret ile hiç irtibatı yok, yalnız kendisine güvenmiş, kendisinin malıymış gibi kendi kendisini yapmış gibi, bütün varidatı da kendisi meydana getirmiş gibi... Maddesi modeli yokken sen bunları nasıl meydana getirdin? Buna Kudret hiç tahammül etmiyor. Ve büyük Kitap’ta da öyle der:
اَلْهٰيكُمُ التَّكَاثُرُۙ حَتّٰى زُرْتُمُ الْمَقَابِر “Ey övünenler, güvenenler, diriniz bitti de ölünüzü de saymıştınız siz. Buyurun ziyaret etmez misiniz, içeriye girmez misiniz içeriye? Teşrif etmez misiniz? Şu içeriye girerken merdiven var ama dışarıya çıkarken yok olan mahalle girmez misiniz siz?”
Bunu insan, şöyle bir an-ı gayr-ı münkasım düşünecek olsa bütün
kötülükler orta yerden kalkar. Fakat nedense düşünemiyoruz kendime söylüyorum.
Kaç yaşındasın? Otuz. Ortaya bir şey koy. Yok. Öyle bir ibrethanedir ki bu kâinat. Düşünsen
bir defa, elli senelik bir ömür, koy orta yere bir şey. Bir şey koyamazsın
kardeşim. Altmış senelik bir ömür, koy orta yere bir şey, hiçbir şey yok. Onu
on misli büyüt yine hiç bir şey yok. Sonra o elli altmış sene senin gözünde o seneler
konuşurken çocukken büyük gözükür. Fakat sinn-i rüşte geldiğin vakitte, hele şu
mânâ ilminde bir hitap vardır. Bir insan kırk yaşına gelince Allah, ona “eyyühe’l-şeyh”
der. “Hâlâ mı Benimle değilsin? Dön biraz Bana da kalem kalksın üzerinden
dön, ya!”
Orta yerde bir şey var mı? Yok. Kırk bir, o kadar daha bir iki daha yine
bir şey yok. Sonra o kapağı açıncaya kadar gidiyor. Gece ile gündüz Allah’ın kazâ-i
ilahi makası. Bütün doğrar. Sonra son asra, yani son devreye, biz şimdi son
devrenin insanlarıyız. O ne demek? O şu demek. Daha fen burasına yanaşamadı.
Fennin bulmuş olduğu müstehasa[5] beş yüz
bin sene, yedi yüz bin sene, şu kadar sene evveli diyor, öyle değil.
İnnallâhe halaka’l-âdemel ma’lûm bâde miete miete elfe âdem. Daha müspet ilim buraya çıkmadı. Belki
günün birinde çıkar. Rasûl-i Ekrem: İnnallâhe halaka’l âdemel ma’lûm bâde
miete miete elfe âdem. Elimizde mevcut bulunan kütüb-i semavide yahut
tarihte yahut işte bugünkü ilmin müstehasesinde bilinen… Bilinen âdemden evvel
senin görmüş olduğun bu sahne-i şuhûd yüz binlerce âdem devresi geçirmiştir ki,
her birisinin milyarlarca sene ömrü vardır. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba?
Öyle bu kadarcık değil o. Siz de son âdemin çocuklarısınız. Böyle milyarlar,
nüvilyonlar, rakama girmeyecek, bilmediğimiz rakamlar içerisindeki anlar.
Buraya nereden girdim? Evet, şu kadar bir ömür. Müddeti yok bunun. Şunu
söylüyordum, hatırlamadım. Son asır üzerine dedim değil mi? Kelime buradaydı değil
mi? Evet ama faydası yok. Allah yemin ediyor.
اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ وَالْعَصْرِۙ. Sebeb-i
hilkat-i âlem-i âdem olan zâtın asrına yemin ederim ki, insanlar hüsrandadır. (Burayı
çok iyi dikkatle dinleyin.) Sebeb-i hilkat-i âlem-i âdem olan zâtın asrına
kasem ediyorum ki, celalimle kasem ediyorum ki, bütün insanlık hüsrandadır. Bu
hüsrandan kurtulacak olanlar, insan haklarına riayet ederek gönüllere sürur
verenlerdir. Ki ben, her vakit söylediğim mevzûun mânâ olan, mânâ ile olan
senedini şimdi söylüyorum.
وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا
بِالصَّبْرِ
Bunun mânâsı gönle ferah verebilmek. İnsanlara dayanma şeklini
öğretebilmek. Sabır demek ne demektir? Dayanmak. Kim muvaffak olur? Dayanan
muvaffak olur. Dayanmak. Kudret’in vermiş olduğu iradeyi yerli yerine
kullanmak. Dayanmak içinde bir yere müştak olmak lazımdır. Kendi kendine
dayanamazsın, eşya sana yardım etmedikçe. Acaba anlatabildim mi? Eşya dediğim,
bütün mevcûdât yani ya. Eşya deyince böyle örfün kullanmış olduğu şu bu filan
aklına gelmesin. Öyle denmiş:
Mevla’ya müştak olana her şey müştak olur. Sen Hakk’a müştak oldun mu bütün eşya sana
müştaktır kardeşim. Mevcûdât. E bütün mevcûdât sana müştak olursa senin yükünü
o taşır, sen de ister istemez dayanmış olursun. Sen kendi kendine: “Ben
dayanamıyorum.” Sen Hakk'a müştak değilsin ki, yani ben... Konuşma tarzında sen
dendiği vakitte üzerinize bir şey almayın. O vakit insan mevcûdâtı başka türlü
görür. Bir arifin yanında söylüyorlar, bak eşya nasıl insana müştak oluyor.
İşin bir içi vardır, birde dışı vardır.
Yusuf’u kardeşleri kuyuya atmışlar da burnu dahi kanamamış. Sabretmiş.
Bunu anlatırlarken bir arif… Arif kime derler? Olanı olmadan evvel görene
derler. Arifin tarifi bu. Anlatabildim mi acaba? Bir şey olmazdan evvel
görenin adına arif denir. Mânâ ilminde. Öyle kuyuya canım kurban diyor,
Cibril gelsin hizmetçilik yapsın da kuyuda, anlatabiliyor muyum acaba? Neden? Yusuf
müştak idi Hudâ'ya. Eşya da ona müştak idi, eşyanın başında gelen Cibril de ona
müştak idi. Tabiatıyla ona hizmet ediyordu. Beni seni atarlarsa, takır takır
taşın içerisinde kalırım, onu attıkları vakitte Cibril’in elinde kaldı kardeşim
diyor.
Bir misal daha. Hazreti İbrahim insan haklarının davasını açtığı vakitte…
Bu gibi şahıslar, bu âlemdeki vazifeleri, insan hakları… İnsan hakkı
tanındıktan sonra Hakk’ın hakkı tanınır. O vakit insan hakperest olur. Ya insan
kendine tapar, ya Allah’a tapar. Anlatabildim mi acaba? Ya nefsinin kulusundur,
bak kendi kendine şimdi. İki yerden başka bir cadde yok. كُنْ emrinin merkezinden öbür tarafına çıkmak
için kimseye takat verilmemiştir. Bir defa bunu bil. Bunun etrafında dolaşsan da
bunun haricine çıkamazsın, bu dairenin haricine çıkılmaz. Kimse çıkamaz. كُن . Dairesinin merkezinin
hikmetine bütün mevcûdât tabidir. Onu aşmak için kimseye yol verilmemiş. Yok.
Hah, şimdi onun etrafında iki yere kul olaraktan insan geçinebilir. Ya kendi
nefsinin kulusun, putun odur. Kendine tapıyorsun, nefsine. Veyahut Hakk’a
tapıyorsun. Anlatabildim mi acaba? Şimdi insan kendi kendisini ölçer. Ben acaba
hakperest miyim, Hakk’a tapan bir adam mıyım, yoksa nefsime ait bir kul muyum?
Sergi de açık bir vaziyettedir. Bakarsın hangi tarafa ait… Eğer rücu ederek…
Değmez.
[i]
Vücûd cûd-i ilâhi hayât bahş-ı Kerîm
Nefes 'atiyye-i rahmet kelâm fazl-ı kadîm
Beden binâ-yı Hudâ rûh nefha-i tekrim
Kuvvâ vedî'a-yı kudret havâss sun'-i Hakîm
Bu kârhânede bilsem neyim benim nem var
Diye düşündün de dönmüşsen, bütün
mevcûdât sana müstehak olur. Mevcûdâttan maksat gayedir. Şimdi belki içinizden
birisi der ki, efendim iyi ama bu kadar
enbiya gelmiş, bu kadar büyük ahlakçılar gelmiş, bunların birçok düşmanları var
ya… Öyle bir sual çıkar değil mi? Netice itibariyle onlar kendilerine düşmandılar.
Onu biz tahlil edersek, ben bir gün size onun misalleriyle tahlilini yapayım
birer birer, birer birer, ona değil
kendilerine düşmandırlar.
Sonra gül dendiği vakitte dikeni
zikredilmez. Anlatabiliyor muyum? Ağaç dendiği vakitte meyvesi nazar-ı dikkate
alınır. Diğerisi çalı çırpıdır, o da yakılır yıkılır, gider. İnsanların
içerisinde de hepsi zanneder misiniz ki, siz suret itibariyle insandır da,
siret itibariyle de insandır. Yok, öyle bir şey yok. Ulâike’l-en’am belhûm
adal. Öyle bir şey yok. Hudâ herkese
ruhu menfûh vermemiş. Onun için diyor ki Cenab-ı Peygamber: “Her gün o ruh
eser, git kendini açta girsin yahu!” der. Ruhu menfûh ile tekrim edildin mi
zannedersin? İki ayağı üzerinde yürüyen çooook Ulaike’l -en’am belhûm adal var.
[6]
اِلَّا
كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ . Öyle diyor, Allah. Fazileti yok,
merhameti yok, rikkati yok, acıma hissi yok; hayvandan çok aşağı der. Ve o
muameleyi görecektir, der. Anlatabildim mi? Eski konuşmalarımda getirmişimdir
misali. İnsanın bir veçhesi vardır, o veçhesi ile ebadı var, hacmi var, budu
var, bir cismiyeti var, mâdene benzer maden. Neşv ü nema bulur. Güzelleşir,
fersudeleşir, nebata benzer. Vurur kırar teper, ısırır, hayvan cephesidir.
Acır, bağrına basar, Hak der. Bütün mihen-i meşakı dostun postudur der. Anlatabildim mi acaba?
İnsanlık cephesi. Şimdi acaba hangi cephemizden intikal edeceğiz? İkinci
hayata, ona bağlı işte. Bir şey anlatabiliyor muyum? Hangi cephemizle intikal
edeceğiz? Nasıl olsa intikal edeceğiz değil mi? Gelen, gider.
İkinci bir misal veriyordum.
Yusuf’tan bir misal verdim de size, ikinci misal. İbrahim. Hak davası
peşindeydi. Nemrut ateşe attı, değil mi? Tarih bunu böyle gösterir. Fakat eşya
ona müştak olmuştu. Onun için gülfidan olmuştu. Hülâsa netice itibariyle, Allah’ın
ahlakı ile ahlaklanıp, Hak ile irtibatını temin eden insanlar içün bütün mevcûdât
ona âşıktır. Mevcûdât da ona âşık olduktan sonra o adam işte huzur içinde yaşar.
Yükü yoktur, yükü yok.
Eski konuşmalarla bağlıyorum bazı
şeyleri şimdi İnsanlar niçün mahrum yaşarlar? Saadeti kendi hesaplarına
çalıştıkları içün. Hayatı kendinden değil ki kendi hesabına sahip olasın.
Hayatı veren Allah’tır. Onun hesabına çalıştığın vakitte saadete nail
olabilirsin. O vakit saadet durur. Yoksa şimdi durmaz. Ve günden güne de
dünyada azalıyor. Dünyada hiç kimsenin huzuru yok. Mevzii konuşmuyorum bütün
dünya sekenesi üzerinde. Kaç milyar insan besliyorsa bunun heyet-i umumisinde,
ne masası olanda var. Sen zannetme ki böyle mesela efendim ben şöyleyim zavallı
basit bir halde kaldım. Hayır, mürekkep de olsan öyle, mükâhhab da olsan öyle.
Ne olsan öyle. O birbirine bağlı o. Hiç kimsede yok o. Masası olanda da yok,
kasası olanda da yok, rütbesi olanda da yok. Olmayanda da yok. Neden?
Huzur emr-i kalbidir. O Kalb-i
tasarruf da insanın elinde değildir. Vermiyor Hudâ. Sıkmıştır musluğu ve açıkta
söylemiştir. Demek ki sekene-i arzda pek az kalmış. “Bana sarılmadıkça...”
[7]
وَمَنْ
يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ .
Nazım bu, gayet açık. Bütün
diplomatlarınızı toplayın. Bütün iktisatçılarınızı bir araya getirin, en yüksek
zekâlar kafalar birleşsin, en büyük iktisatçılar toplansın, yine beşere rah-ı
istikameti vererek huzura kavuşturamayacaktır. Ve dünya bunun için çok
çalışıyor. Üüü! Kafalar toplanıyor. Hadi olmaz, diyor. Ben vereceğim, diyor. “Bana sarılmadıkça huzur yok.”
Hakk’ın celal tecellisi zahir olduğu vakitte, zordur insanların
cemalinde bir adam olsa yine kâinat yaşar. Anlatabildim mi acaba? Mesela çok
sevdiğin, çok saydığın, çok göreceğin gelmiş, müştak olduğun şevk halinde olan
bir dostun geldi. Evde yaramazlıklar yapılıyor filan, hiç aldırış etmezsin,
şimdi ben bunu azarlarsam burayı ben müteessir ederim, dersin. Onlar tamamıyla yaramazlıklarını yaparlar,
devam ederler. Bir şey anlatabiliyor muyum? Kudret’in de böyle bir tecellileri
vardır. İcabında… Bir insan içün... Ama celali zamanında Enbiyada başını eğer
ki celal kılıcı vurulmasın diyerekten. Onun cemali zamanında şeytan külahını
açar, o da bir şey toplar. Celaliyle tecelli ettiği vakitte Nebi de kafasını
eğer, kılıç bana tesir göstermesin, diyerekten.
Meşhurdur, Hazreti Musa’nın devrinde, insanlardan muhabbet kalkmış… Zaten
Allah’ın en büyük gadabı da odur. Bunu da yayın. Beşer, ne vakit merhametle
hürmet sermayesini kaybederse yıkım başladı demektir. Hiç faydası yoktur.
Kalbinde merhametin hürmetin muhabbetin var mı, dünyanın en zengin adamısın, senden
zengin yok, bunu böyle bil. Neden? Muhabbet öyle bir sıfat-ı munikadır[8] ki, mâadâsını
atar. Hangi kalbe karargâhını kurmuştur, ondan mâadâsı kalmamıştır. Muhabbetin
tarifi bu. Muhabbet, [9]عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا
يَكْسِبُون . İkinci
hayatta öyle diyor, Allah. Beşerin en büyük sermayesi inkârdır. Dünyada da öyle,
orada da öyle. Yapmadım etmedim şöyledir böyledir, sebepler, hadiseler şunlar
bunlar.
كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا
يَكْسِبُون .
Göreceğiz inşallah orada. Ama iyi bir
şeklini görürüz biz. İyi şeklini görmekle beraber, hafî celse yok mahkemede. Gizli
Mahkeme yok. Allah’ın mahkemesinde gizli yok. Umum mevcûdâta yapacağım diyor, aşikâr
hep işte. İnsan ne kadar böyle kendi kendine zalim hain filan olsa, acze
düşünce öyle mazlum olur, öyle mazlum olur, öyle mazlum olur ki, kendisi
verecek. Hudâ’nın işi de acayip. Adalet tam tecelli etsin diyerekten “İlk önce
kendisi itiraf etsin, der. Hükmü kendisi versin, ondan sonra Ben tasdik edeyim.”
Hükmünü ona verdirir.
[10] فَاعْتَرَفُوا بِذَنْبِهِمْۚ
فَسُحْقًا لِاَصْحَابِ السَّع۪يرِ “İşittiniz
ya, diyor bütün mevcûdâta. Kendisi ikrar etti, perde kapansın görmeyeyim.” En
ağır şekil. Hiçbirimiz hakkında olmasın. En ağır. Kolay şey değil o. O inkâr, işte
şöyle olmuş böyle olmuş filan… O vakit cevabı Allah veriyor.
كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُون “Dediği
gibi değil, işin dehşetinden şimdi kaçıyor. İcap ederse bunun hakkında şahitler
bulunacak.”
[11] وَتُكَلِّمُنَٓا اَيْد۪يهِمْ
وَتَشْهَد “Elleri ayakları da şahitlik eder.” Yapmış
olduğu kötülüklerden, gönlünde iman mefhûmu kaçtı. Kazanmış olduğu
çirkinliklerden dolayı ikisi beraber oturamazdı. Çekildi gitti ve nihayet böyle
mahrum oldu.
Hakk’ın bir cemal tecellisi dedim, ona misal veriyordum. Musa’nın
devrinde Hazreti Musa’nın. Merhamet,
muhabbet, hürmet bu üç şey. İnsanlık âleminde bu üç şey. İki nazariye ne vakit
kurulur, bu üç şey kalkar diyor. Ahlak-ı
süfliyenin membaı, ihtilalatı[12]
beşeriyenin madeni[13] iki
şeye bağlı. “Biri sen çalış ben yiyeyim, ikincisi, ben yaşayayım sen ne olursan
ol!” Bunu biraz daha açayım size. “Sen çalış, ben yiyeyim, ben yaşayayım sen ne
olursan ol!..” Şimdi bütün dünya sekenesinde beşeriyette bu hüküm ferma. Bu
insanlarda merhameti hürmeti muhabbeti kaldırıyor. Bu kalkıyor. Bu kalkınca ne
oluyor? Nokta-i istinat kuvvet oluyor. Beşer Kudret’e değil de kuvvete tapıyor.
Kuvvetin Hak’ta olduğunu değil de Hakk’ın kuvvet de olduğunu iddia ediyor.
Anlatabiliyor muyum acaba? Kudret’e değil kuvvete. Kuvvet Hak’ta, diyor.
Demiyor da Hak kuvvet de. Hâliyle o neticeyi çıkarıyor. E kuvvetin şe’nînin
neticesi boğuşmak. Beşerde boğuşuyor, anlatabildim mi acaba?
Eğer nokta-i istinadı Hak kabul etmiş olsaydı Hak dendiği vakitte Hak
birdir, bütün vücutlar zılldır.[14]
Anlatabildim mi acaba? Senin bizâtihi vücudun yoktur, varsa niçün
gidiyorsun? Hesabı meydanda bunun. Niye ihtiyarladın beyefendi? Nereye gitti
deden? Demek ki zıll, vücudun yok.
Zeval vaktinden evvel şuraya bir direk diktik, bari misallerini vereyim.
Direğin şurada bir gölgesi olur, fotoğraf makinasını getir, hem gölge çıkar,
hem bu direk çıkar. Bunun bizâtihi vücudu var mı? Var. Varsa niçün zevalde,
nerede bu gölge? Bu direkte. Sen neredesin? Hak’ta. Niçün Hakk’ı inkâr
ediyorsun? Bundan daha aşikâr misal gelmez artık. Boğuşmak, yine o iki düsturun
neticesinde: “Sen çalış, ben yiyeyim yahut ben yaşayayım sen ne olursan ol!..”
Ne hâkim oluyor? Menfaat hâkim oluyor. Değil mi?
Bizim ahlak düsturumuza göre, dedemizin ahlakına göre, biz aşktan doğan
ahlaka saliktik, o ahlakta celb-i[15] menfaat[16] hâkim
değildi, def-i mazarrat[17] hâkimdi.
Belki bu kelime, iyi anlatamadım. Misali verirsem anlayacaksınız. Evvela zarar
verici şeyi def ederdi. O hâkimdi. Şimdi dünyada evvela menfaat verici şeyi
çekiyor, zarar verici şeyi düşünmüyor. Anlatabildim mi acaba? Zarar verici. Onda
sana menfaatı var mı bunun? Pekâlâ. Şimdi bak daha güzel bir misal getireyim.
Şurada bir adam müskirat satıyor. Ki mânen kıymetini bırakalım, zararını, maddi
ilimler dahi dokuzuncu batnında[18] çocuk
sakat çıkar. Bir adamın dokuzuncu dedesi hayatı sarhoş olarak geçmişse
dokuzuncu neslinde dahi asârı vardır diyor, ilm-i tıp. Yaa!
Meyhane imiş, bir adı da dar-ı şifanın!
Son menzilidir dar-ı şifa, bezm-i vefanın
Meyhane, yine bir sürü insan ile dolmuş!
Bilmem ki renklerine ne olmuş.
Denmez mi ki zehrâbe-i işretle bozulmuş.
Bilmem ne çıkar, serveti beyhude serefden! (İsraf mânâsına)
Dilhûn oluyor aile, bu hâle eseften!
Gençler siz bari koşup kurtarınız, nesli teleften!
Evlad-ı iyal zulm ile âbâd edilir mi?
Ekmek parası meyhaneye irad edilir mi?
Anın, hiçbir neşesi yoktur. Mayesi şerdir.
Bezmin de geçen ömüre yazıktır! Çünkü hederdir.
Mani-i refâh, envâ-ı cinayet.
İğrenç kokusundan tanınır, vasfa ne hacet!
Uzun daha. Yaa! Şimdi burada
satıyor, birisinin bir dükkânı var diyelim, farz edelim. Ben bu beşerin
bünyesini harap eden, Amerikalıların son yaptıkları şeyde raporda, bir kadeh
sekr[19]
veren madde, bir adamın, rakam belki hata edeceğim, üç yüz küsur defa kalbinin
atış tarzını ziyadeleştiriyor. Kalbin atış tarzını. Ve ona şöyle bir şey
yapıyorlar. Diyorlar ki: Bir fabrikanın çarkı bir amele tarafından bedava
döndürüldüğünü patron görürse mal sahibi, sen bana hainlik ediyorsun, niçün
benim şeyimi bedava döndürüyorsun der, derhal kovar. İnsan fabrikasının en büyük çarkı
da nazargâh-ı İlahi olan
kalptir. Onun bedava dönmesine Kudret razı
olur mu? Fakat bunu ilk önce Hazreti Muhammed yasak etmiştir. Anlatabildim
mi acaba?
Mani-i refâh, envâ-ı
cinayet. Kim satıyor? “Ben bunu satarsam bundan günde yüz lira kazanacağım!”
Menfaat var ya derhal satabilir. Deden: “Sen bundan yüz lira kazanacaksın, öyle
mi? ‘Kazanacağım!’ Fakat bunu kullanana zarar var mı? ‘Var!’ Ee ben senin
kazancını ayakaltına alırım, ötekine zarar verdirmem!” der. Anlatabildik mi
acaba? Misalle anlaşıldı değil mi? Misal, ufak bir misal.
Def-i mazarrat, celb-i
menfaat[20] Menfaat, mazarratı def ettikten sonra
olursa kabul eder. Mazarrat def olmuş, ondan sonra tabi insan menfaatsiz
yaşayamaz. Fakat o menfaat fazilet ile örtülü olacak. Bir şey anlatabildim mi
acaba? Şimdi mesela deriz ki, hepimiz bugün, dünya çünkü hep beraber gider o.
Onun içün ferdin tekâmülü kâfi değil, cemiyet tekâmül edecek. Mânâ ilmi de öyledir. Herhangi bir ağır şeyi
Allah yasak etmiştir, cemiyet tekâmül ettikçe. Mesela ağır bir maddeyi çabucak
kaldırmamıştır. Beşer tekâmül eder, eder. Hahh, mânâ zevki ona daha galip
geldi, onun elinden şunu, şu
dakikacık alalım. Şu ona zarar veren şeyi usulcacık alalım, der.
Birdenbire onu yapmaz. Neden korkarlar ya ahlakçılar? Aman küll halinde sukut
olmasın. Yani ahlakın ziya’ı[21]
öyle sârîdir ki birdenbire cemiyeti kavradı mı artık tedavisi zor. Pek güç bir
şey.
Menfaati birdenbire adama
attırmak kolay bir şey mi? Daha güzelini göreceksin ki, için daha hoşunu
görecek ki, daha doğrusu buluğa ereceksin ki... Bir cismani buluğ vardır, bir de ruhâni
buluğ vardır. Cismani buluğ
kadının bir hâli, erkeğin bir hâli fakat
hakikatte bir buluğ vardır ki, değil mi ya? Seksen yaşında olur da sakallı
çocuk derler, ona. Mezâhir
kalbinde bulunduğu müddetçe buluğa ermemiştir o adam. Ahlak nokta-ı nazarında,
baliğ değildir.
İnsandır, teâli terakki etmesi
için çok zengin olması lazımdır. Mânâ da bunu emreder, ahlak da bunu emreder.
Çünkü ahlaksız parayla adamı satın alıyor. Ahlaklı niçün para ile adamı satın
almasın. Fakat öyle bir tuhaf tecellidir ki; ahlaksız bir adamı ahlaksız
edebilmek için milyonunu verebilir, ahlaklı bir adam ahlaklı edebilmek için bir
kuruşunu vermez. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Onun içün; mânâ ilmine, ahlak
ilmine salik olan insan, çok zengin olmasını bir defa emreder ahlak. Veyahut
tamamıyla âşık olur, onun hiçbir şeysi olmaz. O da ayrı bir iş, ayrı bir
tecelli, o da bir ayrı iş. Onda vücut şaibesinden eser kalmamış. O da Allah’ın
ayrı bir merbubu[22] bir
mahbubu, ne bileyim ben? Şimdi biz küll halinde konuşuyoruz.
Kalbinden çıkardı elinde tutuyor.
Ahric an kalbîke ilâ yedîke lâ tedurru meâk. Bu mevcûdâtı bu mâsivâyı,
kalbinden çıkar elinde tut, onunla yürü sana çok faydası var. Kalbinde durduğu
müddetçe sana faydası yok, zararı var. Anlatabildim mi? Biz kaç defa misalini
getirmişimdir, belki her konuşmamda getirdim. Bir adamın, bir geminin
yürüyebilmesi için denize ihtiyaç var. Bu deniz olmasa geminin vücudu kalmaz.
Bununla beraber, gemi şu kadar bir delik açacak olursa, deniz içeriye girer onu
batırır. Bir adamın teâli terakki edebilmesi içün evet servete ihtiyacı var. Ya,
kalbindeyse? Battı o adam. Faziletini de
satar, rikkatini de satar, merhametini de satar! Neler yapar, neler yapar,
neler yapar!
Bizim söyleyeceğimiz yer nereydi?
Beşerde şimdi menfaat hâkimdir. Onun için merhametle hürmet muhabbet
toplanmıyor. Toplayamazsın. Menfaat hâkim olduğu zaman itimat kalkar. Emniyet
kalkar. Ben sana emniyet etmem, sende bana emniyet etmezsin. İtimat ve emniyet
kalkınca insanda rahat olur mu? İğne üzerinde oturur o adam. Ama büyük büyük kâşânede
oturuyormuş… Fayda yok! Oturduğu yer şu kadarcıkdır, onun da ortasında iğne
vardır. Huzur yok, rahatı yok. Bundan sonra gelen bir düstur vardır: “Yaşama!”
Menfaat hâkim olduğu zaman, yani
fazilet yerine menfaat geçtiği zaman, ki geçmiştir bütün dünyada. Hangimiz bir
iş yapacağımız zaman: “İyi ama ne menfaatı var?” deriz. Bunu dediğimiz vakit,
dikkat edin ki: İhtirasât-ı
nefsaniye hiçbir vakit beşerde tatmin olmaz. Radiyye[23]
mertebesine çıkmadıkça olmaz o.
Mesela, misal ver.
Bugün hiçbir parası olmayan bir
adam “Şöyle bir on bin liram olsa ben, şöyle bir iş yapabilirim, şöyle olur.”
filan der. Kudret tesadüf eder, on bini verir. Yüz bin olsun, der. Yüz
bin olur? Ee bunları görmüyor muyuz? Yaşadığımız şeyler. Bir milyon, der. Bir
milyon derken artık rakama sığmayacak şekiller başlar. Demek ki ihtirasât-ı
nefsaniye tatmin olmuyor. Tatmin olmadığından dolayı, menfaat doğrudan doğruya
faziletsiz menfaat, cemiyete zarar veriyor. Ama fazilet hâkim olduğu devrede “Şu
işi yapacağız bunun ne fazileti var.” dersin. Veli, Ali’ye söylediği vakitte şu
işi yapalım, iyi ama ne menfaati değil, ne fazileti var? Fazilet dendiği
vakitte; aslımız, vücut buluş, vicdan bulunuş, bu buluşla vicdan bulunuş buna
ne diyor? Anlatabildim mi acaba? Ne der buna? Bunu düşünür. Haa, o vakit işin
muhakemesi şekli değişir. Beşere huzur
gelir.
Bunun içerisinde bir de yaşama
tarzımız var, hayat diyoruz değil mi ya. Şimdi herkes: “Efendim, hayat
mücadeleden ibaret!” Kudret bizim ağzımıza bakar. “Sen kabul ettin!” der.
Ağzımıza… Çünkü, bak size bir şey öğreteyim, hiçbir şey, bazı insanlar vardır
ki, mesela Hazreti Yusuf’un hapse girişinde Cenab-ı Peygamber: “Ah, kardeşim ah!”
dedi, kederlendi. Malum ya herkes o tarihin o kısmını bilir. İşte kendisine
iftira edildiği vakitte, iftira edileceği söylendiği vakitte: “Yâ Rabbi! Beni
hapse sok da bunun dediklerini yaptırtma!” “Ah kardeşim, ah!” diyor. “Öyle
diyeceğine ne hapsi iste ne onu iste, bu olmazdı.” diyor. Kendi kabul edince,
Hak derhal verir. Bazı insanlar, iki tane çirkinlik karşısında kalır. Biri
büyük olur biri küçük olur. Küçüğünü bana ver de büyüğünden kurtar deme, diyor.
İkisini de istemem, de. Anlatabildim mi acaba? Ben bunun ikisini de istemem.
Bana bunu yazma, istemem! Küçüğünü, ikisini de istemem.
Bir insanın hâlini anlatayım da
daha iyi anlaşılsın. Deli diyerekten, müşâhedeye vermişler. Bir şey söylemiş.
Delilin
ne? Demişler.
İlham,
demiş. “İlham”.
— Canım
bu söylediğin sözün bir senedini bir mesnedini göstersen ya. Nereden aldın,
neyin nesidir.
— İlham
yahu, demiş. İlham!
— Ne demek, bu ilham?
— Haa, ne demek biliyor musun, demiş. Sen demiş hastayı muayene edersin… İlhamda demiş, iki türlü olur.
[24] فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙۖ (Neyse oraları dursun, uzun sürecek, vakitte geldi galiba. Keseyim mi?)
— Alırsın demiş kalemi, reçetenin kâğıdını çıkarırsın, şöyle durursun. Bildiğin ilimden, sızmış olan ilaçlardan, akıntı başlar sana. Onun içinden bir tanesini seçer, yazmaya başlarsın. İşte senin bilgindeki sana göre ilhamdır o, demiş. Anlatabildim mi bir şey? Onu ben yapamam demiş. Ben şimdi hastayı alayım, böyle böyle yapayım, ondan sonra kâğıdı çıkarayım, senin kâğıdını alayım bir tanesini, elime bile yakışmaz, demiş. Doğramacı demiş, vurur elini şöyle bir yapar, orada iki yonga var, der. Ben onu dersem de o yongayı vurduğun vakitte beş yonga çıkarırım. Kudret bana o ilhamı vermemiştir. Ayırmıştır. O rıp yapar, şıp yapar oturur. İşte o ona ait doğramacılık ilhamı. Bir de insanlık ilhamı vardır, demiş. Sende o olduğu gibi bende de o var. Anlatabiliyor muyum bir şey acaba?
Şimdi bu müşâhede de boyuna gelip gidiyor ama bir şey giydiriyorlar, giydirmiş olduğu şeyin kolunu giymiyor. Tabibin karşısına kolları açıkta böyle. Eski terbiyeye göre, bilmiyorum, şimdi bugün, belki cemiyette her gün terbiye değişir. Böyle kolları dışarda filan, biraz sayılacak bir adama çıktı mı onun terbiyesi noksan, derler. Bu hep öyle çıkıyor. Doktor da içerliyor. Doktor kanaat getirmiş ki bunda cinnet yok. Bunda benim bilmediğim bir iş var. Fakat bu adam bana hiç kıymet vermiyor. Bunun bu şekilde çıkışı bana hakaret. Fakat bir türlü de söyleyemiyor. Çünkü herhangi bir şey söylemişse bir kırbaç atmış. Şak diye bir tokat vuruyor, sendeliyor o. Elinden değil tokatı, anlatabiliyor muyum? İçindeki bilgisiyle bir bakıyor, bambaşka o. Bir gün yine böyle. Demiş:
Doktor çok içerliyorsun değil mi demiş, böyle çıktığıma. Kızıyorsun, demiş. “Bana kıymet vermiyor.” Sesini çıkarmış, “Bana bak! Demiş. Söylesene. “Evet” demiş. Seni o kadar seviyorum, sana o kadar kıymet veriyorum, seni o kadar benimsedim ki, demiş. Eğer ben bunu giyersem, bunu kabul etmiş olurum. Seni, Allah zillete diker. Anlatabiliyor muyum acaba? Ben bunu giydim mi, ben buna razı olmuş olurum, kabul etmiş olurum. Sana bu cinsten bir ağır ceza gelir. Ve ölmeden bu cezayı görürsün. Seni sevdiğimden dolayı bunu giymiyorum, demiş.
Doktorunda kafası işliyor ondan sonra. İşte ondan sonra, ondan sonrası bize lazım değil. Lazım olan yer burası. Yaa, hilkat acayibatla dolu.
Hayat, nereden çıktı bu! Hayat
cidal, diyoruz. Hepimiz kabul etmişiz, hayat mücadele. “Haa, cidali
kabul ettiniz değil mi siz?(diyor) Cidal,
ahlaksızlıktan olur ya! Lüzumsuz yere. Siz cihadı bıraktınız da cidali
mi? Cidal. Cidalin neticesi paylaşmaktır. Buyurun paylaşın!” diyor,
beşeriyete. Üüüüh! On nüfuslu bir ev herkesin kafası başka türlü işler. O kafalar
bir türlü işleyecek ki, oraya feyz dolsun. Kafa bir türlü işleyecek. Onun ki
başka, hepsi bambaşka. Şimdi o aile teşkilatını daha şümullendir, yani dışarıya
çık.
Ahlaka göre: Hayat cidal
değil, hayat teâvündür. Niçün yaşıyorsun dendiği vakitte “Efendim işte
mücadele filan” değil. Düşeni kaldırmak için yaşıyorum. Beşere ne vakit
böyle bir hâl gelir, zanneder misin ki insanlar kendi hâllerini düzeltir? Yine
düzelten Allah’tır, Allah! Senin arazi-i kalbiyene ekmiş olduğun şeyi ne ile
suladığını gördüğü dakikada veren O’dur. Dehşetli işler döner. O iş, ne
okumaklandır ne yazmaklandır.
Tarihi misal işte gazete yazıyor,
işte oku da bak. Osman Gazi’yi yazıyor. Murad’ı Hüdavendigar’a gel. Osman Gazi
bir rüya görüyor, Rüyasını bir kâmil insana anlatıyor. “Cihana hâkim olacaksın.”
diyor. “Şöyle olacaksın, böyle olacaksın. Hâkim olacaksın cihana, cihana hâkim
olacaksın.” diyor. “Bende senin tabir ettiğin şekilde bir hâl zahir olursa,
sana bir tane köy vereceğim. Yaz bakalım, bir kâğıda.” diyor. “Benim okumam
yazmam olmadığını bilmiyor musun?” diyor. Anlatabiliyor muyum bir şey? Benim
okumam yazmam yok, diyor. Mahalle mektebi de görmemiş, bırak sen şimdi
üniversiteyi filan. “Eh yalnız, diyor. Şu dedemden kalan bir kılınçtır, bu
sende dursun. Bunu benim neslimden hangisine gösterirsen sana hürmet etmek
mecburiyetindedir.” Dediği gibi rüya tahakkuk ediyor, tarih gösteriyor. Netice
malum. Ölürken oğlu Orhan’a: “Gaye kuru
bir dava değildir.” diyor. Nerede okuduydu bunu bu adam? “Gaye Hak davasıdır,
bir de sana en büyük tembihim şudur, ne mala ne mülke ne de orduna güven.
Hakk’a güven, onu o şekilde şey et. Islah et. İnsanlar üzerinden de adaleti
kaldırdığın gün yıkılırsın. Adaletle yürü.” Anlatabildim mi acaba? O iş
bambaşka bir iştir. Hayat cidal diye tarif etmemiş. Gaye kuru kavga değildir,
diyor işte. Hayat cidal değildir, diyor. Anlatabildim mi acaba? Onun, benim
yaptığım tarif ile hayatı cidal olaraktan kabul etmiyor, adalet deyince teâvün
giriyor, düşeni kaldır, diyor. Anlatabildik mi? Çünkü işi yapan Hak'tır.
Görecek senin isti’dadını O verecek.
[25] وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ
وَاِنَّ . “Ben, göreyim bir insan ki, benim için cihat etsin de Ben
onun elinden tutup yürütmeyeyim, olur mu hiç?” diyor Allah. “Bizzat Ben
götüreceğim tutup da” diyor.
وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ
وَاِنَّ . Hem orada öyle onun kaidelerini tatbik edecek olursak orada
neler var neler var, şeddeler var, şunlar var, bunlar var. Yani ben muhakkak
götüreceğim, ben götüreceğim. Bizde niçün çıkmaz? “Acaba” vardır da onun içün
çıkmaz. Acabalıdır. İnananımız da acabalıdır. O neye benzer? Cins olmaz tavuk da
böyle oturur kuluçkaya yatar, bir gün oturur kalkar, bir gün oturur kalkar,
altına on tane yumurta korsun onu da cılk çıkar. Otur bir defa otur. Otur
içinde. Ondan sonra tık tık vurur o. Kim öğretti ona: “Şuna vur da dışarıya çık!”
diyerekten? O da bir mesele.” Vur bakalım, tık tık da dışarıya çık!”
Bir misal veriyorduk, Musa devrinde
dedik, değil mi? Vereyim mi o misali? Yoksa? Verelim.
Merhamet, hürmet, muhabbet. Bunlar
kalkmış. Hep hile yolu ile. Zaten bir
cemiyette merhamet muhabbet hürmet kalktı mı, yıkım muhakkak. Hiç! Havasta düşkün tabakaya
karşı merhamet, düşkün tabakadan yüksek gördüğü ulvi tabakaya karşı hürmet,
bunun ikisi evlenir, bir çocuğu olur, adına muhabbet denir. Bugünkü insanlığın
busu eksik. Uzun boylu rapora filan şuna buna lüzum yok.
Bu’su eksik olduğuna musikisi
şahittir. Eflatun öyle demiştir. Onu son yetişen insanlara izafe ederler ama
ilk söyleyen Eflatun’dur. “Bir memlekete girdiniz, diyor. Uzun boylu o seviyeyi
anlamaklık içün tetkikata lüzum yoktur. İlk önce diyor, musikisini dinleyin.
Faziletle mânâ ile ruh ile kalp ile dolu ise orada tekâmül vardır.”
Anlatabildim mi acaba? Musikisidir. Başka bir şeysine bakmayın, diyor. Neden
acaba o? Çünkü musiki elest-i bezminin cevabıdır. Onun cevabıdır. Eflatun öyle
diyor. Bir garipsin, bir diyara gittin bilmediğin bir iklime gittin, acaba
buradaki insanlar ne haldedir, ruhen ne şekildedir? İlk önce diyor, bir musikisini dinle. Eğer musikisi ruha hitap
ediyor, kalbe hitap ediyor, mânâya hitap ediyor, fazileti ihtizaza[26]
çeviriyor. Böyle tecellileri bambaşka bir şekildeyse orada kemal vardır.
Kararını ver. Yaa, sen şimdi dedenin musikisi ile eğlenirsin değil mi? Adamı
uyuşturur, der. Tuhaf tuhaf şeyler. Şunu yerine getiremeyiz yahu! En büyük
dersi iki şeyde toplamış. Hayatını, senin programını eline vermiş. Ne
eğleniyorsun dedenin musikisi ile. Düsturunu eline vermiş. Hem zevk ile dinle,
hem hayatının raporunu yap, geçsin gitsin. ,
Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner.
Gam ü şâdi-i felek böyle gelir böyle gider. [ii]
(Hattat: Mâcid Ayral)
Getiremedim aşağısını şimdi,
herkesin bildiği bir şey, gelmedi. Şurada
gelir aşağısı,
Tefvîz-i umûr et ne elem çek
ne keder.
Değil mi ya Hudâ’ya sırf
tamamıyla berk[27]
edersen. Bir onu al bir de recebimi al. Getir yan yana şimdi. “Recebim, sarı
lira vereceğim!” Bir de ötekini al bakalım yanına.
Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu reh-i seng-sâre düştü
O zamân ki bezm-i cânda bölüşüldü kâle-i kâm
Bize hisse-i mahabbet dil-i pâre pâre düştü
Benim hisseme diyor, kırık gönüller
düştü. Ezel âleminde Allah taksim ediyordu, bakalım bize ne düştü, dedim. Bana
da birçok kırık gönül verdi, diyor. Sonra sonra, söyler söyler de..
Bana kendi tâlihimden bu siyeh sitâre düştü.
Kimî zîr-i serde desti kim ayağı koltuğunda
Düşe kalka hasta beste[28]
der-i lûtf-ı yâre düştü
Görüyor musun oynaklığı, ahenge
bak. Onu al, bir de recebim, sarı lira vereceğim! Deden çok kıymetlidir,
kardeşim. Ecdadın tarihin efendisidir. Sende o efendinin çocuğusun. Kanında
yine o asalet mevcuttur. Ufak bir dünyaya manevi zehirli gaz sıkılmış, tabi
tesiratı altında kalmayan hiçbir zerre yoktur. Silkeledin mi yine altından
çıkar o. O pırıltı çıkar. Tozunu silkele. Veren alan Allah’tır. Yine o satveti[29]
o şevketi, o kemali verir.
Taklit iyi bir şey değildir,
taklit. Taklit iyi bir şey değil. İnsanı yıkan taklittir. Sen makam-ı
tahkike[30]
çıkmış olan dedenin, en büyük bir milletin evladısın. Dünyada ne kadar iyi bir
şey görüyorsan bugün, muhakkak dedenin malıdır, taklit etmiş ondan almıştır,
şekil verip sana vermeye kalkmıştır. Değil mi ya, bendeki kabiliyet hiçbir
millette yok. Tayyare müsabakasında birinci geldik değil mi? Uçuculuk da. Daha
biz çalışmamışken, makinası başkasınınken, Mehmetçik birinci geldi. Herif bunu icat
ediyor getiriyor, kendi adamı beş dakikada öğreniyor, benim Mehmetçik bir buçuk
dakikada yapıyor. Sen bunu biliyor muydun, diyor. Böyle de gözünü açıp bakıyor.
Ya bize hususi bir iltimas yapmıştır. Biz öyle ne bileyim ben.
Bizim üzerimizde daha bir iştiyak
var, kaldırmasın. Var, bizde daha iştiyak. Bir zâtın iştiyakı var bizde.
Tamamen silinmemiş. Bizde var iştiyak. Biraz gözyaşı döksek, biraz dönsek,
neler olur neler. Dönmek lazım, birbirimizi sevmek lazım, en mühim mesele. Birbirimizi
sevebilmeklik içinde birbirimize itimatı, emniyeti meydana getirecek hâl lazım.
Uzun boylu işler değil bunlar ama teşebbüs edenimiz yok. Uzun boylu işler değil
bunlar, zor işler değil bunlar, gayet kolay işler bunlar.
Niçün yürüyemiyoruz. Birbirimizi
sevmiyoruz. Neden haddizatında bu kadar kâinatın efendisiyken, bugün o hâlimiz
yok. Birbirimize emniyet ve itimadımız yok. Yekvücut olamıyoruz. Kalplerimiz
değil, kalıplarımız birleşmiyor. Mesela burası bile öyledir. Senelerden beri
devam eder, yine o kapının önünde insanlar girene verir, girmeyene vermez. Şöyle
eder böyle eder şöyle konuşulmadı, bir birleşme yok olmuyor. Bu neden bu hastalık
gelmiş bilmem. Yapamadığım şeklin bir, anlayamadığım şeklin bir tanesi de bu.
Biraz şöyle vücutları birleştirerekten, iyi bir niyetle, az bir zamanda olur
bunlar. Uzun boylu zamanlarda değil. Az
bir zamanda olur. Kalp arazisi sulanacak.
Zemîn handân olur mı girye-perdâz olmadan eflâk.
Gam-ı âlem kibâr-ı âlemün gamsızlığındandır.[31]
Bunu bir sefer daha okudum size, çok
güzel iyi dinleyin.
Zemîn handân olur mı
girye-perdâz olmadan eflâk.
Eflak ağlamadan, mesela şimdi
yağmur mevsimi. Bu nisanda yağmur feyzini vermeden, sema feyzini vermeden, hiç
yeryüzü güler mi?
Zemîn handân olur mı girye-perdâz olmadan eflâk.
Gam-ı âlem kibâr-ı âlemün gamsızlığındandır.
Yani “Ben yaşayayım sen ne
olursan ol. Sen çalış ben yiyeyim!” Anlatabildim mi? Onun nazmını okuyorum
şimdi.
Gam-ı âlem kibâr-ı âlemün gamsızlığındandır.
Biraz da eşk lazım. Eşk!
Biraz da eşk lazım göz müsmir olmazsa zira
Zeminin tohumu nâbût etmesi nemsizliğindendir.
Tohumu ekersin yağmur yağmazsa
tohum orada mahvolur, geçer gider. Binaenaleyh, söylenen sözün yağmuru nedir
bilir misiniz? İhlas. Bu kadar böyle
dinledik. Burada hepimiz kanaatime göre belki hoşlanmayan da olabilir. O da
yine ayrı bir iş. Bazısı gelir “Bakalım ne söyleniyor.” der, dinler. Onu da iki
saat hapsettik ya! Yine kârlı biziz.
Yine biz kârlıyız. Onu da bir buçuk saat şurada hapsettik ya! Kâr bizde.
Ruhumuzun mânâmızın haz alan
kısmı devam etse, demir gibi oluruz. Demiri verirsin ateşin içerisine körüğü,
çıkar nar-ı beyza. Demir diyemezsin çünkü sıfat aldı yakıyor. Biraz sonra
elinden tut, oldu demir. Bizde de öyle oluyor. Bir hararet geliyor bir şey
oluyor, on beş dakika sonra bir şey yok. Neyse şu şeyi söyleyelim değil mi? Hani
Musa’nın şeyi.
Yine Musa’ya tabi olan insanlar
içerisinde, Hazreti Musa’nın asrında -Tabi olanlar tabirini kullanmayalım da-
asrında, beşeriyet tuğyan[32]
içerisinde, hile, itimatsızlık emniyetsizlik, mânâ sözlerine istihza, merhamet
hürmet boşa. Hudâ demiş
ki: “Söyle o insanlara, söyle! En büyük terbiye demiş, açlıktır. (Hakikaten
öyledir.) Vermeyeceğim bu sene bakalım ne yapacaklar? Bir açlık tecellisi
başlasın.” Haber vermişler, tebliğe memur. Bir kaç ay sonra efendim, öyle bir
mahsül, öyle bir tokluk, görülmemiş. Başlamışlar alay etmeye, hani ya işte “Her
haberin buna benzer!”
Hani Musa da celalli bir Peygamber’dir.
Enbiya içerisinde iki şahıs var, çok celalli. En celallisi Hazreti Nuh. Çok
sert konuşurmuş. Yani Kudret'e karşı konuşma hakkını almış, serbest serbest
konuşur. Musa da öyle, demiş: “Ya Rabbi! Beni hacil[33]
etmekten muradın nedir? Bana haber ver dersin, sonra böyle yaparsın!”
“Vallaha! Musa, demiş. İhtiyar eşeğin yalvarmasına
dayanamadım. Önce, demiş bir şey oldu. Kıtlık başlamış yaprak kurumuş filan,
ağaçlar mağaçlar... Bir ihtiyar eşek hiçbir şey bulamamış, bir ağacın kökünü
kemirirken Bana bakmış. Kendi lisanı ile ‘Ya Rabbi, kulların sana isyan etmiş.
Aralarında merhamet, muhabbet, hürmet O başka, fakat beni eşek yaptın da olmam
mı dedim. Onlara teslim ettin de kullandılar hayır mı, dedim. En nihayet
ihtiyarladım, dişlerim de gitti. Nihayet bir lokma ot yok, ağacın kemiğinden ne
kadar mustarip oldum.’ Verdim, demiş
verdim.” Acaba anlatabiliyor muyum? “Verdim!”
Şimdilik bu kadar yeter.
[1] Vahidi Kıyasi: Bir şeyin miktarını ve
sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen
parça veya miktar. Meselâ: Uzunluğun "vâhid-i kıyasîsi" metredir.
Hava tazyiklerinin ve sıcaklıklarınınki de derecedir.
[2] Tefhim: Anlatmak. Bildirmek.
[3] Tekasür Suresi
1 ve 2’nci Ayet_i Kerimeler. اَلْهٰيكُمُ التَّكَاثُرُۙ حَتّٰى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَۜ
Meali: 1,2. Çoklukla övünmek, sizi kabirlere
varıncaya kadar oyaladı.
[4] Duha Suresi
11’nci Ayet-i Kerime وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
Meali Fakat Rabbinin nimetini anlat da anlat.
[5] Müstehas: Toprağın altında kalıp
saklanmış.
[6] Furkan Suresi
44’ncü Ayeti Kerime اَمْ
تَحْسَبُ اَنَّ اَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ اَوْ يَعْقِلُونَۜ اِنْ هُمْ اِلَّا
كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ سَب۪يلًا۟
Meali: Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut
akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar
hayvanlar gibidir, hatta gidişçe daha sapıktırlar.
[7] Ali İmran
Suresi 101’nci Ayet-i Kerime وَكَيْفَ
تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ
يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟
Meali: Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve
Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a
sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
[8] Munika: Hoşa giden, beğenilen şey.
Güzel
[9] Mütaffilin Suresi 14’ncü Ayet-i Kerime كَلَّا
بَلْ۔
رَانَ عَلٰى
قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
Meali: Hayır hayır, öyle değil. Aksine onların
kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur.
[10] Mülk Suresi
11’nci Ayet-i Kerime فَاعْتَرَفُوا بِذَنْبِهِمْۚ فَسُحْقًا
لِاَصْحَابِ السَّع۪يرِ
Meali: öylece günahlarını itiraf ederler. (Artık) o
çılgın ateş halkı (Allah'ın rahmetinden) uzak olsunlar!
[11] Yasin Suresi 65’nci
Ayet-i kerime اَلْيَوْمَ
نَخْتِمُ عَلٰٓى اَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَٓا اَيْد۪يهِمْ وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ
بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
Meali: Bugün biz onların ağızlarını mühürleriz de
neler kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder.
[12] İhtilat: Karışmak, karışıp görüşmek
[13] Ma'den: Maden. Bir haslet veya
hususiyetin kaynağı. Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer.
[14] Zıll: Gölge. Perde.
[15] Celb: Kendi
tarafına çekmek. Çekmek, götürmek.
[16] Celb-i menfaat: Menfaat celbedici,
çekici, fayda sağlayıcı
[17] Def-i
Mazarrat: Zararı
giderme, zararı ortadan kaldırmak.
[18] Batn: İç,
karın, insanın içi. Mide. Soy, nesil. Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan
küçük kabile.
[19] Sekr: (Sekir) Sarhoşluk.
[20] "Def'-i mazarrat celb-i menâfi'den evlâdır.” Zararı ortadan kaldırmak,
fayda temin etmekten daha iyidir. (Mecelle)
[21] Ziya': Kaybolma,
mahvolma
[22] Merbub: Köle, kul.
[23] Radiyye: Razı olarak, beğenilerek,
hoşnud olmak suretiyle.
[24] Şems Suresi 8‘nci
Ayet-i Kerime فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙۖ
Meali: Sonra da ona kötülük ve takva kabiliyetini verene yemin olsun ki,
[25] Ankebut Suresi
69ncu Ayet-i Kerime وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ
وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ
Meali: Ama bizim yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi
yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla
beraberdir.
[26] İhtizaz:Haz duymak. Ferahlamak.
[27] Berk: Şimşek
çakması. Parlama. Yıldırım. Zinetlenme, süslenme. Tas: Tecelli-i İlâhiye ile
kurbiyyete azhariyyet. Ahmak olmak.
[28] Be's: Azab, şiddet. Korku. Zarar,
ziyan. Zorluk, meşakkat, zahmet.
[29] Satvet: Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle
kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek. Zorluluk.
[30] Tahkik: Doğru olup olmadığını
araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü
araştırmak.
[31] Yenişehirli
Avni.
[32] Tugvan (tuğyân) : Haddinden tecavüz
etmek, haddini aşmak.
[33] Hacil: Utanmış. Utanan. Utanmaktan yüzü
kızaran.
[i] NUTK-İ ŞERÎF
Vücûd cûd-i ilâhi hayât
bahş-ı Kerîm
Nefes 'atiyye-i rahmet
kelâm fazl-ı kadî,
Beden binâ-yı Hudâ
rûh, nefha-i tekrîm
Kuvvâ vedî'a-yı kudret
havâss sun'-i Hakîm
Bu kârhânede bilsem
neyim benim nem var
Bu kârhânede bir başka
kâr ü bârım yok
Ne vâr ise cümle anındır
bir özge vârım yok
Cihâna gelmede gitmede
ihtiyârım yok
Benim neyim diyecek elde
bir medârım yok
Bu kârhânede bilsem
neyim benim nem var
'Âdemden etdi beni
kudret-i ber-âverde
Gıdâmı eyledi âmâde
rahm-i mâderde
Nevâl-i zâhir ü bâtınla
etdi perverde
Benimle çekdi zuhûr-i
cemâline perde
Bu kârhânede bilsem
neyim benim nem var
(Erzurumlu İbrâhim Hakkı)
----------‐‐---‐-------
[ii] Zâhirî hâle bakıp etme dahîl bir ferdi
Çekilir çile değil
çille-i germ ü serdi
Kendi hâlince olur her
kişinin bir derdi
Tükenir mi feleğin
sille-i nerm ü serdii
Mihneti kendine zevk
etmedir âlemde hüner
Gam ü şâdî-i felek
böyle gelir böyle gider
(Enderunlu Vasıf)
‐------------------------------
ŞEYH GALİB'İN ''DÜŞTÜ''
REDİFLİ GAZELİ
Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu
reh-i seng-sâre düştü
O zamân ki bezm-i cânda
bölüşüldü kâle-i kâm
Bize hisse-i mahabbet
dil-i pâre pâre düştü
Gehî zîr-i serde desti
geh ayağı koltuğunda
Düşe kalka haste-i gam
der-i lûtf-ı yâre düştü
Erişip bahâra bülbül
yenilendi sohbet-i gül
Yine nevbet-i tahammül
dil-i bî-karâre düştü
Meh-i burc-ı ârızında
gönül oldu hâle mâ`il
Bana kendi tâli`imden bu
siyeh sitâre düştü
Süzülüp o çeşm-i âhû
dedi zevk-i vasla yâ hû
Bu değildi niyyetim bu
yolum intizâre düştü
Reh-i Mevlevîde Gâlib bu
sıfatla kaldı hayrân
Kimi terk-i nâm u şâne
kimi it`ibare düştü
....
Şeyh Galib (v. 1798)
2 yorum:
Çünkü, bak size bir şey öğreteyim, hiçbir şey, bazı insanlar vardır ki, mesela Hazreti Yusuf’un hapse girişinde Cenab-ı Peygamber: “Ah, kardeşim ah!” dedi, kederlendi. Malum ya herkes o tarihin o kısmını bilir. İşte kendisine iftira edildiği vakitte, iftira edileceği söylendiği vakitte: “Yâ Rabbi! Beni hapse sok da bunun dediklerini yaptırtma!” “Ah kardeşim, ah!” diyor. “Öyle diyeceğine ne hapsi iste ne onu iste, bu olmazdı.” diyor. Kendi kabul edince, Hak derhal verir. Bazı insanlar, iki tane çirkinlik karşısında kalır. Biri büyük olur biri küçük olur. Küçüğünü bana ver de büyüğünden kurtar deme, diyor. İkisini de istemem, de. Anlatabildim mi acaba? Ben bunun ikisini de istemem. Bana bunu yazma, istemem! Küçüğünü, ikisini de istemem.
Doktor çok içerliyorsun değil mi demiş, böyle çıktığıma. Kızıyorsun, demiş. “Bana kıymet vermiyor.” Sesini çıkarmış, “Bana bak! Demiş. Söylesene. “Evet” demiş. Seni o kadar seviyorum, sana o kadar kıymet veriyorum, seni o kadar benimsedim ki, demiş. Eğer ben bunu giyersem, bunu kabul etmiş olurum. Seni, Allah zillete diker. Anlatabiliyor muyum acaba? Ben bunu giydim mi, ben buna razı olmuş olurum, kabul etmiş olurum. Sana bu cinsten bir ağır ceza gelir. Ve ölmeden bu cezayı görürsün. Seni sevdiğimden dolayı bunu giymiyorum, demiş.
Yorum Gönder