106 (01.04.1962) 77 dk (153)
Ahlak mevzûu üzerinde
devam etmektedir. Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan
ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan
ahlakın annesi akıl. Aşktan doğan ahlakın da mastarı, menşei, membaı kalp
olduğunu söylemiştik. Tabii buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil.
Her konuşmada tekrar
ettiğim gibi, buradaki kalp de elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasına
taalluk etmiş olan, sadrımızın ortasında mahruti yüz şekil, o kalp değil. O vücûd-u
hayvanimizin kalbi. Vücûd-u insanimizin kalbi. Bizde kaç tane kalp var? Üüü!
İnsan, beşeri takatle hakkıyla tarifi bulunmayan can. Öyle bir varlık. Suret itibariyle nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığabilir fakat vicdan-ı kibriyasına gelince, mânâ-i enfüsisine gelince, bu sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûduna gelince, o, kâinatı ihâta eder. O vücûdunun kalbi. Yani insan öyle ufacık bir şey değil.
Kudret’e muhatap olmuş,
Hakk’ın esrar-ı zâtiyesine agâh, O’nun sıfatlarına layık olabilecek bir
kabiliyette bu sahne-i şuhûtta tecelli etmiş, kendisinde emanet var. Bir yüzü,
bir veçhesi, bir cephesi, evet bakılırsa çok zayıf fakat bir veçhesi de çok kavî.
Gelmede gitmede ihtiyârı yok. Öyle değil mi?
Hiçbirimize soruldu mu? “Beyefendi
bir âlem-i şuhûd vardır, bir dâr-ı iptilâ vardır. İkbalinde hud’a, idbarında
fecia gizlenmiş bir sahne vardır. Teşrif eder misiniz?” Sormazlar. Giderken de
sormazlar. İsterse kâinatın serir-i saltanatına sahip ol. Ne semayı deler gibi
bakan gözü bırakırlar, ne yeri ezer gibi basan ayağı bırakırlar. Gel dedi mi
tıpış tıpış! Yer, adamı yer.
Şimdi bu ufacık vaziyet
içerisinde alınacak bir şey var. Faniyi baki ile tebdil etmeklik yolunu
gösteren şeyin adına ahlak derler. Ahlakın her konuşmada bir tarifini
yapıyoruz. Bugünkü tarif bu. Fani ne? Geçici değil mi ya! Dün bugün için
rüya, bugün de yarın içün rüya. Öyle değil mi? Geçti. Dün bugün için rüya.
Yok bir şey! Yok orta yerde. Kaç yaşındasın? Otuz. Koy orta yere bir şey. Elli,
yine yok. Altmış, yine yok. Yüz. İmkân varsa beş yüze çıkar yine yok.
Kudret bilir işini. İnanan
da inanmayan da oraya çalışır. Herkes zanneder ki kendisine çalışır. Hayır, herkes
bir yere çalışır. Hepimiz bir yere çalışırız. Tezgâh ona kurulmuştur. Kimi
hayır üzerinde, kimi delalette, kimi hidayette, kimi vifak[1]da,
kimi nifakda. Neyse. Hüner, kırık kalp satın alarak...
Gelirken ağlayarak gelmiş,
giderken tersine giderek... Hepimiz gelirken ağlamışızdır. Hayatın programı
söylenmiş yüksek ahlakçılar tarafından. Sen gelirken ağlaya ağlaya geldin,
etrafındakiler güldü. “Yavrumuz oldu” diye sevindi herkes. Sakın gidişin
gelişin gibi olmasın. O kadar çok çalış ki, nasıl çalışırsan çalış; giderken
sen gül, etrafındakiler ağlasın. İşte
hayatın programı bu. Ama neye mal edersen et bunu. Para ile mi yaparsın, tatlı
dille mi yaparsın, hâlinle mi yaparsın, masanla mı yaparsın, kasanla mı
yaparsın, rütbenle mi yaparsın, câhınla mı yaparsın, neyinle yaparsan yap.
Bu fıtratın bizden
beklediği, Fatır’ın arzu ettiği şey bu. Gelirken hepimiz ağladık. Gelmek
istemiyorduk. Evet İstemez, memnundur. Hâlbuki doğunca da şimdi buradan da
gitmek istemeyiz. Tabi benim bu konuşmalarım, ahlak mevzûu mânâ ile
alakadardır. Ebediyet mefhumu ile birlikte gider.
Ebediyete inanmayan
ahlak üzerinde duramaz. “İnsan tekâmül etmiş bir hayvandır. Kâinat bir tesadüfün neticesidir.”
Bu zihniyet üzerinde ahlak kurulmaz. Ben sizleri böyle değil de “Ben hilkatteki
gayeyi duymuşum; iz’ansız, şuursuz, vicdansız; benim gibi iz’anlı, şuurlu,
vicdanlı bir varlığı meydana getiremez. Ben ki biz cüz’üm. Bir cüzde bulunan
bir şeyin, kül de tamamı olması zaruridir ilmen diye kabul etmiş. Mensi
mühmel, yani unutulmuş terk edilmiş, bir yerde bırakılmayacağım. Elbette ben
bir huzura, bir divana gideceğim.” itikatı ile ruhu ile yaşıyor, kanaati ile bu
mevzû üzerinde konuşuyoruz. Yoksa inkâr sahasında onun konuşma tarzı başka
türlü olur.
Hoş, artık ilim
sahasında inkâr kapısı da kapanmıştır ya. Yok! Kudret o kadar ders
kaçırmıştır ki, üüü! Şu hâle gelinceye kadar, habersizce ne kadar meratib
katetmişizdir. Kaç mertebelerden geçmişizdir. Ne cemâd devri kalmıştır, ne
nebat devri kalmıştır, ne hayvan devri kalmıştır. O fani devrelerden tebdil ede
ede, ede ede nihayet; nutfeye, alakaya, mudgaya, rahm-ı madere, sonra ruh-u menfûh
ile tekrim edilerek, bu âlem-i şuhûda, devreler üzerinde insan durduktan sonra,
var dememenin imkânı var mıdır? Böyle bir defa düşün az.
Haberimiz olmadan
habersizce, sessizce, az mertebe mi kat etmiştir insan? Cemadı, maadeni,
nebatı, hayvanı, nutfesi, mudgası, alakası, rahm-ı maderi, âlem-i şuhûdu, ruh-u
menfûhu, üüüü! Böyle hemencecik, böyle olmadı ya! Bize bahşedilen varlığın bir
tanesi üzerinde durmuş olsak, bizim içün kâfi değil midir? Bir tanesi üzerinde.
Bugün fennen iki ayak üzerinde durmanın hikmetini kimse anlatamaz.
Beşer evet, o kadar hamule-i
irfanisi yükselmiştir; fezaya çıkacak, seyyarat âleminde dolaşacaktır. Büyük Kitap’ta
onu da haber verir. Bugün orada hayat da vardır. Ünsiyet de tedarik edecektir. Bunların
hepsi olacaktır. Belki biz görürüz görmeyiz. Fakat günün birinde olacaktır.
Bizim ilmimiz bunu haber vermiştir. Bunlar var. Fakat bununla beraber, kendi
içimizde bulunan ufacık ufacık bilgilerden de mahrumuzdur.
Konuşuruz da konuşmanın ne
olduğunu bilemeyiz. Kim anlatabilir konuşmanın ne olduğunu? Nedir o konuşma?
Onun içün insan; hayatta halkın şikârı olmamalı, Hakk’ın şikârı olmalı.
Yani halk seni avlamasın, avlanacaksan Hakk’a avlan.
Zulme katiyen divan
durma. Bunu şiar edin. Satılma. Değmez. Mevlana öyle der, büyük adam. “Nice adamlar vardır ki
saman çöpü kadar kısmeti yoktur da neler avlamışlardır da hiç avını yiyemeden
göçüp gitmişlerdir. Çok yazık olur, der. Sakın av olaraktan gitme!” der.
Nice insanlar vardır ki bu
âlemdeki kısmetleri, rızıkları belki bir saman çöpü kadar da değildir. Fakat
onun karşısında can yakarak neler avlamışlardır. O avladıklarının da kısm-i cüz’isi
bile kendisine kısmet olmamıştır. Boş yerine ahı kalmıştır. O birikmiş ahlarla
manevi vücudunu kamburlaştırmıştır. O
yükle geçip gitmiştir. Değmez, der.
Evet, gelmede gitmede
hiçbirimizin ihtiyârı yok. Sormuyorlar. Giderken de sormuyorlar. Niye
birbirimizi boğuyoruz? Niye gönüllerimiz birleşmiyor? Niçün fıtratın taharet-i
asliyesini idame edebilecek kuvveti alamıyoruz?
Biz selamet-i fıtriye
ile bu âleme gelmişizdir. Her gelen evlat, her gelen yavru, Kudret tarafından selamet-i fıtriye
ile gelir diyerek, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi ilan etmiştir. Fıtrat-ı selameti
ile gelir. Neden haddizatında birbirimizi yiyoruz? Değer mi? Hangi şey bizi
aldatıyor? Hemen hemen her konuşmamda dediğim gibi; beşerin bugünkü ilmi gözü
kamaştırıyor, fenni aklı durduruyor, felsefesi fikre veleh veriyor. Fakat ah
sesi de top sesinden daha üstün geliyor. Niçün buna bir ilaç bulunmuyor? Bunun
uzun boylu böyle olur, yavaş yavaş olur, şöyle olur...
Ömür öyle bi uzun boylu
bir iş değil ki! Ömr-ü dünya bir dakika ömr-ü âdem bir nefes. Kudret’in
en büyük mekir muamelesi, Fatır’ın insanlar üzerinde en büyük mekir muamelesi,
bu gizli ömür kumaşını doğrayışıdır. Gece ile gündüz kaza-i İlâhinin bir
makasıdır. Hadisatı böyle cayır cayır doğrar. Açılır, kapanır, doğranır.
Birdenbire şöyle bakarsın; on sene birden almışım, dersin. Yahu yirmi sene
birden gitmiş, dersin. E orta yerde bir şey yok, yazık günah değil mi? Doğrar!
Vakitle yakut satın
alınabilir, fakat yakutla vakit satın alınabilir mi? Kâinatın bütün hazinesi senin elinde
olsa milyarlara malik olsan, milyarlar versen bir saniyeyi geriye
getirttirebilir misin? Geçti, der. Sonra hayat, ilerde hesabı verilmek üzere
insanlara verilmiş ariyet bir sermayeden ibarettir. Eğreti bir sermaye,
hayatın tarifi bu.
Geçenlerde söylediğim
gibi, beşeriyet onu yanlış tarif ediyor. “Efendim hayat mücadeleden ibaret.
Hayat cidal!” Bu tarif ne vakit insanların ağzına düştü? Kudret’in gücüne
gitti. “Cidalin neticesi paylaşmak[2];
hadi paylaşın bakalım”, dedi. Onun içün
beşeriyet boğuşuyor. Hayat cidal diye tarif edilmez. Niçün yaşıyorsun?
Cidal etmek için mi? Boğuşmak içün mü? Yook!
Niçün yaşıyorsun?
Düşeni kaldırmak içün. Eğer insansan! Beşere bu gelmedi. Hepimizin ağzındadır: “Efendim ne
yapalım hayat mücadeleden ibaret!” Hayat. Peki, diyor. Kudret öyle diyor. Öyle
kabul ettin değil mi? Kendi ağzınla bunu kabul ettin. Cidalin şe’nin neticesi
paylaşmaktır. İşte beşer de birbirini paylaşacağım diyerekten, inim inim
inliyor.
Dünyanın en yüksek
kafaları bir araya gelse, en muazzam iktisatçıları toplansa, en büyük
diplomatlar bir arada içtima etse, yine beşere huzur verebilirler mi?
Veremezler, imkân yok ona. Çünkü huzur, umur-u kalbiyedendir, umur-u kalbiye
kisbi değildir. Her vakit söylediğim gibi elini böyle kaldırabilirsin,
bunla Kudret izin verirse tasarruf edersin. Fakat kalbinin tasarrufu senin
elinde değil. Kisbi değildir. O birbirine bağlı. Beşerin birbirine ait olan
insicâmı[3]
ile muhabbeti ile birleşmesi ile kaimdir.
Vücutta bir uzuvda sancı
oldu mu bütün vücut ıstırap içerisindedir. Dişin ağrıyor mu, her tarafın
ağrıyor. Kulağın ağrıyor mu, her tarafın ağrıyor. Beşerin küre içerisinde,
semanın altında, birisi inliyor mu, eğer insansa bütün insan inliyor. Haberi
olmadan geçer, elektrik gibidir. Sürûr da öyledir, elem de öyledir.
Şurada birisi düşer, bir
otomobil çarpar, ezerken sen burada kendi kendine fenalık geçirirsin. Ne o?
Onun vücudu, sana ne? Kudret diyor ki: Sana ne, yok! Bir vücûdsunuz siz. Bir
vücût. Eğer daha daha tekâmül ederse, daha teâli terakki ederse, aynı
ıstırabı burada tadar. Onun Kudret dersini kaçırıyor.
Birçok şeyler ihtirâ
ediliyor, fakat kalbin fazâiline ait, mananın maaliyatına ait, hiçbir yerde bir
ihtirâ yok. Beşere o sevda gelmedi. Ne vakit gelir, huzur da gelir. O zanneder
ki, -ekseriyet- efendim servet olursa, para olursa... Yok efendim! Para bizâtihi
servet değil, bir şey değil, nimet değildir. Bunu her konuşmada tekrar ediyorum
yayın diyerekten. Vasıta-i nimettir. Git filan yerde nimet ol, derse olur ve illâ olmaz. Çok kere de nikmet
olur.
Bugün beşeriyet öyle bir hâle
gelmiş ki, canavarları utandırtacak kadar fiiller irtikâp ediyor. Hayvanat-ı
ehliyeyi değil, canavarları utandırtacak kadar. Hani insan mesela, bir hayvana
misal getirerek, şunun gibi diyemez. Yarın o hayvan, Kudret’e bir dava açsa,
insan cevap veremez. “Benden ne istedin?”, der. “Bana niye izafe etti bu insan
kendisini?”, der. “Beni şöyle bir hayvan yaptı da, ‘olmam’ mı dedim?” Beni kulandılar
da, “’kullandırtmam’ mı dedim? Her işlerini gördüler de, ‘gördürmem’ mi dedim? Benimle
bunun ne alakası vardı!?” Cevap verilmez
o vakit.
Hâlbuki insan, bir mânâsı
göz mânâsınadır. Neyin gözü, bütün mevcûdâtın gözü. Mevcûdât içerisinde insan
olduğu içün, görecek. Yaa! İnsanın
çok mânâsı var. Bir mânâsı da göz. Hilkatin gözü. Ruh-u hayvanisi ile ruh-u
insanisinin farkına varacak. Bir defa onu ayıracak. Canını isminden ayıracak. Saadetli
o kimseye denir ki, dili ile postunu birbirinden ayırır. Sahib-i kalp mi
yoksa et parçasına mı malik. Büyük Kitap öyle der. Söyler söyler de yani Allah
bir şeyi beyan eder de, ettikten sonra der ki:
لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ .[4]
Ben bunu kalbi olana söyledim, der.
Demek ki herkeste kalp
yok. İnceliğini anlatabildim mi acaba? Buyurur, buyurur, buyurur, söyledikten
sonra der ki: Ben bunu kalbi olan için söyledim. Demek ki her önüne
gelen de kalp yok. E ne olacak? Yazık günah değil mi?
Hâlbuki biz tarihin en
eski efendisinin çocuklarıyız. Bizim dedelerimiz; zulmü gördüğü yere adli,
cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı koyan insanlar. Bire on
dövüşmüşler. Bire on dövüşmüş. Evvela canan, sonra can diye yaşamış. Nerdee! Çocuğunun
nafakasını vermiyor. Anasına bakmıyor. Babası ihtiyarlamışsa ağır geliyor. Hâlbuki
acaba ona nazar-ı merhametle bakmaktan daha büyük zevk var mıdır? O bakış, göz
bakışından daha büyük zevk, ne olabilir?
İki büyük zevk vardır.
Zevk olaraktan. Diğer zevklerin hepsi geçicidir, hiç kıymeti yoktur. İki büyük zevk. Bir tanesi, o
birinci sınıf insanlara ait. Herkeste olması esas. Ona Marifet-i Hak zevki
denir. Onu şöyle bir tarafa bırak. Dünyevi zevkler gelince hepsi geçer.
Yalnız dünyevi zevklerden
geçmeyen iki büyük zevk vardır. Biri infak zevkidir, biri de iffet zevkidir.
Bu iki zevki insanlar unutmamalıdır. Bu infak zevki içerisinde muhabbetle de
infak olur. Adaletle de infak olur. Anlatamıyor muyum acaba? Servetle de infak
olur. Geniş bir masaya sahipsin. Ceberruti bir tavırla önüne geleni
haşlayacağına, herhangi bir zayıf insan geldiği vakitte hâlini anlatamaz sana;
servetin, câhın vermiş olduğu kibr-i nahveti “Bu bende ariyettir, ariyet...”
Ariyet olduğunu Kudret her
vakit insana anlattırır değil mi ya? İki üç konuşmada bunun misalini söyledik.
Hepimiz bunu görürüz. En büyük şey uykudur. Uyku. Uykunun ne olduğunu kimse
anlatabilir mi? Hiçbir ilim adamı
anlatabilir mi? Hiçbir felsefe adamı anlatabilir mi? Hiçbir fen adamı
anlatabilir mi? Uyku hakkında konferans verecekmiş. Hiç. Hiç, dırıltı. Hiçbir
şey anlaşılmaz bundan. Kimse anlatamaz.
Birçok mevzûu vardır ki
Kudret, ilk sayfası ile son sayfasını koparmış, bırakmış. Hadi bakalım
burasıylan yetişin, demiş. Neden? O hâl tecelli ettiği vakitte senin ne’n varsa
senden alıyor. Evvela hissini alır. Hissini aldığı vakitte, nerden anlayacaksın
sen onu? İstersen bak merak et. Epeyce uykusuz kalırsın. Şu nasıl gelir nasıl
olur, nasıl olur, hiç bulamazsın.
Senin hissini alacak. İlmini
alır, şuurunu alır, aklını alır, hissini alır, karını, kocanı, evladını,
masanı, kasanı, hamalını, rütbeni hepsini alır, bahr-ı umman-ı ehadiyetine atar.
Hem öyle bir karışış karışır ki, ne benim cehlim senin ilmine, ne senin ilmin benim cehlime, ne benim mütevâzı
hâlim senin büyük varlığına, ne senin büyük varlığın benim mütevâzı hâlime
hiçbir vakit şey olmaz. Nüfus kâğıdı kayboldu yarın çıkacak filan yok. Yine
tekrardan buyurun, der. Yakaza hâlinde; işte ilmin, işte rütben, işte masan,
işte kasan, tekrar birer birer verir.
Uyku zalimle mazlumu hâkimle
mahkûmu müsâvî kılar.
Kudret dersi kaçırıyor. “Şunu ben sizden ariyet olan varlığımı her an alıp
veriyorum. Bir gün vermezsem ne yapabilirsiniz?
Vermem.” Değil mi? Daha Kudret’in vermiş olduğu açık misaller çoktur.
Misale girdim de, vaktiyle
arif insanlardan birisi dostları ile beraber bir bahar günü gezmeye çıkalım,
demiş. Kale kapısından dışarıya çıkmışlar. O vakit motor filan yok. Kuyularda
bostan dolabı derler. Beygir gözleri bağlı, döner, suyu çıkarır.
O, dostlarına: “Dikkat edin, demiş. Hakiki insan neye benzer bilir misiniz? İşte buna benzer, demiş. Bakın suyu alıyor da kovalar, kemal-i haşmeti azameti ile suyu tamamen kendisine alıyor.
-Hakikaten o da bir şöyle bir azametle alır suyu şöyle- Hiçbirisini kendisine mal etmeden, hüüüp veriyor. Hakiki insan da Kudret’ten alır, kendisine mal etmeden yine verir.” Anlatamıyorum galiba!
Oradan biraz daha ileriye
gitmişler. Toprağı eşmişler, biraz çirkinlik bir şeyler işte, çöp möp, gömüyorlar. Durmuş onun
üzerinde.
Demiş: “Hakiki insan kime benzer bilir misiniz?” demiş, yine dostlarına. “Toprağa benzer, demiş. Görüyor musunuz? İnsan toprak ahlaklı olmalıdır. Basarız ezeriz bütün çirkinliklerimizi gizleriz. Tükürürüz, necasetimizi gömeriz. Her hakareti yaparız, fakat bize yine ikramını yapar. Bizim yiyeceğimizi çıkarır önümüze, buyurun der ikram eder. Hakiki insan da buna benzer.
Bu akşam bizde kalalım.” Demiş mahsus. O vakit elektrik yok, petrol var ama mum yakmış, mum uyandırmış. Diyor yine: “Hakiki insan neye benzer bilir misiniz?” diyor. Tatbikatlı ders gösteriyor. Bu adam ahlakçı. Ama uzun boylu öyle, nazari ahlak değil birtakım. Tatbikatçı.
“Şu muma benzer, diyor.
Bak, “ışık vereyim” diye kendini yakıyor, kendine ışık vermiyor.” Dibine ışık
vermez derler, mum dibine ışık vermez. Ben etrafıma ışık vereyim, ziya vereyim
diyerekten, kendini feda ediyor, fakat kendi ışıklanmıyor. Hüner, insan olmak
buna benzer, buna gayret edin, demiş. Bir şey anlatabildim mi acaba?
Ama belki şimdi zavallıymış, derler. Artık o mu zavallı, ben mi zavallı, onu bilmem ben.
Yalnız bugünkü konuşmamızda,
en mühim yer. İki mühim zevk vardır dedim. İki esas söyledim. Bunları
unutmayın. Bir, bir de dedik ki,
beşer her sahada tekâmül etti, etti. Fakat buraya sükûnet veremedi. Burada o
huzur yok. Bütün dünya, mevzii konuşmuyorum. Bütün dünya sekenesi. Küre
kanaatime göre üç milyar insan besliyor zannederim bugün heyet-i umumisinde...
Neden?
Kisbi değil o. Musluk Kudret’in elinde. Kıstı mı çıkmaz. Bakacak ki beşeriyet birbirini sevecek, tutacak.
İnsan bir mânâda hilkatin gözü, olanı görecek. Bir. Bir mânâda sende konuşanla bende görüşen, yanlış söyledim. Bende konuşan sende dinleyen, İkisinin mecmûuna insan denir. Yahut sende konuşan bende dinleyen, demek ki tek başına olmuyor. Tek başına olmuyor. O hâlde Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd[5] Buna eski konuşmalarda canlı misal vermiştim. Demiştim ki beşerin ya elemi vardır ya. Emeli vardır yahut hem emeli vardır hem elemi vardır. Bundan hâlî değil insanlar. İşte şu olsun bu olsun filan, cibilli şey bu.
Farz edelim ki, Kudret dese ki: “Bütün mevcûdâtı sana verdim, arşı ile seması ile arzı ile bütün varidatı ile beraber. Yalnız insan sınıfını kaldırdım tek başınasın, yeryüzü de senin mülkü ile beraber. Semavatta senin bütün varlığı ile beraber. Bildiğin bilmediğin avâlim de senin, bütün mevcûdâtı ile beraber, fakat yalnız sen kalacaksın. İnsan namına bir şey yok!” Beş dakika yaşayamazsın.
O hâlde, bağlıyız birbirimize. Neden acaba tutunamıyoruz? Sen benden emin değilsin bende senden. Kanunlar insanın şurasına kadar gelir. Nihayet cebini arar. Buradan içeriye girer mi? Girmez. Beşer, bugün en yüksek terbiye tezgâhı çalışıyor, en muazzam inzibat teşkilatı çalışıyor, en mükemmel kavanin[6] tezgâhları mükemmel bir vaziyette işliyor. Hani ya? Buradan içeriye girecek. Buraya kadar gelir. Nihayet beni arar, muzur bir şey var mı? der. Şuna bakar buna. Fakat buradan içeriye eli girer mi? Buradan içeriye giren bir şey lazım. Buradan içeriye girecek bir şey!
Uhud harbinde yedi kişi
yaralandı. Ummu Ammare su dağıtıyor. Yaralananlardan iki tanesi yakın
akrabasıydı. Yakınıydı kendisi. Sesinden tanıdı suyu götürdü. Hepsi de “Suu!”
diyerekten bağırıyor. Yaranın hızı
ile.
“Sen misin?” dedi.
“Benim, Allah’ıma
gidiyorum dedi. Su istedim ama öbür baştaki benden önce istemişti. O içmeden
ben içmem!”
Ona gitti. “Öteki benden
önce istemiştir, bağırmıştır, o içmeden ben içmem!”
Uzatmayalım mevzûu. Onun
başına geldi, “O içmeden ben içmem. O içmeden ben içmem!”
Bunların hepsi Allah’ın elinden içtiler gittiler. Nihayet beşer elinden içemediler. Acaba bunlar nerede münevver olmuşlardı. Bunlar bu feragati, bu insaniyeti… Ne bileyim. O artık kelime ile elfaz ile harf ile cümle ile tarife gelmeyecek bir şey. İnsan, son anında yaralanmış, yaranın acısı ile susuzluğun dehşetli bir şekilde tecellisi üzerinde aks etmiş. Su diyerekten bağırsın, o bağırırken başka bir arkadaşı su diyerekten bağırsın, su karşısına gelsin. “O benden önce istemiştir” desin. “Ben içemem o içmeyince” desin.
Hubb-u gayr, gördünüz mü? Evvela canan sonra can. Bu nereden almıştı bu feyzi? Buna bu telkini kim yapabilmişti? Ne ile oluyordu bu? Membaı neydi bunun? Bu bugün olmaz mı? İnsan var mı? Var. Yine olur. İnsana bağlı. İnsan olduktan sonra.
Beşer âlem-i kudretle nispetini kesti, yalnız âlem-i hilkatle kaldı. Kalınca yaratırım sevdası geldi. “Hadi bakalım!” dedi Kudret. Yarat bakalım, dedi. Var birçok şey var ama netice yok. On nüfuslu bir aile onunun da kafası ayrı ayrı çalışır. Şöyle bir sıcak muhabbet yok. On kafa bir arada toplanıp da onunun kafası, onunun kalbi bir arada işlemiyor. O beşte geliyor, öteki altıda geliyor, sekizde geliyor. O bir tarafta o öbür tarafta, onun kafası bir tarafta ötekinin kafası bir tarafta. O şey yok, o irtibat yok. Birleşmiyor o gönül.
O gönül birleşmeyince, Kudret de o feyzi vermiyor. O, onu beğenmiyor, o, onu beğenmiyor, olmuyor. O vakit bir yerden çok korkuyor insanlar. Nerden korkuyor? İçindeki hâkimden korkuyor, çok korkuyor. Malum ya insan zevahire kendisini iyi de tanıtabilir, kötü de tanıtabilir. Çok kötü bir adam, kendisini harice çok iyi tanıtabilir. Fakat içinde oturana tanıtabilir mi?
“Sen alçaksın, ben seni biliyorum!” der. Kendisi onu recm eder. İçinde oturan, “sen der gittin mahkemeye şöyle iki tane şahit götürdün, şunu yaptın bunu yaptın. Mukaveleyi yaparken hukukun şu dalaveresini öğrendin, buraya şöyle bir kelime ilave ettin. Bu kelimeyi sen vaktiyle yaparken o karşındaki adam bilmiyordu bu kelimenin şu mânâya da geleceğini. Bu mânâya da gelmesi mümkündü, onu gizledin. Buna da şimdi iki tane adam buldun, bunu burada böyle kullandın. Fakat senin ne alçak olduğunu ben biliyorum!” der.
O onu daima recm eder. İçindeki oturan hâkim. Zaten insanın en ziyade korkacağı iki mühim yerdir. Biri içinde oturan hâkimle, biri de bütün kâinatın ahkemü’l-hâkimin[7] olan, hâkimliğinde bulunan hâkim. Konuşturacak çünkü. Yalnız, işte merhamet ediyor da Hudâ, nedamet ederse de insan. Şimdi mânâya taalluk eden bir şey ama hoşunuza gideceği içün söyleyeyim. Söyleyeyim mi?
Mesela, Kudret; belki insanı doğrudan doğruya suçundan dolayı affeder ebediyet âleminde veyahut tezyif eder, cezası bittikten sonra affeder. Keremi büyük. El verir ki onunla azamet yarışına kalkılmasın. Benlik suçu affolunmaz. Benlikte rücû yoktur. İki konuşma evveli söylemiştim.
Kudret iki model vermiş, kâinata. Biri Âdem’e; şu işi yapma demiş, yapmış bir suç işlemiş; biri –İblise- (yap diye) emir vermiş yapmamış, bir suç işlemiş. İkisi de suçlu. Birisi suç işlemiş boynu bükülmüş, bükmüş. Suç işlemezden evvelki mevkiinden daha büyük mevkii almış. İblis, düştükçe düşmüş, düştükçe düşmüş. Sebebi ne? İblisin suçu benliğinden dolayı. Kibr-i nahvetinden dolayı. Azametinden dolayı.
Benlik suçu gitmez. Çünkü benlik daima zulme götürür. Zulüm kadar Allah’ın gadabını çabuk meydana getiren bir şey yoktur. Hatta Hazreti Muhammed öyle der. Bir kavim, bir camia, bir varlık, küfür ile devam eder der, fakat zulm ile devam etmez. O mühim bir şey. Şimdi af oldu veyahut gördü af oldu. Her neyse kendi kendisinin yapmış olduğuna ait, kendisinin bir recmi var ya kendisini.
“Seni sana da unutturacağım da, diyor. Sen kendini unutmazsan yine rahatsız yaşarsın.” diyor. Acaba anlatamadım mı? Bu, gayet şık burası. “Seni ben sana da unutturacağım. Çünkü sen kendi kötülüğünü, kendi fenalığını kendinde unutmazsan sen filan vakit şöyle bir belaydın diye daima kendini recm edersin. Yine huzur ile yaşamazsın. Seni sana ben unutturacağım.” Burada ne incelikler var biliyor musun?
Burada öyle incelikler var ki. Mesela bir tanesi; birisine ufak bir iyilik yaparız, icabında başına kakarız. Ağzınla kakmazsın da hâlinle yaparsın. Mesela, minnetin altında bırakırsın. Hudâ, senin suçunu sana unutturtuyor. Mesela diyor ki: “Birçok şeyler vardı”, diyor. Külfete bağlıydı, yapamazdın. Kendin söylüyorsun, şöyleydi böyleydi. Hâlbuki ben insanlık âlemine mevcûdâta yapamayacağı hiçbir emri vermem. Sakın bana o şekilde mazeret serdetme. Demek ki ben bilmiyormuş olurum, onları bırak. Hiç olmazsa iki sıfatımı alıp gelseydin. Hayatında kaç kişinin suçunu örttün, kaç kişiyi affettin? Göreyim sende o sıfatları, diyor. Kaç kişiyi? Benim bir ismim Settar idi, örter.”
Öyle değil mi ya. O ismi ile tecelli etmese, ne ben burada oturabilirim, ne sen buraya gelebilirsin. En büyük keremi, seni benden gizledi, beni senden gizledi. Setreder. “Sen kaç kişinin seyyiatını gizledin? Kaç kişiyi hayatında affettin? Onu dahi, bedava olan şeyi dahi yapamamışın. Demek ki ahlakın hiçbir sınıfına girememişsin sen. Hiçbir sınıfında yerin yok. Nerenden tutayım senin, Ben?”...
Dedikodu mevzûu oldu mu uyurken uykusu kaçar. En büyük atalet gelsin, eşeler daha daha ne var diyerekten. Daha daha ne var? Sana neticede ne çıkar ondan? Hiçbir şey çıkmaz. Bize burada lazım olan şey: Benlik suçu affolunmayan bir suç, gerek madde âleminde gerek mânâ âleminde. İlk dikkat olunacak nokta bu. Buna bir şimdi canlı misal vereyim, tarihi misal.
Mansur da “Ene’l-Hak”
dedi, Firavun da “Ene’l-Hak” dedi. Söylemelerinde bir fark yoktur. İkisinin de
cümlesi bir. Mansur da dedi ki: Ene’l-Hak. Firavun da dedi ki: Ene’l-Hak.
Mansur’un Ene’l-Hak demesi Hak oldu, Firavun’un Ene’l-Hak demesi, onun
lanetine, telin
edilmesine, berbat olunmasına sebep oldu. İkisi de ondan başkasını söylemedi.
Mansur Ene’l-Hak dediği
vakitte benliği yoktu, sırrından söyledi. Kendi hüviyetinin doğrudan doğruya, bizâtihi kendisi
ile kaim olmayıp, Hak ile kaim olduğunu ilan etti. Firavun Ene’l-Hak dediği
vakitte “ben varım” diye ilan etti. Anlatabiliyor muyum acaba? Aralarındaki
fark bu.
O, o sırra agâh olmuştu,
onun ehli olmuştu, o işe ehil olduktan sonra, onun sahibiydi. Sahibi olduktan
sonra söyledi, o söz onda “Hak” oldu. Öbürkü nâ-ehildi, o söyledi, onda batıl oldu. O şeye ehil
olmadı mı, Mevlana’nın dediği gibi: Ehil olmazsa nâ-ehilde herhangi bir şey
yerini bulmaz. En güzel bir aleti verin bir adama fakat o el o aletin ehli
değilse ne işe yarar o alet? Mesela en mükemmel bir doğrama takımı verin
birisine fakat doğramacı değil, o alet orada bir işe yarar mı? Bir kimse bir
şeye ehil olmadan, o şeye malik olursa, malik olduğu şey o kimsenin, bir
şeysine yarar mı? Yaramaz. Herhangi bir söz de o söyleyen kimsenin hâline
muvafık olmazsa, onun için bir faide verir mi? Zararı olur. Bilmem anlatabiliyor
muyum? Yaa!
Güzel bir misal geldi ama
uzayacak, vaktimde yok. Epey sürer o. Yoruldunuz galiba. Şimdi bir insan bir
şeye ehil olmadan o şeyi söylerse, ona ne faidesi olur, dedim. Bu biraz insanın
ahlaken tekâmül ettikten sonra ki vaziyetini anlatabilecek bir misal olduğu içün
söyleyeceğim.
Hazreti İsa bir arkadaşı
ile gidiyormuş. Arkadaşı demiş ki: “Bana İsm-i Azamı öğretir misin?”
Şöyle bir bakmış, bir lisan-ı münasiple, o an içün ona öğretemeyeceğini
söylemiş. Ağzı ile değil de, hâli ile. Büyük insanlar yapmayacağı şeyleri
ekseriyetle ağzı ile söylemezler. Bazı insan da illâ böyle ağzı ile
söylesin diye bekler. Söylemez. O bir hâl alır, o hâlinden anlaşılır ki, o onu
yapmayacak. Gösterir o. Ağzı ile değil, hâli ile.
Sormuşlar: “Sizden bu zat
bunu niyaz etti...”
“Severim o insanı ama
demiş. İsm-i Azam’ın şanını henüz daha bilmiyor. Ona ehil değil. Bilmediği içün
onu, o ona ehil değil. O ehliyeti almadığından dolayı herhangi bir işte onu
kullanır, o niyet eder. O niyeti meydana gelmeyince bu sefer kendi noksanlığını
idrak etmez, sarsıntıya uğrar.”
Anlatamadık galiba! Bu mühim yer bu. “Kendi noksanlığını idrak etmez, sarsıntıya uğrar.” Herhangi bir şeye bir kimse ehil olmaksızın sahip olursa, malik olursa, o malik olmuş olduğu şey, o kimseye fayda vermez. Bu orada böyle olduğu gibi diğer yerlerde de böyledir.
Fakat şimdi ben size daha bir canlı misal vereceğim, buradan geçerek anlayacağız. Bak tatlı ama bu, benim zevkime gitti de onun içün devam ediyorum. İnşallah anlatabilirim. Biraz zorca yer. Şimdi derler ki, şimdi ahlak mevzûu ile mânâ mevzûunu burada misal olaraktan birleştiriyorum.
Zaten ahlakın dedik ya,
ebediyetle alakası var mânâ ile buradan misal vereceğim.
Besmelesiz iş sonsuz iş,
denir. Değil mi? Bu
bütün edyanın salikinde Hakk’ın ismini anmak vardır. Hristiyani de Musevi de
her edyanda. Dünyada belli, başlı altı tane din vardır; Zerdüşt, Brahma, Budizm,
Yahudiyet, Hırıstiyaniyet, İslamiyet. Daha birçok ya, bunların saliki çok
olanlar, bunların hepsinde var. Bu fıtri olaraktan geliyor, esasen.
Sizinle tarihin mazbut
olmayan bir zamanına fikren seyahate çıkalım, şöyle bir… Henüz daha tarih
bilinmeyen bir devreye, şöyle binlerce seneler evveline, yüz binlerce seneler evveline.
Eski mi o kadar çok? Çok eski ya, uuu! Daha fen oralara yaklaşmadı. Daha üç yüz
bin senelik, beş yüz bin senelik, müstahatta
bulunuyor. Büyük Kitap, o mübelliği[8],
hayret eder adam. Durur akıl. Allah diyor, bu malum olan âdemden evvel, yüz
binlerce âdem devresi yaratmış, kapatmıştır. Siz son âdemin evlatlarısınız.
Buna ne bidayet mutasavver ne nihayet.
İnnâllahe haleka’l-âdeme’l-malum
bâde miete miete elfe âdem.
Yüz binlerce âdem devresi
gelmiş ki, ne milyonlar ne trilyonlar ne nüvilyonlar o senelere uymaz. Dur
bakalım daha. Fennin bildiği nerede? Durur akıl. Yani biz son âdemin
evlatlarıymışız. Bir gün şöyle yapmışlar. “Elimin şu hareket-i devriyesinde
adet manzumesine sığmayacak kadar, adet manzumesi yazamayacak kadar, cana
çarpmıştır.” diyor.
Mevzû dağılıyor amma
toplayacağım ben size. Parça parça aklıma geldikçe veriyorum. Sebebi neden
biliyor musunuz? Bizim tuhaf bazı şeylerimiz var.
Mesela bizim tarihte büyük
bir ecdadımız var. Dedemiz. Üç kıtada hükümdarlık etmiş. Türk hiçbir gün
otağsız kalmamış. İsmini de hilkat koymuş. Türk demek; bütün kötülüğü, fenalığı
terk eden adam, demek. Terkten geliyor. Anlatabildim mi acaba? Temiz. Şimdi
onun, mânâ itibariyle vicdan itibariyle ebediyete ait bağlantısındaki, o
gönlünü vermiş olduğu yerde, makul mü vermiş, gayr-i makul mü vermiş dedikodusu
olur bazı insanlarda. Acaba, hissine mi kapıldı verdi, körü körüne mi verdi, aptalcasına
mı verdi? Hayır azizim!
O seçmiş olduğu mânâda ki varlıklardan
en güzelini seçmiş ve üstüne olmayanını seçmiş ve el’an üstünde bulunmasının
imkânının olmayanını seçmiş. Ne kadar medeniyet varsa ne kadar teâli ederse
etsin, muhakkak medeniyet onun bir yerinde durup ona selam vererekten geçmek
mecburiyetinde olanını seçmiş. Selam verecek oraya medeniyet, öyle geçecek. Ama yaşayış tarzında, ama adab-ı
muaşeretinde, ama tıbbında ama ahlakında, heyet-i umumisinde.
Bak en kaba bir misal
vereyim size. Mevzûu dağıttık ya, yoruldunuz mu keseyim mi? Bir ufak… Frenkler
bizden almışlardır. Sen zannetme ki medeniyetin kökü sende yoktur. Medeniyetin
beşiği diye tanınmış olan Fransa’da şurada burada, daha Napolyon’un sarayında
yüznumara yoktu. Fıçıya ihracatını yaparlardı.
Burada yüksek mühendis
mektebinde, Alman profesörleri, bundan on beş sene evvel, yirmi sene evvel ders
okuturken “Bu Türklerin medeniyete hizmetleri, nezahet ve nezafetleri, her
sokağın başında bir sebilin, her köşede bir çeşmesinin bulunması ile ispat
edilmiştir.” dedi. İsimleri benim defterimde de mazbuttur.
Bu da senin mektebinde
okutmuş biri. Binlerce lira almış profesör öyle söylüyor. “Dünyada hiçbir şey bulmasam,
Hazreti Muhammed’in bir cümlesi ile Sinan’ın kafatasından bir ufak kemik
parçası bulsam ‘İşte burada Rab var’ diye taparım.” dedi. Dedi bu adam,
dedirtti bunlar. Yaa!
Nerede kaldık, ne
diyordum? Yok kardeşim. En ufak bir şeysini anlatayım dedim. Cümle burada, en
ufak bir müessesesini. Ve bunu derken, bizden almışlardır dedim. Bir yere
girerken kapıyı vurun, der. İzin almak. Şimdi bu izin alma keyfiyeti, istîzân[9]
kelimesi ile geçmezde istinâs[10]
kelimesi ile geçer.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi
diyor ki: (Bakın ahlakın yüksekliğine, inceliğe bakın, nezakete bakın) “Bir yere
girerken evet kapıyı çalacağın, izin alacağın fakat size buyurun dediler,
dikkat ediyor musunuz? (diyor) Bu emirde niçün diyor Kudret/Kadir, istinâs ile
emretti de, istîzân ile demedi. Sizin dostunuz diyor, size “buyurun” dedi. Sizi
kabul etti ama siz bu izni yalnız onun ağzından almayın. Onun ruhundan da
içinden de mânâsından da alın.” Sizi sevmediğinden dolayı değil, istemediğinden
dolayı değil. Ahh, yarın gelseydi yahut iki saat sonra gelseydi, ben bununla
şimdi lazım gelen hürmeti yapamayacağım. O alakamı gösteremeyeceğim. O
muhabbetimi bu anda burada izhar etmeklik imkânı olmayacak, şu şu sebepler var.
Bunu sezin de orada ağırlık vermeyin, diyor. Anlatabiliyor muyum acaba?
Bak nerelerine kadar
düşünmüştür. Neresine kadar düşünmüştür. Mesela toka mevzûunda şu birbiri ile.
Hiçbirimiz bilmeyiz. Ve yapmayız, tabi artık yapamayız da o unutulmuş, geçmiş.
Bu parmak bu doktordan hazik[11]
olacak. O insan, karşısına gelen adamın yekten elini attığı vakitte, nabzının
üzerine vuracak. Bu parmak öyle gelecek ki, belki doktor bile ararken şöyle
şöyle şöyle yapar buluncaya kadar. O çok usta doktor olacak ki, birdenbire rapp
bulur o. Böyle böyle yapar bazısı, böyle değil o. Bak ben buldum bu atıyor.
Anlatamıyorum galiba. Böyle olacak, o da onunkine. Sebebi ne?
Şimdi cali güler yüz
vardır ya, ooo filan diyerekten. O karşısında göstermiş olduğu güler yüz
iltifat, vesile-i muhabbete ait olan çehredeki hudut-ı veçhiyedeki değişiklik,
cali mi, sahte mi? Hakikaten bir samimiyet eseri mi? O muhabbeti kalbinin atış tarzının
değişmesinden, burdan anlayacak. Buraya kadar kurmuştur bu esası. Kurmuş. Yani
öyle götürü iş değil.
Şimdi dedik ya bu… İsa öğretmemiş.
Niye? “Ehil görmedim, diyor. O insanı, O’nun şanını bilmiyor. Onun ehliyetini
görmedim, diyor. Ehliyeti olmadığı içün kendisindeki noksanlığı idrak edemez. O
işi meydana getirmeyince bu sefer, isyan eder.”
Şimdi biz deriz ki... İnanmış
bir insanla konuşuyorum. İnanmış, gönlü huzurda, inanmış bir insanla
konuşuyorum. Herhangi bir işi yaparken Hakk’ın ismini anda öyle yap. Hak
ismi ile yap. Mahrum kalmazsın. Şu aynayı tut dedik, büyük ayna. Hakk’ın
ismini andık. Tam kaldırırken ayağı takıldı, şıraaak, düştü. “Yahu Hakk’ın ismini
de andık, bu ayna da parça parça oldu!” Anlatabildim mi? Mevzû şimdi burada. O
ismin biz elfazını andık. Zatını anamadık. Öyle mi? Evet.! Misal de
vereceğim, misal benim değil, hoşuna gidecek. Bunu söyleyeyim sonra misali
vereyim.
Hudâ der ki: “Ben Âdem'e
bütün esmamı öğrettim. Talim ettim. Bütün isimlerimi bildirdim.” Bütün isimlerini bildirdikten sonra
sormuş. Senin ismin ne, demiş. O Hudâ’nın hin-i taallümün[12]de
öyle müstağrak, öyle zevk içerisinde fani olmuş ki, “Bilmiyorum Ya Rabbi!”
demiş. Der demez, “Haa, sen şimdi kendinden fani oldun. Ben sende tecelli ettim.
O hâlde seni yer üzerinde kendi namıma naib kıldım.”
İşte insan, Hak namına
bütün eşyayı tasarruf etmek hakkını Âdem’in orada “bilmiyorum” demesinden
almıştır. Anlatabildim
mi acaba? Ne vakit ki sen o Hakk’ın ismini aldığın vakitte kendinden eser
kalmazsa o vakit ayna kırılmaz. Kendinden eser var mı? Ayna da kırılır sen de
kırılırsın. Ama anmayayım mı? Hayır, o mevzû gine ayrı. O ayrı bir iş. O
elfazın yine kendine mahsus hayrı var. O gine ayrı.
Şimdi buna Mevlana bir
misal getirir. Mevlana. Onun misali daha acayip. Köylünün biri, diyor. Köylünün
biri, ahırına bir aslan girmiş. Girmiş aslan yatmış. Karanlık, köylünün de tabi
kendi yeri olduğu içün, hani derler ya: Körün kendi evinde değneğe ihtiyacı
yoktur. Kendi kendine gider gelir her yere.
Köylünün de kendi ahırı
olduğu için lambaya mambaya o kadar ışıkta zaten oralarda yok. Kendi yerini
filan iyi biliyor. Öküzün olduğu yeri de biliyor. Şimdi öküz diyerekten gitmiş,
aslan yatıyor. Aslanı başlamış okşamaya böyle kaşımaya maşımaya.
Aslan diyor şimdi Hazreti
Mevlana. Aslan diyor, demiş ki: “Sen aydınlıkta beni görsen biraz zor okşarsın
ya! Sen aydınlıkta beni bir görsen için hûn[13]
olur. O için baştan aşağı kan içinde kalır, için. Derhal azaların erir ama hadi
bakalım, okşa bakalım” dermiş. “Sen beni bir aydınlıkta görseydin!”
Şimdi bunu söylemekten
maksadı; birçok insanların Kudret’in ismini anması, böyle âdet hâlinde
anmaktır. Tadını, zevkini, ihlasını duymadan anmaktır, onun içün iyi netice
alamazlar.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Vifak: Dostça bir fikir
üzerinde birleşmek. Samimi anlaşmak. Barış. Uygunluk.
[2] Paylaşmak:
"Paylaşmak" kelimesi; günümüzde bir şeyi iki ya da daha çok sayıda
kişinin arasında “pay etmek” "ortak olmak" gibi olumlu anlamda
kullanılır. Deyim olarak ve Osmanlıca'da (buradaki metinde) ise, olumsuz bir
ifade olarak kullanılır. Mesela; kozlarını paylaşmak, ağzının payını vermek,
birine meydan okumak, cedelleşmek, mücadele etmek gibi.
[3] İnsicâm: Düzgünlük. Bir
bütünlük ve düzgünlük içinde devam etme, birbirine bağlı ve uygun olma. Edb: Düzgün,
tertibli, pürüzsüz, akıcı ahenkli söz.
[4]
Kaf Suresi 37. Ayet-i Kerime اِنَّ
ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ اَوْ اَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ
شَه۪يدٌ meali: Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır
bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.
[5] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler
istimdâd-ı dâd: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin
selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler
bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif
Cenab-ı
Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe,
büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın
takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki,
büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet
eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri
çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre
dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden,
çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan ayrılamaz.
Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha
değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için
diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır. Tam manayı veremedik.
[6] Kavanin: Kanunlar
[7] Ahkemü’l-hâkimin: Hâkimler
hâkimi, en büyük ve en üstün hâkim. En doğru hükmeden, hükümlerinde en üstün
olan ve kendisinden başka hüküm koyanların hükmünü iptal eden anlamında Allah'u
Teâlâ'ya özgü olarak kullanılan Kur'anî bir terimdir.
[8]
Mübelliğ: Tebliğ eden, bildiren, duyuran
[9] İstizân: İzin isteme,
müsâade isteme.
[10] İstinâs: Alışma,
ürkekliği gidip ünsiyet peydâ etme, yakınlaşma.
[11] Hazik: Mehâretli, işinin
ehli, mütehassıs.
[12] Hin-i taallüm: İlim
edinme anında zamanında halinde
[13] Hûn: Kan
0 yorum:
Yorum Gönder