Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

39. Kaset

039 ( 29.03.1959) 105 dk (85)

… Ümmü’l-Kitab ismini almıştır. Bütün imtihan Fatiha-ı Şerife’nin içerisinde geçecektir.

[1] وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ۟  

İslam dini nedir, diye sorulacak olursa bidayeti de Fatiha’dır, nihayeti de Fatiha’dır. “Lâ temmet es-salât illâ bi'l-fatiha. Fatiha okunmadan namaz tamam olmaz.” emri verilmiştir. Demek ki birçok incelikleri camî. En zor ayet-i kerimesi:

[2]  اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ   Ayet-i kerimesidir. Ramazanda herkes hatim indirir. Güzel, fakat Kur’an’ın hepsini ancak Hazreti Muhammed okuyabilir. Onun için Cenab-ı Hak:

[3] فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْاٰنِۜ    Buyurmuştur. “Kur’an’dan herkes nasibini alsın.” Kısmeti neyse onu alabilir. Hatim indirmek demek, her okunan ayetin mânâsını kendi vücudunda tatbik etmek demektir.

 اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ    Dedik, tatbik edebildik mi edemedik mi? Eğer etmişsek bu ayeti hatmettik, ikinci ayete geçeriz.

  اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ  Tatbik edebildik mi edemedik mi? Ettiysek, bunun neticesini kendimizde görmüşsek, üçüncü ayete geçeriz. “E biz bunları tatbik ettiğimizi etmediğimizi bilmiyoruz. Kur’an’ımızı okumayalım mı?” Öyle yanlış anlamayın. Ben onun hakikatini söylüyorum. Kur’an’ı istediğin kadar oku. Elbette Cenab-ı Hak karşılığını ihsan eder. Fakat asıl mânâsı bu.  

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ين     Demek: “Bütün varlığın sahibi olan Allah’a ve yaratmış olduğunu terbiye eden Halık’a (Rab, terbiye ediyor.) hamd ediyoruz. Bütün hamd-u sena O’na aittir.” Bunun kelimesi doğru. Hamd ne demek bir defa. Allah’ın verdiği nimetleri yerli yerine kullanmanın adına hamd derler. Anlatabildim mi acaba? Göz vermiş, istediği şekilde bu nimeti kullanıyorsan gözün hamdini yaptın. El vermiş, dediği yerde bu elin tatbikatını yapıyorsan, verilen bu nimetin hamdini yaptın.

اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ  Kâfire, münafıka, müşrike, zalime, alçağa, rezile, en yükseğe, en aşağıya bu âlemde rızık veren Allah, demektir. Rezzak-u arazi-i eâzım[4] ayırmıyor. Herkes burada Hakk’ın nimetlerinden istifade ediyor. Rahim: İkinci hayatta da göndermiş olduğu Kitab’a gönül verenlere hususi merhamet ediyor.

Rahman ve Rahim olan: Bu âlemde alçağa da yükseğe de rezile de âlîye de nazar-ı merhameti ile tecelli ediyor. Hiç kimsenin suçunu yüzüne vurmayan, âlemlerin mürebbi-i hakikisi olan, zât-ı müstecmi[5] sıfat ve’l-kemal bulunan, Allah’a hamd ederim. Hamd O’na mahsustur, diyoruz. Bunu söylediğimiz vakitte, eğer hakikaten bütün âzâ-i cevârihimiz, o nimetleri yerli yerine kullanıyorsa bu ayet-i kerimeyi okuduk, demektir. Kullanmıyorsa açık değil. Anlatabildim mi acaba? Biraz zor değil mi?

مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِۜ     Din gününün sahibine, yani Allah  bugünün sahibi değil mi? Her günün sahibi. Orada hiç konuşamayacağın da onun için, tasarrufun yok. Bütün güvendiğin elinden gitmiş. Onun için o şekilde Cenab-ı Hak emir buyuruyor. Şimdi zor olan yere geldik.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ين    Bütün imanın zevki burada. Eğer bunu, kim kendi hâline giydirmişse muhakkak huzur-u İlahide yeri vardır. Mânâsı: “Ya Rabbi! Sen yardım ettin de Sana kul oldum. Seninle, Sana kulluk ederim.” Onun içün ilk önce kulluk sonra yardım isteniyor. Bunun inceliği de bu.

Buraya kadar şimdilik yeter. Daha öbür taraflarını sağ kalırsak başka zaman konuşuruz. Hazmettiremeyeceğim, öyle anlaşılıyor gözler çünkü canlı değil. 

Muvakkat[6] bir zaman için alayık-ı[7] kevnîyesini[8] bir parçacık bir yere bıraktığı bir zamanda, kendisine birkaç sual tevcih eder. “Ben kimim?” der. “Nereden geldim? Nasıl getirildim? Buraya ne içün geldim? Buradan da götürüleceğim; nereye gideceğim, nereye götürüleceğim?” Bu sualleri sorar.

Gelmede gitmede ihtiyârı yok. Benim diyecek elinde hiçbir medârı yok. Sordular mı birimize: “Beyefendi, bir daru'l-belvâ[9] vardır. İkbalinde hud’a[10] idbarında fecia gizlenen bir saha vardır. Zahirde çok tatlı fakat içerisinde neler neler olan bir dünya vardır. Gider misiniz?” diye sormadılar. Götürürken de sormazlar. Zaten, insan şurasını düşünecek olursa, bugün kâinatta top sesini bastıran ahlar birdenbire diner. Cinayetler, rezaletler, sefaletler söner. Hep geliş ve gidişteki gayeyi bilmediğinden dolayı beşeriyet inliyor. Ve inleyecek. Zira Hak davetinden uzak yaşıyor. Acaba anlatabildim mi?

İşte hemen her konuşmam da tekrar ettiğim gibi; ilmi çok yükseldi, felsefesi çook ilerledi, fenni gözleri kamaştıracak kadar terakki etti, fakat ki ne faide ki, beşerin inleyen sesi dinmedi, daha ziyade çıktı. En yüksek kafalar bir araya toplansın, en büyük diplomatlar bir arada içtima etsin, zekâlar çarpışsın, yine çare yok. Huzur kisbî değildir, yani bir insan kendisine huzur verebilmesi bu kalp âlemini tasarruf edebilmesi kendi elinde değildir. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Huzur vehbidir. Servet bizâtihi nimet değildir, vasıta-i nimettir.  Git filan yerde nimet ol, derse olur. Bakarsın ki aksine çevrilir, nikmet[11] olur. Şimdi şu aşikâr ki, hülâsa edelim konuştuğumuzu, bu âleme gelmemizde gitmemizde bizim ihtiyârımız yok. O hâlde ne diye yaratırız diye, semayı deler gibi bakarız? Neden benlik sevdasında yeri ezer gibi basarız? Niçün hukuka riayet etmeyiz? Bu nereden ileri geliyor?

Tarihin en eski efendisi olan bizim ecdadımız. Bizim tarihimiz çok zengin. Biz türedi üredi bir kavim değiliz. Nazım-ı dünya olmuşuz biz ve uzun sürmüş. Öyle muvakkat bir zaman içün değil, büyük bir tarihe malikiz. Hem mânen hem maddeten, hem hâlen hem aklen, hem muhabbeten hem fiilen. Böyle bir varlık hiçbir millet de yok. Fakat son evladı neden böyle oldu? Düşünmüyoruz da burayı. Bizim kimseyi taklide ihtiyacımız yok. Saha-i kâinatta ne kadar geniş varlık görürsen,  hepsi dedenin malıdır. Kaptırmışsın, şekillendirtmişsin. Bizim hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Bizi yıkan taklit olmuştur. Her taklit bizim bünyemize gelmez. Çok acı şekiller doğurmuştur.

(Yabancı arkadaşlar gördüğüm içün sık sık söylediğim cümleyi yine tekrar edeceğim.)

Dedenin yaptığı vakıfları tetkik edersen, vakfiyelerine bakarsan, tımarhanelere musiki heyetleri va’z etmişler. Saz. Deli bununla tedavi edilir, diyerekten. Fennin de bugün son kabul ettiği şekil bu. Bunu asırlarca evvel, yani medeniyetini taklit ettiğin Garp; deliyi cin çarpmıştır, diyerekten cayır cayır yakarken, deden onları tedavi etmek içün, şifahanelere musiki heyetleri vakfiyesi yapmıştır. Buralara kadar düşünmüş. Yine o vakfiyeleri tetkik edecek olursan, filan mahallenin köpeklerine şu kadar sırık ciğer, filan semtin hayvanlarına şu kadar işkembe, filan yere şu filan. Değil insan hakkı hayvan hakları üzerinde bile tir tir titremiş olan dedenin bugünkü çocuğu anasının nafakasını bile vermiyor. Nereden geldi bu hastalık? Babasının nafakasını vermiyor. On kuruş kazanıyor, bir metres tutuyor, çocuğunu diri diri yetim bırakıyor. Zenginliği de yaramıyor, fakirliği de yaramıyor. Öyle. İşi bozuluyor. İnsanın siyah çadırının içinde oturanı göremiyor da ondan oluyor. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? İblis de öyleydi, göremedi de yandı. Hâlâ yanar. Daha da yanacak.

İnsan, demek öyle ufacıcık bir şey değil ki. Allah: “Benim güzelliğimi mevcûdât içerisinde hiçbir ayine gösteremedi, ancak insan gösterdi.” diyor. Evet, insanın birçok veçhesi var. Cismi var ebadı var, hacmi var, mâadine[12] benzer. Neşv-ü neması[13] var, teraveti[14] var, letaveti var, sönmesi var, nebatata benzer. Isırır, kapar, teper, hayvana benzer. Bir de ayriyeten naib-i Hak’tır, ya onun benzeyecek başka bir sıfatı yok mu?

İşte bu sahne-i şuhûdda asıl sıfatını insanlar kaybettiğinden dolayı; ne terbiye tezgâhının çalışması, ne inzibat teşkilatının kuvveti, ne vazı-ı kanunun va’z etmiş olduğu kanunlar insanın üzerinde müessir olamıyor. İnzibat teşkilatı çok güzel çalışıyor, terbiye tezgâhları muazzam işlerini yapıyor fakat hani ya? İnsanlık âlemi inliyor. Senin bana emniyetin yok benim sana hiç yok. Ben üçte gelecektim dörtte geldim belki işte dört oldu şimdiden sonra açma... Bunlar geliş ve gidişteki gayeyi unuttuklarından.

Öyle nazariyeler çıkmıştır ki, bir kısmı ağızla söylenmiştir, bir kısmı da hâlen intibak edilmiştir. Canım der, işte: “Bu kâinat bir tesadüfün neticesi, insan da tekâmül etmiş olan bir hayvan. Ne ebediyet ne saadet, ne şu ne bu! Fırsat eline geçer de ihtirasât-ı nefsaniyeni tatmin etmeklik içün vurup kırıp yakabilir, haddizatında bir şey yapabiliyor musun, senin için saadet bu. Yoksa mahrum yaşar, göçer gidersin. Bundan başka bir şey yok!” Bunu söz hâlinde söyleyenler vardır, bazen bunu söz hâlinde söyleyip de hâlen intibak edenler vardır. Netice alamıyoruz.

Cenab-ı Hak bizi, yani insan sınıfını, zâti sırlarına agâh olabilecek, kendi sıfatlarına layık olabilecek, bir kabiliyette en güzel bir kıvam üzerine hâlk etmiş ve sayılı nefesi de bir sermaye olarak vermiştir. Bizim en büyük sermayemiz, kasada duran paramız değil. Bizim en büyük sermayemiz, yaptırmış olduğumuz kâşâneler, şunlar bunlar değil. En büyük sermayemiz sayılı nefesimizdir. Anlatabildim mi acaba? En büyük sermaye o. Bunların hepsinin hesabını soracağım, diyor. Âdeti de öyledir, o kadar sıkı sorar ki, bazıları böyle makam-ı naz da konuşurlar, hiç konuşma kardeşim. O kadar titiz hesap sorar. Âdeti öyle. O kadar çok sorar. Çok inceler. Sormuş sormuş, taab[15] etmiş. O ayrı bir iş. Fakat o sorgunun tesiratı yok mu? Ufacık komşunda bir iş olur da kendi cinsinden bir adam polise ifade ver der, terlersin canın sıkılır. Beni niye bu işe karıştırdın, diyerekten. Allah’ın sorgusu bunun gibi değil. Buna benzemez. 

Üç konuşma evvel zannedersem söylemiştim, hafızam aldatmıyorsa. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi bir yerde bulunuyorlarmış; su istemişler, su. Suyu soğutmuşlar, hazırlamışlar, oradan vermişler, içmiş, gözleri yaşarmış. Yanındaki dostları sormuşlar: “Mütessir oldunuz.” “Hayır” demiş. “Bir sıkıntınız mı var?” “Yok!” Israr etmişler. “Niye ısrar ediyorsunuz? Demiş. “Su, demiş. Bir nimettir,  soğukluğu ikinci bir nimet. Suyun hesabını vereceğim, bir de soğukluğununkini vereceğim.” O yani böyle bir hissi bir söz değil böyle.  O öyle âdeti öyle. İşine gelmezse çık git, diyor.

Men lem yerzâ bî kazâihî ve lem yesbir âlâ belâhî ve lem  yeşkûr âlâ niamâî fe’l-yettehî rabbe sivâhî. “Bende cebir yoktur, der Allah.  Olur da Benim Allahlığımı beğenmezsin, olur ya, diyor. Kazâ-i ilahimden razı olmazsın, hoşuna gitmez. Nimetlerime şükretmezsin.”

Şükür de böyle “Ya Rabbi şükür!” o değil. O şükrün lafzı o, mânâsı. “Bal” dendiği vakitte o “bal” kelimesi bal mıdır? Balın ismidir. Sen de kendi kendine “Ben Hakk’a şükrettim.” dersin. Ne kadar aldatır insan kendisini. “Yedim, yedim, yedim. Hamdolsun işte, Allah ihsan etti çok şükür O’na.” Bu şükür mü? Bal kelimesinin zikri gibi. Balı yedikten sonra balı anlarsın. Şükrün kelimesini söylüyoruz da kendisini yapmıyoruz.

Bir ağız ki; şarab-ı visale layık değil, ab-ı hayatı içmemiş, ona ağız mı denir?
Bir kulak ki; cananın senini duyamamış, ona kulak mı denir? Başa ağırlıktır o.
Bir göz ki;  göreceği görememiş, ona göz mü denir? Ona bir dirhem yağ parçası denir.
Bir el ki; haddizatında bir sahaya, bir mânâya, bir Kudret’in Vahhab ismine mazhar olmuş da bir düşmüşü kaldıramamış, ona el mi denir?
Bir ayak ki; yürüyecek yere yürüyememiş, keşke ona demir kelepçe vursalardı, ona ayak denmez ki. Ağırlık.Öyle der, mânânın sahibi, maddenin sahibi, varın sahibi olan Allah.  “Her azayı her uzvu,  Bana bir hizmet içün yapmışımdır. Dikkat et soracağım, der. Seni süsledim de meydana getirdim, der. Onun hepsini Bana ait bir hizmet içün yapmışım. Göreyim o uzuvların heyet-i umumisini, verdiğim şeyi yerli yerine kullandığını göreyim.”  [16] وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُۜ  

“Ummadığın yerden seni  يَرْزُقْ  ederim. Sen kendi kendine bir kapı bulmuşundur. Buradan ben bu kapıyı çalacağım da işim olacak, dersin. Senin aklına,  hatırına hayaline, kalbine, gönlüne uğramayan kapıyı açarım, Ben.” diyor. Kendi öyle diyor.  İşin kârlısı da o değil mi ya. Ümit ettiğin bir yerden bir menfaatin gelmesi o kadar zevk vermez, fakat hiç hayalinde ümidinde yokken, bir bambaşka bir kapı açılsın. Sonra rızık deyince muhakkak ekmekle yemek aklına gelmesin. Rızkın en büyüğü nedir bilir misiniz? Burası dursun. Hepsi on dakikada olur mu? Olmaz. Biz rızık deyince yalnızca şöyle yedik içtik filan… O hayvani rızkımız. Bir de insanî rızkımız var. Ehl-i dilin rızkı gönlün rızkı, bambaşka bir şey.

Yakup Aleyhisselam’ın tarihte okunur ki, Yusuf’u kaybedince gözleri ağlaya ağlaya kör oldu. Ekseriyet böyle bilir. Bu gözü mü kör? Öyle bizim bildiğimiz körlükle mi kör oldu? Hayır! Orada gayet ince bir mânâ vardır. “Kudret, beni Yusuf’u göreyim diye yarattı. Yusuf orta yerden kalkınca göze ihtiyaç kalmadı." Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? “Âlem-i ezelde benim hisseme muhabbet düşmüştü, o da Yusuf’u göreyim diyerektendi. Yusuf orta yerden kaldırıldıktan sonra göze ihtiyaç kalmadı.” dedi. Zaten isminde iş var Yakup, bak takipten. Kimi takip ediyor? Cananı takip ediyor. Anlatabildim mi acaba? İsminin üzerinde durdun mu? Yakup, takip ediyor. Kimi? Cananı. Hepimizde öyle manevi bir isim vardır, kullandık mı kullanmadık mı?

Hak davetinden mahrum olan, nasipsiz bulunan, hakikatte şah da olsa gedadır o. Onun bir şeysi yok. Bir kıymeti yok. Bir kıymet ifade etmez.

Biz, bire on dövüşen dedenin çocuklarıyız. Yalvaralım, gönüllerimiz birleşsin, kalplerimiz birleşsin, muhasebe-i nefis yapalım. Cenab-ı Hak yine o satveti bize ikram eder. Hiç şüphe etme. Fakat “Göreyim!” der,  yalnız. Bire on döğüşmüş. Arkamdan vurulursam imansız giderim itikadı ile yaşamış. ekmeği yetişmemiş, Allah demiş doymuş; ayakkabısı yetişememiş, nasırından çarık yapmış. “Arkamdan vurulursam imandan olurum, imansız giderim.” demiş. Tarihi tetkik et, hiçbir vakit biz cephede düşman karşısında mağlup olmamışızdır. Kendi kendimizi vurmuş, kendi kendimize lazım gelen birliği yapamamış düşmüşüzdür. Yoksa biz onu son zamanda da ispat ettik. Kore’de değil mi ya? Yine dünya tarihinde birinci sayfayı biz aldık. Onu bize Allah hususi bir damar vermiş. Hayır üzerinde işlettik mi? İşin şekli değişir.

Mânâya biraz bigâne kaldık biz, mânâya. Mânâ  mevzûu bizde eğlence mevzûuna kadar düştü. İşi yapan Kudret’tir. Allah darıldı. Anlatabiliyor muyum? Yine gönlümüzü birleştirir de yüzümüzü çevirirsek elimizden tutar. Köklü olduğumuz içün tutar. Hepiniz şehit çocuklarısınız. Şöyle dikkat et bak; deden, dedenin kardeşi, babanın amcası, amcan, kardeşin, baban, muhakkak şeceren de bir iki tane vermişindir, meydan-ı gazada. Allah onların hatırını sayar. Öyle diyor.

Görmez misin bizim ananemizde vardır. Cenaze olduğu vakitte sorarlar. “Nasıl bilirsin bunu?” Onun faydası var, var ama hayatında bir şeyi tanımış da gitmişse... Bir şey tanımamışsa bir şeysi yoktur. Hayatında bir şey kabul etmiş mi? Sevdiğin bir insanın, bir kimse hakkında güzel şehadeti, ona layık da olmasa, sevdiğimin hatırı içün peki derim, diyor. Gayet sevdiğin birisi ile hiç sevmediğin birisi, kapıya geldiği vakitte, kapıyı çalınca almış getirmiş; seni seviyorum, onu sevmiyorum, çıksın dışarıya diyemezsin değil mi ya? Buyurun dersin, azıcık bir rekâket olur ama bir parça buyurun dersin, o sırada girer.

Yalnız yalancı şahitlik de yapmayın, derler. Bir de o var, değil mi ya? Yalancı şahitlik. Adam bütün insanların hakkını gasp etmiş, ah almış. Allah’la azamet yarışına çıkmış, mânâya düşman olmuş. Gönülde insana sıcaklık veren imanı çalmaklık içün olanca kuvveti sarf etmiş, sonra gebermiş, geçmiş, gitmiş. Orada isterse yüz bin kişi biz iyi bilirdik desin! O kadar da ucuz değil! Anlatabiliyor muyum? Öyle değil.

Bunlar hep vaktiyle cemiyette büyüklükler meydana gelsin diye va’z edilmiş esaslardır. Hazreti Ömer’in zamanında olmuştur. Ömer var ya, şeriatın zaptiye nazırı. Büyük adam. Ne kadar büyük? Büyük. Bir defa reyine muvafık on dört ayet gelmiş. Kolay iş mi o? Mütalaasını serdediyor. Allah fikrini beğendi al ayetini, diyor. Sonra tatbikatını görmek lazım insan hayatta. Söz hâlinde kolaydır, tenkit yapmak da kolaydır, sen o mevkie geçersen ne yaparsın? Onu ölçmek zordur. Birisini beğenmezsin. Mesela Hazreti Ali keremallahü zâtehü hazretleri. Esedullahû’l-Galip. Muazzam zat. Mısır Valisi Malik İbni Eşter’e verdiği emirnamede[17] öyle der. Vali tayin etmiş Mısır’a.

“Sen, der.  Nasıl senden evvelkilerini tenkit ediyordun, bil ki şimdi seni tenkit edenler de hazırdır. Onu gözünün önünden kaçırma. Sonra selahiyetim var; vururum,  döverim, söverim diye gerilme. Senin fevkinde kimin olduğunu düşün. Sakın biçarelerin başını kemirici bir canavar kesilme!” Uzun söyler söyler de “Hâlk ile temas et.” der. “Halktan kaçan emirlerin iki huyu vardır, huydur geçer. Biri hasistir, leîmdir.[18] Benden bir şey isterler, veremem, diyerekten kaçar. Sende leîm olmadıkça niçün kaçarsın, der. Yahut zalimdir, adalet bekler onun içün kaçarsın. Sen zalim olma, leîm olma, hiç kimse sana bir şey demez.” der.

Söyleyeceğim yer orası değildi, taa açıldık, münasebet elbet aldı da.
Ömer’in zamanında bir ölü getirmişler, birisi gelmiş demiş ki:

     Efendim bu adam bilir misiniz, bu gasıptı. Bunda şunun bunun şöyle böyle hakkı da vardı. Ezici bir adamdı.
     Bu mu? Demiş.
     Evet.
     Kim bunların varisleri? Bekliyorlar onlar, namazını kıldıracaklar.
     Şunun servetinden şu kısmını derhal şimdi lazım gelen yerlere verebilecek misiniz? Verirseniz namazını kılacağım, vermezseniz leşinizi alın götürün hadi,  çabuk! 
Acaba ikinci bir zalim yetişir mi bu sahne işlerse? Anlatabiliyor muyum acaba? İkinci bir sahne daha işler mi cemiyette?  “Bu zalim, yarın bizimki de böyle olacak.” diyor işte. Onlar hep bir evsafa[19] bağlı, hep bir mânâya bağlı olaraktan gidiyor. Kendinde de öyle.

Bin dört yüz şehir fethetmiş. Her bir şehir bir devlet. Öyle muazzam bir şey dünyada bir adama kısmet olmuş. Dünya daima iki kuvvetle yürür. Dünyaya bakacak olursanız, taa bidayetinden öyle yürüyor, iki kuvvet. Dünya da iki hâkimiyet bulunur. Biri Hakk’ın celaline mazhar olur, biri Hakk’ın cemaline mazhar olur. Dünyada diğer camia da, neşesi istidatı itibariyle hangisini kabul ederse onun peşinden gider. Hep böyle. Ömer’in zamanında kisralar, kayserler. Zerdüşt hâkimiyeti, Bizans hâkimiyeti. İki hâkimiyet. Yalnız, Onun zamanında hâkimiyet bire inkılap etti. İkisini de sermiş. Acaba anlatabiliyor muyum? Öyle olduğu hâlde, öyle olduğu hâlde, Böyle akıyor servet. Sonra, ne bileyim ben? O vakit insanlarda başka türlü nazar var.

Neyse o da uzun sürer, orasını da anlatırsak lazım gelen yeri şurası ki, bayram geliyor. Çocuğu demiş ki:

  Geçen sene bayramlık elbise yapmadın, evvelki sene de yenice dedin, bu sene de niyetin yok. Çünkü herkes evladına aldı. Siz, pek yaklaştı, bir hazırlık yapmadınız.
   Yapamayacağım, demiş.
   İyi ama yok, demiş.
   Ben onu kendi elimle siler süpürür temizlerim, yepyeni olur. Para yok oğlum, demiş. Aldığım ancak bu işlen idare!
   (Çocuk tabiatı ile) Beytü'l-mal nazırına bir şey yazınız, gelecek ay alacağınız maaşınıza mukabil bir şey versinler.
    Haa, iyi hatırlattın, demiş. Gelecek aylığıma mahsuben biraz para verin, diyor. 
Götürmüş sevine sevine, Beytü’l- mal nazırına emirine, o günün maliye işlerinin başına. Bugünkü tabirle. Bakmış, açmış:
 Evladım, demiş. Hürmetlerimi, selamlarımı, ihlaslarımı, mübarek babana arz et. Muameleyi eksik göndermişler.
   Böyle bir gelecek ay yok mu? Demiş.
   Var.
   O ayda alacağı paradan bir parçasını versin, diyor. İhtiyacı var.
   Muamele eksik, demiş.
   Nesi eksik?
   Gelecek ay yaşayacağına ait Azrail’le yapmış olduğu mukavelenin suretini göster. Gelecek ay yaşayacağına dair, Hak ile yahut. Yapılan mukavelenin suretini zapt etsin, sonra verelim.

Onu hangi boya ile boyayıp söylemişse çocukta bir hâl değişikliği oluyor, sarılıyor. “Babamın böyle adamı varmış!” diyor. Koşup geliyor, Ömer’de dört gözle bekliyor. Mütebessim bir eda. “E ne oldu?” diyor. Böyle böyle. “Hele verseydi, bilir o Ömer’i de” diyor. “Hele bir verseydi yanılıp da!” Bunlar zevktir, işte hakiki zevk bunlar. Anlatabildim mi acaba? 

O miskinlik filan katiyen şey diyen bir zât-ı âlî hiç. Öyle oturuyormuş birkaç kişi, “Siz demiş ne yaparsınız?”  “Nahnu’l- mütevekkilün. Biz mütevekkil insanlarız.” Vardır ya, şimdi de vardır öyle, kıyı da bucakta. Sanki dünyaya bakmıyormuş gibi böyle bir tarafa bakar. Baksana Allah var.

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ [20]  “Baksana!”  diyor, Allah yahu! Bir kısmı da gözünü kapar oturur. Açıkken bir şey görmüyorsun, kapalıyken görüyor musun? Bilmem, belki görür. Kendime söyleyeyim. “Biz ehl-i tevekkülüz!” demişler. “Femâ’ tekâllâh. Allah canınızı alsın. Dinimizi öldürüyorsunuz.” Almış kırbacı döve döve, götürmüş bir arazi göstermiş. Tohumluğu da getirmiş. “Ekin bakalım, demiş. Dikin, lazım gelen bunun, bu toprağa ne yapılması lazımsa onun icraatını yapın, dikin. Sizin yapacağınız. Kudret elinizden bittikten sonra, bekleyin Allah ne verecek diyerekten. Bunun adına tevekkül derler. Miskinliğin adına mânâyı öldürmek denir.” diyerekten, dövmüş. Böyle bir zât. Acayip. Evet, söz sözü açıyor, şimdi bir de bunun karşılığı var.

Haccac-ı zalim. Doksan, belki rakam hatası olacak. Rakam vermeyeyim de binlerce kelle kesmiş. Bir tuhaf adam. Bir gün sarayında oturuyormuş. Anası bir köşe penceresinde, kendi bir köşe penceresinde, annesi böyle bakarken bakarken, başlamış ağlamaya.

     Ne ağlıyorsun anne, demiş.
     Nasıl ağlamam, az mı can yaktın, az mı ev söndürdün, canavarlar senden utanır, öyle bir hain evlatsın, ne yapayım ki benden doğdun, sen bunun elbette cezasını göreceksin fakat evladım olmak dolayısıyla da bir cinsiyet var, bir kurbiyet var anasırda, bir meyil var, rikkatimi cezbediyor ağlıyorum.
    (Gülmüş) Ağlama, demiş. Şöyle bir bakmış. Şu herifi çevirin, demiş.
   Yine mi bir şey yapacaksın?
   Yok, demiş. Yok demiş sana bağışladım, bir şey yapmayacağım.
Çevirmişler, zaten adamın rengi mengi kaçmış. Çünkü var böyle, tarihte acayip adamlar. Çık, diyor birdenbire, iki kapı varmış. Kendi istediği kapıdan çıkarsa bir şey yapmıyorlar. Bir taraftan çıkarsa, kimse bilmiyor, kapının ikisi de aynı biçimde, derhal orada imha ediyorlar. Hatta birisine söylemiş, “çık!” demiş, durmuş:
    Hangi kapıdan çıkayım?
  Bu kapıdan çık, demiş. Kendi girip çıktığı kapıdan. Yanındakiler demişler ki dalkavukları, her zalimin yanında dalkavuk olur.
   Efendim bunun sizce suçu vardı, onun imhasına siz gidecektiniz ama siz buna...
  İyi ama demiş Peygamber “El müsteşaru mü’temen.[21] Buyurdu. İstişare ettiğin adam emin olsun, dedi. İstişare etti benimle demiş.
Burasını da anlatabildim mi acaba? Tuhaf bir şey. Girmiş, adam korkaraktan, çıkarmışlar yanına.
     Otur, demiş. Emin ol. Sana bir şey olmayacak. Ne iş yaparsın sen demiş.
     Zeytinyağı tüccarıyım, demiş.
     Bir okka zeytinden ne kadar yağ çıkar, demiş.
Okka zamanıymış. Bir rakam söylemiş. Bin okkadan ne kadar çıkar, demiş. Yine bir rakam söylemiş. Belki bunlar aralarında demiş, ticaret hesabının bir vahidi kıyasisidir, bir küsurlü rakam söyleyeyim, demiş. Yedi yüz küsur şeyden ne kadar çıkar? Bu kadar. Bir taneden ne kadar çıkar, demiş. Efendim bu cins cinstir, demiş. Filan cins olursa beş damla çıkar, filan olursa şu kadar damla çıkar, bir cinsinde yağ olmaz, yalnız elde bir ıslaklık nem olur.
   Çok hoşuma gitti, demiş. Mesleğinde mahir, bahir, bir tacirsin, böyle olmasını isterim ben demiş. Çok zevkime gitti. Şu yaşta şu kadar deden olsa bunun hisse-i ilahisini çıkar bakayım nasıl çıkaracaksın demiş. Durmuş. Haccı temeddü niye derler? demiş. Durmuş. Haccı kıran neye derler demiş. Yine durmuş. Uzatmayalım yirmi bir tane sual sormuş.
  Demiş, be alçak herif! Üç günlük dünya hayatına taalluk eden mesleğinin istikbalinden, tanesinden, şusundan busundan, damlasına kadar cevap verdin. Bir de demiş, müebbet istikbal vardır yahu. Nihayet bu sayılı nefesin biter, sonra bir hayat açılır, oraya ait demiş, yirmi bir sual sordum, bir tanesine cevap verseydin ne olurdu, demiş. Dua et anama söz verdim hadi gözüm görmesin çık git, demiş. Ondan sonra demiş ki annesine:
  “Anne sen ne tasa çekiyorsun? demiş. Ben memurum memur demiş. Minterafillah[22]. Ezmeye memurum demiş. Ben Hakk’ın kılıncıyım demiş. İstersen süpürgesi olaraktan kabul et. Benimle pisliği süpürür sonra beni ne yaparsa yapar. Sen düşünme” demiş. “Getir Ömer’in milletini de Ömer olayım!”

Haccac’ın sözüdür bu. Muazzam. Hakikaten de öyle. Getir Ömer’in diyor da.
Size birkaç seferde  anlatmışımdır fakat….
.....

Bir ana-kız. Bir sağılır hayvanları var, onun sütü ile geçiniyorlar. Sütün azaldığı mevsim olur. Süt azalmış. Fakat azalınca da koyu olur. Annesi kıza demiş ki:

     Evladım,  şu süte su koymazsak bizim nafakamız temin edilmeyecek. Ona biraz su karıştıracağız.
     Ne olacak, demiş.
     Ee karıştıralım artsın ki nafakamız bununla geçiniyoruz, demiş.
   Yaa, demiş. Ben seninle bir çatı altında bir yatakta yatıyordum. Ne kadar aldanmışım. Yahu ben seni kalbi iman dolu bir anne zannederdim. Sen demek doyuranı süt, şu bu zannediyorsun. Hak’tan ünsiyetin kesilmiş, esbaba gönül bağlamışsın. Bu akşamdan itibaren ben seninle yatmam. Öyle diyor.
  (Demiş ki) Emir emretti mahlût[23] bir şey satılmayacak diye ondan mı çekiniyorsun, demiş. Bunu komşumuza vereceğiz, ahbabımıza vereceğiz.
  Bırak sözü uzatma şimdi yahu demiş. Emir kim? Onun sözü kim? Emir beni görmez ama ben sütün içerisine bir şey korken elimi tutan var. O görüyor ya, demiş. Oynatan var benim elimi.
Tesadüfen onu söylerken Ömer de geçiyormuş oradan. Hurma liflerinin arasında bahçede bu konuşuluyor. “Ömer de kim!” diyor. Onu görürken bunu görürken filan bunlar,  çivi gibi mıhlanmış.
     Al demiş ne yaparsan yap! Bu sefer annesi de:
     Peki, ben karışmıyorum sen ne istersen yap!
Süt sağılmış, biraz sonra Ömer kapıyı çalmış. Bakmışlar ki Ömer. “Buyurun” demiş kadın tabi. Girmiş içeriye. Hürmetli davranıyor, azıcık celallidir Hazreti Ömer. Celali galip bir zat. “Kiminiz var sizin” demiş. “Kimsem yok, bir kızım var işte” demiş. Görebilir miyim? demiş. “Şimdi komşuya süt götürdü, gelirse görürsünüz.” Şimdi kız daha on yedi on sekiz yaşında. İçeriye girerken Ömer tekbir alarak ayağa kalkmış. Ki Ömer hayatında yalnız Ehlibeyt’e ayağa kalkmış, başka kimseye kalkmamış yok. Bilal’e Selman’a, Ehlibeyt’e. Mahdut insanlara. Bu da on yedi on sekiz yaşında bir kız, kıyam ediyor. Hani deriz ya efendim filan, müsaade edin, kerem edin. Sıkılır da insan, ona da öyle muamele. Yok, demiş. “Kızınız, Allah ile beraber içeriye girdi. Ona bu kadar gücüm yetiyor ayağa kalkmak. Biraz evveli süt meselesini konuşan bu kızınız değil miydi?” Evet buydu. “Onun içün Allah ile beraber girdi.”

Acaba hangi nazariyeyi okumuştu bu kız? Şimdi kendi kendimize söyleyelim. Hangi terbiye tezgâhından çıkan eserle bu kadar mânâya sahip olmuştu. Hangi kanunun korkusundan bunu yapmak istiyordu, yapmamak istiyordu? Anlatamıyor muyum ben? Gözlerinizde uyku var ya. Şimdi de yirmi sene okuyor: “Bırak o boş şeyleri, bırak!”  Belki bu sözleri de “Bırak şimdi bu ahmakça şeyleri bırak!” Yetmiş sene de okur böyle böyle kitapları. Ondan sonrada calî gülmesini, tıp tıp atlamasını. Bunların hepsini bilir. Bunu nerede okudu? Bu neydi de bunu söylettirdi? Yaa!

Ondan sonra da demiş ki: (Kibarlığa bak.) “Hanım bizim usulümüzde küfüv aranır.”
Küfüv, küfüv. Türkçeleştireyim. İslam ananesinde bir kız bir oğlana yahut bir oğlan bir kıza verildiği vakit Peygamber diyor ki: “Küfüv arayın.” Küfüv yani, ilmen ahlaken, meziyeten, vicdanen, küfüv arayın. Daha doğrusu vicdanendir. Anlatabildim mi acaba? Şimdi bizde de aramayan vardır. Parası çok dendi mi? Rütbesi büyük dendi mi ne olursa olsun ama ne olursa olsun! Parası var ya yahut masası var, acaba bu vicdanen bu adam merhametli midir, bu adam hayatında insan aldatmış mıdır? Bu adam icabında herhangi bir yalan irtikâp eder mi etmez mi? Buralarını aramak yok! Var mı parası? Var. Var mı masası var. Hiç. Şimdi anlatabildik mi küfüvü? O ona aynı çapta. Başka kelimesini bilmiyorum. Sen anlayıver.

Bunların vicdanları birleşebilir mi? Bunlar sûn-i ilahi fabrikasının tezgâhı olacaklar. Hakk’ın insanını dokuyacaklar. Bu dokunan yavru üzerinde bunların ahlakının mânâlarının tesiri kalacak, tesiri olacak. Acaba bunlar, hadim-i mânâ olacak, vatan muhabbeti ile memleket şefkatiyle yaşayabilecek, zevki ile yaşayabilecek evlat yetiştirebilecekler mi? Var mı böyle düşünenlerimiz? Yüzde on olursa, sema ayağımıza iner. Yaa, yüzde on düşünsün, bu seviyede yükselsin derhal bu sema ayağına terlik olur senin. Şimdi gelelim oraya demiş ki:

     Hanım, benim evladım sizin kızınızın küfvü değil. Yani ona layık bir eş değil. Acaba siz layık görür müsünüz? Görürseniz ben Allah’ın emri ile alacağım. 
Tabi muvaffakat etmişler. İşte tarihte ikinci Ömer namını alan Ömer İbn-i Abdulaziz adındaki büyük zât, o kanaldan zahir olmuştur. Anlatabildim mi acaba? Hakikaten de ikinci Ömer namını almıştır. O namı alışta da büyük bir şekil vardır. İnsanlar daima gaflet şarabıyla mest olarak yaşarlar. Ekseriyesi. Vakta ki hutbeler de İmam-ı Ali’ye küfür ediliyordu, zem[24] ediliyordu. Para mukabilinde. Para ile batılı Hak şeklinde gösteriyorlardı. Her vakit vardır o. Dünya devam ettiği müddetçe, bunların hepsi devam eder. Sen kendini ayarlarsın Hak tarafında yer alırsan ne büyük nimet. Mesela herkes, o İmam-ı Hüseyin’in başını kesen Yezid dendiği vakitte hüngür hüngür ağlar. Yezidin muamelesi bitmiş midir? Yoo!

Bak ben size daha canlı bir misal vereyim. Daha canlı misal, daha ağır bir misal vereyim. Peygamber şahsına yapılan en ağır tecavüzlerin hepsini affetmişdir. Geçen konuşmada söyledim işte bir tanesini yine tekrar edeyim.

Anavatanından hicret etti. Kızı babasının aşkı ile bir geceleyin yandı. Babama gideceğim, dedi.  Gece yarısı yola çıktı. Müşrikler haber aldı. Bir adamı tuttular. Dediler ki: “Eğer sen bunu öldürebilirsen, şu kadar lira vereceğiz.” Herif o cinayeti irtikâp etti. Mızrak attı deve üzerindeyken hamile idi düştü, iskat-ı cenin oldu. Biraz sonra da kendisi vefat etti. Zaman geldi mukadderat, O Zât-ı Âlâ’nın mânen elinde olduğu gibi sureten de gözükmeye başladı. Geldi birisi. Ağlıyor ama. Sahi ağlıyor.

    Beni imha et, dedi. İmha et beni.
    Biz ihyaya geldik imhaya gelmedik ki! Niye seni imha edeyim?
    Ben o şekilde değil, benim hayatım belki senin elinden imham olmaktır. Beni imha et.
    Nedir senin suçun?
    Sormayın, ferşten arşa kadar benden alçak adam yok.
    Nedir?
  Ben sizin kızınızı şehit eden caniyim. Aldandım yanıyorum şimdi. Yalnız bana şahit ol. Sana teslim oldum, beni imha et.
Döndü dedi ki dostlarına: (Ağlamaz mısınız ?)
     Ben şimdi dua edeceğim, âmin deyin, Allah bunu bana bağışlasın.
Ve onu afetti. Anlatabiliyor muyum inceliğini. Fakat onun bırakmış olduğu mânâya, şu kadar dil uzatana, inkisâr etti ve af olunmaması için de kuvvetli Allah’tan temenni etti. Yaa. Bir şey anlatabiliyorum değil mi? Yaa! O’nun şahsına yapılmış, büyüklerin şahıslarına yapılmış olan şeylerin hepsi af olur. Bırakmış olduğu mânâya ilişildiği vakitte af olunmaz.
Her günün Yezidi de meydandadır, Hüseyni de meydandadır.  Eksilmez o. Daima öyledir. Sonra bu acayip serairdir. Hadi söylemediğim bir şey var da size söyleyeyim. Sen zanneder misin ki haddizatında, mânâya sahip olan adamları böyle senin bildiğin şahıslar parçalar. Öyle mi zannedersin? Sizin hepinizi zevke çıkmış zannı ile konuşuyorum. İçinizde kesafeti maddenin kesafetinde olan olursa pek anlamaz.

Evliyaullahtan bir zât-ı âlî, gidiyor. Ruhen onu sevmiyor. İblis-siret olanlar, insan-siret olanları sevmezler. Buna imkân yoktur. Bir adamın sireti iblis mi? İnsan-siret olanları sevmesi imkân yoktur ona. Sevemez. Görmüş. “İmha edeceğim bu adamı, demiş. Öldüreceğim.” Beş on adım daha yürüdükten sonra tasarrufu var adamın. İmha edeceğim diye karar vermiş olan adamın en sevdiği bir insan şekilde tecelli etmiş. Biraz daha ileriye gitmiş. Biraz daha gitmiş bir dostu varmış, kunduracı o şekilde. Biraz daha ileriye gidince birisi, biraz daha ileriye gidince kendisi. Ondan sonra dönmüş. Hangisini imha edeceğim, demiş. Anlatabildim mi? Bir şeyler böyle tutmuş, hangisini imha edeceğim, demiş. Kendinden mi başlayacaksın, kunduracıdan mı başlayacaksın, filancadan mı başlayacaksın? Hangisinden.

Şahıslar üzerinde değil iş, mânâya vaki olan tecavüzler çok zordur. İmam-ı Hüseyin’i yatırmışlardı. Kerbela’da re’s-i saadetini keserlerken, üzerindeki Şimr değildir. Şimr, bölük kumandanıdır. Sinan’dır, Sinan-ı nihayi. Şimir derler o bölük kumandanı. Emri veren. O alet-i carihayı vaz ederken, evet bakayım kimin üzerindesin demiş, kendi üzerinde. Kendini kesiyor. Mânâ vücudunu. Anlatabildim mi? O ayrı. Fakat mânâya yapılan tecavüz öyle değil! Neyse buralar yine uzuun.

Haa, işte Ömer İbn-i Abdulaziz dedik de para bu ya, para. Satılmış adamlar her vakit olur. Minarelerde mimberlerde zemmediliyor. Ehlibeyt’e, Hazreti Ali’ye. Uzundur bu mevzû ya orasını söylemeyelim de nihayetini getirelim. Uzun ne olduğu bir tüccar davet etti, benim kızıma talip olacaksın, dedi. O talip olduğu vakitte tüccar… Bir cevap verildi. Neyse orası dursun, zamanında hutbelerde, sonunda yapılan o kötü çirkin vaziyeti... [25] اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَا۪يتَٓائِ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِۚ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

Ayet-i kerimesiyle nihayet vereceksiniz, dedi. O kadar da güzel bir ayet seçmiş ki mübarek zat. O kadar güzel. İlhami bir seçiş olsa gerek, çünkü bu ayet-i kerime de Allah bütün insanlara üç şeyi emreder, üç şeyi nehy eder. Anlatabildim mi acaba? Allah’ın emri bu üç şeyin içerisindedir, yasak ettiği şey de bu üç şeyin içerisindedir. Bunun heyet-i umumisi toplamış olan bu ayeti, bundan sonra bu okunacaktır, dedi. Hadi orasını da söyleyeyim size bari. Nasıl oldu o?

Bir zengin Yahudi tüccarına bir vasıkada dedi ki, “Ben meclis-i meşverette vükelayı topladığım vakitte büyük bir dilekçe ile bana müracaat etsin benim kızımı istesin. Ben reddettiğim vakit, ben reddedeceğim. Reddettiğim vakit, cevaben desin ki, ben bilmiyordum bu işin bir suç olduğunu, bilseydim yapmazdım. Nâhak yere Emirü’l-Mü’mini hiddetlendirdim. Beni affetsin, çünkü ben şuradan cesaret aldım. Peygamberiniz Cenab-ı Fatıma’yı Ali gibi bir zata verdi, herhalde o da bana kızını verirdi. Ali çünkü Peygamber’in kızına layık olsaydı minarelerde lanet okunmazdı.” Anlatabiliyor muyum inceliğini?  Ondan cesaret aldım, şey ettim. Hazreti Fatıma’nın. Aynen bu hadise oldu, olduktan sonra aynı cevap verildi.

Ömer İbn-i Abdulaziz o gün vükelaya dedi ki: “Cevap verin bakalım!” O güne kadar çekiniyorlardı. Çünkü kurulmuş bir düstur, daima öyle gidiyor, kimse bir şey diyemiyordu.
“Cevap verin, dedi. Artık bu rezalete nihayet veriyorum ben, dedi. Büyük bir edepsizliktir, mânâ namına bir cinayettir.”
Böylelikle nihayet verdi. Hangi hayır vardır ki, şimdi bazı insanlar vardır. “Efendim bakın işte, bu da din namına yapılmıştır. Cami mabed yeri değil midir? Minber de haddizatında en büyük İslam’ın mânâsını ilan eden bir yer değil midir? İşte burada da din namına dinin en büyük adamına zem edilmiştir, küfr edilmiştir!” Hasıma böyle senet verir buraları. Anlatabiliyor muyum?  Öyle der. Yapılmıştır, der. Bunlar doğrudur, çıkarılan netice yanlıştır. Şurayı dikkatle dinleyin. En mühim yeri bu. Çıkarılan netice yanlış. Hangi bir fikr-i âlî vardır ki, kötü bir şekilde kullanılsın da büyük bir kötülük meydana gelmesin. Hangi bir hayır vardır ki, kötü bir şekilde kullanılsın da büyük bir şey zahir olmasın.

Misal verelim daha iyi anlaşılsın. Ameliyat olmuş bir hastaya, bir hastaya, fenni saat zarfında su verilirse hasta ölür. Su hayatın büyük unsurudur. Şimdi liyakatsiz bir hastabakıcı hastanın yanında bulunan bir kimse, ruhsuz bir merhamet hissi ile ona o suyu verir de hastayı öldürürse suyun aleyhinde bulunmakta benim ne hakkım var kardeşim? Anlatamıyor muyum bir şey? Hazakatsiz[26] bir doktor, bilgisiz bir tabip, yanlış bir teşhisi ile lüzumsuz yere bir adamı öldürmüşse verdiği yanlış ilaçla, tıp kanunun aleyhinde bulunulur mu? Hastaneler kapansın denir mi? Hastanelere layık adam yetiştirilir. Binaenaleyh, şimdi biz öyle bir hâle geldik ki, ufak tarihin bir hatasını o mânânın mahiyeti zâtiyesi ona manidir. Mugalatadır[27] o. Anlatabiliyor muyum acaba?

Ahlak ile din beraber gider. Sözün kısası. Çünkü ahlak kuvvetini ebediyetten alır, ebediyeti insana tanıtan dindir. Anlatabiliyor muyum acaba? Ahlak ile ikisi beraber gider onların. Ahlaksız bir kavim hiçbir vakit, muhafaza-i mevcûdiyet edemez. Orada gözüken parlaklıklar talaş alevine benzer, derhal söner. Beşerin hissi ile yapılan nizamlar, ufak bir sarsıntıda cemiyetin bir sarsıntısında hepsini altını üstüne getirir. Bugün niçün insanlar haddizatında bir mânâ, bir kemal gösteremiyor. Havas ile avamın muvazenesi yok onun içün. Ve bu muvazene yapılmadıkça dünya felaha kavuşmayacaktır. İmkânı yok ona. Kararı Allah vermiş. Bozamazsın ki. Sonra öyle der, O. [28] اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ وَاِذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِقَوْمٍ سُٓوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُۚ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَال  “Bir cemiyet kendi kendisini bozmadıkça, Ben o cemiyeti yıkmam. Havasında merhamet kalkar, avamında hürmet kalkar, ikisinin evlenmesindeki muhabbet sermayesi ortadan yıkılır. Ben onu yıkarım. Ben de irade ettim mi? Onu geri çevirecek kuvvet yoktur ki, çevirebilsinler.”

وَاِذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِقَوْمٍ سُٓوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُۚ  “Onu geriye çevirebilecek hiçbir kuvvet yoktur.” diyor. Ve bunu da hadisat ispat ediyor.  Dünya çalışıyor çok. Olanca kuvveti ile çalışıyor. Kafalar toplanıyor geliyor gidiyor filan. Çıkmaz.   [29]  وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ .

“Bana sarılmadıkça yolu açmayacağım. Açmam!” diyor Allah. Sonra mânâya geniş bir düşmanlık. Hele bize hiç yakışmaz. Biz zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı koyduğu yere imanı koyan dedenin çocuğuyuz. Bize hiç yakışmaz. Böyle otur demişiz, oturtmuşuz. Öyle nazırlık yapmışız biz. Karadan gemi indiren bir dedenin oğlu bunu yapabilir mi hiç. Çok ayıp!

Tarihte elli yaşında cihangir var. Otuz var, kırk var, yirmi üç yaşında yok. Dedendir yirmi üç yaşında cihangir olan. Devre kapamış sonra. Hem babanın aldığı evde otur, hem de küfür et. Yeni ev aldın mı sen! Nasıl aleyhinde bulunursun? Yeni bir ev aldın mı kardeşim? Hem öyle bir ev almış ki dünyanın yüzünde. Bir mülk vardır bir odası bin lira, iki bin lira, beş bin lira kira getirir. Bir mülk vardır, yüz odası on lira kira getirir. Bu öyle mülk almış sana. Seması böyle parlak bir yer yok dünyada. Oğlum mânâya sahip olsun, insan haklarına riayet etsin. Kızım ismet ve iffet numunesi olarak yaşasın diyerekten, gitmiş meydan-ı gazada can vergisi vermiş. O bizden çok eğlenmesini bilirdi. Bizden çok kavîydi. Avrupa’dan yüzlerce kız getirerek oynatmasını çok iyi bilirdi. O bizden çok yüksek, çok kâvî.

Mânâ tarafımız tamamıyla boşalmış! Amerika, atomu var; nazım-ı dünya olacağım, diye çalışır. Parası var; kâinata para verir, parasının üzerinde geçen sene okutmuştum size, “Allah’a güveniriz.” diye yazar, paranın üzerinde. Niye para yazıyor? Para insanın eline daima geçtiğinden dolayı. Hiç unutulmuyor o. Tedâvülde daima. Cebindeki defterin durur, akşama açarsın, sabah bunu her dakika açarsın. “Allah’a güveniriz.” diyor paranın üzerinde. Bütün dünyaya yalvarıyor reis-i cumhuru, filan adam hastalanmıştır dua edebiliyor musun, diyerekten. Biz dua edin, desek gülüyorsunuz. Şaşmak için iş. Parası var, pulu var, kâinatı besler, “Dua edin” der. Bütün dünyaya haddizatında, sonra kilise orada yirmi dört saat hani nasıl diyorlar ona, geceli gündüzlü çalışan yerler vardır… Beceremeyeceğim, sen anladın. Hani bazı fabrikanın gece gündüz tatili yok. Orada tatilsiz bir kilise var. Dünya sulhu devam etsin, diyerekten.

Yaa, hem babanın evinde otur hem de penceresi buradan niye açmış diyerekten, küfür et. Yeni bir ev al aç penceresini. O evde oturuyorsun daha. Allah ismi azize mazhar kıldı, altı yüz sene yerin üzerinde yaşadın, yerin dibine girmedin. Sen o medeniyetini taklit ettiğin tenekeciliği daha bir asırdır o… Bu kadar uzun boylu bir iş değildir. Napolyon’un sarayında yüznumara yoktu. Senin on dört asırdan beri yüznumaranda su vardır. Hangi tarafını anlatayım ben sana?

O görmüş olduğun fenn-i vaziyetin biraz teâlisi ile şeye göredir. Vaziyeti coğrafi itibariyle, zaruridir o. Hepiniz okudunuz tarihten ki, insanlar Asya’dan Avrupa’ya geçti. Avrupa kıtası dilfirip[30], güzel. Fakat münbit[31] değil. Nüfus tekâsüf[32] etti, edince geçinmek için yerin dibine saldırdı. Anlatabildim mi? Birden bazı yerin, Anadolu’dan insanlar gelir. Ahalisi zeki derler, zeki değil. Gurbette olduğundan dolayı çok insanla temas eder, ondan zekâ. Ötekinin biraz daha yiyeceği boldur, geçinebiliyor, gurbete çıkmaz, tabiatıyla kendi sahasındadır. Anlatabiliyor muyum? O da oradan aktardı, senin kafadan üstün kafa yok dünyada. Bunu kabul et. Yalnız kafanı iyi tarafta çalıştır.

Bizde hastalıklar var, tedavi edilmesi lazım. Hırs, pis hastalık! Haset, üüü hücremizin içerisinde var. Bir tarafında değil. Onun iğnesi var. Büyük eczaneden alırsın, basarsın iğneyi tedavi olur. Ölür o. Haset, hırs, tamah, kibir, riya. Riya ne? İçi başka dışı başka. Hele bu, bu da büyük bir hasta. Hastalık. İçi başka dışı başka. “Riya taat çeşmesini kurutur.” der Hazreti Muhammed. Alnın secdede çürüsün, paran olsun her gün git gel Beytullah’a. Her günde oruç tut. Fakat için başka dışın başka. Çürüdü hepsi. Hiç faydası yok. Güzel bir kazan inek sütü sağar sağar sağar hiç böyle güzel, otuz kilo verenden değil, beş kilo verenden, bizim anavatanın ineklerinden. Şöyle mis gibi kokar. Anlatabildim mi? Ondan Koca kazanı doldur, içerisine bir fincan şey, ufacıcık bir yüzük kadar şey bir gaz dökülsün içemezsin, bitti. Riya taat çeşmesini kurutur. Bu hastalıklar bir defa kalkmalı.

En büyük kabahatimiz birbirimizi sevmeyiz. Sevmeyiz. Yalvarır ufacıcık bir memuriyet alayım diyerekten, sokarsın ilk önce can yakmak olur işi. Boynu büküktür önceden, ondan sonra bakarsın ki acayip bir gerilir böyle aaa, böyle gerilir.

Her konuşmamda tekrar ediyorum, Peygamber öyle dedi. İman etmedikçe darû’s-selam’a giremezsiniz.

İman ne demek bir defa. Bir de bu mevzû. İman etmeyi boyuna söyleriz ama nedir iman? İman nedir? Söyleyeyim mi?  Bidayette konuşmaya başlarken dedim ki, insan kendisine birkaç sual sorar. “Kimim? Nereden geldim? Ne olacağım? Nereye götürüleceğim?” Ahlaka göre bu sualleri sormayan kimse henüz makam-ı insaniyete kadem basmamıştır. Çünkü hayvan da yer içer tenasül eder, insan denilen de yer içer tenasül eder. Hayvanla insanı ayıracak bir sıfatı mümeyyizesi vardır. Konuşması değil, konuşmak ayırmaz.

Her kimün var ise zâtında şerâret küfri
Istılâhât-ı ulûm ile müselmân olmaz

Kelimeleri derler fakat zâtında adamın şekavet var. O kelimelerle bir adam olmaz o.

Her kimün var ise zâtında şerâret küfri
Istılâhât-ı ulûm ile müselmân olmaz.

Ger kara taşı kızıl kan ile rengîn itsen
Rengi tağyîr olur amma la’l-i Bedahşân olmaz

Eylesen tûtîye ta’lîm-i edâ-yı kelimât
Nutkı insân olur ammâ özi insân olmaz [i]

Düşünmektir, ayırabilen. Kuvve-i müfekkire. Onun için büyük Kitabda efela yetefekkerun. Tefekkür nedir, düşünmek, böyle otur, böyle düşünmek değil. Olanı görmek. Anlatabildim mi acaba?  Düşünmenin mânâsı: Kim ki olanı görüyor, ona eshab-ı tefekkür derler. Yoksa böyle ol da böyle düşün. O değil o. Olanı görmek. Şimdi bu sualler sorulduktan sonra, zaten “düşünme” dedim de düşünme beşerin bidayetinde var.

Henüz insanlar bir teşkilatı olmaksızın sizinle fikren şöyle birkaç yüz bin sene evvellerine seyahate çıkalım. Göreceğiz ki, büyük bir ağacın dibinde bir adam, önünde avlamış olduğu hayvanın derisine sarılmış, taştan yapmış olduğu baltayı da fırlatmış bir köşeye, bir ağacın kavuğunun dibinde şöyle duruyor, düşünüyor. Ne düşünüyor bu? Yani neyi görüyor? Hangi olanı görüyor. Efendim vergisini verememiş hazırlayamamış mı? Daha Pazar teşkilatı yok. Çoluğuna çocuğuna nafakasını hazırlayamamış, kazanamamış, aile teşkilatı yok. Aslını düşünüyor. İsim vererekten ilmen düşünmüyor da hâlen düşünüyor, fakat ona ismini veremiyor da “var, var!” diyor işte o “Var!” dediği Allah’tır. Anlatabildim mi?

Bu hilkatle beraber gider. Oluşla beraber. Bu sualleri sorduğu vakitte, “İnan!” der, onun vicdanı ona, varsa eğer,  inan.

Aslını bulmak aşkına iman denir. Anlatabildim mi acaba? Kendi hakikatini taharri… İnsan bu âleme ne içün gelmiştir? Kendini bulmaya gelmiştir. “E kendim bu değil mi?” Yok canım ne bu? Nasıl bu gömlek benim tenim değilse, tenime temas eden bir gömlekse bu kalıp da elli atmış kiloluk kan ve kemik torbası da benim içimde sessiz sözsüz konuşan vücudumun gömleğidir. Nasıl bu gömleğin bu tenden haberi yok, agâh değilse bunun da benim iç âlemimden haberi yoktur.

İyi anlatamıyorum bunu. Ben nazarlardan anlarım.  Anlatamıyorum. Eski verdiğim misali vereyim, daha iyi anlayınız. Burası canlı yeri ve bunu yayın. Yalnız sizde kalmasın. Yayın.

Şurada ben konuşuyorum. Şuradan iki kişi geçiyor, benim konuşmamı sevdi, sevmedi. Kim bu adam dırlanıyor dedi yahut görmek istedi. Koşarak geldi, şurada iki tane nöbetçi var, yasak dedi. “Canım konuşanı göreceğim.” Birer birer işitiyor musun? İşitiyorum. Duyuyor musun? Duyuyorum. Ne istiyorsun?  Görmek. Görmek yok. Göreyim bir defa filan ısrar ederken, emir almışız göremezsin derken, benim şuraya akseden yüzümü aynadan görmeye başladı. Şu aynada gözüken mi konuşuyor? Evet? Elimi hudutat-ı veçhiyemi rengimi tamamı ile gördü. Gördüm, eh meraktan. Beni mi gördü? Beni mi gördü? Benim gaybımı mı gördü? Yine hayır. Ben taadül[33] etmem, bir orada bir orada olmam. Benim gayrım olsa ben çekildiğim vakitte onun orada durması lazım gelir, anlatabiliyor muyum acaba. Ne kadar incelik var işin içerisinde. Derken birisi geldi, bir taş attı… Rankkk dedi tamamıyla ayna kırıldı. Artık beni orada görmenin imkânı yok. Bana bir ziyan oldu mu? Bana bir ziyan yok. Bana bir fayda oldu mu? Oldu. Ne faydası oldu sana? Beni buraya çıkaran dedi ki:

“Ben seni yalnız oraya bakıp konuşacaksın diye çıkartmıştım, öyle emir vermiştim. Şimdi kayıttan kurtuldun, dedi. Artık bak bakalım yukarıya bak, her tarafa bak. Her yeri gör bakalım.” Anlatabildim mi?

İşte hakiki insanda da ölüm de budur. Bilmem bir şey anlatabildim mi? Şimdi işte bu aynada görünenin aslını bulmaklık için, çırpınmanın adına iman denir. İnsan dendiği vakitte şöyle elli atmış kiloluk kan ve kemik torbası değil. Kudret, onu bize her vakit ders kaçırıyor. Bir dostun gelir. Yorgunum şurada biraz yatayım, der. Yatar uyurken sen gider işini görürsün, mutfağa gidersin öbür tarafa gidersin, bunu kaldırırsın yazını yazarsın filan. E onun hepsi duruyor. Kendi yok da onun için yapıyorsun bunları. Anlatabildim mi? O vesikası o, kendi yok. Kendi hürriyeti yok burada. Kendi olurken yapabilir misin? Haa, istiskal[34] ediyor beni der, utanmaz adam bir daha gelir miyim, der çeker gider. Kendi yok orada onun.

İşte bu kendisini bulmaklık. Ne kadar da zor biliyor musun? Bulana hazreti insan deniyor. En acı tarafı da bu. Seni sana bıraksın, teslim etsin, sende kendini bulamadan hop istikamet karşıki çukura marş marş, geç git! Buluruz inşallah hepimiz. Mesele bu. Bulalım. Onu bulduğumuz vakitte bütün kâinatın serveti, seması arşı, ufak kelimelerle zikretmeyelim, bütün mevcûdâtı verseler değişemezsin. Öyle der. Ve ilk secdeyi de oraya yapar. El verir ki bu kadar büyük bir kıymet olduğu halde, biz ömrümüzü gider bir zalime uşak olaraktan geçiririz. Çürür, geçer gider. Hani soracak dedim ya. Soracak sorulacak yerleri buraları.

“Ben sana bir can-ı aziz vermiştim. Kendimi o ayine de sana göstermeklik için söz vermiştim. Sen gittin şuna buna satıldın. Ne yüzle de Bana geldin?”  

Onun içün bunu ararken inan emri gelir. İnandıktan sonra inandığına teslim ol emri gelir. Teslim olduktan sonra ünsiyet başlar. Ünsiyet başladıktan sonra Hakk’a enis olur. Hakk’a enis olan kimseye de insan denir. Hakk’a enis olan kimsede her zerrede Hakk’ın vücudu olduğuna iman eder. İşte imanın zevki bu. Yoksa ağzınla ben müminim, ne faydası var? Hiçbir şey yok. Öyle iman Çin’de de var, ne faydası var? İşte ona binaendir ki, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “İman etmedikçe felah, daru’s-selama giremezsiniz, bir birinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” diyor.

Hadi bakalım, bir imtihan edelim, hiçbirimiz birbirimizi… Onun için böyle inliyoruz. Ondan dolayı böyle inliyoruz. Ahlakın insana ilk vereceği şey, saymış olduğum hastalıkların tedavisinin emridir. Üç şeyin şükrünü ister. Teşekkürünü bekler. Üç şeyin, ahlak.

Güzelliğin teşekkürü iffettir namustur. Anlatabildim mi?

Servetin şükrü infaktır, Düşmüşü kaldırmaktır. Yoksa kendin ye iç, ohh elhamdülillah! Çok güzel Allah herkese versin. “Alay ediyor benle!” diyor Allah.  Allah, öyle! Emirleri öyle. Böyle ağzı ile söyleyip de tatbikatını yapmayan ibadeti maliyeye taalluk eden kimsede şekilde bu benimle alay eden adamdır.

Doktora gitmeyenle, doktora gidip de ilacı kullanmayan arasında ne fark var? Anlatamadım mı bir şey? Bir adam var ki doktora gitmiyor. Bırak şimdi, diyor. Biri de doktora gidiyor, ilacı da alıyor da kullanmıyor. İkisi arasında ne fark var kardeşim? Biri mü’minim diyor da imanın zevkini tadamamış, biri de inkâr ediyor, arasında bir fark var mı bunun? Bir şey anlatamıyor muyum yahu? Arasında fark var.

Sağ el güzel bir şey yaparsa sol el bunu niye yaptın diye haset eder de kesmeye kalkar mı? Göz güzel bir şeyi görürse kulak niçün gördün diye oymak ister mi? Kulak güzel bir şeyi hissederse, duyarsa göz niçün duydun diye, aynı zevki alırlar. Çünkü aynı vücudun aynı hadimleridir. Vücudun bir yeri ağrıdı mı her tarafı ağrıyor. Öyle değil mi? Vücutta bir zevk hâsıl oldu mu, her tarafta zevk hâsıldır. İnsanlar da birbirimizin uzvu değil miyiz? Neden birbirimizi çekemiyoruz? Neden çekemiyoruz. Ne vakte kadar sürecek? Sürdüğü müddetçe insanlar içün felah yok. Âdet oraya bağlı.

Uhud harbinde, bakın medeniyete… Bakalım var mı öyle bir medeniyet dünyada? Olur mu? Nerede ne mümkün? Ümmü Ammare su dağıtıyor, harp. Bir ses işitti, oğlunun sesi değil mi? “Su” diyor, yaralanmış, koşmuş oğlundan tarafa tam suyu verecek, öbür taraftan birisi daha “su” diyor.

     Oğlum sen misin?
     Ben, Allah’a gidiyorum anne diyeceğin var mı?
     Beni O'na taktim et. Hâlimi anlat.
     Merak etme çok zevk içerisindeyim, yanıyorum, yalnız su. “Al!”
     O benden önce istedi, o içmeden ben içmem.

Oraya gidiyor, öbür tarafta, yedi kişi bunlar. Yedi kişi… Birer birer her birisini dolaşıyor. Hiç birisi içemiyor. Hepsi Allah’tan içerekten geçip gidiyor. Var mı böyle bir medeniyet? Gösterebilir misin kâinatta? Senin tarihin böyle medeniyeti yaşamış işte. Suyu bırak, seksen yerde işi vardır, doksanıncısını da ister. Bırak canım şu insan da biraz şey etsin, yok. Oraya da indi. Sonra Hak şeyi olur, salahiyeti olur olmaz yine ister.

İza vûscide’l-emri ilâ gayri ehlî fantazibîh sa’at.

Kıyamet üç kısımdır, bir kıyameti suğradır: Küçük kıyamet, insanın kendi ölümü. Öldüğün an kıyametin koptu bitti artık. Birde kıyamet-i vusta vardır orta kıyamet. Milletlerin inhilali, izmihlali. Ne vakit olur demiştik, işte onu izah ediyor. İza vûscide’l-emri ilâ gayri ehlî herhangi bir işe ehli olmayan getirilirse, o cemiyetin kıyameti kopar. Anlatabildik mi acaba? Fantazibîh sa’at. Bekleyin kıyameti der, yıkılır. Ona getirilen adam da kendisinden bir azap duyup; ben bunun ehliyim değilim, diyemez.

Üç konuşma evvel söylediğim gibi, hırsızlık, öyle yalnız şöyle şu saati çalıp cebine koymak değildir ki. Buna adi hırsızlık denir. Bu gözle gözükür. Öyle diyor Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. Herkes kendi kıymetini bilir, diyor. Ben bin liralık adamım. Benim hâlim, kuvvetim, zekâm, işim, bana ayda bin lira verebilir. Beş bin lira aldın mı dört bin liranın hırsızısın. Bitti. “Efendim ben zorla almadım ya verdiler.” Kendin biliyordun sen onu. Kendi kendini bilirsin başkasının muayenesine lüzum yok. Dört bin liranın cayır cayır hırsızısın. Ben beş yüz liralık bir adamım. Sekiz yüz lira verdiler mi üç yüz liranın hırsızısın. Niçün ticareti hususunda büyüktür deniyor. İşte onun içün.

El-Kâsibu Habîbullah. Orada Hak yok. Anlatabildim mi? Orada Hak yok. Orada daima gönlün bir yere bağlı, bakalım kimi gönderecek. Ne olacak? İnanmış cinsindensen, muamelen ilk önce Hak ile olduğu için Allah’ın sevgilisi oluyorsun. El verir ki hile tarafına gitme. Hile tarafına gidince zaten orada Allah yoktur. O işinde zaten tadı yoktur. Hile tarafına gitme. Doğru tarafı sana lazım gelen zevki verir, merak etme. O ilk önce insana olmaz gibi gelir ama olur, olur o. O çok tatlıdır o. Olur. Onda zahmet çekmek yok mu?

Size bir müjde vereyim bak. Lâ keffârete minez- zulüm illa hemmu'l-maişeh. En kuvvetli en müjdeli bir şey. Bugünkü söyleyeceğim şeyin en iyi yeri bu. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi olan Cenab-ı Fahr-i Âlem buyuruyor ki:

“Günahlardan bazı günah vardır, onun için kefaret yoktur, yani affettiremezsin. Her gün namaz kıl olmaz, her gün oruç tut. Allah’ın dediği şekilde gıdalarını tedarik edebilmesi için yorgunluk vardır ya, diyor. Oraya vurur başını, olmadı buraya vurur, bir yorgunluk geçirir. O yorgunluk onun bütün seyyiatını siler süpürür götürür.” Anlatabildik mi acaba? Ne kadar tatlı. Lâ keffarete… Fakat hiç biz bunları yapmayız maalesef! Bizden olmayanlar yapar. Ne bileyim ben. Sanki bu emirler bize gelmemiş. Biz bunlarla alakadar değiliz. Hep bizden olmayan insanlar. Böyle. Bir daha söyleyeyim burayı. Burası mühim yer bu.

“Günahlardan bazı günah olur ki, bunun için katiyen kefaret yoktur. Ne yapsan Allah’ı affettiremezsin.” Yani Türkçesi bu: İbadet yap, taat yap, sadaka ver, şunu et bunu et, yok! İlla hemmû'l-maişe… Neden bunu biliyor musun? Bu adam diyor, kazancını gayrı meşru bir şekilde kazanıp refahla yaşayabilirdi. Ona tenezzül etmedi. Seciye-i insanisini ayakaltına salmadı. Emanet var kendisinde Allah’ın emaneti. Anlatabildim mi? O emanet için Cenab-ı Hak onu muhakkak salmıyor diyor. Tabi o da herkes gibi gayri meşru bir şekilde, cemiyette seksen tane kulp var. Bir kulbundan yapışır, istediği şekilde işini yürüttürür. Ölçüyor, diyor ki: “Buna Allah razı değil. O’nun istediği şekilde istiyorum.”  Onun istediği şekil de de mevcut şartlar var. Tabi Allah adamı öyle ufak tefek, mesela:

Kırk gün yalan söylemeyen muhakkak kalbiyle konuşmaya başlar. Peygamberin emri. Hadi yap bakayım. İmkân olmasa emretmez. Fakat çok zor yerlere şey etmiş. Kırk gün, diyor. Hayatında kırk gün yalan söyleme. Vallahi billahi tallahi, bütün fetihler olur. Çünkü söz Hazreti Muhammed’in sözü. Katiyetle emir olunmuş. Muhakkak olur. Her müşkülünü kendinden alırsın. Kalp ayine-i Hak ya, orada Allah’ı görmeye başlarsın. Kırk gün yalan söyleme. “E bir kenara çekilirim söylemem işte.” Yook! Öyle değil. Bir odaya çekilir kitlerim kendimi yahut bir münzevi bir yere giderim, bir iki ayım öyle gitsin… Öyle değil! O cemiyetin en kesif yerinde ve seni öyle imtihandan geçirir, öyle imtihandan geçirir ki, tam otuz dokuzuncu gününün ikindisinden sonra saat altı buçukta bakarsın ki bir tane soru vereceksin. Olduğu gibi gider. Onu bağlamıştır, O. “Ha söylemem.” Peki, söylemezsen muhakkak doğrudur. Böyle cemiyet içerisinde. Onun içün, en kötülük de o ya.

Ahlakta da ilk ders oradan başlar, yalanı terk edeceksin der. Yalan. Bütün fenalıkların annesi. Her kötü kötülüğünü yapmak için ilk önce yalan tezgâhında dokumadan meydana çıkarmaz. Her kötü kötülüğünü yapmak için ilk önce o yalan tezgâhına kor. Şöyle olursa böyle diyeceğim, böyle olursa şöyle yapacağım. Şunu şuradan karşılayacağım, bunu buradan karşılayacağım. Ama olmaz başka. Onun için Peygamber’e sormuşlar:

“Mümin zina eder mi Ya Resulullah.” “Yakışmaz ama edeni bulunur.” İmandan çıkmıyor. Yakışmaz, günah-ı kebairin en yüksek tabakasına giriyor, yakışmaz ama edeni bulunur. “Mü’min yalan söyler mi?” “Hayır!” diyor. Gel şimdi bir imtihan et bakalım.

Havas ile avamın muvazenesi yapılmadığından dolayı cemiyet-i insaniye inlemekten kurtulamıyor dedik. Sözümüz burada kalmıştı, buralara girdik. Havas ile avamın muvazenesi. Havas tabakada merhamet… Bu tabi örfe göre havas, ahlaka göre tarif değil. Örfe. Cemiyette havas deyince işte masası olacak, rütbesi olacak, kasası olacak.

Ahlaka göre havas dendiği vakitte, merhameti olacak, şefkati olacak, nefsinin hayrını ayaklarının altına alacak. İnsanlık namına her şeyisini feda edecek, ona havas der. Parasına puluna masasına bakmaz. Anlatabildim mi acaba? Tabi biz örfe göre konuşuyoruz şimdi. Örfe göre konuştuğumuz vakitte havas ile avam da dendiği vakitte ahlakta avam, zavallı işte böyle haddizatında bütün incelikleri bilmiyor, olanı görmüyor, bu şekilde yaşıyor. Bunun elinden tutmak lazımdır diyor, Kudret.  Elinden tutun yetiştirin bunu. Tebdil olunmayan anasırdır kardeşim. Bak size bir, gayet ince bir yer söyleyeceğim. Efendim,

[35] لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ   İyi dikkat edin burayı, hiç söylemediğim yerdir. Allah’ın hâlk ettiği şey tebdil olmaz. Binaenaleyh o kötü ise kötü, iyi ise iyi. Değil. Bu nazım sarihtir. Elbette iman ederiz böyledir.

لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ     tır ama siyah insan beyaz olmaz. Zenci doğmuş, beyaz yapamazsın. Beyaz insanı zenci yapamazsın fakat huyunu değiştirebilirsin. Anlatabildim mi? Huyunun değişme şeklini insanlığa bırakmıştır Allah. Bunu onunla karıştırıyorlar. Av köpeği avlamış olduğu avı, cibilliyeti huyu itibariyle yemek için içi titrer. Onu yiyeyim diyerekten çırpınır. Fakat vaktiyle yemiş olduğu kırbacı hatırlar, böyle titreye titreye sahibine getirir teslim eder. Köpekte tesiri oluyor da insanda olmaz mı? Yalnız bir yer daha var şimdi, o da şimdi geldi, bu dakikada geldi yani, bundan evvel bilmiyordum. Vallahi bilmiyordum.  Büyük Kitap der ki:

[36]  اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ    “Hayvandan aşağısı vardır.”  Demek ki hayvandan aşağısında olmuyormuş. Köpeğe kadar olan insan da oluyor da köpekten daha aşağısında olmuyor. Çünkü nazım öyle gösterdi artık. Nerede kalmıştık burada. Bir şey konuşuyorduk. Hep nabud[37], namus. Çok güzel yerinde hatırlattın.

Servetin teşekkürü infak, düşeni kaldırmak. Vaktiyle Muhammediler de hiç düşmüş yoktu. Peygamber üç kişiyi kardeş yapardı. Biz o esasları kaybettik. Evvela iki kişiyi yaptı. Sonra üç kişiyi yaptı. O ne güzel düstur biliyor musun? Biri düştü mü, biri bir kolunda biri bir kolunda. Ama bu kardeş, kan kardeşi gibi değil. Kan kardeşinde kese ayrıdır. Mânâ kardeşinde kese ayrı değildir. Anlatabildim mi acaba? Biri bir kolunda biri bir kolunda. Neyse şimdi, ne dedik?

Güzelliğin teşekkürü iffet namus.
Servetin şükrü teşekkürü, infak düşeni kaldırmak.

Masanın teşekkürü, yazıyorsan not ediyorsan yaz. Hani büyük bir masaya sahip olmuşsun, telefonların orada, herkes gelip karşında el pençe divan duruyor, sen gerile gerile konuşuyorsun, hepsi ariyettir[38] ya, hepsi ariyet. Müstear alınır, her şey fani alınır biter tükenir. Neyse işte o ariyet olduğunun farkına varır da, o masaya, Kudret bana öyle geniş bir masa vermiş, onun teşekkürü de adalettir. Anlatabiliyor muyum? Biri bu.

(Haa, senin sorduğun sual başka. Onların cevabını verir. Senin sorduğun sual. Sen karıştırdın sualleri. Cenabı Hakk’ın bir ayeti ile Ömer İbn-i Abdulaziz, hutbenin nihayetini değiştirmiş dedim.)

Allah üç şeyi emreder, üç şeyi yasak eder. Bütün adalet intizam, bütün cemiyet bu üç şeye bağlıdır ama ben bunu müsaade ederseniz öbür hafta filan aklımda kalırsa konuşayım, çünkü çok uzun sürecek bu üç şeyi anlatmak lazım. Bu üçerleri. Şimdi bu ayrı üç şeyleri anlattık Allah’ın kitabında üç şeyi emrediyor, üç şeyi de yasak ediyor. Bunları anlatmadık. Emir olunanlar ne, yasak olunanlar ne? Sağ kalırsam Allah isterse, haftaya yahut başka bir haftaya söyleriz. Havas ile avamın muvazenesindeyiz şimdi biz. Bunu söylüyorum ki bunu yayasınız diyerekten.

Konuşuluyormuş bir yerde işte insanlığa şu yapılacakmış, böyle yapılacakmış. Hiç faydası yok. Buraya dikkat et. Bu oluyor mu? Yahut olabilecek bir muhiti buldun da konuşabiliyor musun? Mânâ medeniyeti ile dünya medeniyeti birbirine sarılmadıkça insanlar felaha kavuşamaz. Bak açık. Zira dünya medeniyetinde nokta-i istinat kuvvettir. Kuvvetin şe’ninin[39] neticesi boğuşmaktır.

Mânâ medeniyetinde nokta-i istinat Allah’tır. O’nun şe’ninin neticesi, bütün insanları mahlûku, bütün varidatta Hakk’ın varlığının idrak ile sarışmaktır. Ağyâr orta yerden kalkıyor. Dünya medeniyetinde hayat cidal diye tarif edilir. Hepimiz konuşuyoruz şimdi, efendim artık hayat mücadeleden ibarettir, diyor. Ahh, Allah da diyor ki: “Kabul ettin mi sen bunu?” Zaten kendi ağzınla kabul etmedin mi vermezmiş cezayı. Acayip. Kendisine konuşturtmadan vermezmiş. Hayatı cidal diye hepimiz konuşuyoruz. “Efendim hayat mücadele oldu artık!” Süslü süslü cümlelerle. Kabul ettin mi?

“Cidalin neticesi paylaşmaktır. Paylaşın birbirinizi!” Kâinat bununla boğuşmuyor mu, paylaşmak değil mi. Paylaşın! Ama mânâ medeniyetinde hayat cidal değildir. Teâvündür. Niçün yaşıyorsun? Düşeni kaldırmak için yaşıyorum. Var mı böyle bir topluluğumuz var mı bizim? Sabahleyin kapıyı açtığın vakitte ayağını atarken: “Ya Rabbi, benimle hangi kırık kalbi sevindireceksin. Kimi ben güldürebileceğim.” diye bir gün ayağını attın mı? Belki elli sene namaz kıldın, fakat bir gün ayağını böyle atmadın. Belki ömründe otuz tane Ramazan geçirdin ve otuz Ramazanda da bir gün sakatlamadan tuttun fakat bir gün ayağını böyle atmadın. “Attım.” Ooo Nuru’n âlâ nur. Tatbikatını da yaptın, çok güzel. Anladın mı? Çünkü:

 وَالْعَصْرِۙ ﴿١﴾ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ ﴿٢﴾

Allah yemin ediyor. “Zaman-ı Muhammedîye yemin ederim ki, insanlar hüsrandadır.” Mânâsı bu, okuyorsun ya namazda. “İnsanlar hüsrandadır. Ancak Hakk’ı tavsiye edenler. Kırık kalbe sürür ilka edenler, gözleri ağlayan gözü güldürenler Ben’dedir.”

Biz mânânın bu tarafıyla hiç alakadar olmadık hayatta. Onun için yıkıldık.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.


[1] Yunus Suresi 10’ncu Ayeti Kerime:  دَعْوٰيهُمْ ف۪يهَا سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ ف۪يهَا سَلَامٌۚ وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ۟   
Meali: Onların oradaki duaları: "Allahım, sen yücelerden yücesin"; sağlık dilekleri "selâm", dualarının sonu da "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun." diye şükretmek olacaktır.
[2] Fatiha Suresi 4’nci ayet-i Kerime:  اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
Meali: Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti. (Ya Rab!).
[3] Müzzemmil Suresi 20’nci Ayet-i Kerime  اِنَّ رَبَّكَ يَعْلَمُ اَنَّكَ تَقُومُ اَدْنٰى مِنْ ثُلُثَيِ الَّيْلِ وَنِصْفَهُ وَثُلُثَهُ وَطَٓائِفَةٌ مِنَ الَّذ۪ينَ مَعَكَۜ وَاللّٰهُ يُقَدِّرُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَۜ عَلِمَ اَنْ لَنْ تُحْصُوهُ فَتَابَ عَلَيْكُمْ فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْاٰنِۜ عَلِمَ اَنْ سَيَكُونُ مِنْكُمْ مَرْضٰىۙ وَاٰخَرُونَ يَضْرِبُونَ فِي الْاَرْضِ يَبْتَغُونَ مِنْ فَضْلِ اللّٰهِۙ وَاٰخَرُونَ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۘ فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنْهُۙ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَاَقْرِضُوا اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًاۜ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰهِ هُوَ خَيْرًا وَاَعْظَمَ اَجْرًاۜ وَاسْتَغْفِرُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Meali: Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalktığını, seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O, sizin onu sayamayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur'ân'dan size ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar olacağını bilmiştir. Onun için Kur'ân'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a güzel bir borç verin (Hayırlı işlere mal sarfedin). Kendiniz için gönderdiğiniz her iyiliği, Allah katında daha hayırlı ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir.

[4] Eâzım: (A'zam. C.) İleri gelen büyükler. Büyük adamlar.
[5] Müstecmi' : Toplayan, cem'eden. Toplanan
[6] Muvakkat: Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
[7] Alaik: (Alayık): Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar
[8] Kevnî: Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.
[9] Dâr-ul Belvâ: Dünya, imtihan yeri. Belâ ve musibet âlemi.
[10] Hud’a: Hile aldatma oyun.
[11] Nikmet: Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.
[12] Maadin: (Maden. C.) Madenler.
[13] Neşv Ü Nema : Büyümek ve gelişmek.
[14] Teravet: Tazelik. (Bak: Taravet)
[15] Taab etmek (Taabbüd): İbadet etmek, kulluk etmek.
[16] Talak Suresi 3’nci Ayet-i Kerime: وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُۜوَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُۜ اِنَّ اللّٰهَ بَالِغُ اَمْرِه۪ۜ قَدْ جَعَلَ اللّٰهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا
Meali: Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.
[17] Ahd-nâme-i Emîrü’l-Mü’minîn İmâm Ali Hz Ali Efendi’mizin Emirnamesi, Hakikat Yolu dergisi 13 sayısında neşredilmiş.   Ve ayrıca Şemseddin Yeşil Efendinin HZ.Ali Efendimizin Emirnâmesi/Evladı başlığı ile kitaplaştırılmıştır.
[18] Leim: Alçak, deni, rezil, zelil, levm edilen. Cimri. Mayası bozuk ve kötü.
[19] Evsâf: (Vasf. C.) Vasıflar, sıfatlar.
[20] Rum Suresi 50’’nci Ayet-i Kerime.:   فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَاۜ اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِ الْمَوْتٰىۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Meali: Şimdi bak Allah'ın rahmetinin eserlerine! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, mutlaka ölüleri diriltir. O her şeye kâdirdir.
[21]  Suyilti, a.g.e., s. 100, nu: 1604.
* Meşveretsüz bir işe el urma sen
Bulasın ta korkudan emn-i fiasen
Bir hadisinde buyurmışdur Rasül
Ümmete el-müsteşaru mü'temen
OKÇUZADE MEHMED ŞAHİ VE MANZUM KIRK HADIS
TERCÜMESi: AHSENÜ'L-HADIS
[22] Minterafillah: Allah tarafından.
[23] Mahlut: (Halt. dan) Karıştırılmış. Katılmış. Karışık.
[24] Ze'm: Tahkir etmek, hakaret etmek. Ayıplanmak.
[25] Nahl Suresi 90’ncı Ayet-i Kerime:اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَا۪يتَٓائِ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِۚ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Meali: Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.
[26] Hazakat: İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak
[27] Mugalata: (Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji. Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır.
[28] Rad Suresi 11’nci Ayet-i Kerime  لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ وَاِذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِقَوْمٍ سُٓوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُۚ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَالٍ
Meali: Her insan için önünden ve arkasından takip edenler vardır. Allah'ın emrinden dolayı onu gözetirler. Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkân yoktur. Onlar için Allah'dan başka bir veli de bulunmaz.
[29] Ali İmran Suresi 101’nci Ayet-i Kerime  وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟
Meali: Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
[30] Dil-firib: Farsça Gönlü aldatan, câzibeli.
[31] Münbit: Verimli, verimi bol. İnbat eden, ekini güzel yetiştiren
[32] Tekâsüf: Bir araya gelme, toplanma, sıkışma. Yoğun duruma gelme, yoğunlaşma. 
[33] Taadül: Beraberlik, eşitlik.
[34] İstiskal: Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek.
[35] Rum Suresi 30’ncu Ayet-i Kerime  فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفًاۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۗ
Meali: O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
[36] Araf Suresi 179ncu Ayet-i Kerime  وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Meali: Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.
[37] Nabud: (Nâ-bud) f. Mâdum, yok olan, bulunmayan. İflas etmiş. Perişan olmuş. Sonradan yok olan.
[38] Ariyet: Emaneten verilmiş. Geçici
[39] Şe'n: İş, yeni olan hal. Şan. Tavır. Hâdise. Vâkıa. Kasdetmek. Emr ü hal.


[i] Fuzuli                                                                                                                                                                                         
Her kimün var ise zâtında şerâret küfri
Istılâhât-ı ulûm ile müselmân olmaz

Ger kara taşı kızıl kan ile rengîn itsen
Tab’a tağyîr virüp la’l-i Bedahşân olmaz

Eylesen tûtîye ta’lîm-i edâ-yı kelimât
Nutkı insân olur ammâ özi insân olmaz

Her uzun boylu şecâ’at idebilmez da’vî
Her ağaç kim boy atar serv-i hırâmân olmaz

3 yorum:

Yaa, hem babanın evinde otur hem de penceresi buradan niye açmış diyerekten, küfür et. Yeni bir ev al aç penceresini. O evde oturuyorsun daha. Allah ismi azize mazhar kıldı, altı yüz sene yerin üzerinde yaşadın, yerin dibine girmedin. Sen o medeniyetini taklit ettiğin tenekeciliği daha bir asırdır o… Bu kadar uzun boylu bir iş değildir. Napolyon’un sarayında yüznumara yoktu. Senin on dört asırdan beri yüznumaranda su vardır. Hangi tarafını anlatayım ben sana?

Servetin şükrü infaktır, Düşmüşü kaldırmaktır. Yoksa kendin ye iç, ohh elhamdülillah! Çok güzel Allah herkese versin. “Alay ediyor benle!” diyor Allah. Allah, öyle! Emirleri öyle. Böyle ağzı ile söyleyip de tatbikatını yapmayan ibadeti maliyeye taalluk eden kimsede şekilde bu benimle alay eden adamdır.

Kırk gün yalan söylemeyen muhakkak kalbiyle konuşmaya başlar. Peygamberin emri. Hadi yap bakayım. İmkân olmasa emretmez. Fakat çok zor yerlere şey etmiş. Kırk gün, diyor. Hayatında kırk gün yalan söyleme. Vallahi billahi tallahi, bütün fetihler olur. Çünkü söz Hazreti Muhammed’in sözü.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017