034 (22.02.1959) 80 dk (83)
Zira nefisten hâsıl olan muhabbete şehvet, ruhtan hâsıl olan muhabbete aşk denir. Ruhta muhabbet hâsıl olursa, insan kendisine dört tane sual sorar. “Ben kimim?” der. “Nereden geldim, ne olacağım, nereye götürüleceğim?” Bu dört suali kendine tevcih eder. Ruhta muhabbet hâsıl oldu mu bu sualler zaruri olarak insanda tecelli eder. Ve ahlaka göre de bu sualler tecelli ettikten sonra bir kimse makam-ı âdemiyete kadem basmış olur. Yoksa bu lacivert kubbenin altında hayvan da yer içer tenasül eder, insan da yer içer tenasül eder. Bunu hayvandan ayıran sıfat-ı mümeyyizesi, kendisine sormuş olduğu bu dört sualin neticesinde alacağı cevapla karşılaşmasından ibarettir.
Fark yok, yaşamak itibariyle.
Evet, hayvan da yer içer tenasül eder, insan da yer içer tenasül eder. Bazı
kimseler derler ki: “Efendim, insan şöyle bir kuş gibi gelip gitmeli.” Yok! Hakiki insan öyle kuş gibi gelip gitmeye
razı olmaz. Güvercinler, işlerini, aşlarını, eşlerini bizden iyi bilirler.
Fakat emanet-i ilahiyeye hâmil, [1]
وَلَقَدْ
كَرَّمْنَا tacı ile imtiyaz almış, ruh-u menfûh ile
tekrim edilmiş, Allah’ın esrar-ı zâtiye ve sıfat-ı ilahiyesine layık bir kabiliyette
yoğrulmuş olan bir canın; böyle bir kuş gibi buradan geçip gelmesi, hülasa
hakiki insan buna razı olmaz. Burada bir şey ister. Konuşuyorum, der.
Konuşturanla konuşacağım, der.
Hülasa: Kimim, nereden geldim, ne
olacağım, nereye götürüleceğim? Bu dört sual sorulur, bu dört sual sorulduktan
sonra kötülükler orta yerden kalkar. Rezalete nihayet verilir, cinayet kapısı
kapanır, yalan tamamıyla silinir, herkes birbirinde fani olur. Nihayet Allah’ın
insanlara vermiş olduğu en büyük sermaye ki -bugün beşeriyet onu kaybetmiştir-
İflas etmiştir yani ya. İflas-ı külli vardır, âlem-i insaniyette. Onun için ne
terbiye tezgâhı önüne geçebiliyor ne siyaset adamları önüne geçebiliyor ne
iktisatçılar bir çare bulabiliyor ve bulamaz. Meğerki beşer rücû ede, döne!
Nereye? Oraya döne! “Dönmem, maddenin kesafetinde ben bu işi hallederim.” Eh,
buyurun meydan, diyor Allah. Saha açık, geç bakalım, diyor. Geçemez!
İstediği kadar inzibat teşkilatı
çalışsın dünyanın, istediği kadar bütün mütefekkirler bir araya toplansın, en
yüksek kafalar içtima etsin, yine beşerin ah sesini kaldıramaz, kalkmaz.
Kalkmaz! Bocalar insanlık âlemi. Sermayesi alınmış iflas etmiş. Biz
zannediyoruz ki, paraların üzerinde ki yazılar yüzler, beş yüzler, binler, beş
binler, milyonlar, milyarlar, nüvilyonlar da olsa yine önlemez. O ayrı bir iş
o. Kalbe ait olan tecelli, para üzerindeki yazı değil ki. Onda değil iş!
Selamet-i tav’a[2]
sahip olmak lazım gelir. Selamet-i tav’a sahip olunca karıncanın hukukuna dahi
riayet edilir. Bu hukuka riayet edilmedikçe hiç beşer selamet caddesine
çıkabilir mi? İmkân var mı ona. Bir şey var mı? Âdette yok. Kurmamış böyle bir âdet.
Öyle diyor kendisi: “Bir ihtiyâr benden korkmayanı, bizzarure insanla
korkuturum.” Acaba anlatabildim mi? Bugün yalnız bunu söylemek içün çıkmıştım. Kâinatın
sahibi olan Allah, öyle diyor: “Bir ihtiyâr benden korkmayanı, bir zarure
kendi cinsinden insanla korkuturum.”
Bütün beşer ne olacağız, diye...
Bütün dünya, üzerinde iki buçuk - üç milyar insan besler, bu arz denilen saha,
vasati öyle derler. Saymadım ya. O sahanın mütehassıslarının konuşuşlarına
göre. Küre-i arz iki buçuk milyar, üç milyara yakın insan besler. Heyet-i umumisi de böyle. Huzursuz bir hâlde.
Neden? Sermayeyi kaybetti, iflas etti. Neydi o sermaye? Muhabbet. O kalktı.
Hemen hemen her konuşmamda tekrar
ettiğim gibi: Havas tabakasında merhamet, avam tabakasında o merhamete karşı
hürmet, o merhametle hürmet izdivaç ettikten sonra muhabbet namındaki veled-i
kalbi doğmadıkça beşere felah yok. Olur, olmaz. Olmaz. (İndirin bu camları.)
Dört tane suali soracak: “Ben
kimim? Nereden geldim? Ne olacağım? Nereye götürüleceğim?” Sorduğu gibi birde cevabını alırsa mesele bu!
Ve de cevabını alırsa, sahte benlikler orta yerden kalkar. Calî hareketler,
yalancı yüze gülmeler, şekiller, biçimler, tamamı ile silinir kalkar. Kalmamış, zaten
sahte benliğe bir lüzum yok ki.
İnsanın kendine ait bir vücudu
yoktur, azizim. Kudret o kadar ders kaçırmıştır ki. O kadar muazzam dersler
meydana getirmiştir ki! Uyuruz, uyuduğumuz
vakit; bunu her vakit size söylüyorum, yabancı arkadaş olduğu için tekrar
ediyorum. Uyuduğumuz vakit, her şeyimiz elimizden alınır. Her şey! Kâinatın
emiri, en büyük reisi, en büyük amiri, ilmi, âlimi, hepsi zalimle mazlum bir
olur. Hâkimle mahkûm bir olur. Acaba anlatabiliyor muyum? Alır hepsini.
Onun içün arif olan insanlar
derler ki: “Ya Rabbi, uykuda nasıl bir hâl-i tavra sahipsem uyanıkken de beni
öyle yap. Al benim firavunluğumu!” Burasını söylememiştim. Acaba anlatabiliyor
muyum? Uykuda, bunu Kudret insanlara bir
ayet olarak meydana getirmiştir. Uyku deyip geçme, ne büyük ibretler var
içerisinde. Uykuda bende bir hâl-i tavır vardır, orada nasılsam, orada benim
ihtiyârım yok.
“Hâl-i menam[3]
da mürebbi-i hakiki kimdir? Kime güveniyorsun? Benden başka dayanılacak var mıdır?
Benden başka rücû edilecek bir yer var mıdır?” diye bir rüya görsen hayır
desen, soran kim, hayır diyen kim? “Senden başka hiçbir mürebbi-i hakiki yoktur.
Bu kâinat Seninle kaim, Senin aşkınla daimdir. Sen, beni ahsen-i takvim sırrına
mazhar kıldın, imzanı benim yüzüme va’z ettin. Ben, bu yüzümü hiçbir vakit Hak
ve hakikatin haricinde bulunana çevirmeyeceğim, zulme divan durmayacağım.”
Suali soruldu meramında cevabını verdin, soran kimdi cevabını veren kimdi?
Anlatabildim mi bir şey? Bende bu hâli, uykuda ki olan bu varlığı, tecelliyi,
cümleleri getiremiyorum daha iyi anlatabilmeklik içün. Anladınız herhalde değil
mi?
İşin inceliğine vakıf olanlar,
geliş ve gidişteki gayeyi duyanlar. Öyle diyorlar. Hırsa beni kaptırma,
der. Ne olur? Hırs çömleği kaynatır, indirirken adamın elini karartır. Yerken
de ağzını yakar, tadını duydurtmaz. Anlatabiliyor muyum? Çömleği kaynatır,
indirirken elini karartır, birdenbire ağzına attırır, ağzını yaktırır, nihayet
öylece gelir geçer, gider. Ee değer mi ya?
Neyse, mevzûu toplayalım. Sualler
soruldu değil mi? Dört sual sorulduktan sonra, aslını bulmak aşkı başlar
insanda. Kendi hakikatini aramaya koyulur. Bu zevk de, bu dert de kimde yer
alırsa; onda yeis, gam, keder, gadap, şehvet, hırs, riya, buğz, adavet, hepsi
birden yıkılır gider. Çürütür hepsini. Hepsi birden gider. İş bu aşka sahip
olabilmekte.
Hakikat-i insaniye hazinesine
nail olabilmeklik içün tabiat şehrinden çıkmak lazımdır.
O çok mağrur olmuş olduğu aklını,
arkaya atıp da dayanmak lazımdır. Çocukken insana lazım birçok şeyler fakat
büyüdükten sonra o çocukluğa ait olan şeyler işe yaramaz. Yeni doğduğu vakitte
çay suyu verirler, bir parça. İşte bilmem bir parça ona ait, birdenbire şey
verilmez ağzına, pirzola verilmez, ızgara et verilmez. “Ne yapıyorsunuz”, der “Efendim!”
Kuvvet var ama onun sahası değil. Fakat
büyüdükten sonra da çay suyu damlatılmaz. Böyle hep bunu içeceksin, denmez.
Akıl adama çocukluğunda
lazımdır, adam olduktan sonra aşk lazımdır. Ters anlama, çocukluğu dendiği
vakitte mesela on yaşındayken, o hayır! Seksen yaşına gelir yine çocuktur,
sakallı çocuk derler. Yaşla değil ki o. Doksan yaşına gelir yine çocuktur.
Buluğa ermemiştir. Bir buluğ vardır, ten buluğu; bir buluğ vardır, mânâ buluğu.
Anlatabildim mi acaba? Büyük Kitap öyle der, tarif ederken bu mezahirin, bazı
kısmını [4]
اِلَّا
لَعِبٌ وَلَهْوٌۜ diye tarif eder. Oyuncak diyerekten
tarif eder. Bir insan gönlünü mezahirin bir kısmı üzerinde daima tutacak
olursa, o nefis اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌۜ gönül
vermiştir. Binaenaleyh, seksen yaşında da olsa oyuncakla kim oynar, çocuk
oynar, o da onunla oynuyor, binaenaleyh çocuktur. Anlatabildik mi? Ama bunu
söylemesi kolay, tatbikatı zor. Tatbikatı biraz zorca. (Yoruldunuz mu?)
“Tabiat şehrinden çık!”, dedik. Ne demek o? Yalnız âlem-i hikmete
taalluk eden, bu dünyaya taalluk eden, tenini beslemekle geçirme ömrünü. Onun gıdasını verdiğin gibi, mânâna
ait olan bir gıdayı ara bul. Bu tabiat şehrinde bulunduğun müddetçe, netice
itibariyle cifeye inkılap eder. Çünkü bu âlem kevn-ü fesat âlemidir. Kaç defa
misalini getirdim; için titrer, gayet güzel bir et’ime-i[5] nefise
önüne gelir. Evet, kokusu, lezzeti, yemesi hepsi hoştur fakat iki gün durduktan
sonra, önceden böyle hım hım derken sonra burnunu tıkarsın “şunu atın” dersin.
İşte kevn-ü fesat. Her şey böyledir, anlatabildim mi?
Mânâya nispet tedarik etmeden, dostluğunuz da böyledir. “Canım kardeşim,
şöyle böyle...” başlar, ne o, birbirini boğacak. Ruhani değildi. Yemek koktu,
anlatabildim mi acaba? Bakarsın ki bir ay evveli, iki ay evveli oooo içtikleri
su ayrı gitmez derler, amiyane tabirle. O, ona canım diyor, öteki ötekine
gözünün içerisine bakıyor… Sonra o ne dedi? Koktu. İyi düşün iyi taşın, çok
güzel ölç, ondan sonra bir insana “merhaba” de. Çünkü merhaba, anlatayım mı
acaba? Bir defa kavaid[6]
itibariyle mefûl-ü mutlaktır[7]. Bir cümle-i
mukaddere var. Onun cevabıdır o. Hiçbir lisanda yok, hiçbir camiada yok. Bak ne
kadar hoş, ne kadar güzel. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, Mahbubu’l-Kulub olan
Mürebbi-i Vicdan olan Hazreti Muhammed, dostları ile beraber otururlarken yahut
dostları geldiği vakit huzur-u seniyyelerine[8], toplu
oldukları zaman:
Vehaballahû teâlâ mekanikûm fî cennetihî merhaben.
Onlar da “merhaba”… Her merhaba diyen, Peygamber’in o mânâ-i zâtisini ve
mânâ-i zahirisini, küll hâlinde o
mazharı küll'ü, o akl-ı küll’ü, gönlüne getirerek O’nun yapmış olduğu duaya
cevap veriyorum, demektir. Biliyor muydun? Mânâsı, iki türlü mânâ tevcih
edilir. Cinandan[9]
da alınır cenandan[10] da
alınır, burada ikisi birden tahsil edilir. “Allah gönlünüzde genişlik versin.
Gönlünüz kırılmasın.” Bütün madde dolu
ama gönül kırık. Fayda ne? Bir. “Allah
dar’us-selam da yerinizi geniş etsin.” Dostları da: “Merhaben, lûtfettiğiniz
emriniz yerini bulsun, genişlensin Ya Resulallah!”
Bunu bir şey üzerine söylüyordum, nereydi acaba? Hatırlattık ki bir akit
yapılıyor, bir muhabbet kuruluyor. Ee iyi ölçmeden “merhaba” denir mi? Bugün “merhaba”
de, yarın bu! Merhaba da bir mânâ daha vardır. Bu mânâ olduktan sonra: Eminsin,
karşında bir emin adamın yanında bulunuyorsun, malın da canın da bütün işin
gücün de emin bir yerdesin. Korkma! Ee “merhaba” de, sonra bu. Anlatabildim mi
acaba? Merhabanın bir mânâsı da o. Eminsin. Selam verir, selam verdiği vakitte
hesaplarımız ayrıdır, bakalım ne olacağım. O mânâ vardır içerisinde. Fakat Merhaba
dedi mi taht-ı emniyettesin. İyi düşün iyi taşın ve ondan sonra dostluk
hukukunu yap. Kof çıkmasın.
Ahlakı tarif ederken ikiye ayırdık; birine vazifeden doğan ahlak,
diğerine aşktan doğan ahlak dedik. Birisi içün mastar akıl, diğeri içün de kalp
dedik. Gerek kalp gerek vazife, aşk, bunlar mânâ-i insani ile alakadar
olduğundan dolayı, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile meşguldür. Ve bunun
da en güç yeri burasıdır.
İnsan, tarifi zor olan bir şey. Hemen hemen layığı ile tarif olunamayan bir
varlık insan. Sende konuşanla bende dinleyenin mecmûuna insan denir. Tarifin
biri bu: Sende bir konuşan var, sus dediğin vakitte susmaz, dur dediğin vakitte
durmaz. Bende bir dinleyen var yahut bende bir konuşan var, sende bir dinleyen var. İkisinin mecmûuna
insan denir. Ünsten müştaktır. Enisi Hak olan kimseye insan denir. Enis-i Hak.
Bir veçhesi âlem-i kudrete bağlanmıştır, bir veçhesi âlem-i hikmete
bağlanmıştır. Âlem-i hikmet, dünya denilen bu mezahir, şuhud âlemi. Âlem-i
hikmette akla muhtaçtır. Bu âlemde meçhulden malumu çıkaran kuvvenin adına akıl
denir. Hissin galatlarını tashih eder. Meçhulden malumu çıkarır. Hissin
galatlarını tashih eder. Ona durak mahallinden ileriye yol verilmez. Onun için Fuzûlî,
öyle demiştir:
Tahkîk yolunda akl ne etsin.
A'mâ vü garîb kande
gitsin.
(Ne olur fısıldamayın konuşmayın. Konuşuyorsun dinlemiyorsun. Hiç
olmazsa oturma. Değil mi ya? Konuştun mu dinlemiyorsun. Neyse.)
Yalnız âlem-i hikmette ki alakasıyla kalamaz. Niçün sualini sormak
mecburiyetindedir. Niçün hakikate taalluk eden bir sualdir. Hakikat ise âlem-i
mânâya, âlem-i kudrete taalluk eder. Binaenaleyh, oradan öbür tarafına iman
başlar. İşte maddenin kesafetinde kalıp da yalnız akılla işi hallederiz, diyenler
buradan aldanırlar. Olmaz. Akıl neyi halledecek canım. Kaç defa günde söyleriz.
“Ahh bugünkü aklım olsaydı!” Dünkü aklın
içün bugünkü aklım olsaydı, diye hasret çekiyorsun, yarın bu aklına da hasret çekmeyeceğin ne
malum? Anlatabildim mi acaba? Kaç defa! “Yahu bugünkü aklım olsaydı, ben o işi
böyle mi tutardım?” Ne malum yarın ki
aklınla da böyle dövünmeyeceğin. Kaç defa? Hepimiz öyle değil mi? Onun içün Beşeriyetin
Fahr-i Ebedisi derdi ki:
“Allahümme erine’l eşyâe ke mâhiye hakkuhâ.[i] Ya Rabbi!
Bana eşyanın suretini değil, hakikatini göster.”
Surette çok aldanırız. “Bana eşyanın suretini değil, hakikatini göster.”
O hakikatinde, nerede ne hayırlar vardır, biz idrak edemeyiz ki. Size daha
canlı bir misal söyleyeyim. İnsanlar sınıf sınıftır. İnsanın tarifi zor, dedim
ya. Suret itibariyle bakarsak, elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası, işte
böyle bir kellesi var. Eli kolu ayağı filan, insan demiş, şu biçime insan deniyor.
Fakat bunu nasıl tarif edebiliriz.
İnsan odur ki mazhariyet-i gaybiyesi, cehalet içerisinde marifet meydana
getirir. İnsan da vardır ki marifethaneleri şekaveti ile berbat eder, yıkar. O
da insan, o da insan!
İnsan vardır ki nefhâ-i[11]
elfazından[12]
ölü dirilir. Yani kalp dirilir. Asıl ölü, gönle sahip olmayan kimsedir. Asıl
ölü, yaşadığı hâlde kabrini üzerinde taşıyan insandır. İnsanın hakikatte
diriltmiş olduğu ölü, böyle ölmüş de kalk demiş onu kaldırmış, değil. Hak ve
hakikatten uzaklaşmış olan kalbe bakmış da “Allah” dedirtmiş. Var, dedirtmiş.
İnsan vardır ki, rayiha-i kerihesi[13] aman ne bed,[14] âlemin hayatını zehirler. O da insan! Suret itibariyle baktığın vakitte, cicili bicili
konuşur, güler müler.
Yine insan olur ki, hilm-i tevazûu, selamet-i sathı nazarında nokta-i
nazarından öyle varlıklar meydana getirir ki, karınca incinecek diyerekten tir
tir titrer. Hep bunlar insan.
Yine öyle insan vardır ki, kibr-i gururundan kendisinden başka bir
varlık tanımaz, firavunluk vadisine ihram diker. Bu da insan!
Sonra yine öyle insan vardır ki, bunların hepsinin vücudunda seyrini
yaptırır, Kudret iltimas eder, bakarsın ki insan-ı kâmil olur. Böyleleri de
vardır. Firavunluk devri vardır, ikmal ettirir. Ne bileyim? Tüyler ürperttirecek
anları vardır, ikmal ettirir. Ettirir, ettirir, bir de bakarsın ki bir hazreti insan
olur. Olamadan gidene yazık. Olamadan giderse o yazık! Nefsin şeytandır,
iblistir, çok şeyini çalmıştır; siyaset yap geriye al. Anlatabildim mi acaba?
Hariçte bir şeytan arama. Nefsin şeytandır, iblistir, çok şeyini çalmıştır,
siyaset yap geriye al. Anlatabildim mi? Yap siyaset nasıl alırsan al. Geriye
al. Alanlar var. Sen de al!
(Konuşma tarzı öyle geliyor, sakın yanlış anlama sen derken ben kendime
hitap ediyorum. Nezaketsiz adam filan deme. Konuşma biçimi öyle geliyor da.)
Bul ehlini, o siyaseti sana öğretsin. Geçen sefer konuşmuştuk ya, bundan
üç beş konuşma evveli. Her ilim içün bir beyan, her beyan içün bir lisan,
her lisan içün bir taat, her taat içün bir hakikat, her hakikat içün bir ehli
lazımdır. Bağlandık mı acaba? Cümleler bağlandı mı? Âdem olmak istersen Âdem
ara. Âdemi bul. Âdem ile Âdem ol. Seyyid’ül âlemdir Âdem, gayrıdan sevdayı kes!
Bazıları Allah’ı ararız, der. Allah gayıp mı? Haşa! Bunlar içün ilk önce
benliğinde soyun. İşte kestirmesi bu. Konuşmaya başladığımız vakitte, uykuda
bir halin var ya, uyandıktan sonra da bütün işlerini yaparken, masan var, geniş
büyük bir masan var, evet birçok insanlar suret-i zahirede muvakkat bir zaman
içün el pençe divan duruyorlar. Divan dururken gene sen, uykudaki vaziyetini
muhafaza et. Anlatabildim mi? Kasan var ki yine keza öyle, onu muhafaza et.
Çünkü üç beş şey vardır ki adamı çarpar. Biri câh, çarpıverir adamı. Biri masa,
biri kasa, bunlar çarpar.
Bütün nimetlerin şükrünü yap. Hani, böyle bazı insanlar yanlış anlarlar. “Efendim, hamd ettik,
şükrettik…” Mesela bazıları vardır, böyle yemeği yer, yemeği yedikten sonra “Elhamdülillah. Hakk’ın
nimetlerine şükür olsun, verdi. Ya Rabbi açları da doyur!” Allah’a şey yapıyor. Ne bileyim ben. Çirkin
bir defa değil mi? “Aaa, ben hiç şükürsüz yaşamam.” Yaa, ne yaparsın sen? “Yerim içerim şükrederim.” Heehehee! Ne biçim…
Şükür o değil ki. Bu niye benzer biliyor musunuz? Bir kenara oturup da açsın;
ekmek ekmek, ekmek, ekmek bin defa on bin defa söyle bakalım! Doymaz karnın.
Beş bin defa bal bal de bakalım! Tatlanmaz ağzın. Ekmeği yiyeceksin, balı
yiyeceksin ondan sonra olacak. Şükür o değil ki!
Nimetin şükrü infaktır.
Hak vermiş bir şey sana, yediğinin şükrünü yapmak istiyorsun değil mi
ama. Yediğinden, yiyemeyene ver. Hah, verirken de kendin ara yerde bulunma. “Verdin
de veriyorum Ya Rabbi!” de. “Benim mi”, de. “SENİN”, de. “Beni musluk yaptın,
ya vermeseydin?” Ve yahut o yemeseydi. Bir de o var. Nazlısı olur onun.
Anlatabildim mi acaba? “Verdin de verdim.” Hah, O yemeğin şükrünü yaptın, yoksa “Ya Rabbi
şükür!” böyle bir şey yok. Hiçbir şey yok. Hatta Cenab-ı Hak öyle dermiş: “Mel’una
bak! Benimle eğleniyor. İstihza ediyor benimle. Benimle alay ediyor o!”
Masanın şükrü; ufacık bir adamdın da Kudret seni getirdi, büyük bir
masaya efendi yaptı. Zaten herkes ufacıktır. Hiçbir kimse, İmam-ı Ali Keramallâhû
Zâtehü’nün dediği gibi; anasından doğarken şöyle ziynetle, böyle telebbüsle[15] bu
şekilde filan doğmaz. Herkes bu biçim çıkar. Hiç kimse kimseye karşı övünmesin,
güvenmesin, onun güvenmesi Hakk’a olan saygısı ile değişir. Rütbeyi o vakit
alır, der. Doğumu ile rütbe almaz, der.
Şerefü’l-insan bi’l-himâmil âlîye lâ bi’l-rimâmil
bâliye.
İnsanlar ölmüş olan ecdadının kemiklerini, çürümüş olan kemikleri ile
tefâhür etmek hakları yoktur: Kendi malını göster, der. Himmetini göreyim ne
yaptın insanlık âlemine? Deden böyleydi, şöyleydi, dedeni bırak. Haddizatında
sen ne yaptın? Ama biz bazen dedemizi meth ederiz. Dedemizi küçük görenlere
dedemizi anlatmak içün meth ederiz. Anlatabildim mi? Ben, şimdi yine
söyleyeceğim dedemizi. Dedemi söylerken. Dedemi küçük görmek isteyenlere,
dedemi kötülemek isteyenlere, tarihimi ufaltmak isteyenlere karşı dedemi
anlatırım. Yoksa o başka şekilde değil. Anlatabildik mi acaba bunu da?
İmam-ı Ali öyle demiştir: “Şerefü’l-insan bi’l-himâmil âlîye lâ bi’l-rimâmil bâliye. İnsanın
şerefi kendi himmet-i aliyesindedir.” Ecdadının çürümüş kemiklerinde değildir. Ama kendi himmet-i âlîyesi
olur, ecdadının da haddizatında varlığı olursa, ona nur’un âlâ nurdur.
(Bunu nereye bağlayacaktık? Hadi bakalım bilen var mı? Çok güzel. En
zevk aldığım yerdir. Bıraktığım yerde bıraktı mı, buldu mu o kadar zevk alırım
ki, iki saat konuşurum. Dinlemeye takatin olsa.)
Masanın şükrü, ufacıcık koca bir masa. Adalettir. Adalet! Büyük bir
masaya sahip oldun değil mi ya. Onun şükrü o. Ya Rabbi! Sen bana bunu verdin… Hak, Adalet. Adalet nedir, hakkı yerine
getirmek. Güzelliğin şükrü: Cemale sahip bir yüz vermiş Kudret. İffettir.
Anlatabiliyor muyum acaba? Öyle. Artık sen bunların hepsini tatbik et. Hâl’en,
birer birer kıyasını yap.
Hakk’ın yanında neyin mahbub[16] olduğu
neyin haddizatında merğûb[17]
olduğunu biz bilir miyiz? Bilmediğimizden dolayı her zerrenin hukukuna riayet
etmekle mükellefiz. Allah’ın yanında, Allah... (Şöyle daha açık anlatabileyim.)
Allah’ın neyi tuttuğunu bilir misin? Yaa, Allah’ın sünneti acayiptir. Şunu
tutar, dersin hiç tutmaz. Buralarda gezinirken buralara girdik. Hâl sahibi
olmaya yaklaşmış bir adam, Allah derdi başlamış, “Hâl sahibi” bu. Dertler
içerisinde en güzel dert, Allah derdidir. Kimde olursa bu dert, korkma ondan.
Neden? O çünkü o derde sahip oldu mu
[18] وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ Nerede olursa Allah ile beraberdir. Allah ile beraber olduktan sonra korku yoktur. Ama bidayet-i hâli. Malum ya insanın birçok hâlleri var, bu dert gelmiş ama derdi daha tamamıyla, yoğuramamış. Yolunda. Hah tabirini buldum. Yolunda. “Ya Rabbi, diyor. Ya Rabbi, dergâhında makbul tutmuş olduğun bir mahlûkunu gönder de ikram edeyim. Arıyorum.” diyor. Sevdiğin. Bu dert ile yatmış. Kudret sırrına hitap ediyor. “Yarın sabahleyin erken kapının önünde bekle, göndereceğim.”
Burası biraz ince bir yerdir ama bende buraya girdim. İsterseniz buradan
döneyim ben, başka yerleri söyleyeyim... İnce yer. Burası mânâ zevkine teâli
etmiş. İçimizde maddenin kesafetinde kalmış olan olursa, bööyle yapar. Onun
konuşma tarzı başka ama ben sizi kemâle doğru yükselmiş kastı ile konuşuyorum.
Onun konuşmasını da biz biliriz. Ona başka türlü konuşulur o. Maddenin
kesafetinde kalanla mânânın zevkine erenler şu şekilde tarif edilir. Biri
koruktur, biri üzümdür. İkisinin de mayası birdir. Anlatabildim mi? Koruk
halinde kalmış da üzüm olmamışsa bu işi anlamaz. İkisi de asmadan çıkar.
Adam zevk içerisinde. “Sabahleyin erken gelecek, kapının önünde bekle!”
diyor. Uyumamış, uyku gelmemiş yani. Uyku gelmemiş. Erkenden çıkmış kapının
önüne, böyle çar-ı çeşm[19] ile
etrafa bakınıyor. Hayecanla, öyle bakınırken, bir köpek gelmiş, çöreklenmiş,
yatmış, böyle bakıyor. Köpek ona bakıyor, o etrafına bakıyor. Bakınmış
bakınmış, ehh. Gün yükselmeye başlayınca, girmiş içeriye kendi hâliyle niyazda
bulunuyor. “Ben mi anlayamadım, adgas-u ahlam[20] mıdır?
Gördüğüm rüya rüyayı saliha değil, bir şey midir? Mide tebahhurundan,
hayalimden geçmiş olan bir şey mi bana tecelli etti.” Yine Kudret, o gece de
ona “Gönderdim yahu!” diyor. “O sana baktı, sen ona bakmadın!”
Bunun şimdi bir misalini vereyim, daha iyi anlayacağınız buradan bir şey
anlaşılmadı, anlatamadım. Allah’ın en çok sevdiği şey, bir kimsenin af
olunabilmesi içün, o kimse üzerinde bir merhamet tecellisinin meydana getirilme
şekilleridir.
“Olmuş ve olacak bana gösteriliyor.” diyor. Ebediyet sarayını geziyor.
Bir bağiye kadın gördü. İnnemreten
bağyen zaet tevben fî yevmî harin yutifûn bîi’rin ve kad evlâ an lisanehû mine’l-adtş.
İlâ ahirihi. Hak nazarında düşmüş. İnnemreten bağyen. Fakat günlerden bir gün idi. Gayet sıcak. Gayet
süslü, bugünkü örfün tabiri ile en son moda elbiselerini giymiş, en son çıkan
ayakkabılarını, o günün revaçta olan.
Malum ya herkeste öyle bir acayip sevda vardır. Benim giydiğim kimsede
olmasın, der. İşte, o biçim. Sonra o gevşer, gözünden düşer. Gözündeyken
gözünden düşmesi filan bunlar hep çocukluk alameti, değil mi yani. Biraz evveli
söylemiştik ya. Çocuk ilk önce oyuncağı aldığı vakitte böyle böyle yapar. İki
gün sonra öbür tarafta bırakır. Tekerleği kırılır, vurur ayağı ile pencereden
atar. İlk aldığı vakitte öyle değildir.
Böyle giderken, bir kuyunun etrafında bir kelp. Köpek. Yutifumû bîi’rin,
diyor. Tavaf ediyor böyle kuyunun etrafını dönüyor. Ve kad evlâ an lisanehu mine’l-adtş. Dili koyu
susuzluktan, çok susuzluktan çıkmış böyle parça parça olmuş, etrafına bakınıyor.
Durdu kadın, hemen koştu, köpekte işte artık medet umuyor. Yüzünü gözünü
ayaklarına sürüyor. Oraya baktı buraya baktı. Ne kova var ne ip var, hiçbir şey
yok. Düşünmeden, o nakışta nakkaşın hatırını sayarak, hiçbir şey beklemeden, o günü
giymiş olduğu yepyeni elbisesini hemen çekti, parçaladı, parçaladı, parçaladı,
birbirine düğümledi, düğümledi bir bağ, o günkü giydiği o daha muhabbeti
üzerinde olan iskarpinini çıkardı, saldı kuyuya çıkardı suyu verdi, saldı
kuyuya çıkardı suyu verdi, saldı. Nihayet köpek doydu, kadın da ayrıldı. Kudret
de onun filmini çekti. Onun filmini çekti. Kadın gitti, gideceğiz ya hepimiz.
Malum ya istikamet karşıki çukura marş marş!
Hepimiz koşuyoruz. O kadar süratli koşuyoruz ki, süratinden koşuyor muyuz
duruyor muyuz farkında değilizdir. Sürat başka türlü gösterir. Sürat başka
türlü gösterir. Bir ipin ucuna bir ateş parçası bağlarsak, bir hareket-i
devriye verdiğimiz vakitte, koca bir daire gözükür, dairemi o? Bir noktadır o.
Anlatabildim mi? Süratinden dolayı bir nokta ateşi, bir daire halinde
görüyorsun. Süratindan dolayı ilânihâye[21] kalacakmış gibi yaşıyorsun.
Koşuyor çukura, raapp kapak kapandıktan sonra; ne âşık girer, ne maşuk
girer, ne annen girer, ne baban girer, hiç kimse girmez içeriye, ne evladın
girer. Hayat-ı sûrîyende kazanmış olduğun neler varsa Allah onlara vücut verir,
onlarla girersin. Onlar girer. Ayrılmaz adamdan, hiç! Umur-u maneviye, umur-u
maddiyeye… Zaten dünya hayatındaki şekiller, mânâ âleminden hayallere gelir de
tatbik edilir. Hep böyledir o, oradan geçer o. İnsan bir suç işlediği vakitte ilk
ifadesi alınır, sonra istintaka[22] gider,
sonra şuraya, müdde-i umumiye[23] gider, ondan
sonra mahkemeye çıkar. Ebediyete de göçüldüğü vakitte de öyledir. İnsana bir
defa hayatından hiç öyle etmez, sorarlar. Ömrünü nerede sarf ettin? Dünyada
umden neydi? Gönlünü nereye bağlamıştın? Tabiatıyla buna da sual sorarken, “O
sualin cevabını ben vereceğim” dedi, Allah. “Sormayın, dedi. Kalem kalkmıştır.
Benim adi bir köpeğime, Bu kadar merhametle tecelli eden bir şahsa karşı, Ben
elbette rahim olurum. Ondan merhametli olmam lazım gelir.” Anlatabildim mi?
Netice itibariyle köpek orada bir insanı kurtarıyor. Sebep oluyor, anlatabildim
mi?
Hakk’ın yanında neyin daha makbul olduğu, bizim idrakimiz dâhilinde
değil. Ama bunu ben şimdi söyledikten sonra sende yolda bir köpeğe rast gelir
de böyle yaparsan, sana da böyle olur mu? Olmaz o! Onu söyledik çünkü o. O
insanın kendi kendine mânâsından doğacak olan bir sıfat olacak. Bizde de
yapılır, ikinci günü başına kakılır. Bilmem. Hizmet Hakk’a olduğu idrak
edilirse o ara yerden kalkar. Yine öyledir. Ara yerde olmayacaksın. Minnet
altında kalmayacak.
Mevzû infak ile ikram ile her şeyin şükrünü yerine getirmek bahsinde
olduğu içün beş altı ay evveli ve ara sıra sık sık bahsettiğim, bir mevzûu tekrar
hatırlatmak icap eder ki daha ziyade canlansın. Bunun en güzel tarifini, büyük Kitap
yapar. Allah der ki: “Kimler felahtadır bilir misiniz? Kimler felahtadır?” Bir yere gideceğiz ya netice itibariyle.
Zalimle karşılaşırsan hayatta nispet ver. Sakın zalime karşı mütevâzı tavır
alma! Çok fenadır. Ahlakta hiç yeri olmadığı gibi, mânâ ilminde de hiç yeri
yoktur. “Zalime ufak meyille meyledene ateş kuşatır.” der, Allah. Hiç sevmediği
bir şey. Zulmü o kadar sevmiyor ki:
“Ve mâ Rabbüke li yühlike’l-kura bî zulmin ve ehluha muslihûn. Şanı ulûhiyetime yakışmaz, şirki var, küfrü var ama insanlar arasında
salahı var, o karıyı ben mahvetmem, diyor. Madamı ki insanların mahlûkâtın
hukukuna riayet etmiş, onun şirki küfrü benim hakkımı tanımamış. Ben alırım
hakkımı.” Acaba anlatabildim mi? “Ben hakkımı alırım, o benimkini bırak fakat
dünya üzerinde yaşadığı müddetçe insanlığa ihanet etmemiş, mahlûk-u Hudâ'yı
rencide etmemiş, hiçbir vakit ah almamış, yalnız bana karşı cephesi var değil mi?
Onu alırım, Ben onu. O tecil[24] edilebilir,
fakat burada azabı tecil etmem. Yerlerini yurtlarını mahvetmem!” Ne kadar
incedir.
Onun içün bir millet küfür ile devam eder, şirk ile devam eder fakat
zulm ile devam eder mi? Hayır. Yok, âdetullahta, yok. Nazmı da budur işte. “Ve
mâ Rabbüke li yühlike’l-kura bî zulmin ve ehluha muslihûn. Şanı ulu, senin Rabbinin şanına
yakışmaz Muhammedim. Şirki küfrü sebebiyle...” Zulmü yok, insanlık hakkına
dokunmamış. Muslih, salih. Haah, şimdi felaha ait olanları söylüyorum. Sayar
sayar da içerisinde şu geçer, nazm-ı celilde. Felaha kavuşma sebeplerinden bir
tanesi.
[25] وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ Ne kadar tatlı. Ne kadar güzel ki, “Benim verdiğim rızıkları infak edenler...”
Nafaka deyince yalnız su-yemek aklına gelmesin. Akıl da bir rızıktır.
İvazsız garazsız, aklı ermeyene, o rızkı veriyor. Anlatabildik mi acaba? İlim
de bir rızıktır. Minnetsiz külfetsiz veriyor. Yalnız rızık deyince böyle yemek
şey değil. Maddi kısmına geçelim biz bunun. Rızkı, diyor infak edeceği vakitte,
vereceği vakit, ben veriyorum diye vermeyeceksin. Ali’den alıp Veli’ye
vermeyecek. O ayrı bir iş. “Benim olduğunu bilecek. Benden olduğunu bilecek.
Benim malımın onun elinde durduğunu bilecek ve Benim hesabıma verecek.” Anlatabildim
mi acaba? Bak insan seciyesi ne kadar sağlam duracak. Çünkü böyle olaraktan
vermezse karşısında verdi mi böyle fıttırır. Yok, o kadar hakka hukuka riayet
edecek ki azizim...
Ömer, on dört bin şehir fethetmiştir. Bin dört yüz eyalet, şehir
fethetmiştir. Zamanında yüz milyon insanı Müslüman etmiştir. Hem aşk ile. Fakat
icabında yolda yalın ayak yürümüştür, belki sen deli dersin. Sordukları
vakitte, “Milletin hazinesinden aldığım para ile ayakkabıyı fazla eskitmeye
memur değilim.” Anlatabildim mi acaba? Yalın ayak yürüdüğünü kaydetmiştir
tarih. Ve sorulduğu vakitte: “Babamın malı değil, milletin malıdır. Beytü’l-malden
ben alıp bunu…” Öyle kanaat geldi ki
lüzumsuz eksilttim bazı yerlerde, onun şeysini yapıyor hesabını çıkarıyor. Ama
sen belki deli dersin, aptalmış dersin. Dersin ha! Bunları adama aşk yaptırır.
Akıl boşanmadıkça aşk adama varmaz. Öyle nazlı bir şeydir ki o. Onun için deli
dersin, dedim. Akıl boşanmadıkça aşk adama varmaz. Hiç, gelmez bile.
Nereden geldik buraya? Ooo çok geçti. “Verir, verdiği vakitte Benim
olduğunu bilerek verir.” Öyle olacak olursa karşısındaki insan, eğilip bükülüp
onun minneti altında kalmaz, dedim. Buradan geliyoruz. Kaç madde gizleniyor
verirken. “Bir defa verdiği şey Benimdir. Verirken Benim hesabıma verecek,
karşısında ki adam Benim hesabıma verdiğinden dolayı minnet altında kalmayacak.
Verilen şey lüzumlu yere sarf edilecek.” Nafakasına, anlatabildim mi acaba?
Misal getirmiştik ya bunlara, eski konuşmalarda. “Efendim bizim kızın
düğünü olacak filan salonda, beş bin liraya tuttuk işte sekiz den on ikiye
kadar. Üç binini tedarik ettik, iki binini de siz şey ederseniz biz onu şey
ederiz.” Yoo! Sizin eviniz yok
muydu? Bir oda filan yok mu? Sokakta mı
oturacaksınız sonra salondan çıktıktan sonra? “Yoo, evimize gideceğiz.” Evinizde
üç kişi ile yapaydınız. Müsaade etmiyor. Anlatabildik mi acaba? Öylesine
müsaade yok. Müsaade yok! Felah sebebi yok, yani ya. Müsaade yok derken yapma mânâsına
değildir. On bin ver yüz bin ver fakat Allah, umur-u kuvve-i melekûte: “Zapt edin
bunu, bunu zapt edin. Bu Benim hesabıma bir iş yapmıştır.” diye öyle bir emir
yok. Yoksa ver bir milyon ver. Fakat şuurlu yaşamayı da ahlak emreder adama.
İki bin üç bin haddizatında böyle, iki saatlik üç saatlik bir zevahir içün,
ailenin geçimine bir muhabbet tedarik etse güzel. Bir şey yok. Bu mevzûu çok
uzun sürer, onda öyle söylenecek yerler var ki…
Taklit iyi şey değil, hülasa. Tek kelime ile ifade edelim. Taklit iyi
şey değil. Beni taklit etsinler diye yaşamaklıkla biz mükellefiz. Çünkü tarihin
efendisinin çocuklarıyız. Bak, şimdi dedemle övünmek yeri geldi. Çünkü dedemiz
aşktan doğan ahlaka sahiptiler. Bire on döğüştüler. Evet, bire on döğüştü.
Salonda düğününü yapmadı ama anne, on tane çocuk doğurdu. Anlatabildim mi? On
beş gün sonra boşanma davası açılmadı. Elli sene bir yastıkta çürüttük, yüz sene bir yastıkta
çürüttük. Bugün malum ya, buna mânâ ile
bakılacak olursa:
Yehtezü'l-arşî mine't-talak[26] der. Sebepsiz yere talak, Allah’ın arşını sallarmış. Yani Beni sallar, diyor Allah. Peygamber hiç kimseye inkisar[27] etmedi, pek mahduttur. Fakat hayret olunacak bir yer vardır, gayet insana rikkat gelir. İki kızı Ebu Leheb’in oğullarındaydı. “La ilahe illallah” davasını açtığı vakitte Peygamber, intikam almak içün Ebu Lehep bir gün geldi çocuklarına dedi ki: “Boşayın bu Muhammed’in kızlarını!” dedi. Derhal boşadılar. “Çırçıplak atın!” dedi. Ne eşyasını verin ne bir şeysini atın, dedi. Dediği gibi yaptılar, ağlayarak geldi, geldiler, hane-i saadete. “Ne o?” dedi. “Bizi attılar, boşadılar bizi!” dediler. O vakit ağladı. O kadar rakik olduğu hâlde hiç inkisarı bulunmadığı hâlde mahdut bir iki şeyden başka, “Ya Rabbi isterim!” dedi. “Canavar parçalasın. Canavar parçalasın, bunu isterim!” dedi. Ve onun üzerine Yehtezü'l-arşî mine't-talak. Allah’ı salladılar. Arş-ı İlahi titredi. Mezmum bir şey. Bunları bilirdi bizim dedelerimiz, nenelerimiz. Sonra gün geldi, bunlar bir debdebeli, bir seyahatte kalabalık bir yerde gecelediler. Bu iki çocukta o yüzlerce insanın arasında yatıyorlardı. Geldi canavar, insanları koklaya koklaya, buldu bunları, kaldırdı aldı.
Taklit iyi şey değil. Sonra senin taklide ihtiyacın yok. İlimlere mevzû,
sanatlara model veren, kütüphanesi meydanda, varidatı meydanda. Daha tarih silinmedi, Hudâ kıyamet kopup da
altını üstüne getirirse yeryüzü kalkarsa belki o vakit e ne yapayım dersin.
Yeryüzü kalkmadı, ya! Yeryüzü kalkmadı!
“Felah onlara aittir.”
diyor, felah sebeplerinden işte bir tanesi o. وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ .
Misal veriyorduk değil mi? Minnetsiz işe misal veriyorduk. Verdik
vaktiyle, birkaç sefer söyledim. Fakat şimdi bu, bunu canlandıracağı içün tekrar ediyorum.
Ne büyük adamlar yetiştirmiş ne muazzam. Vaktiyle İstanbul’da, “Kız Ali
bey” namında, fazileti ile edebi ile ahlakı ile hayâsıyla. “Kız Ali Bey”
denmesindeki illet, gayet hayâlıymış. Gayet hayâlı adam, gayet büyük hayata
sahip adam demektir. Hayâ hayattandır.
Anlatabildim mi acaba? Hayâ hayattan gelir. Kimde hayâ var çok,
onda büyük hayat var, geniş hayat var. Hakiki hayat onda var. Hayat. Ondan
dolayı “Kız Ali Bey” denmiş. Ama şimdi belki hayâ bir suç mevzûudur. Bugün ki
hükme göre. Belki bir suç mevzûu olabilir. Neyse.
İmam-ı Ali öyle der: El hayâ u katretün iza kutire kutile. Hayâ yüzsuyudur,
damladı mı, bir damla damladı mı ölür.
Geçen konuşmada dedik ya: “Bir kimseyi yıkımdan kurtarmaklık içün tek
bir çare vardır.” der, Peygamber. “Dua edin, Allah hazine-i gaybından
utanmak ihsan etsin.” Ne kadar suçlu olursa olsun, eğer utanmak kendisine
ihsan edilirse, o kimse o millet o kavim, o camia, muhakkak kurtulmaya yüz
tutmuş, demektir. Öyle emretmiştir kaç defa. Utanmak.
Kız Ali Bey, zengin bir adam. Keremi çok. Bir ana-kız. Kocaları vaktiyle
ticaretle iştigal edermiş. Küçükken kızcağızın babası ölmüş. Annesi genç dul
kalmış, o hukuka riayet etmiş, her neyse. Bize ait değil. Evlenmemiş, çocuğunu
yetiştirmiş, fakat elde de mevcut bir şey kalmamış. Fakr-u zaruret çökmüş. Kıza
bir talip çıkmış. Babası vefat etmezden evvel, kıza bir gerdanlık almış, kılade[28].
Annesine demiş ki: “Eğer Allah kısmet eder de, kızımıza bir talip çıkarsa o
evleneceği gün beni hatırlayın. (O kendisinin ölüm döşeğinde anlıyor hâlet-i
ihtizarı yaklaşmış biliyor.) Bana bir fatiha okuyun, sanki benim elimle
bağlıyormuş gibi.” demiş hanımına. “Sen bağla bunu, demiş. Evladıma çok
severdim ama nasip olmayacak.” Kızcağız demiş ki: “Anne babamın vasiyeti gayet
yerinde fakat hayatta olsa o da şey ederdi, şimdi bizim yorganımız yok. Bir
misafir gelirse çıkaracak bir yatağımız yok. Bu vaziyette ben bu kıladeyi
boynuma bağlarsam bize deli derler. Bunu satalım zaruri eşyamızı yapalım, ne
yapalım, Hudâ bana layık görmedi. Allah layık görmeyince olmaz ki!” demiş. İşte
o boynunu bükerken layık görmedi kelimesinin işi oynadı. Babasının vaktiyle
olan temiz helal kazanmış olan parasının ihlası mı meydana getirdi. Çok işler
var.
Malum ya, alın teri ile kazanılan para başkadır. Aharın zararına dolan
kasadaki para başkadır. Hep şekilleri değişir bunların. Hep üzerinde bu yazılı
bu paranın ama şekli değişir. Bazı para kazanılır, kazanılır, içinde ihlas olmaz
yahut herhangi bir şey olmaz, bakarsın ki bu sefer bıraktıkları insan
içerisinde lazım gelen mânâyı ifade etmez. Derler ya malın hayırlısı, her şeyin
hayırlısı. Peki, demişler. Mahçup götürmüşler, kuyumcular çarşısına müzayedeye
koyacaklar.
Bunu söylemekten maksadım Bir yerde de sizi ikaz ediyorum. Hâlen caridir[29] o. Her
yerde her pazarda. Böyle ilk önce mal gider, oranın esnafı bakar, eğer o giranbaha
bir şeyse “Biz bunu ilk önce aramızda arttıralım bir yere kadar, aldıktan sonra
ikinci bir müzayede yaparız, fazlasını taksim ederiz.” derler. Anlatabildim mi
acaba? Böyle usuller vardır. O günde öyle yapmışlar. Beş lira, altı lira altın
para, yedi sekiz saatlerce duruyor, on-on ikiden yukarıya çıkmıyor. Bunlar da
verecekler. İşte Allah’ın işi Kız Ali Bey, kâhyası ile beraber “Şuradan
geçelim” demiş. Geçerken bakmış o hicab-ı manevi bir andır tarife gelmez ki,
hilkatin verdiği bir mahcubiyet vardır, onun kendine mahsus bir dumanı vardır,
onu görebilmek içün de hususi yine göz vardır. Böyle binlerce hayrı olan Ali
Bey de elbette öyle bir göz olacak ki, bir vakfe[30] etmiş,
kim bunlar diyerekten. “Efendim işte bir şey satıyorlar, zaruriyetleri varmış” kâhya
öğrenmiş. Kuyumcular görmüşler Ali Bey’i, demişler ki: “Geçti, bizde” “Bırakmam!”
O saatlerce on altın üzerinde duran şey birden bire “Nedir o filan?” demiş,
daha eline bakmadan, onların hâline bakıyor. “Elli altın, elli” demiş. Altmış
demişler, yüz demiş. İşte yüz on, hani ondan yukarıya çıkmıyordu. Uzatmayalım mevzûu,
iki yüz altında karar vermiş. Kâhyaya öde, demiş. Ve bunların adresini öğren,
demiş.
Hüküm nasıl yapılıyor anlatabiliyor muyum? Dersin başından bağlıyorum,
keseceğim artık konuşmayı. Öğrenmişler, Gedikpaşa tarafında bir çıkmaz sokakta,
bir ufak mütevâzı bir kafesli evde filan. Biraz sonra Ali Bey gelmiş kapıyı
çalmış. Cumbadan bakmış şöyle, kız. Onlar da gelmezden evvel işte kendi
kendilerine, kırık kalp birdenbire böyle sevince, İşte Allah bize şöyle yaptı,
şimdi biz bununla bir ufak da ev alırız, şu kadarı ile de şunu yaparız, bunu
yaparız biz, zaruri eşya derken, sefaletten kurtuluyoruz diyerekten, ana-kız
birbirine bir muhabbet...
Çünkü muhabbet de şimdi ana-kız muhabbet etmez. Odaları ayrıdır.
Birbirini beğenmez. Eğer annesi biraz ananeye sadıksa “Sen tramvayda arkamdan
gel hizmetçi vaziyetini alacaksın!” der. “Sen hizmetçi vaziyetini alacaksın!”
der. Ama bunlar da vaktiyle haber verilmiştir. Büyük peygamber der ki: “Cariyeler
efendisini doğuracak!” Cariye, nasıl efendisini doğurur? Meğer ince mânâ varmış. Ne kadar nazik mânâ
gizlenmiş. Kızı babasını uşak gibi kullanacak, doğurdu. Kızı anasını eşek gibi
kullanacak! Anlatabiliyor muyum acaba? Yaa! Hâlbuki öf demeyeceksin. Aklı erse
de ermese de. Senin evde de ne oldu yani ya!
Ortaya ne koyabildin? Hangi ilme mevzûu verdin, azizim! Hangi sanata model verdin! Hangi kürsüde
koymuş olduğun şey okunuyor! Dedeninki okunuyor. Konuşmaya başladığım vakitte
ilk bir iflas maddesi söylemiştik değil mi? Muhabbet! Kalktı o, ekserisinden. Zira mahall-i tekvindir. “Benim sun-i ilahi
fabrikamın insan dokuma tezgâhıdır. Baba sema, anne arz makamındadır. Sırr-ı
rububiyetim orada tecelli etmiştir. O hukuk Benim hukukumdur.” diyor. Bir gün anlatırım bu anne ile babanın
hakiki mânâlarını. Böyle bir “İşte ana bizi doğurdu, baba da işte baktı.” Öyle
değiiiil, uzun iş o! Zor iş.
Öyle sevinç halinde görüşürlerken cumbadan bakınca “Ahh anne
sevinmemizle yerinmemiz bir oldu, geri getirdi galiba o efendi!” demiş.
Sararmış kadın. Titreye titreye açmış kapıyı. Şuur, çünkü birdenbire
değiştiğinden dolayı: “Beğenmediniz mi?” diyor.
“Müsaade edin”, demiş “bana, biraz içeriye gireyim.”
Kimsiniz, nesiniz, bunu ne içün sattınız, soruyor. Anlatmış kadın, biz
vaktiyle şöyle bir efendinin hanımıydım, bu da onun evladıydı. Ticaretle iştigal
ederdi, birkaç sene hasta yattı. Nihayet yirmi küsur sene geçti. Elimizdeki
mevcut bitti. Böyle bunu almıştı kızına bana şöyle vasiyet etmişti. Fakat
sırası değil dedik, satmaya Allah sizi halk etti.
Demiş: “Bir ricam var. Bir ricam var. Ben de kızınızın manevi bir pederi
olayım. Yine babası namına bunu alın kendisine takın.” Anlatabildim mi acaba?
Bir tarife gelmeyen bir tecelli daha. Oradan ayrılmış. O gece Kız Ali
Bey, bir mânâ görüyor. Mânâsında o kızın düğünü yapılıyor. Düğünü, Beşeriyetin Fahr-i
Ebedisi idare ediyor düğünü. Eski ananelerde bir kuşak bağlama merasimi vardır,
kuşak bağlama. Onun bir mânâsı vardır. Muazzam. Kuşak bağlamasını Hazreti Muhammed
yapacakmış. “Ali Bey nerede?” diye soruyor. Ali Bey bir kenarda sıkıldığından
duruyor.
Diyorlar ki: “Seni Fahr-i Âlem çağırıyor. Kızın kuşağını beraber
bağlayacakmışsınız.”
“Ben bu veçhe ile bu yüzle ile nasıl çıkarım?” “Olmaz, muhakkak
çıkacaksın.” diyorlar. Ondan sonra Peygamber onu alnından öpüyor. “Tebrik
ederim seni” diyor. “Bağla bakalım!” diyor. “Beraber!”
Bu ne yüz altına alınır, ne yüz milyon altına alınır, bu iş değil bir
başka zevktir amma bizim anlatacağımız nokta o değil. Minnetsiz zevk ile
servetin sarf ediliş tarzında ki biçim. Anlatabildim mi acaba? Belki biz iki
yüz, üç yüz altınlık elbise de giyeriz. Bir cemiyet içün. Ondan sonra da onu
bir çul pahasına satarız. Fakat öbür insan da başka türlü bir zevk alıyor.
Mevlana’nın yaptığı gibi, bir koyu sofu bir adam varmış. Beyt-i Şerif’in,
Beyt-i Muazzama’nın her sene örtüleri değişirmiş. O da gayet giranbaha altın
sırmalarla, bilmem atlaslarla şunlarla, Beyt-i Şerif’in örtüsünü değiştirmiş ve
onunla tefâhür ediyor. Mevlana’da yedi tane çocuk, çıplak çocuk almış götürmüş.
Beyt-i hakiki bunların kalpleridir, bunlara bir şey alabildin mi? Şunun
sırtında bir şey var mı? Yok! Ehh, daha aşağısı da var ama fakat fayda yok. İnsan
kalbini kıble-i vahdete çevirmeli. Anlatabildim mi? Kalp kıble-i vahdete
çevrilmedikçe Allah adamın yüzüne bakmaz. Allah da adamın yüzüne bakmazsa ne
dünyaca, ne mânâca teâli terakki etmenin imkânı yoktur.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] İsra Suresi 70’nci Ayet-i Kerime وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَن۪ٓي اٰدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي
الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلٰى
كَث۪يرٍ مِمَّنْ خَلَقْنَا تَفْض۪يلًا۟
Meali: Andolsun ki biz,
insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Karada ve denizde taşıtlara yükledik ve
temiz yiyeceklerden onları rızıklandırdık. Onları yarattıklarımızın birçoğundan
üstün kıldık.
[2] Tav': İsteyerek uymak. Bir şeyi istekle yapmak. Muti' olmak.
Mer'anın genişliğinden dolayı davarın her tarafta otlamasının mümkün olması.
[3] Menam: Uyku.
Uyku zamanı. Rüya. Düş. Uyunacak yer, yatak odası.
[4] Enam Suresi 32’nci Ayet-i Kerime. وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌۜ
وَلَلدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ
Meali: Dünya hayatı,
eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah'tan
korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?
[5] Et'ime: (Taam. dan) Yemekler, taamlar, yenecek şeyler.
[6] Kavaid: (Kaide. C.) Kaideler. Hareket programları. Dil
öğreten bir kitaptaki kaideler. Arap lisanındaki kaidelerin derç edildiği
gramer kitabı.
[7] Mefûl-ü mutlak:
Diğer mefûllerin aksine harf-i cer ve zarf- larla irtibatlı (kayıtlı) olmayıp,
fiilin masdarından direkt ortaya çıkan bir mefûldür. Mefûl-ü mutlak, fiilin
tekîd, çeşit ve sayı- sını belirtmek için kullanılır.
[8] Seniyye: (Seniye)
Yüksek. Çok mühim ve kıymetli, âli olan.
[9] Cinan: (Cennet. C.) Cennetler.
[10] Cenan: Gönül. Ruh. Kalp. Can
[11] Nefha: Üfürmek.
Üfürük. Şişmek. Kabarık olan.
[12] Elfaz: (Lafz.
C.) Lafızlar. Sözler. Lügatlar.-
[13] Rayiha-i
kerihe/ râyiha-i kerihe: İğrenç ve tiksindirici koku.
[14] Bed: Fena,
kötü, çirkin
[15] Telebbüs: Giymek.
Giyinmek. İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek.Örtülü olmak.
[16] Mahbub: Muhabbet
edilen. Sevilen.
[17] Merğub: Rağbet
edilmiş. Beğenilmiş. Çok kıymet verilen. Sevilen...
[18] Hadid Suresi 4’ncü Ayet-i Kerime هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ
اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْاَرْضِ
وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ ف۪يهَاۜ وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ وَاللّٰهُ
بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Meali: O'dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istivâ
etti (hükümran oldu). Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı
bilir. Nerede olsanız O sizinle beraberdir.
Allah yaptıklarınızı görmektedir.
[19]Çar-çeşm /
çâr-çeşm: Dört göz.
[20] Adgâsu ahlâm:
Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.
[21] İlâ nihaye:
Sonsuza kadar, ebediyyen (İlâ: dek, değin, ...ye, ...ye kadar mânâlarına gelir.
İlâ harf-i cerdir.)
[22] İstintak: Sorgu
[23] Müdde-i umumi:
Savcı
[24] Te'cil: Başka
zamana bırakma. Acele etmeme.
[25] Enfal Suresi 3’nci Ayet-i Kerime اَلَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۜ
Meali: Onlar ki, namazı gereği gibi kılarlar ve kendilerine rızık olarak
verdiğimiz şeylerden Allah yoluna harcarlar.
[26] Ebu Davut ibnül-Humam, Fethul Kadir. c.2 sh.22,
Muttakî, lX, 661
[27] İnkisar: Kırılma.
Gücenme. Beddua ve lânet okuma. Şikeste olma.
[28] Kılade: Gerdanlık. Boyna takılan kıymetli şey.
[29] Cari: Akan,
akıcı. Geçmekte olan. İnsanlar arasında mer'i ve muteber ve mütedavil olan
[30] Vakfe: Bir
hareketin geçici olarak durdurulması. Durak. Durulacak yer.
[i] Hattat Ahmet Kamil Akdik’
“Allahümme erinel eşyâe ke mâhiye hakkuhâ.."
(Allahım, bize eşyanın (şeylerin) gerçek mahiyetini hakikatini
göster.)
Hattat: Ahmed Kâmil Akdik, (sülüs/nesih)
Reisül hattâtin Ahmed Kâmil Efendi, meşkin nesih bölümünde Yunus Emre'nin
"bir gün görünür gözüme
aybım uralar yüzüme
endîşeden deli olmuşam
n'ideyim ne kılayum deyû"
kıtasını yazmış.
0 yorum:
Yorum Gönder