Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

035. Kaset

 035 (01.03.1959) 76 dk. (312)
Ahlak iki esasa ayrıldı. Biri vazifeden doğan ahlak, biri aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın membaı akıl, ışktan doğan ahlakın mastarı kalp. Ahlak mevzûunda konuştuğumuz aşk, aşk-ı a’dâli[1] değildir. Aşk-ı imanidir. Yani beşer asude kaldığı vakitte, kendi enfüsüne doğru yol aldığı zaman; aslını, mebdeini, mevlidini, maâdını, içindeki sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz varlığı ile aramaklık zevkine ahlakta aşk denir. Bilmem bir şey anlatabildim mi? Ve bunun üstünde de kâinatta bir zevk yoktur.

Âlemde aslını bulmak, maâdını aramak, kendi hakikatini taharri etmek iman zevkinin üstünde hiçbir zevk bulamazsınız. Bu aşklarla mücehhez olmayan kalp, ahlak böyle tarif eder.  Bu aşklardan haberi olmayan kalp nedir biliyor musunuz? Şüphelerin mel’abegâhıdır[2]. Şek ve şüphe ile geçen ömür de ne kadar muz’iç[3] olduğunu herkesin insafı kendisine tasdik ettirir. Bugünkü konuşacağım yerin rüknü bu.

Kendi kendine düşün, bu aşka sahip değil, böyle bir iman kendinde hâsıl olmamış, henüz “Ben kimim?” diye kendisine sual sormamış, nerden geldiğini ve ne olacağını düşünmemiş; mebdei, aslı, mevlidi, maâdıyla bir hukuk tedarik etmemiş, bomboş, gece uyur sabah kalkar, şuydu buydu oydu,  kıyl ü kâl dedikodu. Canlı misal vereyim mi hoşuna gitsin?

Kabuklu cevizin sesi çok olur, iç cevizin. Kabuklu ceviz bir çuvaldan bir çuvala boşaltırken, tıkı tıkı tık. İç cevizi boşalt bakalım, sesi çıkar mı? Ama kabuğu yenmez cevizin. Binaenaleyh,  dedikodu beşerin ihtiyacına kâfi değil, işe yaramaz. “Hayat şöyle idi böyle idi...” Ondan sonra gel. Eli boş! Ahlak, insanı “Gel!” emri verildiği vakitte eli dolu olaraktan götürür. Gönlü sefa ile muhabbet-i Hak ile beraber çeker gider.

Ahlak adama fikir verir. Fikir demek, bir kenara oturup da düşünmek mânâsına değildir. Fikir ona derler ki, insana yol açmış. Yolda ona derler ki, giderken bir Hazreti İnsana tesadüf etmiş. Bunları insana ahlak tedarik eder. Ahlak adamı gönül tahtında sultan kılar. Tabirime dikkat et! Ahlak insanı gönül tahtına sultan yapar. Padişah ona derler ki, kendiliğinden padişah ola. Askerle hazineyle olmaz! Kudretle aramız çok açık. Yalnız kuvvete tapıyoruz ve bütün beşeriyet bunun için netice alamıyor.

Her hafta hemen her konuşma münasebeti ile bahsettiğim gibi, insanlar asıl sermayeyi kaybetmişlerdir. Asıl sermaye ara yerden kaçmıştır. Asıl korkulacak korkunç kabir odur.

Mânâ ilimlerinde kabir azabı denilen şey ahlak-ı zemîmedir. Sen toprağın altında bir azap bekleme. Eğer sende hırs varsa, riya varsa, haset varsa, buğz adavet denilen hastalıklar varsa, kendi kabrinin içerisinde kendini daima sokmaktadır. Azap içinde yaşıyorsun. Hâlbuki insan bu âleme imtihan vermeye gelmiş. İmtihanını bitirdikten sonra sefa sürecek. Öyle değil mi? Değer mi?

Hüküm veren hâkimleri onlara adaletle muamele etmez. Ettirtmez! Sen hiçbir vakit bir şahsa, hiçbir vakit bir şeye kabahat bulma! Bak düsturu böyle kurmuş. Şimdi bu ahlakın bu manzumesini, mânâ ile birleştirerekten cevaplandırayım size.

Allah diyor ki: “Ne vakit ki fert yani insan tek başına hakkı yerine getirmeklik zevkini kendinde duymaz, o camianın hâkimine ben adaletle muamele yaptırtmam. Vermem o hayali ona. O zevki vermem.” Anlatabiliyor muyum şimdi?

Ferdin bizâtihi kendi kendine Hakk’ı sevdirten müessesenin adına ne denir? Ahlak denir. Ne ile başlar bu ilk önce? Allah’ı sevmekle başlar. Allah’ı sevdiğin dakikadan itibaren, Allah tutulmaz ki yapışasın. Sevmek, tutmak ister. Neyi seveceksin? Beni, seni, onu, bunu. Herkes: “Efendim, Allah’ı sev!” Allah’ı nasıl seveceksin sen? Allah tutulur mu? Görülür mü? İstediğin dakikada emir erin mi! Karşına çıkar mı? Kendisini gizlemiş. Niye gizlemiş? Sana bana. İşte ahlak insana bunları anlatır. Kendisini gizlemiş. Gizlememiş, çok yakın etmiş de göremezsin. Çok yakın olursa insan gözükmez. Elini bak böyle tuttuğun vakitte görüyorsun. Rûyet içün bir kanun var. Böyle, böyle, böyle, böyle, nihayet tam daha yaklaştır, tam daha yaklaştır, daha yaklaştır, nihayet elinin onun sathını göremezsin. Fakat bu vaziyette elindeki hatları görüyorsun. Tam gözüne yaklaştır, hiç göremezsin. Göz möz ara yerden kalkacak olursa neyi göreceksin?

 [4] وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ der. “Ben size can damarınızdan daha yakınım.” der.

Koca ahlakçı, Bestami’de öyle der: “Allah kendisi sana senin can damarından daha yakın olduğunu söylediği halde, böyle bir dost dururken, gittin ağyârın kapısını çaldın ha, işim ne olacak diyerekten.” Acaba buradan bir şey anlatabildim mi? Söz gayet zarif. Gayet şık. Hem inandım dersin. Nasıl inanmaktır ki bu inanmak? Kudret diyor ki sana: “Ben sana senin can damarından daha yakınım.” Bu kadar yakîn bir enisin olduğu halde o yakîni bıraktın da gittin ağyârın kapısını çaldın. Ne olacağım, diyerekten. Öyle mi dersin?

Nice kimseler vardır ki avını yemeden giderler. Onun içün, hırs iyi bir şey değil. İnsanı çok yorar. Dikkat et, bu cümleyi ve zapt et! Nice kimseler vardır ki, avını yemeden dünyadan gider. Tekrar ediyorum: Nice kimseler vardır ki, bu dünyadan avını yemeden gider. Av kelimesini zikrettim, avda can yakmak vardır. Malum ya, bir kuşu avlayacaksın, bir hayvanı avlayacaksın. Bir şey var, bir ince nükte var. Onun içün müktesebatında ahhlı, acılı bir şey bulunmasın. Yine bunu mânâ ile birleştireyim.

Bir insan, kazancı meşru olmazsa o kazancından almış olduğu gıda, onun vücudunda Hak, itidal, insafa sevk edecek hâl vermez. Bak nereye bağlıdır işler. Bir adam: “Ben insafa sahip olacağım, itidale malik olacağım, Hubb-u Hak bende bulunacak.” Karar vermiş bunlara sahip olmakla, fakat âlem-i hikmet de yaşıyor. Umur-u maaşı, Kudret’in tarif ettiğine göre, uygun olmayıp da iniltili bir kisibse, ahara zarar veren bir şekilse, ondan hâsıl olan gıda ile alınan kuvvet onu Hak yolunda yürütmez. Kaide-i külliye, yürüyemezsin imkânı yok. E, beşer kazancını düzeltirse, inlemek kalır mı ya? Anlatabiliyor muyum? Kalır mı?

Kazanç düzelmeye başladığı dakikadan itibaren, kanaatle elzem hâkim olur cemiyette. Kanaatle elzemle yaşayan bir cemiyet katiyen düşer mi ya? Sefahat olur mu? Rezalet olur mu? Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle dedi: “Yıka, yama yama giy, kimsenin ödünç elbisesini giyme!” Anlatabildim mi?  “Yıka, yama yama giy, üst üstüne yama yap, yıka yıka giy. Temiz olsun fakat. Hiç kimseden ‘Ben filan yere gideceğim, bana şunu ödünç verir misin?’ İsteme, sevmem!” dedi. Bunun altında neler var? Elli konferans gider.

Alın teri ile hiç kimsenin gönlünü incitmemek şekli ile kimseye zararı olmamak şekli ile kazanılan bir kazanç, meşru. Gönül hoşluğu var. Tarafeyn birbirinden memnun. Gıdanın, eşyanın, insanın vücudu üzerinde tesirlerini yapan Allah’tır. Müessir-i Hakiki Cenab-ı Hak. Eşya bizâtihi müessir değil. Yenilen gıdanın insanın maddesi üzerinde tesiri olduğu gibi… Gıdanın mânâsı da vardır. Mânâsının da mânâsı üzerine tesiri vardır. Anlatabildim mi acaba?

Mesela buna bir misal vereyim. Dini bir misal vereyim.

İslam dininde domuz eti yenmez. Buna cevap verirler bazı insanlar: “Efendim, evet o yenmez. Onun yasak olunduğu yer, mıntıka-ı harredir. Zaten sıcakta o etin kendisi müstekreh[5] olur.” Hayır, onlar hikmet. İlleti o değil. Malum ya, emirlerde illet ve hikmet aranır; İlleti ile amel edilir, hikmeti ile de tefeyyüz[6] edilir. Bu bir düsturdur, bir kaidedir. Anlatabiliyor muyum acaba? Misal vermeyince anlayamayacaksınız? Misal vereceğim şimdi.

Kudret’in emrinde yasağında iki şey aranır. Birine illet denir, buradaki “illet” hastalık mânâsına değil. Istilahi[7] bir kelime. Birine de hikmet denir. İlleti ile amel edilir, hikmeti ile tefeyyüz edilir.

Misal, ayak yürüyüşü ile on sekiz saatlik mesafeyi geçen kimseye, Kudret der ki: “Dört rekâtlı namazları iki rekât kıl, farzları. Seni misafir addediyorum.” Ee trenle gidersem üç saatte gideceğim. Onu nazar-ı dikkate almıyor Kudret. Şuradan şuraya kadar olan saha, “O sahayı geçtin ya!” diyor. “Senin yürüyüş tarzını Ben nazar-ı itibara aldım.” Dördü ikiye indiriyor. İlleti ne? O mesafe. Hikmeti ne? Yorgunluk, mihen[8], meşakk[9], çantam var, bavulum var, oradan oraya aktarmaya edersin, terlersin, kaçırdım mı dersin, koşarsın. Bunlar Kudret’in hoşuna giden şeyler. Atıl insanı sevmiyor Allah. “Bu müteşebbis insan.” diyor. “Durmayan insandır, harekettedir, faaldir, onun yarısı Benim bütünümdür.” Bir şey anlatabildim mi?  “İyi ama ben otomobile bindim. Sıcaktı da mevsim, belki yerinde olsaydım, o huzuru bulamayacaktım. Pencerenin bir kenarını da açtım, gayet sefa ile gittim. Ben şimdi dört kılsam olmaz mı? Bana da gene böyle iki mi?”  Sana da iki. Çünkü illeti o saha. Hikmeti nedir? Biraz evveli söyledim, mihen-i meşak. Anlatabiliyor muyum? İlleti o mesafeyi geçtin ya, Kudret o kararı vermiş. İllet mevcut.

Aksini de misal verelim; evin duvarı yıkılmış, zarurette bir adam, “Usta tutsam yirmi lira yevmiye vereceğim, diyor. On beş lira vereceğim, on lira,  neyse bir şey vereceğim. Binaenaleyh yani ben bunu becerebileceğim.” Fakat işin acemisi olduğu içün, o taşı kaldırırken eli nasırlanıyor, yüklüyor, sırtlıyor, çiğ o işte pişmemiş bir adam, akşama kadar çok yoruldu. O gece yatsı namazının farzını iki rekât kılabilir mi? Hayır, kılamaz! Dört.  Niye? İllet yok. Hikmet var, yorgunluk ama illeti yok. Anlatabildik mi acaba?

Misal veriyorduk “Domuz” dedik. “Evet, yasak edilmiş amma onun içerisinde bir mikrop vardır, baytar onu bakar, o mikrop olmayanını yer. O günün baytarı, o işi görecek kabiliyette değildi, umum halinde, belki bunda da olur, onda da olur diyerekten yasak edilmiştir. Pekâlâ, et tahlil edildikten sonra o mikrop çıkmazsa yenebilir!” Birisi çıkar söyleyebilir. Hayır. Onun mikrobu onun hikmetidir, illeti değildir. İlleti domuz oluşudur. Anlatabiliyor muyum acaba?

Acaba neden yasak edilmiştir? Biraz evveli dediğim gibi; yenen şeyin maddesinin maddemize zararı veyahut faydası olduğu gibi, her maddenin bir mânâsı vardır, mânâsının da mânâmıza, ruhumuza zararı vardır. Domuz yiyen adam merhametli olmaz. Acıma hissi olmaz. Anlatabiliyor muyum acaba? Öyle dedi, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Katiyen merhametli olmaz!” dedi. “Acıma hissi olmaz!” dedi. Yedi de azıcık acıma hissi var, hiç yemeseydi kim bilir ne kadar acırdı? Anlatabiliyor muyum? Hani derler ki: “Filan adam efendim, haddizatında binlik binlik içti. Seksen beş yaşında ama yine ciğerler böyle...”  İçmeseydi kim bilir o ciğer ne olacaktı? Kamyon lastiği gibi olurdu. Tesiri olmaz olur mu? Kalp atış tarzını değiştirir, müskirat.

Onun içün ahlak kaideyi kurmuştur: “Hangi şey edebine, bedenine, mânâna zararı var, yasaktır! der. Üç düstur. “Uzun boylu sormayın!” der ahlak. Beşere, Kudret söylendikten sonra hitap edildikten sonra temyiz edebilecek bir mânâ vermiştir, adına cevher-i akıl derler. Binaenaleyh söylendi ya söylendikten sonra ölçü önünüzdedir. Herhangi bir şey bir kimsenin bedenine zararı oluyorsa bir, edebine zararı olursa iki, mânâsına zararı olursa o şey ona yasak. Filancaya şöyleymiş, filancaya böyleymiş, uzatmaya lüzum yok. Düstur bu: Herhangi bir şey bir kimsenin bedenine, edebine, mânâsına zararı var mı, o şey yasak. Bitti! Beşerin kemali için, keyif için değil ki o.

Buraya nereden girdik?

Malum ya, ahlak üç şeyi tavsiye ediyor, dedik. İlk önce der ki salikine: “Hazır ol!” der. Bir kumanda verir. Sen buraya muvakkat bir an içün geldin. Bu az bir zaman içinde çok bir şeye sahip olacaksın. Kime? Allah’a! Bak gayet açık açık konuşuyorum. Az bir zaman içinde. O halde dedikodu ile vaktini geçirme. Kıyl-u kâli bırak. Âlemle meşgul olma. İnsanlığa hadim ol. Kırık kalp ara. Düşmüşü bul, kaldırmaya çalış. Neticesinde zarar görecekmişsin, Allah’ın hatırı için gör. Dikeninden çekinen ellere gül vermezler. Bu bahçede gül var, dikende var, batacak. O dikendir goncayı dürtüp de gül yapan. Her çirkinliğin altında bir güzellik gizlenmiştir. Onun içün öyle der.  Az bir zaman değil mi ya? Bu az bir zamanda alacağını al. O hâlde hazır ol, müspet bir akideye sahip ol, münevver bir fikre malik ol!

Ama bu kelime de vicdan, vazife gibi çok sû-i istimâle uğrayan bir kelimedir. Hani, tarif ettim ya size. Yabancı arkadaşlar olduğu için yine tekrar tarif edeceğim.

Dünya üzerinde, iki kelime çok sû-i istimâle uğramıştır. Şimdi bugün aklıma geldi, bir tane daha oldu üç. Üç. Ne onlar?

Biri vicdan kelimesi, herkesin ağzında dolaşır o. “Sen benim vicdanıma bırak!” der. Var mı? O milyonda bir. Daha bizim, hislerimizin galatı tashih edilmemiştir. Kendime söylüyorum başkasına değil, yanlış anlaşılmasın. Vicdan, lügatte “bulmak” mânâsınadır. Lügate açar bakarsan vicdan, bulmak. Neyi bulmak? Hakk’ı bulmak. Allah’ı bulmak yani… Büyük harfle yazılan Hak, başında büyük. Bir de hak var şöyle orta yerde, o değil! Yanlış mı tarif ediyorum acaba?

Vicdan; bu çocuğun ağzında da vardır, zalimin ağzında da vardır, mazlumun ağzında da vardır. Bunu herkes kullanır. Bu sû-i istimâle uğramış, dünya sekenesi üzerinde. Vicdan, Allah’ı bilende bile yoktur. Bak kaç türlü. Allah’ı bilmek başka, Allah’ın varlığını bilmek başka. Ekseriyet Allah’ın varlığını bilir. Allah’ın varlığını bilmekle Allah’ı bilmek arasında büyük fark vardır.

Buna misal getirmiştim, iki üç konuşma evvel. Muazzam bir bina görürsün, görmüş olduğun binanın teşkilatına bakarsın “Bunun bir mühendisi var.” dersin. Mühendisi mi bildin? Mühendisin varlığını bildin. Nereden bildin? Eserden bildin. Bir de mühendisle hukuk tedarik edersin, koluna geçersin, sana yaptığını anlatır, yine mühendisi bildin. Nasıl bildin? Olarak bildin. Bir numara yukarı geçtim anlatırken. Ters anlattım. Bir de işte bu mühendis dediler. Mühendisi şimdi binadan, bildiğin gibi değil, gördün de bildin. Bir de mühendis seni sever, hukuk tedarik edersin “Gel yaptığım işleri sana göstereyim.” der. “Geç bakalım koluma” der. Anlatır, “İşte buna şu kadar kalınlık konmuştur, bu konmasaydı bu bina durmazdı. Bunun ömrü şu kadar olabilir.” Hep yine mühendisi görmeden “mühendis var” dedin. Mühendisi gördün “mühendis var” dedin. Mühendisin koluna girdin, “mühendis var” dedin. Dedin ama keyfiyetler başka. Anlatabildik mi? Bazı insan bakar Kudret’e. Kudret’e baktıktan sonra Hakk’ı inkâra kapısı var mı ya? İmkân var mı ona? Kudret öyle Kudret’tir ki, ne harikalar yapar. Kanunları bozar.

İşte deniz; bir katresi, zehir gibi acılığından ağıza alınmaz, tuzundan. İçinde bir balık, taayyüşü[10], temekkünü[11], gıdası, hizası, bütün yaşayışı o olduğu hâlde ona da bir parça tuz koymadan da ağızına alamazsın. Onu içer, onu yer, orada yaşar, orada uyur, orada yatar, hani intibak kaidesi? Bir lokma tuzunu koymadan ağzına alamazsın. Neler, neler kaçırmış Kudret, yaa! Her cisim incimad ettiği vakitte, donduğu vakitte hacmini küçültür, su incimad ettiği vakitte hacmini büyütür. Hikmeti nedir? Her cisim incimad edince hacmi küçülür, öyle değil mi?  Su, incimad edince hacmi büyür. Acaba hikmeti ne? Söyleyeyim mi? Başka bir konuşma. Hepsi birden olur mu? Yaa! İnsan Kudret’i mütalaaya başladığı vakitte, küçük dilini yutar. Öyle içine çeker. Şaşırır adam. Neyse, gelelim biz sadede.

Vicdan, bulmak manasına. O kadar sâfî olacak ki, biraz evveli dediğim gibi, kalbini mevlasına, ruhunu belvasına, cismini de haddizatına, âlem-i insana vakfettikten sonra, vücut şaibesinden eser kalmamış… Eee Kudret onu meydana çıkarmış. Sen kendinden soyunduktan sonra: “Gel kendimi vereyim sana!” der. İşte o vakit vicdan hâsıl olur, anlatabildim mi acaba?

Senlik, benlik, bin türlü hile, yüzbinlerce hizip, nifak, şikak[12] bir arada. Vicdan, durur mu vicdan? O kadar nazik misafir bu kadar kedûretin[13] içerisinde oturur mu? Onun muhasebesi, mânâ ilmiyle birleştirdiğimiz vakitte, yarın ikinci hayatta Kudret sorduğu vakitte, malum ya inkârlar başlayacaktır. İnsan daima yapmış olduğu aciz zamanında inkâra gider. Orada da inkâr edecektir. İnkâr ettiği vakitte, Kudret cevap veriyor: “Hayır! Hayır!” diyor.

 [14] كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Bütün kötülükleri toplamıştın. Bütün kazancın rezaletti. Rezaleti iklim-i mânâ-i vücuduna yerleştirdiğin vakitte verdiğim vicdan durmadı da çıktı. O şekilde ayrıldı o iman senden.” Anlatabildim mi acaba? Allah’ın konuşması bu.

 كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُون

“Hayır! Hayır!” diyor. “Ne inkâr ediyorsun? Birikmiş ahları toplamıştın, birçok cinayetler, rezaletler... İnsan inletmiştin sen, zulmün en son sınıfına kadar yürüyüp neler yapmıştın, o kesafet senin mânâna çöktüğü vakit de Benim verdiğim o âlî misafir oturmadı. Çıkarttın sen onu. Kaçtı senden!” Vicdanı anlattım ama böyle anlatmadım daha. Şimdi bak, kendi kendine şey et. Var mı, yok mu? Biri bu, sû-i istimâl edilmiş, herkes konuşur. “Ufak bir iş yaparsın, efendim siz merak etmeyin. Benim vicdanıma bak!” O kadar tatlı tatlı söyler, iş ters geldi mi “Ne olacak bu iş?” “ Eee, sıkıntı vermesene bana!” Hehehee, işte vicdan bu(!) “Sıkıntı vermeye başladın ama.” Ee ama alırken böyle yapmadın, ya bu muameleyi yaparken biz böyle değildi, sen gayet kuzu gibiydin. Sonra bana iki de bir de elini böyle vicdanım diyerekten gösteriyordun. Sıkıntı verme işte, neyse...

İkincisi de vazife kelimesidir, sû-i istimâle uğrayan. Bunu da herkes çok sık sık konuşur: “Efendim, vazife her şeyden mukaddes!”  Ne kadar tatlı, güzel cümle, vazife her şeyden mukaddes, vazife, vazife! Bu kelime yerli yerine kullanılmış olsa kâinat, sema ayağına iner insanın, sema. Derhal, sema! Vazifesini layığı ile yapan insana melek selam verir. Yaa!  O, o kadar basit bir kelime değil ki o! Onu gördü mü, selam verir. Eski yaptığım birçok hemen hemen üç konuşmada bir tekrar ederim. Yine yapalım bu tarifi; vazife vacibü'l-icra oldu, bu şimdi üçüncü bir kelime geldi burada konuşurken, onun içün bunları söylüyorum, o kelimenin hatırı içün.

Vacibü'l-icra olan şeye vazife denir. Yani yapılması vacip olan, muhakkak. Vicdanen, aklen, kalben, örfen, manen, imanen, kudreten, yapılması mecburi olan şeyin adına vazife denir. Mukaddestir, onun için mukaddestir. Mukaddes olan şey kutsiyetten doğar. Kutsiyet ahlakiyattan doğar, ahlak Allah’a imandan çıkar, Allah’a iman, mânâya imandan çıkar. Binaenaleyh kanalı bu yoldan gelen şeyin adına vazife denir. Keyfe hizmete vazife denmez! Anlatabildim mi acaba?

Canlı misalini vermiştim kaç sefer; bir tüccara tezgâhtar olmuşsun, aldı tüccar bir mal, “Kilitle bunu depoya!” dedi. “Bahsetme kimseye! Veyahut birisi gelip sorduğu vakitte, Senin işine yaramaz de.” dedi. “Bir özür bul!” Niçün? Çünkü bu iki ay sonra bu beş lira, yirmi beş lira edecek. Orada çalışan adam da: “Ne yapalım, biz buradan ekmek yiyoruz, vazifemdir benim bu, ben bu emre riayet edeceğim!” dediği dakikada, sen vazifeşinas değilsin. Güzel mis gibi uşak!  Anlatabildim mi? Vazifeyle bu işin alakası yok onun. Sen ihtikâra sebep olan bir el. Zaten sen olmasan o adam o işi yapamaz! “Ben olmasam başka...” İşte umumileşecek.

Ferdin tekâmülü kâfi değil. Cemiyet tekâmül ettiği vakitte zalim yetişmez! Anlatabildim mi? Yok arkadaş. Ne yapalım? Rızk Rezzak’ı hep Allah sevgisine dönüyor. “Ben Allah’ı severim, rızkımı da o verir. Allah’a ısmarladık.” Ama bu işin içerisinde sıkıntı da vardır. O sıkıntıda tatlılık da var. İmtihan bu. Kudret adamı imtihan eder. Üç gün sonra: “Keşke çıkmayaydım canım, âlemin doğrusu sen misin neme lazım, şöyle oldun!”  dedin mi çürüttün. Kocaman bir kazan temiz sütün içerisine bir maşrapa gazı döktün, berbat eyledin, geçti, gitti. Dayanma pazarı, darılma pazarı değil!

Gel kıyamazsan başı cane

Gel girme bu meydane

Bu meydanda nice başlar kesilir

Hiç soran olmaz.*

Tabi o senin ölçüne göre, zevkine göre her şey ayarlanmış olsa o vakit burasının âlem-i imtihan olmaması lazım gelir. Ebediyet âleminde öyledir, buradaki bu çarşı öyle değil. Bu çarşı başka türlü bir çarşıdır. Pazar böyle açılmış. O, akşamı sabahı olmayan bir pazar var, orada o var. Akşamı da yok, sabahı da yok, orada istediğin gibi. Fakat burada öyle değil; burada akşam var sabah var, gece var gündüz var. Kaza-ı İlahi makası doğruyor. Hulâsa bunları söylemekten maksadım; bir insan ahlakını mânâya doğru tesviye ederekten tekâmül etmek isterse, ilk önce rızkını, kazancını... (Nasıl tarif edeyim kontrol etmeli desek, az kelime) nokta, nokta, nokta, nokta, ne demek istediğimi anlıyorsunuz. İş oradan başlar.

Bazen rızık gibi gözüken tuzak olur tuzak, tuzak! O rızık gibi gözükür ama tuzak olur. Köpek nefsin yiyeceği bir şey olur, berbat eder seni. Onun içün köpek nefsi diriltmeye çalışma. Ahlak öyle der. Onu diriltmeye çalışma! Bil ki o sana ezelden beri düşmandır. En büyük düşman, kendi iklim-i vücudunda yaşar. Bağla onu!  İkinci sû-i istimâl olan kelimeyi de söyledik.

Üçüncüsü, Münevver. “Efendim münevver adam.”  Nasıl, münevver mi? Münevver adam! Ne münevver? Nur.  Büyük Kitap da söylüyor: [15] اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ  diyor. Hakk’ın bir sıfatı. Münevver adam “Allah sıfatı” alana denir. Beş satır yazı okuyan adama denmez. Anlatabildim mi? O sıfatla taalluk etmiş olan adam(???)… O sıfatla muttasıf [16]olmuş olan adam, ters söyledim,  mevcûdâtın Kudret tarafından hakları neyse tespit edilmiştir, o hakları yerli yerine kullanır. Binaenaleyh, münevver adam kime denir? Allah’ın yaratmış olduğu her zerrenin hukukuna riayet eden adama denir. Okuyandan da olur, okumayandan da olur. Çocuktan da olur, kadından da olur. Erkekten de olur, hanımdan da olur. Anlatabildik mi acaba? Münevver sû-i istimâl edilir. Yoksa biraz çulu düzgün, şusu busu filan var, bağı mağı yerinde filan.

Ona bir misal getireyim ben size. Bir vakit daha getirmiştim de. Bunu çok kimse bilir ama hikâye halinde bilir. Hikâye değil, bir insanın seyr-i sülûkudur bu. O, onu öyle hikâye şeklinde, yani işin İnkâr sahasında bulunan da ondan bir hikâye diyerekten kafasını yukarıya kaldırmasın, hisse alsın diyerekten o şekle sokmuş. Yoo, o değil öyle. Onun hakikati, hakikaten bu iş olmuş. Yoruldunuz mu keseyim mi? Saat nasıl saat? (çok erken)

Hakikat arıyor. Varlığın iç yüzüne agâh olmanın adına hakikat denir. Açık tabirle. Şimdi sen kendi hakikatini biliyor musun? Hayır! Kendin deyince ne anlıyorsun? Şu altmış kiloluk kan ve kemik torbası. Elli, altmış, yetmiş, seksen, her neyse. Fakat senin bir hakikatin var değil mi ya? Senin bir hakikatin olduğu gibi, bütün mevcûdâtın da bir hakikati vardır.

İnsan dendiği vakitte nedir? Bazen bakıyorsun ki insan, marifethaneleri berbat ediyor. Vahşet sahrasına çeviriyor. Bazen bakıyorsun ki insan, cehille yoğrulmuş olan sahaları, marifetle şenlendiriyor. Bazen bakıyorsun ki canavarları utandırtacak kadar cinayetler işliyor, bazen bakıyorsun ki karıncayı incitmekten ödü patlıyor.

O da insan kelimesinin hâmili. O da insan kelimesinin hâmili. O da insan kelimesinin hâmili.

Suret itibariyle hepsi insan fakat hakikat itibariyle o canavarlığı yapanla karıncayı incitmeyen adam bir mi?  Anlatabildim mi acaba? Pek eski konuşmalarımda söylemiştim, insanların sınıfı çoktur fakat göze batan bazıları şubelenmiştir. Yoksa insan dendiği vakitte her birisi Hakk’ın bir mazharıdır, nâmütenâhi  neş’eledir.   Nasıl ki böyle elinizin… Cismaniyetimizde bile öyle. Parmağını bastığın vakitte, ne kadar gelmiş, gelecek insan varsa, hepsi bassın, hepsinin parmağının hattı ayrıdır. Öyle bir Kadir’dir, O. Birisiyle büyük bir senet yapacağın vakitte, muazzam bir iş, uzun boylu imzasını filan isteme. O imza sahtekârlık olur, taklidi olur, şusu olur filan, hiç lüzumu yok. Resim mesim hiç, bin türlü hilesi oluyor.  Medeniyetini taklit ettiğin garpta dedenin usulü kullanılmaya başlandı. Parmağını bas diyor, parmağını. Bastı mı, başka parmak yok onun cinsinden. Başka parmak bulamazsın, yok! İnkâra mecal yok. Ehl-i hibre[17] gelsin, filan hiç lüzumu yok. Bas parmağını. Kudret!

Hakk’tan ayan nesne yok gözsüzlere pinhan imiş.* Geçen konuşmada bunun yukarısını söyledim de...

Hakk’a gönül vermek kolay, inanmak gayet kolay. Ma-fevk[18] kuvvet demektir, Hak. Koşarsın tramvaya kaçtı, âcizin tahakkuk etti, Hakk da meydana çıkıverir. Aciz var mı aciz, sende? Hahh! Aciz olduğun daima da “Ben de yok!”  Uyuyorsun ya nasıl yok? Kafanı yere koydun ya dün akşam. Aciz olmasan kor muydun? Koydun. Hangi hadiseyi kendi keyfince hayatta yapabildin. O’nun istediği senin keyfine iltifat etti de uydu da “Ah yaptım!” dedin. Kadir’in, Fatır’ın, Allah’ın kendisine iman güç değil. Saltanatına iman güç. Anlatabildim mi? Mânâ kitaplarında, büyük yerlerde beyan edilen gayba iman. O kendi gayb da ondan. O gayb olur mu? Sen varsın, O var ya. Saltanatını idrak gaybdır. Akla nâmahrem demişler, aşk ile idrak edilebiliyor, o da her insanda tecelli etmiyor. Kalıyor. Akla durak mahalinden ileriye yol verilmiyor. Yoksa Kudret aşikâr, meydan da saltanatı gayb. Tıkanır akıl!

Dedikleri gibi: Sağı solu gözler idim, söyleyemedim bozdum cümleyi. Neyse anlaşılacak bir şey. Dost yüzünü görsem deyu. Ben taşrada arardım, yani hariçte arardım. Meğer ol can içinde canan imiş. Sanma zâhid. Hani bazı insanlar vardır ya böyle kendi kendilerine ufacık bir ibadet-i taat da bulunurlar da herkese böyle tuhaf tuhaf bakarlar. “Ben oldum!” sevdası ile. Bir kibr-i nuhvet gelir. Ona işareten söylüyor.

Sanma zâhid  savm-u salat-u hac- u zekat ile biter işin
İnsan-ı kâmil olmaya lazım olan irfan imiş
Kanden gelirsin, yakında varır menzilin

Ne kadar güzel bir ders veriyor, ufak bir cümle ama. Nereden gelip gittiğini bildiğin var mı? Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun? Gitmen bitmek, bitmek üzere.

Kanden gelirsin, yakında varır menzilin.
Nereden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.
İşit Niyazi’nin sözü.
Hiçbir nesne örtmez Hak yüzün. Hakk’ın yüzünü örten hiçbir şey yok.
Hak’tan ayan bir nesne yok.
Gözsüzlere pinhan imiş. Kendi aşikâr, saltanat gayb.

Bakarsın, kaç defa misalini getirmişim. Pazarda bir köpek, “bir parça kemik bulayım.” diye kasabın önünde dururken başına bir direm[19] yer, vınn diyerekten inleye inleye kaçar. Şişli’de bir köpek, insandan hizmetçisi var. Ya, görmedin mi sen hiç? Önlüklü, mönlüklü. Hem senin yıkandığın sabunla da yıkanmaz. Onun sabunu hususi. Yıkandıktan sonra iç yağı kokan sabun değil. Başka türlü bir kokulu sabun. Kuş tüyünden yatağı var, yemeği hususi. Hay işaretli arabaya biner. Penceresi böyle açık, dilini dışarıya çıkarır böyle. İnsanlarla istihza ediyormuş gibi sıcak mevsimde. Şoförü var onun. Gezdirir onu getirir. E o da köpek, o da köpek. Bu köpeğin vaktiyle haddizatında bu köpek bir kötülük yapıp da o kötülüğün cezasını görmüyor. O köpek de bir iyiliğin mükâfatını görmüyor. Köpek olmak cinsinden mükellef değil bu. Bu biri Şişli’de bilmem ne hanın dairesinde, palasın bilmem ne katında şusu var busu var… O köpek de direm yiyor. Akıl tıkandı. Anlatabildim mi acaba?

Acaba mânâ ilminde bunun cevabı yok mu? Var, son sınıfta. Haaa, dersin şaşırır, kalırsın. Cevapsız değil, cevabı var. Cevabı olmaz olur mu? Fakat o cevap öyle bir cevap ki, kelime ile harf ile seda ile değil. Kudret böyle perdesini açar, iç yüzünü gördüğün vakitte. “Yaaa” der, boyun kesersin. Bize lazım olan buraları değil. Saltanat Kudret’in. “Buraya inan” diyor işte. Büyük Kitab’ın “İnan” diye emrettiği yer burasıdır. “Bana inan” değil. Ona inanan da inanmayan da çaresi yok ki onun. “Ahh” dedin mi O’nun ismi, inandın ki bağırıyorsun. Kendisini andırtmak için öyle bir usûl yapmış ki, “Hay” dediğin vakitte bak çekiş o harfler Allah demektir. O seda. “Huu” Nefes vermeklik Hu’dur. O da Allah demektir. “Nefes aldığın müddetçe Beni anacaksın!” diyor. “İster tasdik et ister etme!” “Anmayacağım(!)”  Çatla geber! Bağlamış onu oraya O. Bağlı. İnan, bu imtihan âlemindeki sahnedeki hadiselerin fail-i hakikisini… Bazı insanlar vardır kendi aklına mağrur olurlar, üüüü... “Ben yaparım şöyle ederim filan...”  Toyluk o. Ufacık çocuk, biraz şımarık büyür de anası, babasına karşı tepinir, takır, takır, takır, takır.  “Şunu yapacağım, bunu yapacağım.” Ondan bir farkı yoktur o adamın. Ama o seksen yaşında, ona “sakallı çocuk” derler. Hiç farkı yok!

2.Mahmut ölürken oğullarını çağırmış. Abdülmecid’le Abdülaziz’i. Çağırıyor: “Gidiyorum, diyor. “Ben gidiyorum fakat size bir vasiyetim var. Belki bugün giderim, bu gece giderim. Saatlerim, dakikalarım yaklaşmıştır, size bir sözüm var. Ben gençliğimde kendime o kadar güvenirdim ki, o kadar mağrurdum ki, bilhassa zekâma, kiyasetime[20] aklıma. Derdim, Kudret bana büyük bir makam verecek olursa, şöyle yapacağım, böyle yapacağım, şöyle edeceğim, böyle edeceğim... Çok güvenirdim kendime. Verdi, hükümdar oldum. O güvendiğim aklımı ortaya koydum, yapacağım işleri ortaya koydum, nereye elimi attımsa karşımda rasin[21] bir kale çat dedi, kafam patladı. Aman, dedim. Fikrime müracaat ettim böyle vurdum, çat! Öyle vurdum, çat! Benim vasiyetim, sakın kendine güvenme, Allahsız da işe başlamayın.” Bir şey anlatabiliyor muyum?  Öyledir o. Yalnız der ki Hûda kendisi: “Benim namıma, benim uğruma kendi nefsinde…” Bizimkisi niye çıkmaz? Azıcık nefsimiz karışır. “Benim namıma”

[22] وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ  

Ne muazzam mânâdır. “Çırpınması benim uğrumda olsun da Ben onun elinden tutup da yol göstermeyeyim,  olur mu?” diyor. Kudret’in kendi sözüdür. “Benim namıma çırpınsın, o aşk ile yansın, o nam ile ayağını atsın, Ben onun elinden tutmayayım olur mu hiç? Ben yol göstermeyeyim, olur mu?” Ee çırpındı filan ama “Kendi nefsi vardı.” diyor. Karışıktı orada.

Vücudundan kıl kadar kalırsa eser
Cananından kıl kadar alamazsın haber.

Düstur bu:

Vücudundan  kıl kadar kalırsa eser
Cananından kıl kadar alamazsın haber.

İşte mevzûu biraz genişlettim, mânâ ile birleşerek, misal vererekten yürütüyorum, yine o misali vereyim de anlayın.

Büyük dinde gusül vardır değil mi? Gusül. Kıl kadar kuru yerin kalmayacak, derler. Bazı müvesvis[23] adamlar vardır; yıkanır, yıkanır, “olmadı” der, yine yıkanır, yine yıkanır, sabahtan öğlene kadar filan akşama kadar. Yine yıkanır yine, bir daha, bir daha. Mezmum[24] o. Gitmiş birisi söylemiş, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine: “Bir defa yıkanırsın, bir daha, üçüncüden sonra yine bu hâl gelirse ‘İblis, musallat oldun bana, beni kendine maskara etmek istiyorsun.’ der. Bütün vücudun kuru kuru kalsa yine Allah  ‘o yıkandı’ der.” Anlatabildim mi? İçiniz de böyle hâle müptela olan varsa, isterse bütün vücudun kupkuru kalsın. Niyet ettin girdin yıkandı mı, “Bitti” diyor. Hani bazı adamlar vardır, güya bir şey yapıyormuş gibi; bir daha, bir daha, öğlen ikindi. Bana sordu da birisi onun için söylüyorum. Ama bu tabir var ya bu. O iç, iç temizliğine, iç temizliğine. Nasıl dış, temizliğinde kasten, ama kasten kalırsa olmaz, kasıt yok! Kasten kuru bırakırsa bir nokta olmaz. O, iç temizliğine işaret ki, içindeki temizliğinde kendinden kıl kadar eser kalmayacak.

Vücudundan kıl kadar kıl kadar kalırsa eser
Cânanından kıl kadar alamazsın haber.

Hem ne lüzumu var, Fuzûlî’nin dediği gibi:

Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dîl

Hem ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim.

Ne kibar adam. 

Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dîl.
Hem ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim.

Şimdi, buraya nereden girdik?  Saltanatı kafayı durduruyor. Kudret de ona inan, diyor. Ona inan! İşte o hakikati arayan insanda ben bu işi bulayım. Fakat sahne-i şuhûdu mütalaa ettiği vakitte, aklın tıkandığı yerlerde Kudret’e isyan edecek, isyan etmeyeyim diyerekten de, içki kullanıyor. İçki kullananlar zaten üç sınıfa ayrılır. Bir kısmı şakidir, şekavetini meydana koymak için yapar, bir kısmı velihdir[25], aptal aptal sızmak için yapar, bir kısmı da aklıyla hadisatın ölçüsünü tamamıyla ölçemez, uyuşturayım diyerekten yapar. Anlatabildim mi? Bu üçe ayrılır. Yoksa onun bizâtihi bir şeysi yok. Bünyeye büyük zararı var. Amerikan doktorları, otuz beş saat zarfında kalbin şu kadar atış, rakam hafızamdan çıktığı içün rakam zikretmiyorum. “Kalbin atış tarzını şu kadar ziyadeleştirir.” diyor, bir kadeh içki. Bir kadeh içki de öyle diyor. Eski imparatorluk ricalinden bir zât, birdenbire davet edilmiş Paris’ten İstanbul’a, bugün gösteririm, yarın gösteririm, orada beynelmilel bir doktor varmış. “İşte bugün ben kendime bir şekil verdireyim.” Bugün gösteririm, yarın gösteririm, ihmal etmiş, en nihayet emri alınca hemen gitmiş muayenehanesine. Müşekkel[26] bir yer. Hemen müdür çıkmış:

                       Ne istiyorsunuz efendim?
                       (Deftere bakmış)  On beş gün sonra sıra gelir.
                       Aman, ben işte yarın mecburi, hareket edeceğim filan...
                       Yapamayız!

İşte kartını çıkarmış, malum ya etiket, falan.

                       Bu bizim doktor acib bir adamdır, demiş. Böyle kartını getirir, etiketiyle nüfuz etmek isterse, büsbütün ters muamele eder, demiş. Biz insanları bir görürüz. Bizim nazarımızda cemiyette hiç kıymeti olmayan insanla en yüksek kıymeti olan insan dahi müsavidir. Biz cana bakarız.
                       Benim, demiş. Burada kalmaklığıma imkân olmadığını bir defa lütfen söyleyin ve şu şeyi de verin yine siz. Hatırım içün hakaret de etse kabul edeceğim, ben sizi de idare ederim söyleyin.

Demiş, o doktorun idare müdürüne. Götürmüş içeriye, bakmış, bizim ismimizi taşıyor, Türk-İslam ismi taşıyor.    

                       Buyursunlar, demiş. Şaşırmış, öbürü de şaşırmış.
                       Efendim, hayret hiç görmediğimiz bir muamele, demiş. Sizin talihiniz. Anlamadım, sizi davet ediyor, hemen girin, demiş. Şimdi hasta çıkacak, girin.

Ayakta elinde duruyor kartı, demiş ki:    

                       Sizin bu kartta bir sıfatınız var, o sıfatınıza bir hususiyet vererekten sizi davet etmiyorum. İsminizde bir hususiyet var, demiş. Size istisnai bir muamele yapmaklık, benim vicdani vazifemdir, çünkü siz Muhammedisiniz. Hazreti Muhammed de bizim en büyük üstadımızdır, çünkü hastalığın birçoğu müskirattan meydana gelir. İlk yasak eden de dünyada O Zât-ı Âlidir. Onun içün ona hürmeten eğiliyorum, siz de eğilin, soyunun.

İnsanın göğsü kabarır değil mi ya? Ne mânâya sahip bir camiasın. Unutma, kıymetini sakın ayakaltına alma! İnsanın tüyleri ürperir. Yoksa zarar muhakkak.

Meyhaneymiş bir adı da daru’ş-şifanın
Son menzilidir daru’ş-şifa bezm-i vefanın
Meyhane yine bir sürü insan ile dolmuş
Dikkatle bakın renklerine, kül gibi solmuş
Denmez mi ki zehrâbe-i[27]   işrette bozulmuş
Bilmem ne çıkar serveti beyhude sereften[28]  (İsraf manasına)
Dilhun oluyor aile bu hâle eseften
Gençler, siz bari koşup kurtarın nesli teleften
Evlad-ı iyal zulm ile abad edilir mi?
Ekmek parası meyhaneye irad edilir mi?
Onun hiçbir neş’esi yoktur, mayesi şerdir
Bezminde geçen ömre yazık, çünkü hederdir
Oğlum! Bu sözüm sana ait, nush-u pederdir
Mani-i refah, enva-ı cinayet
İğrenç kokusundan tanınır vasfa ne hacet

Uzun ya aklımda kalan kısmını söyledim. Biz buraya, bu mevzûlara, üç kelimenin sû-i istimâlinden girdik. Vazife, vicdan insanlar arasında yerli yerine kullanmıyor, bir de kullanılmıyor, birde münevver kelimesini dedik, bunun üzerinde dolaşıyoruz değil mi? Kaybetmeyelim mevzûu. Buradayız da misal veriyoruz.

Hakikat arıyor insan. Hadisata bakıyor, kâinata bakıyor. Hindistan cevizinin içerisinde mini mini o kubbenin içerisinde, eliyle yerini gösteremeyeceği bir mahalde, ne olduğunu tutamadığı cevher-i akılla, dün vücudu yok iken, bugün vücut bulmuş, yarın da yok olacağı muhakkak, ölümü öldüremeyen şahıs, Kudret’in azametini, saltanatını, o ufacıcık terazi ile ölçmek istiyor! Kendisi orta yerde kalmak şartı ile kendi orta yerden çıksa, gönül sahibi olsa işin şekli değişir.

Zevk-i dîl “innî ena’llâh” ın dahi fevkindedir
Böyle bir mecnûn-ı aşka “len-terânî” neylesin
demiş.  Olsa başka. Kesafet var. Olur mu iş? Diyor ki:

                       Bu sevda ile yaşıyorum. Biraz yine başım şeyli idi. (İçki istilahını kullanalım.) Dumanlı idi.  Bir seyahatımda bir mezarlıktan geçiyordum. Bir kulübe gözümün önüne geldi. Uzaktan bir kulübe gördüm. Merak sardı, yaklaştım. İçerden mehib[29] bir insan çıktı. Yaklaşmamaklık iradem yok, yaklaşacağım, gördüğüm vakitte sevmemeklik imkânım yok, tuhaf bir zât. “Buyurun” dedim. Selam verdim, selamımı gayet ikram ile aldı. Bir mezar taşının üzerine yırtık bir hasır parçası koydu. Oturdum, “Hoş geldiniz sefa geldiniz” dedi. Bakıyorum, gittikçe içime bir huzur geliyor.

Hani vardır ya bazı insana derler ki ruhu hafif. Mini mini bir adam olur, bunlar ayrı birer keyfiyettir, kocaman bir salonu doldurur. Ruhunda bir iş var. Kocaman battal bir adam olur, ufacıcık bir deliği dolduramaz. Ayrı iş o.  “Yorulmuşsunuz.” (Hayır,  hayır...) Onu konuşuyorum ben, sana demedim.

                       Size bir kahve pişireyim, dedi. İçeriye girdi. Kırık kulplu bir fincan, o fincana münasip bir cezve, çömlekten bir mangal, bir parça çalı çırpı. Pişirirken sordu:
                       İsminiz nedir?
                       Raci, dedim.
                       Yaa, siz bütün insanlara ait olan bir ismi gasp etmişsiniz.

Ricadan, ümit daima. Her insan ümitte değil mi? Anlatabiliyor muyum acaba? Herkesin bir ümidi var.

                       “Demek ki siz bütün insanlara ait olan bir ismi gasp etmişsiniz.” der demez uyandım.  Ben o ismi taşıyorum amma ilmim fazlım da var fakat ismimin mânâsını henüz şimdiye kadar düşünmemiştim.” diyor. İsminin mânâsını… Ben de sıkıla sıkıla:
                       Siz de isminizi bahşeder misiniz, dedim.
                       Her yerde bir isimle anılırım.

Başında böyle başında bir külahı varmış bir sarığı filan, aynalar dikiliymiş, yakasında da böyle ayna var, başında da böyle, ayna parçaları var.

                       Burada da başımda aynalar olduğu içün “Aynalı Baba” derler. Sen istersen “Âdem Baba” de, demiş.
                       İstihza yoluyla değil de gönle ferahlık veren bir şekilde güldüm. Tebessüm ettim, sıcaklığını anladım, o adamın sözünün, o zâtın sözünden.
                       Niye gülüyorsun? Dedi. Benim bu aynalarımı eğer alamet-i cinnet zannediyorsan, bu aynalarım beni bana gösterir, benim bu ayna parçalarım başımda, yakamda dikilmesi sence bir delilik alameti olaraktan anlaşılıyor, onun için gülüyorsun, benim delilik alametim beni bana gösterir, ya senin boynundaki tasma?

Anlatabiliyor muyum bir şey? “Hiç olmazsa benim cinnet alametim beni bana gösteriyor, ya senin boynundaki tasma?”

                       Meftun oldum, diyor. Anladım ki bambaşka bir şey.  Ondan sonra yalvardım. Elinizi öpeyim!
                       Kendi elini öpsene, aradığın sende yok mu?

Bir şey anlatabiliyor muyum acaba?  “Aradığın sende yok mu?”

                       Ne olur bana, benim müptela olduğum bir derdim var, anlıyorum ki bu kapıda açılabilecek. Bana hakikati anlatmaz mısın?
                       Haa, o senin hakikat diye aradığın şey, kelimeye, harfe, elfaza, cümleye sığar bir şey mi zannedersin? Böyle bu konuşmamla, bu kulağınla işitip de duyup içine alacağın bir şey mi zannettin?  Ne yapacaksın sen otur. Ben sana bir ney üfleyeyim ney, demiş.

İçeriye girmiş, başlamış, çıkarmış sarı bir kamış, neyi üflemeye. Neyin son perdesinde, servilerin arasından sedalar eksile, eksile, eksile, eksile… Neyse,  buradan öbür tarafı zaten vakit geç. Devreleri var bunun. Oraları bize lazım değil de bize lazım olan, münevver adam dendiği vakitte, çulu düzgün. Topladım mı acaba, anlatabildim mi? Dağıldı çünkü. Çulu düzgün, beş on satır okumuş, eğilmesini, bükülmesini, câli güler yüzünü göstermesini, şekillerini becermiş adam mânâsına değildir.

Ahlakta münevver adam: Hakk’ın nuru ile nurlanmış, O'nun sıfatı ile sıfatlanmış, O'nun ahlakı ile ahlaklanmış, O'nun tecelliyatından zahir olmuş olan bu mezahirdeki her zerrenin hakkını yerine getiren adama münevver adam denir. Okuyandan da olur, okumayandan da olur, kadından da olur, çocuktan da olur, erkekten de olur. Anlatabildik mi acaba?

Beşer ne vakit istibdada[30] müptela olur? Zulme maruz kalır. Beşerin bütün istirabâti[31] nereden ileri gelir? Ne vakit ki beşer, erbab-ı kuvvetin nüfuzunu Allah’ın kudretinin fevkinde görür, onun arzu hayal ve hevesatına, onun keyfine uymayı, Hakk’ın emirlerine uymaktan daha yüksek görür, o andan  itibaren Hudâ tecelliyat-ı gadabiyesi ile tecelli eder, zulüm ve istibdad kapısı açılır. Onun içün ahlak, insanı bu kapı açılmasın diyerek  Allah’ı sev!” der. 

Konuşmada nihayete erdik. Bugünlük bu kadar yeter.

_________________________

*Gel kıyamazsan başı cane
Gel girme bu meydane
Bu meydanda nice başlar kesilir Hiç soran olmaz.

(Seyyid Seyfullah/  Bu Aşk Bir Bahri Ummandır)

*Savm ü salat ü hac ile
Sanma biter zahid işin
İnsan-ı kamil olmaya
Lazım olan irfan imiş

Kanden gelir yolun senin
Ya kande varır menzilin
Nerden gelip gittiğini
Anlamayan hayvan imiş

İşit Niyazi’nin sözün
Bir nesne örtmez hak yüzün
Hak’tan ayan bir nesne yok
Gözsüzlere pinhan imiş

Niyazi Mısri


[1] A'dâl: (İdl. C.) Eşitler, denkler, müsaviler. Aşk-ı A'dâl: Beşeri aşk.
[2] Mel'abegâh:Oyun oynanan yer. Mel'abe yeri.
[3] Müz'ic: İz'ac edici, Usandıran, rahatsız eden, bunaltan.
[4] Kaf Suresi 16’ncı Ayet-i Kerime  وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ
Meali: Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.
[5] Müstekreh: İğrenç, kerahetli, istikrah edilmiş, tiksinilen.
[6] Tefeyyüz: Farsça yizlenmek. İlerlemek. Bollaşmak
[7] Istılah: Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları. Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime. Muvafakat. Uygunluk. Barışmak. İttifak.
[8] Mihen: Mihan, (Mihnet. C.) Mihnetler, sıkıntılar.
[9] Meşâkk: Eziyetler. Sıkıntılar. Meşakkatler. Mihnetler.
[10] Taayyüş: (Ayş. dan) Yaşamak. Geçinmek. Yaşama tarzı. Beslenmek.
[11] Temekkün: Mekânlanmak. Yerleşmek. Yer tutmak.
[12] Şikak: Nifak, ikilik, ittifaksızlık.
[13] Kedûret: Bulanıklık. Gam, tasa, keder.
[14] Mütaffilin Suresi 14’ncü Ayet-i Kerime كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
Meali: Hayır hayır, öyle değil. Aksine onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur.
[15] Nur Suresi 35’nci Ayet-i Kerime اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌۙ
Meali: Allah, göklerin ve yerin nurudur (aydınlatıcısıdır). O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billur içindedir; o billur da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu öyle bir ağaç ki) yağı, nerdeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir. (Bu ışık) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruyla hidayete iletir. Allah insanlara (işte böyle) misal verir; Allah her şeyi bilir.
[16] Muttasıf: İttisâf eden. İyi veya kötü bir sıfatla tarif edilen. Vasıflanmış, vasfı mevcut olan.
[17] Hibre, (Hibret): Bir şeyin iç yüzünü hakkı ile bilmek.
[18] Ma-fevk: Üstünü. Üstün olanı. Bir şeyin üstü, üst tarafı. Baş.
[19] Direm: (Dirhem) f. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık. Okka denen eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta büyüklükte yetmiş tane arpa ağırlığı. Eskiden kullanılan ve beş kuruş değerindeki gümüş para. Akça.
[20] Kiyaset: Zeki. Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik.
[21] Rasin : Sağlam, dayanıklı. Sabit hüküm.
[22] Ankebut Suresi 69’ncu Ayet-i Kerime وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ
Meali: Ama bizim yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.
[23] Müvesvis: Vesveseli, Vesvese veren, şek veren. Şüphelenmeğe sebep olan.
[24] Mezmum: Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.
[25] Vâlih: Keder ve hüzünle aklı gitmiş, şaşırmış, hayrette kalmış
[26] Müşekkel:  (Şekl. den) Kalıbı, şekli, biçimi, kıyafeti gösterişli ve yerinde. Şekil verilmiş, şekillendirilmiş.
[27] Zehr-abe: Acı ve zehir gibi su. Zehirli su. Mecazi: Acı, acılık.
[28] Seref ten: Boş yere ve lüzumsuz harcamak, israf etmek. Hatâ etmek.
[29] Mehîb: İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. Arslan, esed, gazanfer.
[30] İstibdad: Başlı başına olmak. Keyfî idare sistemi. Zulüm ve tahakküm. İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kandeun ve nizamlara bağlı olmayarak, çok defa da kanun namına kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü icra ettirmek. Kimseyi tanımadan kendi dediğini ve keyfi emirlerini kuvvet ve cebir kullanmak suretiyle yaptırmaya çalışmak. Allah'ı ve adaletini unutarak dinsizdarane bir zulümle hüküm ve idare etmek.
[31] İstirabe: Bir kimsenin hâlinden şüpheye düşme, kuşkulanma.


0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017