035 (01.03.1959) 76 dk. (312)
Ahlak iki esasa ayrıldı.
Biri vazifeden doğan ahlak, biri aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın
membaı akıl, ışktan doğan ahlakın mastarı kalp. Ahlak mevzûunda konuştuğumuz
aşk, aşk-ı a’dâli[1]
değildir. Aşk-ı imanidir. Yani beşer asude kaldığı vakitte, kendi enfüsüne
doğru yol aldığı zaman; aslını, mebdeini, mevlidini, maâdını, içindeki sessiz
sözsüz, bizsiz sizsiz varlığı ile aramaklık zevkine ahlakta aşk denir. Bilmem
bir şey anlatabildim mi? Ve bunun üstünde de kâinatta bir zevk yoktur.
Âlemde aslını bulmak, maâdını aramak, kendi hakikatini taharri etmek iman zevkinin üstünde hiçbir zevk bulamazsınız. Bu aşklarla mücehhez olmayan kalp, ahlak böyle tarif eder. Bu aşklardan haberi olmayan kalp nedir biliyor musunuz? Şüphelerin mel’abegâhıdır[2]. Şek ve şüphe ile geçen ömür de ne kadar muz’iç[3] olduğunu herkesin insafı kendisine tasdik ettirir. Bugünkü konuşacağım yerin rüknü bu.
Kendi kendine düşün, bu aşka sahip değil, böyle bir iman
kendinde hâsıl olmamış, henüz “Ben kimim?” diye kendisine sual sormamış, nerden
geldiğini ve ne olacağını düşünmemiş; mebdei, aslı, mevlidi, maâdıyla bir hukuk
tedarik etmemiş, bomboş, gece uyur sabah kalkar, şuydu buydu oydu, kıyl ü kâl dedikodu. Canlı misal vereyim mi
hoşuna gitsin?
Kabuklu cevizin sesi çok olur, iç cevizin. Kabuklu ceviz
bir çuvaldan bir çuvala boşaltırken, tıkı tıkı tık. İç cevizi boşalt bakalım,
sesi çıkar mı? Ama kabuğu yenmez cevizin. Binaenaleyh, dedikodu beşerin ihtiyacına kâfi değil, işe
yaramaz. “Hayat şöyle idi böyle idi...” Ondan sonra gel. Eli boş! Ahlak, insanı
“Gel!” emri verildiği vakitte eli dolu olaraktan götürür. Gönlü sefa ile
muhabbet-i Hak ile beraber çeker gider.
Ahlak adama fikir verir. Fikir demek, bir kenara
oturup da düşünmek mânâsına değildir. Fikir ona derler ki, insana yol
açmış. Yolda ona derler ki, giderken bir Hazreti İnsana tesadüf etmiş. Bunları
insana ahlak tedarik eder. Ahlak adamı gönül tahtında sultan kılar.
Tabirime dikkat et! Ahlak insanı gönül tahtına sultan yapar. Padişah ona derler
ki, kendiliğinden padişah ola. Askerle hazineyle olmaz! Kudretle aramız çok
açık. Yalnız kuvvete tapıyoruz ve bütün beşeriyet bunun için netice alamıyor.
Her hafta hemen her konuşma
münasebeti ile bahsettiğim gibi, insanlar asıl sermayeyi kaybetmişlerdir. Asıl
sermaye ara yerden kaçmıştır. Asıl korkulacak korkunç kabir odur.
Mânâ ilimlerinde kabir azabı
denilen şey ahlak-ı zemîmedir. Sen toprağın altında bir azap
bekleme. Eğer sende hırs varsa, riya varsa, haset varsa, buğz adavet denilen
hastalıklar varsa, kendi kabrinin içerisinde kendini daima sokmaktadır. Azap
içinde yaşıyorsun. Hâlbuki insan bu âleme imtihan vermeye gelmiş. İmtihanını
bitirdikten sonra sefa sürecek. Öyle değil mi? Değer mi?
Hüküm veren hâkimleri onlara
adaletle muamele etmez. Ettirtmez! Sen hiçbir vakit bir şahsa, hiçbir vakit bir
şeye kabahat bulma! Bak düsturu böyle kurmuş. Şimdi bu ahlakın bu manzumesini, mânâ
ile birleştirerekten cevaplandırayım size.
Allah diyor ki: “Ne
vakit ki fert yani insan tek başına hakkı yerine getirmeklik zevkini kendinde
duymaz, o camianın hâkimine ben adaletle muamele yaptırtmam. Vermem o hayali
ona. O zevki vermem.” Anlatabiliyor muyum şimdi?
Ferdin bizâtihi kendi kendine
Hakk’ı sevdirten müessesenin adına ne denir? Ahlak denir. Ne ile başlar bu ilk
önce? Allah’ı sevmekle başlar. Allah’ı sevdiğin dakikadan itibaren, Allah
tutulmaz ki yapışasın. Sevmek, tutmak ister. Neyi seveceksin? Beni, seni, onu,
bunu. Herkes: “Efendim, Allah’ı sev!” Allah’ı nasıl seveceksin sen? Allah
tutulur mu? Görülür mü? İstediğin dakikada emir erin mi! Karşına çıkar mı?
Kendisini gizlemiş. Niye gizlemiş? Sana bana. İşte ahlak insana bunları
anlatır. Kendisini gizlemiş. Gizlememiş, çok yakın etmiş de göremezsin. Çok yakın
olursa insan gözükmez. Elini bak böyle tuttuğun vakitte görüyorsun. Rûyet içün
bir kanun var. Böyle, böyle, böyle, böyle, nihayet tam daha yaklaştır, tam daha
yaklaştır, daha yaklaştır, nihayet elinin onun sathını göremezsin. Fakat bu vaziyette elindeki hatları
görüyorsun. Tam gözüne yaklaştır, hiç göremezsin. Göz möz ara yerden kalkacak
olursa neyi göreceksin?
[4] وَنَحْنُ
اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ der. “Ben size can
damarınızdan daha yakınım.” der.
Koca ahlakçı, Bestami’de öyle
der: “Allah kendisi sana senin can damarından daha yakın olduğunu söylediği
halde, böyle bir dost dururken, gittin ağyârın kapısını çaldın ha, işim ne
olacak diyerekten.” Acaba buradan bir şey anlatabildim mi? Söz gayet zarif.
Gayet şık. Hem inandım dersin. Nasıl inanmaktır ki bu inanmak? Kudret
diyor ki sana: “Ben sana senin can damarından daha yakınım.” Bu kadar yakîn bir
enisin olduğu halde o yakîni bıraktın da gittin ağyârın kapısını çaldın. Ne
olacağım, diyerekten. Öyle mi dersin?
Nice kimseler vardır ki avını
yemeden giderler. Onun içün, hırs iyi bir şey değil. İnsanı çok yorar. Dikkat
et, bu cümleyi ve zapt et! Nice kimseler vardır ki, avını yemeden dünyadan
gider. Tekrar ediyorum: Nice kimseler vardır ki, bu dünyadan avını yemeden
gider. Av kelimesini zikrettim, avda can yakmak vardır. Malum ya, bir kuşu
avlayacaksın, bir hayvanı avlayacaksın. Bir şey var, bir ince nükte var. Onun
içün müktesebatında ahhlı, acılı bir şey bulunmasın. Yine bunu mânâ ile
birleştireyim.
Bir insan, kazancı meşru
olmazsa o kazancından almış olduğu gıda, onun vücudunda Hak, itidal, insafa
sevk edecek hâl vermez. Bak nereye bağlıdır işler. Bir adam: “Ben
insafa sahip olacağım, itidale malik olacağım, Hubb-u Hak bende bulunacak.” Karar
vermiş bunlara sahip olmakla, fakat âlem-i hikmet de yaşıyor. Umur-u maaşı,
Kudret’in tarif ettiğine göre, uygun olmayıp da iniltili bir kisibse, ahara
zarar veren bir şekilse, ondan hâsıl olan gıda ile alınan kuvvet onu Hak
yolunda yürütmez. Kaide-i külliye, yürüyemezsin imkânı yok. E, beşer kazancını
düzeltirse, inlemek kalır mı ya? Anlatabiliyor muyum? Kalır mı?
Kazanç düzelmeye başladığı
dakikadan itibaren, kanaatle elzem hâkim olur cemiyette. Kanaatle
elzemle yaşayan bir cemiyet katiyen düşer mi ya? Sefahat olur mu? Rezalet olur
mu? Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle dedi: “Yıka, yama yama giy, kimsenin
ödünç elbisesini giyme!” Anlatabildim mi? “Yıka, yama yama giy, üst üstüne yama yap,
yıka yıka giy. Temiz olsun fakat. Hiç kimseden ‘Ben filan yere gideceğim, bana şunu
ödünç verir misin?’ İsteme, sevmem!” dedi. Bunun altında neler var? Elli
konferans gider.
Alın teri ile hiç kimsenin gönlünü
incitmemek şekli ile kimseye zararı olmamak şekli ile kazanılan bir kazanç,
meşru. Gönül hoşluğu var. Tarafeyn birbirinden memnun. Gıdanın, eşyanın,
insanın vücudu üzerinde tesirlerini yapan Allah’tır. Müessir-i Hakiki
Cenab-ı Hak. Eşya bizâtihi müessir değil. Yenilen gıdanın insanın maddesi üzerinde
tesiri olduğu gibi… Gıdanın mânâsı da vardır. Mânâsının da mânâsı üzerine
tesiri vardır. Anlatabildim mi acaba?
Mesela buna bir misal vereyim.
Dini bir misal vereyim.
İslam dininde domuz eti
yenmez. Buna cevap verirler bazı insanlar: “Efendim, evet o yenmez. Onun yasak
olunduğu yer, mıntıka-ı harredir. Zaten sıcakta o etin kendisi müstekreh[5] olur.” Hayır, onlar
hikmet. İlleti o değil. Malum ya, emirlerde illet ve hikmet aranır; İlleti ile
amel edilir, hikmeti ile de tefeyyüz[6] edilir. Bu bir düsturdur,
bir kaidedir. Anlatabiliyor muyum acaba? Misal vermeyince anlayamayacaksınız?
Misal vereceğim şimdi.
Kudret’in emrinde yasağında
iki şey aranır. Birine illet denir, buradaki “illet” hastalık mânâsına değil. Istilahi[7]
bir kelime. Birine de hikmet denir. İlleti ile amel edilir, hikmeti ile
tefeyyüz edilir.
Misal, ayak yürüyüşü ile on
sekiz saatlik mesafeyi geçen kimseye, Kudret der ki: “Dört rekâtlı namazları
iki rekât kıl, farzları. Seni misafir addediyorum.” Ee trenle gidersem üç
saatte gideceğim. Onu nazar-ı dikkate almıyor Kudret. Şuradan şuraya kadar olan
saha, “O sahayı geçtin ya!” diyor. “Senin yürüyüş tarzını Ben nazar-ı itibara
aldım.” Dördü ikiye indiriyor. İlleti ne? O mesafe. Hikmeti ne? Yorgunluk, mihen[8], meşakk[9], çantam var, bavulum var,
oradan oraya aktarmaya edersin, terlersin, kaçırdım mı dersin, koşarsın. Bunlar
Kudret’in hoşuna giden şeyler. Atıl insanı sevmiyor Allah. “Bu müteşebbis
insan.” diyor. “Durmayan insandır, harekettedir, faaldir, onun yarısı Benim
bütünümdür.” Bir şey anlatabildim mi? “İyi ama ben otomobile bindim. Sıcaktı da
mevsim, belki yerinde olsaydım, o huzuru bulamayacaktım. Pencerenin bir
kenarını da açtım, gayet sefa ile gittim. Ben şimdi dört kılsam olmaz mı? Bana
da gene böyle iki mi?” Sana da iki.
Çünkü illeti o saha. Hikmeti nedir? Biraz evveli söyledim, mihen-i meşak.
Anlatabiliyor muyum? İlleti o mesafeyi geçtin ya, Kudret o kararı vermiş. İllet
mevcut.
Aksini de misal verelim; evin
duvarı yıkılmış, zarurette bir adam, “Usta tutsam yirmi lira yevmiye vereceğim,
diyor. On beş lira vereceğim, on lira, neyse bir şey vereceğim. Binaenaleyh yani ben
bunu becerebileceğim.” Fakat işin acemisi olduğu içün, o taşı kaldırırken eli nasırlanıyor,
yüklüyor, sırtlıyor, çiğ o işte pişmemiş bir adam, akşama kadar çok yoruldu. O
gece yatsı namazının farzını iki rekât kılabilir mi? Hayır, kılamaz! Dört. Niye? İllet yok. Hikmet var, yorgunluk ama
illeti yok. Anlatabildik mi acaba?
Misal veriyorduk “Domuz”
dedik. “Evet, yasak edilmiş amma onun içerisinde bir mikrop vardır, baytar onu
bakar, o mikrop olmayanını yer. O günün baytarı, o işi görecek kabiliyette
değildi, umum halinde, belki bunda da olur, onda da olur diyerekten yasak
edilmiştir. Pekâlâ, et tahlil edildikten sonra o mikrop çıkmazsa yenebilir!”
Birisi çıkar söyleyebilir. Hayır. Onun mikrobu onun hikmetidir, illeti
değildir. İlleti domuz oluşudur. Anlatabiliyor muyum acaba?
Acaba neden yasak edilmiştir?
Biraz evveli dediğim gibi; yenen şeyin maddesinin maddemize zararı veyahut
faydası olduğu gibi, her maddenin bir mânâsı vardır, mânâsının da mânâmıza,
ruhumuza zararı vardır. Domuz yiyen adam merhametli olmaz. Acıma hissi olmaz.
Anlatabiliyor muyum acaba? Öyle dedi, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Katiyen
merhametli olmaz!” dedi. “Acıma hissi olmaz!” dedi. Yedi de azıcık acıma hissi
var, hiç yemeseydi kim bilir ne kadar acırdı? Anlatabiliyor muyum? Hani derler
ki: “Filan adam efendim, haddizatında binlik binlik içti. Seksen beş yaşında
ama yine ciğerler böyle...” İçmeseydi
kim bilir o ciğer ne olacaktı? Kamyon lastiği gibi olurdu. Tesiri olmaz olur
mu? Kalp atış tarzını değiştirir, müskirat.
Onun içün ahlak kaideyi
kurmuştur: “Hangi şey edebine, bedenine, mânâna zararı var, yasaktır!” der.
Üç düstur. “Uzun boylu sormayın!” der ahlak. Beşere, Kudret söylendikten sonra
hitap edildikten sonra temyiz edebilecek bir mânâ vermiştir, adına cevher-i
akıl derler. Binaenaleyh söylendi ya söylendikten sonra ölçü önünüzdedir. Herhangi
bir şey bir kimsenin bedenine zararı oluyorsa bir, edebine zararı olursa iki, mânâsına
zararı olursa o şey ona yasak. Filancaya şöyleymiş, filancaya böyleymiş,
uzatmaya lüzum yok. Düstur bu: Herhangi bir şey bir kimsenin
bedenine, edebine, mânâsına zararı var mı, o şey yasak. Bitti! Beşerin kemali
için, keyif için değil ki o.
Buraya nereden girdik?
Malum ya, ahlak üç şeyi
tavsiye ediyor, dedik. İlk önce der ki salikine: “Hazır ol!” der. Bir kumanda
verir. Sen buraya muvakkat bir an içün geldin. Bu az bir zaman içinde çok bir
şeye sahip olacaksın. Kime? Allah’a! Bak gayet açık açık konuşuyorum. Az bir
zaman içinde. O halde dedikodu ile vaktini geçirme. Kıyl-u kâli bırak. Âlemle
meşgul olma. İnsanlığa hadim ol. Kırık kalp ara. Düşmüşü bul, kaldırmaya çalış.
Neticesinde zarar görecekmişsin, Allah’ın hatırı için gör. Dikeninden çekinen
ellere gül vermezler. Bu bahçede gül var, dikende var, batacak. O dikendir
goncayı dürtüp de gül yapan. Her çirkinliğin altında bir güzellik gizlenmiştir.
Onun içün öyle der. Az bir zaman değil mi
ya? Bu az bir zamanda alacağını al. O hâlde hazır ol, müspet bir akideye
sahip ol, münevver bir fikre malik ol!
Ama bu kelime de vicdan,
vazife gibi çok sû-i istimâle uğrayan bir kelimedir. Hani, tarif ettim ya size.
Yabancı arkadaşlar olduğu için yine tekrar tarif edeceğim.
Dünya üzerinde, iki kelime çok
sû-i istimâle uğramıştır. Şimdi bugün aklıma geldi, bir tane daha oldu üç. Üç. Ne
onlar?
Biri vicdan kelimesi, herkesin
ağzında dolaşır o. “Sen benim vicdanıma bırak!” der. Var mı? O milyonda bir. Daha
bizim, hislerimizin galatı tashih edilmemiştir. Kendime söylüyorum başkasına
değil, yanlış anlaşılmasın. Vicdan, lügatte “bulmak” mânâsınadır. Lügate açar
bakarsan vicdan, bulmak. Neyi bulmak? Hakk’ı bulmak. Allah’ı bulmak yani…
Büyük harfle yazılan Hak, başında büyük. Bir de hak var şöyle
orta yerde, o değil! Yanlış mı tarif ediyorum acaba?
Vicdan; bu çocuğun ağzında da
vardır, zalimin ağzında da vardır, mazlumun ağzında da vardır. Bunu herkes kullanır.
Bu sû-i istimâle uğramış, dünya sekenesi üzerinde. Vicdan, Allah’ı bilende bile
yoktur. Bak kaç türlü. Allah’ı bilmek başka, Allah’ın varlığını bilmek başka.
Ekseriyet Allah’ın varlığını bilir. Allah’ın varlığını bilmekle Allah’ı bilmek
arasında büyük fark vardır.
Buna misal getirmiştim, iki üç
konuşma evvel. Muazzam bir bina görürsün, görmüş olduğun binanın teşkilatına
bakarsın “Bunun bir mühendisi var.” dersin. Mühendisi mi bildin? Mühendisin
varlığını bildin. Nereden bildin? Eserden bildin. Bir de mühendisle hukuk
tedarik edersin, koluna geçersin, sana yaptığını anlatır, yine mühendisi
bildin. Nasıl bildin? Olarak bildin. Bir numara yukarı geçtim anlatırken. Ters
anlattım. Bir de işte bu mühendis dediler. Mühendisi şimdi binadan, bildiğin
gibi değil, gördün de bildin. Bir de mühendis seni sever, hukuk tedarik edersin
“Gel yaptığım işleri sana göstereyim.” der. “Geç bakalım koluma” der. Anlatır,
“İşte buna şu kadar kalınlık konmuştur, bu konmasaydı bu bina durmazdı. Bunun
ömrü şu kadar olabilir.” Hep yine mühendisi görmeden “mühendis var” dedin.
Mühendisi gördün “mühendis var” dedin. Mühendisin koluna girdin, “mühendis var”
dedin. Dedin ama keyfiyetler başka. Anlatabildik mi? Bazı insan bakar Kudret’e.
Kudret’e baktıktan sonra Hakk’ı inkâra kapısı var mı ya? İmkân var mı ona?
Kudret öyle Kudret’tir ki, ne harikalar yapar. Kanunları bozar.
İşte deniz; bir katresi, zehir
gibi acılığından ağıza alınmaz, tuzundan. İçinde bir balık, taayyüşü[10],
temekkünü[11],
gıdası, hizası, bütün yaşayışı o olduğu hâlde ona da bir parça tuz koymadan da
ağızına alamazsın. Onu içer, onu yer, orada yaşar, orada uyur, orada yatar,
hani intibak kaidesi? Bir lokma tuzunu koymadan ağzına alamazsın. Neler, neler
kaçırmış Kudret, yaa! Her cisim incimad ettiği vakitte, donduğu vakitte hacmini
küçültür, su incimad ettiği vakitte hacmini büyütür. Hikmeti nedir? Her cisim
incimad edince hacmi küçülür, öyle değil mi?
Su, incimad edince hacmi büyür. Acaba hikmeti ne? Söyleyeyim mi? Başka
bir konuşma. Hepsi birden olur mu? Yaa! İnsan Kudret’i mütalaaya başladığı
vakitte, küçük dilini yutar. Öyle içine çeker. Şaşırır adam. Neyse, gelelim biz
sadede.
Vicdan, bulmak manasına. O
kadar sâfî olacak ki, biraz evveli dediğim gibi, kalbini mevlasına, ruhunu
belvasına, cismini de haddizatına, âlem-i insana vakfettikten sonra, vücut
şaibesinden eser kalmamış… Eee Kudret onu meydana çıkarmış. Sen kendinden
soyunduktan sonra: “Gel kendimi vereyim sana!” der. İşte o vakit vicdan hâsıl
olur, anlatabildim mi acaba?
Senlik, benlik, bin türlü
hile, yüzbinlerce hizip, nifak, şikak[12] bir arada. Vicdan, durur
mu vicdan? O kadar nazik misafir bu kadar kedûretin[13] içerisinde oturur mu?
Onun muhasebesi, mânâ ilmiyle birleştirdiğimiz vakitte, yarın ikinci hayatta
Kudret sorduğu vakitte, malum ya inkârlar başlayacaktır. İnsan daima yapmış
olduğu aciz zamanında inkâra gider. Orada da inkâr edecektir. İnkâr ettiği vakitte,
Kudret cevap veriyor: “Hayır! Hayır!” diyor.
[14] كَلَّا
بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Bütün
kötülükleri toplamıştın. Bütün kazancın rezaletti. Rezaleti iklim-i mânâ-i
vücuduna yerleştirdiğin vakitte verdiğim vicdan durmadı da çıktı. O şekilde
ayrıldı o iman senden.” Anlatabildim mi acaba? Allah’ın konuşması bu.
كَلَّا بَلْ۔ رَانَ
عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُون
“Hayır! Hayır!” diyor. “Ne
inkâr ediyorsun? Birikmiş ahları toplamıştın, birçok cinayetler, rezaletler... İnsan
inletmiştin sen, zulmün en son sınıfına kadar yürüyüp neler yapmıştın, o
kesafet senin mânâna çöktüğü vakit de Benim verdiğim o âlî misafir oturmadı.
Çıkarttın sen onu. Kaçtı senden!” Vicdanı anlattım ama böyle anlatmadım daha.
Şimdi bak, kendi kendine şey et. Var mı, yok mu? Biri bu, sû-i istimâl edilmiş,
herkes konuşur. “Ufak bir iş yaparsın, efendim siz merak etmeyin. Benim
vicdanıma bak!” O kadar tatlı tatlı söyler, iş ters geldi mi “Ne olacak bu iş?”
“ Eee, sıkıntı vermesene bana!” Hehehee, işte vicdan bu(!) “Sıkıntı vermeye
başladın ama.” Ee ama alırken böyle yapmadın, ya bu muameleyi yaparken biz
böyle değildi, sen gayet kuzu gibiydin. Sonra bana iki de bir de elini böyle
vicdanım diyerekten gösteriyordun. Sıkıntı verme işte, neyse...
İkincisi de vazife kelimesidir,
sû-i istimâle uğrayan. Bunu da herkes çok sık sık konuşur: “Efendim,
vazife her şeyden mukaddes!” Ne kadar
tatlı, güzel cümle, vazife her şeyden mukaddes, vazife, vazife! Bu kelime yerli
yerine kullanılmış olsa kâinat, sema ayağına iner insanın, sema. Derhal, sema!
Vazifesini layığı ile yapan insana melek selam verir. Yaa! O, o kadar basit bir kelime değil ki o! Onu
gördü mü, selam verir. Eski yaptığım birçok hemen hemen üç konuşmada bir tekrar
ederim. Yine yapalım bu tarifi; vazife vacibü'l-icra oldu, bu şimdi üçüncü bir
kelime geldi burada konuşurken, onun içün bunları söylüyorum, o kelimenin
hatırı içün.
Vacibü'l-icra olan şeye vazife denir. Yani
yapılması vacip olan, muhakkak. Vicdanen, aklen, kalben, örfen, manen, imanen,
kudreten, yapılması mecburi olan şeyin adına vazife denir. Mukaddestir, onun
için mukaddestir. Mukaddes olan şey kutsiyetten doğar. Kutsiyet ahlakiyattan
doğar, ahlak Allah’a imandan çıkar, Allah’a iman, mânâya imandan çıkar. Binaenaleyh
kanalı bu yoldan gelen şeyin adına vazife denir. Keyfe hizmete vazife denmez! Anlatabildim
mi acaba?
Canlı misalini vermiştim kaç
sefer; bir tüccara tezgâhtar olmuşsun, aldı tüccar bir mal, “Kilitle bunu
depoya!” dedi. “Bahsetme kimseye! Veyahut birisi gelip sorduğu vakitte, Senin
işine yaramaz de.” dedi. “Bir özür bul!” Niçün? Çünkü bu iki ay sonra bu beş
lira, yirmi beş lira edecek. Orada çalışan adam da: “Ne yapalım, biz buradan
ekmek yiyoruz, vazifemdir benim bu, ben bu emre riayet edeceğim!” dediği
dakikada, sen vazifeşinas değilsin. Güzel mis gibi uşak! Anlatabildim mi? Vazifeyle bu işin alakası yok
onun. Sen ihtikâra sebep olan bir el. Zaten sen olmasan o adam o işi yapamaz! “Ben
olmasam başka...” İşte umumileşecek.
Ferdin tekâmülü kâfi değil.
Cemiyet tekâmül ettiği vakitte zalim yetişmez!
Anlatabildim mi? Yok arkadaş. Ne yapalım? Rızk Rezzak’ı hep Allah sevgisine
dönüyor. “Ben Allah’ı severim, rızkımı da o verir. Allah’a ısmarladık.” Ama bu
işin içerisinde sıkıntı da vardır. O sıkıntıda tatlılık da var. İmtihan bu.
Kudret adamı imtihan eder. Üç gün sonra: “Keşke çıkmayaydım canım, âlemin
doğrusu sen misin neme lazım, şöyle oldun!” dedin mi çürüttün. Kocaman bir kazan temiz
sütün içerisine bir maşrapa gazı döktün, berbat eyledin, geçti, gitti. Dayanma
pazarı, darılma pazarı değil!
Gel
kıyamazsan başı cane
Gel
girme bu meydane
Bu
meydanda nice başlar kesilir
Hiç
soran olmaz.*
Tabi o senin ölçüne göre,
zevkine göre her şey ayarlanmış olsa o vakit burasının âlem-i imtihan olmaması
lazım gelir. Ebediyet âleminde öyledir, buradaki bu çarşı öyle değil. Bu çarşı
başka türlü bir çarşıdır. Pazar böyle açılmış. O, akşamı sabahı olmayan bir
pazar var, orada o var. Akşamı da yok, sabahı da yok, orada istediğin gibi.
Fakat burada öyle değil; burada akşam var sabah var, gece var gündüz var. Kaza-ı
İlahi makası doğruyor. Hulâsa bunları söylemekten maksadım; bir insan ahlakını
mânâya doğru tesviye ederekten tekâmül etmek isterse, ilk önce rızkını,
kazancını... (Nasıl tarif edeyim kontrol etmeli desek, az kelime) nokta, nokta,
nokta, nokta, ne demek istediğimi anlıyorsunuz. İş oradan başlar.
Bazen rızık gibi gözüken tuzak
olur tuzak, tuzak! O rızık gibi gözükür ama tuzak olur. Köpek nefsin yiyeceği
bir şey olur, berbat eder seni. Onun içün köpek nefsi diriltmeye çalışma. Ahlak
öyle der. Onu diriltmeye çalışma! Bil ki o sana ezelden beri düşmandır. En
büyük düşman, kendi iklim-i vücudunda yaşar. Bağla onu! İkinci sû-i istimâl olan kelimeyi de
söyledik.
Üçüncüsü, Münevver. “Efendim
münevver adam.” Nasıl, münevver mi?
Münevver adam! Ne münevver? Nur. Büyük Kitap
da söylüyor: [15]
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ diyor. Hakk’ın bir sıfatı. Münevver adam “Allah
sıfatı” alana denir. Beş satır yazı okuyan adama denmez. Anlatabildim mi? O
sıfatla taalluk etmiş olan adam(???)… O sıfatla muttasıf [16]olmuş olan adam, ters
söyledim, mevcûdâtın Kudret tarafından
hakları neyse tespit edilmiştir, o hakları yerli yerine kullanır. Binaenaleyh,
münevver adam kime denir? Allah’ın yaratmış olduğu her zerrenin hukukuna riayet
eden adama denir. Okuyandan da olur, okumayandan da olur. Çocuktan da olur,
kadından da olur. Erkekten de olur, hanımdan da olur. Anlatabildik mi acaba?
Münevver sû-i istimâl edilir. Yoksa biraz çulu düzgün, şusu busu filan var, bağı mağı yerinde filan.
Ona bir misal getireyim ben
size. Bir vakit daha getirmiştim de. Bunu çok kimse bilir ama hikâye halinde
bilir. Hikâye değil, bir insanın seyr-i sülûkudur bu. O, onu öyle hikâye
şeklinde, yani işin İnkâr sahasında bulunan da ondan bir hikâye diyerekten
kafasını yukarıya kaldırmasın, hisse alsın diyerekten o şekle sokmuş. Yoo, o
değil öyle. Onun hakikati, hakikaten bu iş olmuş. Yoruldunuz mu keseyim mi?
Saat nasıl saat? (çok erken)
Hakikat arıyor. Varlığın iç
yüzüne agâh olmanın adına hakikat denir. Açık tabirle. Şimdi sen kendi
hakikatini biliyor musun? Hayır! Kendin deyince ne anlıyorsun? Şu altmış
kiloluk kan ve kemik torbası. Elli, altmış, yetmiş, seksen, her neyse. Fakat
senin bir hakikatin var değil mi ya? Senin bir hakikatin olduğu gibi, bütün mevcûdâtın
da bir hakikati vardır.
İnsan dendiği vakitte nedir?
Bazen bakıyorsun ki insan, marifethaneleri berbat ediyor. Vahşet sahrasına
çeviriyor. Bazen bakıyorsun ki insan, cehille yoğrulmuş olan sahaları,
marifetle şenlendiriyor. Bazen bakıyorsun ki canavarları utandırtacak kadar
cinayetler işliyor, bazen bakıyorsun ki karıncayı incitmekten ödü patlıyor.
O
da insan kelimesinin hâmili. O da insan kelimesinin hâmili. O da insan
kelimesinin hâmili.
Suret itibariyle hepsi insan
fakat hakikat itibariyle o canavarlığı yapanla karıncayı incitmeyen adam bir
mi? Anlatabildim mi acaba? Pek eski
konuşmalarımda söylemiştim, insanların sınıfı çoktur fakat göze batan bazıları
şubelenmiştir. Yoksa insan dendiği vakitte her birisi Hakk’ın bir mazharıdır, nâmütenâhi
neş’eledir. Nasıl ki böyle elinizin… Cismaniyetimizde
bile öyle. Parmağını bastığın vakitte, ne kadar gelmiş, gelecek insan varsa,
hepsi bassın, hepsinin parmağının hattı ayrıdır. Öyle bir Kadir’dir, O.
Birisiyle büyük bir senet yapacağın vakitte, muazzam bir iş, uzun boylu
imzasını filan isteme. O imza sahtekârlık olur, taklidi olur, şusu olur filan,
hiç lüzumu yok. Resim mesim hiç, bin türlü hilesi oluyor. Medeniyetini taklit ettiğin garpta dedenin
usulü kullanılmaya başlandı. Parmağını bas diyor, parmağını. Bastı mı, başka
parmak yok onun cinsinden. Başka parmak bulamazsın, yok! İnkâra mecal yok. Ehl-i
hibre[17] gelsin, filan hiç lüzumu
yok. Bas parmağını. Kudret!
Hakk’tan ayan nesne yok
gözsüzlere pinhan imiş.* Geçen konuşmada bunun yukarısını söyledim de...
Hakk’a gönül vermek kolay,
inanmak gayet kolay. Ma-fevk[18]
kuvvet demektir, Hak. Koşarsın tramvaya kaçtı, âcizin tahakkuk etti, Hakk
da meydana çıkıverir. Aciz var mı aciz, sende? Hahh! Aciz olduğun daima da “Ben
de yok!” Uyuyorsun ya nasıl yok? Kafanı
yere koydun ya dün akşam. Aciz olmasan kor muydun? Koydun. Hangi hadiseyi kendi
keyfince hayatta yapabildin. O’nun istediği senin keyfine iltifat etti de uydu
da “Ah yaptım!” dedin. Kadir’in, Fatır’ın, Allah’ın kendisine iman güç değil.
Saltanatına iman güç. Anlatabildim mi? Mânâ kitaplarında, büyük yerlerde beyan
edilen gayba iman. O kendi gayb da ondan. O gayb olur mu? Sen varsın, O var ya.
Saltanatını idrak gaybdır. Akla nâmahrem demişler, aşk ile idrak edilebiliyor,
o da her insanda tecelli etmiyor. Kalıyor. Akla durak mahalinden ileriye yol
verilmiyor. Yoksa Kudret aşikâr, meydan da saltanatı gayb. Tıkanır akıl!
Dedikleri gibi: Sağı solu
gözler idim, söyleyemedim bozdum cümleyi. Neyse anlaşılacak bir şey. Dost
yüzünü görsem deyu. Ben taşrada arardım, yani hariçte arardım. Meğer ol
can içinde canan imiş. Sanma zâhid. Hani bazı insanlar vardır ya
böyle kendi kendilerine ufacık bir ibadet-i taat da bulunurlar da herkese böyle
tuhaf tuhaf bakarlar. “Ben oldum!” sevdası ile. Bir kibr-i nuhvet gelir. Ona
işareten söylüyor.
Sanma
zâhid savm-u salat-u hac- u zekat ile
biter işin
İnsan-ı
kâmil olmaya lazım olan irfan imiş
Kanden
gelirsin, yakında varır menzilin
Ne kadar güzel bir ders veriyor,
ufak bir cümle ama. Nereden gelip gittiğini bildiğin var mı? Nereden
geliyorsun, nereye gidiyorsun? Gitmen bitmek, bitmek üzere.
Kanden
gelirsin, yakında varır menzilin.
Nereden
gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.
İşit
Niyazi’nin sözü.
Hiçbir
nesne örtmez Hak yüzün. Hakk’ın yüzünü örten hiçbir şey yok.
Hak’tan
ayan bir nesne yok.
Gözsüzlere
pinhan imiş. Kendi aşikâr, saltanat gayb.
Bakarsın, kaç defa misalini
getirmişim. Pazarda bir köpek, “bir parça kemik bulayım.” diye kasabın önünde
dururken başına bir direm[19] yer, vınn diyerekten
inleye inleye kaçar. Şişli’de bir köpek, insandan hizmetçisi var. Ya, görmedin
mi sen hiç? Önlüklü, mönlüklü. Hem senin yıkandığın sabunla da yıkanmaz. Onun sabunu
hususi. Yıkandıktan sonra iç yağı kokan sabun değil. Başka türlü bir kokulu
sabun. Kuş tüyünden yatağı var, yemeği hususi. Hay işaretli arabaya biner.
Penceresi böyle açık, dilini dışarıya çıkarır böyle. İnsanlarla istihza
ediyormuş gibi sıcak mevsimde. Şoförü var onun. Gezdirir onu getirir. E o da
köpek, o da köpek. Bu köpeğin vaktiyle haddizatında bu köpek bir kötülük yapıp
da o kötülüğün cezasını görmüyor. O köpek de bir iyiliğin mükâfatını görmüyor.
Köpek olmak cinsinden mükellef değil bu. Bu biri Şişli’de bilmem ne hanın dairesinde,
palasın bilmem ne katında şusu var busu var… O köpek de direm yiyor. Akıl
tıkandı. Anlatabildim mi acaba?
Acaba mânâ ilminde bunun
cevabı yok mu? Var, son sınıfta. Haaa, dersin şaşırır, kalırsın. Cevapsız
değil, cevabı var. Cevabı olmaz olur mu? Fakat o cevap öyle bir cevap ki,
kelime ile harf ile seda ile değil. Kudret böyle perdesini açar, iç yüzünü
gördüğün vakitte. “Yaaa” der, boyun kesersin. Bize lazım olan buraları değil.
Saltanat Kudret’in. “Buraya inan” diyor işte. Büyük Kitab’ın “İnan” diye
emrettiği yer burasıdır. “Bana inan” değil. Ona inanan da inanmayan da çaresi
yok ki onun. “Ahh” dedin mi O’nun ismi, inandın ki bağırıyorsun. Kendisini
andırtmak için öyle bir usûl yapmış ki, “Hay” dediğin vakitte bak çekiş o
harfler Allah demektir. O seda. “Huu” Nefes vermeklik Hu’dur. O da Allah
demektir. “Nefes aldığın müddetçe Beni anacaksın!” diyor. “İster
tasdik et ister etme!” “Anmayacağım(!)”
Çatla geber! Bağlamış onu oraya O. Bağlı. İnan, bu imtihan âlemindeki
sahnedeki hadiselerin fail-i hakikisini… Bazı insanlar vardır kendi aklına
mağrur olurlar, üüüü... “Ben yaparım şöyle ederim filan...” Toyluk o. Ufacık çocuk, biraz şımarık büyür de
anası, babasına karşı tepinir, takır, takır, takır, takır. “Şunu yapacağım, bunu yapacağım.” Ondan bir
farkı yoktur o adamın. Ama o seksen yaşında, ona “sakallı çocuk” derler. Hiç
farkı yok!
2.Mahmut ölürken oğullarını
çağırmış. Abdülmecid’le Abdülaziz’i. Çağırıyor: “Gidiyorum, diyor. “Ben
gidiyorum fakat size bir vasiyetim var. Belki bugün giderim, bu gece giderim.
Saatlerim, dakikalarım yaklaşmıştır, size bir sözüm var. Ben gençliğimde
kendime o kadar güvenirdim ki, o kadar mağrurdum ki, bilhassa zekâma,
kiyasetime[20]
aklıma. Derdim, Kudret bana büyük bir makam verecek olursa, şöyle yapacağım,
böyle yapacağım, şöyle edeceğim, böyle edeceğim... Çok güvenirdim kendime.
Verdi, hükümdar oldum. O güvendiğim aklımı ortaya koydum, yapacağım işleri ortaya
koydum, nereye elimi attımsa karşımda rasin[21] bir kale çat dedi, kafam
patladı. Aman, dedim. Fikrime müracaat ettim böyle vurdum, çat! Öyle vurdum,
çat! Benim vasiyetim, sakın kendine güvenme, Allahsız da işe başlamayın.” Bir
şey anlatabiliyor muyum? Öyledir o.
Yalnız der ki Hûda kendisi: “Benim namıma, benim uğruma kendi nefsinde…”
Bizimkisi niye çıkmaz? Azıcık nefsimiz karışır. “Benim namıma”
[22] وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ
Ne muazzam mânâdır. “Çırpınması
benim uğrumda olsun da Ben onun elinden tutup da yol göstermeyeyim, olur mu?” diyor. Kudret’in kendi sözüdür. “Benim
namıma çırpınsın, o aşk ile yansın, o nam ile ayağını atsın, Ben onun elinden
tutmayayım olur mu hiç? Ben yol göstermeyeyim, olur mu?” Ee çırpındı filan ama
“Kendi nefsi vardı.” diyor. Karışıktı orada.
Vücudundan
kıl kadar kalırsa eser
Cananından
kıl kadar alamazsın haber.
Düstur bu:
Vücudundan
kıl kadar kalırsa eser
Cananından
kıl kadar alamazsın haber.
İşte mevzûu biraz genişlettim,
mânâ ile birleşerek, misal vererekten yürütüyorum, yine o misali vereyim de
anlayın.
Büyük dinde gusül vardır değil
mi? Gusül. Kıl kadar kuru yerin kalmayacak, derler. Bazı müvesvis[23] adamlar vardır; yıkanır,
yıkanır, “olmadı” der, yine yıkanır, yine yıkanır, sabahtan öğlene kadar filan
akşama kadar. Yine yıkanır yine, bir daha, bir daha. Mezmum[24] o. Gitmiş birisi
söylemiş, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine: “Bir defa yıkanırsın, bir daha,
üçüncüden sonra yine bu hâl gelirse ‘İblis, musallat oldun bana, beni kendine maskara
etmek istiyorsun.’ der. Bütün vücudun kuru kuru kalsa yine Allah ‘o yıkandı’ der.” Anlatabildim mi? İçiniz de
böyle hâle müptela olan varsa, isterse bütün vücudun kupkuru kalsın. Niyet
ettin girdin yıkandı mı, “Bitti” diyor. Hani bazı adamlar vardır, güya bir şey
yapıyormuş gibi; bir daha, bir daha, öğlen ikindi. Bana sordu da birisi onun
için söylüyorum. Ama bu tabir var ya bu. O iç, iç temizliğine, iç temizliğine.
Nasıl dış, temizliğinde kasten, ama kasten kalırsa olmaz, kasıt yok! Kasten
kuru bırakırsa bir nokta olmaz. O, iç temizliğine işaret ki, içindeki
temizliğinde kendinden kıl kadar eser kalmayacak.
Vücudundan kıl kadar kıl kadar
kalırsa eser
Cânanından kıl kadar alamazsın
haber.
Hem ne lüzumu var, Fuzûlî’nin
dediği gibi:
Cânı
cânan dilemiş vermemek olmaz ey dîl
Ne kibar adam.
Cânı
cânan dilemiş vermemek olmaz ey dîl.
Hem
ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim.
Şimdi, buraya nereden
girdik? Saltanatı kafayı durduruyor.
Kudret de ona inan, diyor. Ona inan! İşte o hakikati arayan insanda ben bu işi
bulayım. Fakat sahne-i şuhûdu mütalaa ettiği vakitte, aklın tıkandığı yerlerde
Kudret’e isyan edecek, isyan etmeyeyim diyerekten de, içki kullanıyor. İçki
kullananlar zaten üç sınıfa ayrılır. Bir kısmı şakidir, şekavetini meydana
koymak için yapar, bir kısmı velihdir[25], aptal aptal sızmak için
yapar, bir kısmı da aklıyla hadisatın ölçüsünü tamamıyla ölçemez, uyuşturayım
diyerekten yapar. Anlatabildim mi? Bu üçe ayrılır. Yoksa onun bizâtihi bir
şeysi yok. Bünyeye büyük zararı var. Amerikan doktorları, otuz beş saat
zarfında kalbin şu kadar atış, rakam hafızamdan çıktığı içün rakam
zikretmiyorum. “Kalbin atış tarzını şu kadar ziyadeleştirir.” diyor, bir kadeh
içki. Bir kadeh içki de öyle diyor. Eski imparatorluk ricalinden bir zât,
birdenbire davet edilmiş Paris’ten İstanbul’a, bugün gösteririm, yarın
gösteririm, orada beynelmilel bir doktor varmış. “İşte bugün ben kendime bir
şekil verdireyim.” Bugün gösteririm, yarın gösteririm, ihmal etmiş, en nihayet emri
alınca hemen gitmiş muayenehanesine. Müşekkel[26] bir yer. Hemen müdür çıkmış:
— (Deftere bakmış) On beş gün sonra sıra gelir.
— Aman, ben işte yarın mecburi, hareket edeceğim filan...
İşte kartını çıkarmış, malum
ya etiket, falan.
— Benim, demiş. Burada kalmaklığıma imkân olmadığını bir defa lütfen söyleyin ve şu şeyi de verin yine siz. Hatırım içün hakaret de etse kabul edeceğim, ben sizi de idare ederim söyleyin.
Demiş, o doktorun idare
müdürüne. Götürmüş içeriye, bakmış, bizim ismimizi taşıyor, Türk-İslam ismi taşıyor.
— Efendim, hayret hiç görmediğimiz bir muamele, demiş. Sizin talihiniz. Anlamadım, sizi davet ediyor, hemen girin, demiş. Şimdi hasta çıkacak, girin.
Ayakta elinde duruyor kartı,
demiş ki:
İnsanın göğsü kabarır değil mi
ya? Ne mânâya sahip bir camiasın. Unutma, kıymetini sakın ayakaltına alma!
İnsanın tüyleri ürperir. Yoksa zarar muhakkak.
Meyhaneymiş
bir adı da daru’ş-şifanın
Son
menzilidir daru’ş-şifa bezm-i vefanın
Meyhane
yine bir sürü insan ile dolmuş
Dikkatle
bakın renklerine, kül gibi solmuş
Denmez
mi ki zehrâbe-i[27] işrette bozulmuş
Bilmem
ne çıkar serveti beyhude sereften[28] (İsraf manasına)
Dilhun
oluyor aile bu hâle eseften
Gençler,
siz bari koşup kurtarın nesli teleften
Evlad-ı
iyal zulm ile abad edilir mi?
Ekmek
parası meyhaneye irad edilir mi?
Onun
hiçbir neş’esi yoktur, mayesi şerdir
Bezminde
geçen ömre yazık, çünkü hederdir
Oğlum!
Bu sözüm sana ait, nush-u pederdir
Mani-i
refah, enva-ı cinayet
İğrenç
kokusundan tanınır vasfa ne hacet
Uzun ya aklımda kalan kısmını
söyledim. Biz buraya, bu mevzûlara, üç kelimenin sû-i istimâlinden girdik.
Vazife, vicdan insanlar arasında yerli yerine kullanmıyor, bir de
kullanılmıyor, birde münevver kelimesini dedik, bunun üzerinde dolaşıyoruz değil
mi? Kaybetmeyelim mevzûu. Buradayız da misal veriyoruz.
Hakikat arıyor insan. Hadisata
bakıyor, kâinata bakıyor. Hindistan cevizinin içerisinde mini mini o kubbenin
içerisinde, eliyle yerini gösteremeyeceği bir mahalde, ne olduğunu tutamadığı
cevher-i akılla, dün vücudu yok iken, bugün vücut bulmuş, yarın da yok olacağı
muhakkak, ölümü öldüremeyen şahıs, Kudret’in azametini, saltanatını, o ufacıcık
terazi ile ölçmek istiyor! Kendisi orta yerde kalmak şartı ile kendi orta
yerden çıksa, gönül sahibi olsa işin şekli değişir.
Zevk-i dîl “innî ena’llâh” ın dahi fevkindedir
Böyle bir mecnûn-ı aşka “len-terânî” neylesin demiş. Olsa başka. Kesafet var. Olur mu iş? Diyor ki:
Hani vardır ya bazı insana derler ki ruhu hafif. Mini mini bir adam olur, bunlar ayrı birer keyfiyettir, kocaman bir salonu doldurur. Ruhunda bir iş var. Kocaman battal bir adam olur, ufacıcık bir deliği dolduramaz. Ayrı iş o. “Yorulmuşsunuz.” (Hayır, hayır...) Onu konuşuyorum ben, sana demedim.
—
Size bir kahve pişireyim, dedi. İçeriye girdi.
Kırık kulplu bir fincan, o fincana münasip bir cezve, çömlekten bir mangal, bir
parça çalı çırpı. Pişirirken sordu:
—
İsminiz nedir?
—
Raci, dedim.
—
Yaa, siz bütün insanlara ait olan bir ismi gasp
etmişsiniz.
Ricadan, ümit daima. Her insan
ümitte değil mi? Anlatabiliyor muyum acaba? Herkesin bir ümidi var.
— Siz de isminizi bahşeder misiniz, dedim.
— Her yerde bir isimle anılırım.
Başında böyle başında bir
külahı varmış bir sarığı filan, aynalar dikiliymiş, yakasında da böyle ayna
var, başında da böyle, ayna parçaları var.
— Niye gülüyorsun? Dedi. Benim bu aynalarımı eğer alamet-i cinnet zannediyorsan, bu aynalarım beni bana gösterir, benim bu ayna parçalarım başımda, yakamda dikilmesi sence bir delilik alameti olaraktan anlaşılıyor, onun için gülüyorsun, benim delilik alametim beni bana gösterir, ya senin boynundaki tasma?
Anlatabiliyor muyum bir şey? “Hiç
olmazsa benim cinnet alametim beni bana gösteriyor, ya senin boynundaki tasma?”
— Kendi elini öpsene, aradığın sende yok mu?
Bir şey anlatabiliyor muyum
acaba? “Aradığın sende yok mu?”
— Haa, o senin hakikat diye aradığın şey, kelimeye, harfe, elfaza, cümleye sığar bir şey mi zannedersin? Böyle bu konuşmamla, bu kulağınla işitip de duyup içine alacağın bir şey mi zannettin? Ne yapacaksın sen otur. Ben sana bir ney üfleyeyim ney, demiş.
İçeriye girmiş, başlamış,
çıkarmış sarı bir kamış, neyi üflemeye. Neyin son perdesinde, servilerin
arasından sedalar eksile, eksile, eksile, eksile… Neyse, buradan öbür tarafı zaten vakit geç.
Devreleri var bunun. Oraları bize lazım değil de bize lazım olan, münevver adam
dendiği vakitte, çulu düzgün. Topladım mı acaba, anlatabildim mi? Dağıldı
çünkü. Çulu düzgün, beş on satır okumuş, eğilmesini, bükülmesini, câli güler
yüzünü göstermesini, şekillerini becermiş adam mânâsına değildir.
Ahlakta münevver adam: Hakk’ın
nuru ile nurlanmış, O'nun sıfatı ile sıfatlanmış, O'nun ahlakı ile ahlaklanmış,
O'nun tecelliyatından zahir olmuş olan bu mezahirdeki her zerrenin hakkını
yerine getiren adama münevver adam denir. Okuyandan da olur,
okumayandan da olur, kadından da olur, çocuktan da olur, erkekten de olur.
Anlatabildik mi acaba?
Beşer ne vakit istibdada[30] müptela olur? Zulme maruz
kalır. Beşerin bütün istirabâti[31] nereden ileri gelir?
Ne vakit ki beşer, erbab-ı kuvvetin nüfuzunu Allah’ın kudretinin fevkinde
görür, onun arzu hayal ve hevesatına, onun keyfine uymayı, Hakk’ın emirlerine
uymaktan daha yüksek görür, o andan itibaren Hudâ tecelliyat-ı gadabiyesi ile
tecelli eder, zulüm ve istibdad kapısı açılır. Onun içün ahlak, insanı bu kapı
açılmasın diyerek “Allah’ı sev!” der.
Konuşmada nihayete erdik.
Bugünlük bu kadar yeter.
_________________________
*Gel
kıyamazsan başı cane
Gel
girme bu meydane
Bu
meydanda nice başlar kesilir Hiç soran olmaz.
(Seyyid Seyfullah/ Bu Aşk Bir Bahri Ummandır)
*Savm
ü salat ü hac ile
Sanma
biter zahid işin
İnsan-ı
kamil olmaya
Lazım
olan irfan imiş
Kanden
gelir yolun senin
Ya
kande varır menzilin
Nerden
gelip gittiğini
Anlamayan
hayvan imiş
İşit
Niyazi’nin sözün
Bir
nesne örtmez hak yüzün
Hak’tan
ayan bir nesne yok
Gözsüzlere
pinhan imiş
Niyazi Mısri
[1] A'dâl: (İdl. C.) Eşitler, denkler, müsaviler. Aşk-ı A'dâl:
Beşeri aşk.
[2] Mel'abegâh:Oyun
oynanan yer. Mel'abe yeri.
[3] Müz'ic: İz'ac
edici, Usandıran, rahatsız eden, bunaltan.
[4] Kaf Suresi 16’ncı Ayet-i Kerime وَلَقَدْ
خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ
Meali: Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine
fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.
[5] Müstekreh: İğrenç,
kerahetli, istikrah edilmiş, tiksinilen.
[6] Tefeyyüz: Farsça
yizlenmek. İlerlemek. Bollaşmak
[7] Istılah: Tabir,
deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir
mânada kullanmaları. Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim
arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime. Muvafakat. Uygunluk. Barışmak.
İttifak.
[8] Mihen: Mihan, (Mihnet. C.) Mihnetler,
sıkıntılar.
[9] Meşâkk: Eziyetler.
Sıkıntılar. Meşakkatler. Mihnetler.
[10] Taayyüş: (Ayş.
dan) Yaşamak. Geçinmek. Yaşama tarzı. Beslenmek.
[11] Temekkün: Mekânlanmak.
Yerleşmek. Yer tutmak.
[12] Şikak: Nifak,
ikilik, ittifaksızlık.
[13] Kedûret: Bulanıklık.
Gam, tasa, keder.
[14] Mütaffilin Suresi 14’ncü Ayet-i Kerime كَلَّا بَلْ۔
رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
Meali: Hayır
hayır, öyle değil. Aksine onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas
olmuştur.
[15] Nur Suresi 35’nci Ayet-i Kerime اَللّٰهُ نُورُ
السَّمٰوَاتِ
وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي
زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ
مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَكَادُ زَيْتُهَا
يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ
لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ
بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌۙ
Meali: Allah, göklerin ve yerin nurudur (aydınlatıcısıdır). O'nun
nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billur
içindedir; o billur da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da
batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu
öyle bir ağaç ki) yağı, nerdeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir. (Bu
ışık) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruyla hidayete iletir. Allah
insanlara (işte böyle) misal verir; Allah her şeyi bilir.
[16] Muttasıf: İttisâf
eden. İyi veya kötü bir sıfatla tarif edilen. Vasıflanmış, vasfı mevcut olan.
[17] Hibre, (Hibret): Bir şeyin iç yüzünü
hakkı ile bilmek.
[18] Ma-fevk: Üstünü.
Üstün olanı. Bir şeyin üstü, üst tarafı. Baş.
[19] Direm: (Dirhem)
f. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık. Okka denen
eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta büyüklükte yetmiş tane
arpa ağırlığı. Eskiden kullanılan ve beş kuruş değerindeki gümüş para. Akça.
[20] Kiyaset: Zeki.
Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik.
[21] Rasin : Sağlam,
dayanıklı. Sabit hüküm.
[22] Ankebut Suresi 69’ncu Ayet-i Kerime وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا
ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ
Meali: Ama
bizim yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe
yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.
[23] Müvesvis:
Vesveseli, Vesvese veren,
şek veren. Şüphelenmeğe sebep olan.
[24] Mezmum: Zemmolunmuş.
Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.
[25] Vâlih: Keder
ve hüzünle aklı gitmiş, şaşırmış, hayrette kalmış
[26] Müşekkel: (Şekl. den) Kalıbı, şekli, biçimi, kıyafeti
gösterişli ve yerinde. Şekil verilmiş, şekillendirilmiş.
[27] Zehr-abe:
Acı ve zehir gibi su. Zehirli su. Mecazi: Acı, acılık.
[28] Seref ten: Boş yere ve lüzumsuz harcamak, israf
etmek. Hatâ etmek.
[29] Mehîb: İnsanın
kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. Arslan, esed,
gazanfer.
[30] İstibdad: Başlı başına olmak. Keyfî
idare sistemi. Zulüm ve tahakküm. İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri
yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kandeun ve nizamlara
bağlı olmayarak, çok defa da kanun namına kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü
icra ettirmek. Kimseyi tanımadan kendi dediğini ve keyfi emirlerini kuvvet ve
cebir kullanmak suretiyle yaptırmaya çalışmak. Allah'ı ve adaletini unutarak
dinsizdarane bir zulümle hüküm ve idare etmek.
[31] İstirabe: Bir kimsenin hâlinden şüpheye
düşme, kuşkulanma.
0 yorum:
Yorum Gönder