107. (08.04.1962) 70 dk (154)
Ahlak mevzû üzerinde devam
etmekte. Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak,
diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi
akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın da menşeinin kalp olduğunu söylemiştik.
Gerek akıl gerek aşk, vazife, bunların hepsi mânâ-i insaniye ait birer vasıf
olmaları hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar.
Zahirde görünüş itibariyle, etten kandan kemikten yapılmış gibi tecelli eden, nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığabilen insan; iç yüzü itibariyle, bütün eşyanın hakikatine agâh olabilecek bir kabiliyette, Hakk’a muhatap olabilecek bir sıfatta, en büyük varlık onun kalp şehrinde bir nokta olacak kadar geniş bir varlıkta meydana gelmiş bir can. Bunu nasıl hâlletmeli? Bunu beşeri kudretle hakikatini anlatmak, imkân dahilinde değil.
İnsan dendi mi mahz-ı
gönüldür. Tabi insan-ı hakikiyi bahsediyoruz. İnsan denildi mi bütün mevcûdâtın
gözüdür. Nasıl şu torbanın içerisinde, şu varlığın içerisinde gözün kendine
mahsus bir kıymeti varsa hilkatte de insan, bu varlığın gözü olmak dolayısı ile
hususi bir kıymeti vardır. Ruh-u menfûh ile tekrim edilmiştir. Ne demek o ruh-u
menfûh ile tekrim edilmiş? İşte buraları sor.
Duyarsın da anlatamazsın. Bunu
hepimiz duyarız. Ben duymadım, bilmem. Artık ne bileyim. Nasıl bir kelime ile
ifade edilebilir ben duymadım diyen kimseye ne denebilir? Herkes duyar.
Kendinin ne kadar geniş, ne büyük bir mazhar olduğunu idrak edemez misin?
Zahirde şöyle elli atmış kiloluk bir varlıksın. Fakat kendinden çok kavî olan
şeyleri tasarruf ettiğini, birçok kuvvetler senin elinde oyuncak gibi olduğunu
her an, her hadise ile görmüyor musun?
Eğer terk-i vücûd edip,
kendini şule-i muhabbette fani kılacak olsan, Kudret’in bir muhabbet şulesi
vardır. Onda kendini yok edecek olsan, o vakit işin daha başka şekillerini
görebiliriz amma tabi bunlar zor şeyler. Şimdi biz kesafet arasında bunları
konuşuyoruz. Kıyl-ü kal arasında. Şurada oturuyorsunuz, birçok yere de gidip
geliyorsunuz otururken. Birçok insanlarla da konuşuyorsunuz. Belki birçok
hadiseleri de hallediyorsunuz. Veyahut bazı şeylerde takılıp kalıyorsunuz.
Kaç tane vücûdunuz var. Dinleyen
vücûdun hangisi, bir yere gidip gelen vücûdun hangisi? İçinde kavga eden hangi vücuttur,
muvafakat eden hangi vücut, muhalefet eden hangi vücut? Bunlar bir tane iki
tane şey... Sonra gel diye hayattan azl oldun emri, geldiği vakitte acaba hangi
vücûtla gideceksin? Korku burada. Büyük insanların titredikleri şey bu.
Hepimize denecek ya: “Müfredat programı elinde bitti, eline verilen programı
bitirdin, gel bakalım!”
O içinde sessiz sözsüz, bizsiz
sizsiz, konuşan mânâ-i vücûdun, ruh denilen o varlığın, senden ayrılıp
giderken, bu cesedin gözü bakar ona. Onu gayet güzel anlatır Mevlana. Hiç
bulunmadın mı, bir ölenin yanında? Daha doğrusu yeni doğanın bir yanında? Ölü
tabiri avamın tabiridir. Ölmek demek, doğmak demektir. Asıl doğum şeydir o,
ölüm tabirinedir. O en çetin bir vaziyette ıstırap içerisinde kıvranır,
kıvranır, kıvranır. Fakat tam o gel emrini alır almaz, nazarlar bir yere
teveccüh eder, ettikten sonra en ıstıraplı olan çehrede dahi, o ıstırap
tamamıyla çekilir. Demek ki,
Garaz ıyd-i visalindir, bu ay
ü gün hisâbından
Bizim bildiğimiz gibi değil.
Anlatabiliyor muyum acaba bir şey? Öyle bu kalıbın, kullanmış olduğun bu
çerçeve dahi böyle gidiyor diyerekten bakar böyle. Anlatamıyorum galiba? İşte
o giden vücut, hangi vücûduna tesadüf edecek? Düşündüren nokta bu. Gönül
olan vücûdunu mu temâşâ edecek, nefis olan vücûdunu mu temâşâ edecek? Gönül
olan vücûdunu temâşâ edecekse, likâ vardır. Nefis olan vücûdunu temâşâ
edecekse, zaten bu alemini hasretle geçirdin, ebediyet âlemini de hüsran-ı nedâmetle
geçireceksin. Hayat bundan ibaret.
Burada herkes hasretle gider.
Bunun saadeti de hasrettir. Başka bir şey yoktur. Her neye nail olursan ol,
en büyük masaya sahip ol, en büyük rütbeye malik ol, en büyük câha, sana
teveccüh etsin. Geniş geniş varidat senin yed-i tasarrufuna verilsin, yine
hasret yine hasret! Böyle açmış pazarı. Değiştirtemezsin Kudret’in elindeki
tezgâhı. Böyle kurdum, diyor.
Belanın altında bal gizlendiği
için, belaya talip olan belaya ragıp olması, kendisine emredildiğinden dolayı
ve bunu hâli ile tadanlar bulunduğundan dolayı, netice itibariyle hayattan
memnunuz derler ve onu saadetle tecelli ettirirler. Hiçbir vakit huzursuz
yaşamazlar. Onlar ahlakın çocuklarıdır. Öz anneleri onların doğrudan doğruya mânâdır.
Yoksa mânâdan soyunduktan sonra, hiçbir vakit şey yok.
İnsan bu âlemin kıyl-u kalini,
bu âlemin zahmet-i melalini, yalnız Mahbub-u Hakiki’nin rızası için çeker.
Yoksa başka şey için çekilmez bu mihnet. Sen eğer; O Mahbub-u Hakiki’nin aşkı
sende yoksa elbette bu hayat sana ağır gelir. Fakat o aşk sende varsa, aman
demekten utanırsın. Derhal sallanır o. Ufak bir şey geldiği vakitte kaşını
çatarsın. Bir ufacık bir şey geldiği vakitte bağırmaya başlarsın. Hani nerede
kaldı Maşuk-u Hakiki’nin rızası? Rıza oraya bağlı kardeşim. Anlatamadık galiba!
Ha ben kendi kulaçlarımla yenerim. Şimdi bu işin teslimiyet tarafında, zevkine
taalluk eden anlarıdır.
İnsan bu âleme yüklü
gelmiştir, yüklü. Herkes yüklüdür. Hepimiz yüklüyüz. Hiç yükün olmasa kendini
taşıyorsun. Yüklü. Niçün yükü taşır adam? Saadete kavuşayım diyerekten. Saadete
kavuşmak, ancak kanaat-i vicdaniye ile olur. Kanaat-i vicdaniye de ahlakın
çocuğudur. Yoksa olmaz. Bunlar birbirine bağlıdır.
Demek oluyor ki, insan suret
itibariyle, şöyle ufak bir şey fakat siret itibariyle, sireti mânâ-i ihtivası
Kudret’e muhatap. Naib-i Hak. Bütün varlığı tasarruf edebilecek bir kabiliyette,
bir istîdâtta yaratılmış. Beden-i turabiyesi bir şey değil. Şöyle diyelim. İki
bedeni var; bir beden-i turabiyesi, topraktan yapılmış vücûdu, bir de topraktan
yapılmış olan vücûduna taalluk etmiş olan nurdan yapılmış bir vücûdu.
Kudret’ten yapılmış bir vücûdu. Anlatamıyoruz ki!
Beden-i turabisinde müdebbir[1]
tedbir eden, tedvir eden akıldır. Beş hissi vardır zahiri, beş hissi vardır
batıni. Bunları tedbir tedvir, akıl vasıtası ile olur. Biliyorsunuz tabi zahiri
beş hissi işte. Bir de batınisi var. Beş his. Hafızası, kuvve-i müfekkiresi,
kuvve-i hayaliyesi, kuvve-i vahibesi, bunlar iç hisleri. Tatma, tutma, koklama,
bunlarda dış hisleridir. Bunlarda tedbir, tedvir kuvveti, akla ait. Ve
insanlar, hakiki insan yalnız, bununla kalmıyor. Âlem-i kudrete ait muamelesi
var.
Buradaki şeyine ait, tedbiri tedviri ne ile olacak? Aşk ile
iman ile olacak. O aşka hangi kapıdan girilebilir. Ahlak kapısından
girilebilir. Oradan girilebilir. Orada adama ilk dersi nereden verirler? “Kendini
bil” derler. “Bil, bul, ol!” derler. Evvela zulmün fenalığını
öğretirler. Adlin büyük bir şey olduğunu talim ederler.
Adalet, dünyanın her tarafında, kâinatın
her tarafında aynı olduğunu, bir yerde başka, bir yerde başka olmadığını, çünkü
fıtrat itibariyle, her yerde doğan insanın bir biçim olduğunu... Doğunca
insanlar aynı şekilde doğmaz mı? Öyle doğar değil mi? Binaenaleyh her yerde de adalet
aynı. Hakiki insan hakkı tanınacaksa, her yerde aynen tanınması icap eder.
Mugalatalı değil. Hakiki insan hakkı, hakiki adalet, hakiki hürriyet,
bunlar hep ahlakın taht-ı tesirinde. O öğretecek, o gösterecek.
Adaletle tahdit edilmeyen
hürriyetten şekavet çıkar, der. Zulüm çıkar, der. Bunları doğrudan doğruya
ahlak öğretir. Hürriyetle, adaletle tahdit edilecekse, adaletle tahdit edilen
hürriyette hak ve hukuk vardır, der.
Adaletle tahdit edilmeyen hürriyette, hukuk namına, hak namına bir şey
bulamazsınız, kavi zayıf vardır, der. Kavi zayıfı tepeler, der. Adaletle tahdit
edilen hürriyet, hangi sahada tecelli ediyorsa orada zayıf daima kavidir, der.
Çünkü orada hak hukuk vardır. Öyle tecelli ediyor.
Çünkü fıtratın taharet-i
asliyesini, tertemizliğini, idame ettirebilecek kuvvet nedir bilir misiniz? Ne
atomdur ne şudur ne budur. Onlar kuvvet değil. İmha eden şeye kuvvet denmez
ya. Yaşatan şeye kuvvet denir. Beşeriyet her şeyin adını ters koymuştur. Kâinatın
hayatını kaldırıyor, kuvvet diyor. Hayat veren şeye kuvvet denir. Hayat alan
şeye kuvvet denmez. Ağaç kurudu, kuvvetlendi de mi kurudu? Kaba bir misal,
bizim bahçedeki ağaçların hepsi birden kurudu. Kuvvetlendi de mi kurudu bunlar?
Filan yerde bütün insanlar öldü. Kuvvetlendi de mi öldü? Yook! Hayat alınan
yere kuvvet denir mi? Hayat verilen.
Hayat da iki kısımdır. Bir sûrî
hayat, bir de hayat-ı hakiki. Gerek sûrîsi gerek hakikisi, beşer bunların
farkında değil. Kendisinde verilen varlığın neye ihtiyacı olduğunun farkında
değil. Kulak güzel seda ister, iyi musiki ister. Tatlı sedaya ihtiyacı var. Göz
güzel manzara ister, güzellik görmek ister. Güzel arar. Onun için öyle der
büyükler: “İnsanlar gözleri ile kulaklarından beslenirler, hayvanlar da
boğazlarından beslenirler.”
Göz iyi hadiseleri görmezse,
kulak iyi şeyleri işitmezse, hakiki insansa ne yerse yesin yine düşer. Dimağ
güzel koku ister, ervah-ı tayyibe. Öyle der, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Güzel
koku… Hafif kokuyu istişmam et ki, dimağının yorgunluğu gitsin.” der. Farkında
mısın bu emrin. Dimağın yorulmuş, bu yorgunluğu atabilmeklik içün böyle yalnız
böyle durmak değil, bunun faydası olmakla beraber, hafiif temiz koku al, der.
Bunlar birer ihtiyaç.
Ee, gönül bir şey istemez mi? Gönül
de likâ ister. Allah ister, Hak ister, hukuk ister, muhabbet ister. Anlatamıyor
muyuz acaba? Bak kulak onu istiyor, göz onu istiyor, dimağ bunu istiyor. Ya
gönül? Hepsinin istediği şeyler var. Bunlar birer gıda. Nasıl ki hasta gıdasını
almaz, ikrah eder yemezse; onu verirsin yediremezsin, bunu verirsin yediremezsin,
nihayet vücuttan düşe düşe düşe düşe düşe, sûrî ölüm gelirse, bu manevi kalbin gıdası da verilmezse öyle
bir ölüm gelir ki, o ölüm netice itibariyle, kalıp ölümüne benzemez. Geçer,
göçer, gider.
Yazık günah değil mi, insan
gelmişiz. Gelin ölmeden gidelim. Dedim ki, insan doğrudan doğruya gönüldür. İç âleminden
konuşuyoruz, insan dendiği vakitte kalıbını bıraktık. Her vakit söyledik kalıbından.
Kalıbını herkes biliyor işte. Okudu kalıbındaki hücrelerini filan, kemiğini
memiğini biliyor. Fakat iç iç, gönül, onun lezzeti!
Gönülün de lezzeti vardır
değil mi, Marifetullahtır. Muhabbetullahtır. İster gönül, Hak içün sevgi ister.
Bazı insanlar der ki: “Efendim ben Hakk’ı seviyorum!” Hak elle tutulur mu
ki seviyorsun sen? Hep bak bunlar bize şeydir. Efendim bende Hak muhabbeti var
der. Güzel. Tuttun mu böyle!
Muhabbet dendi mi -bu bir
sıfattır- kalbe girer, o kalp de kendisinden başka ne varsa yakar, atar.
Onu sevebilmek içün tutmak, görmek… İşte onun kendisine ait, birtakım şeyleri
var. Sen böyle bir şey yaptın mı? Demek ki taklidi konuşuyoruz. Kendime
söylüyorum, kendim içün. Ters anlaşılmasın. Taklidi.
Hakk’ı sevmek demek; bütün mevcûdâtta
her zerrede Hakk’ın vücûdunu müşâhede etmek demektir. Sen kendin görebildin
mi Hakk’ı? Karanlık bir duvarın üzerine güneş akseder tecelli ettiği vakitte,
güneşin o pertevini alan duvar pırıl pırıl kendisinde o aks ile bir varlık
gösterir. Sen o güneşte o sıcaklıkla uzun müddet durunca “aman ne güzel ısınmış”
dersin. Sırtını da verirsin ve o ziyadan o duvarın üzerinde yapılmış olan renklerde
eğer varsa, renklerinde fotoğrafını da çekebilirsin fakat duvarın kendisinde
onlar var mı? Ne sıcaklık vardır zatında, ne haddizatında o renklerin kendisi
vardır. Yalnız güneşin aksi vardır.
Eşyada bulunan varlık da,
Kudret’in aksidir. Muhabbet de O’na aittir. Anlatabilmiyor muyum acaba? Eğer
aşk surette olsaydı, terk olunur muydu suretler? O suretlerin hepsi terk
olunulduğu vakit, aman deyip götürüp çukura atıyorsunuz. Evladın, anan, baban,
aşkın, maşukun, ne o yirmi dört saat filan durmuyor yanında, derhal çukura.
Neden? O tecelli çekildi, sen sevdiğinin ismini bulamadın da ismini, o oradan
çekti çekti böyle çekildi, çekildi. Anlatamadık acaba değil mi? E niye ben ona
hürmet ederekten gidiyorum? O O’na aynalık yaptı, oradan ben gördüm, nâdân değilim.
O’na hizmet ediyorum. O, oradan bana kendisini gösterdi aynadan diyerekten.
Binaenaleyh Hakk’a muhabbet
demek; insanlar birbirinin hak ve hukukuna riayet, hürmet muhabbet etmek
demektir. Ben sende Hak var dersem, sen de bende Hakk’ın olduğunu kabul
edersen; ne ben sana hile yapabilirim ne sen bana hile yapabilirsin. O vakit sen kendi kendine var olmadığını,
bende kendi kendime var olmadığımı, benim varlığımın Hak ile kaim olduğunu,
senin varlığının da O’nun muhabbetiyle daim olduğunu idrak ederim. Sen beni
sever, bende seni severim, işte o vakit kâinata huzur gelir. Anlatamadık mı? Yoksa garaz-ı nefsani olursa, garaz-ı nefsani
güzeli çirkin yapar.
Büyük Kitab’ı dikkatle okursan,
bunların hepsinin misali vardır. Hakikat-i ruhani olursa, eşya başka türlü
görünür. Garaz-ı nefsani ile bakarsan başka türlü görünür. Mesela garaz-ı
nefsani olursa, Yusuf’un kardeşleri, garaz-ı nefsani ile Yusuf’a bakıyorlardı.
O mahbub-u şöhret afak-ı cihanı, kurt şeklinde görüyorlardı. Ve netice
itibariyle kurt yedi, dediler. Gönüllerine o gördükleri şekil tecelli etti.
Anlatamıyor muyum acaba?
Gönüllerine o şekil tecelli etti.
Fakat babaları Yakup, onda Cemâl-i Sübhâni temâşâ ediyordu. Aynam, diyordu. Ve her eşyanın kendisine mahsus bir
kokusu vardır. O kokudan Bûy-u Rahman’ı da kokluyordu ve kokudan nerede
olduğunu netice itibariyle keşfediyordu. Bir şey anlatamıyor muyum?
Yoksa insan namını taşıyan bu
varlık, eğer aslına kavuşmak aşkını taşıyamayıp, bir gün bir divanda bir
muhabbet sevki ile bir yerde toplanacak zevkini duymaksızın, fersude bir
matahın, bekasız bir devamın nimeti içün birbirini kırmaya kalkmışsa, ona,
ahlak insan demez. Canavarlardan aşağı bir mahlûk diye isim aramaya kalkar.
Netice itibariyle, senin gözünü kamaştıran,
en büyük nimet diye tanıdığın zevahirdeki nimet, fersude bir şeydir. Neticesi
bekasız değil midir? En çok tapındığın herhangi bir şey varsa, netice
itibariyle çürümez mi? Netice itibariyle kokmaz mı? Netice itibariyle bozulmaz
mı? Kokacak, çürüyecek, bozulacak, fersude olacak bir şeye, Hakk’ın aynası olan
bir gönül kırılır mı?
Hulâsa, ahlak mevzûuna, ahlaka
tamamıyla yaklaşmak istemeyip, ahlakı benimsemeyerek, işin zahirinde kalarak, “Aklım
amirim, vicdanım hâkimimdir!” diyenler, bu âlemde hasretle yaşadıkları gibi,
ikinci ebediyet âleminde de hüsran ve nedâmetle yaşarlar. Acınacak sınıftır.
Değmez. Aklı kendisine mabut ittihaz etmiştir ki, o akıl onu her şeyden mahrum
eder.
Akıl nihayet toprağa mensup olan
şeyler üzerinde biraz iş görebilir. Sen yalnız toprağa mensup olan şeye kani
olma. Gel toprağı yapan şeylerle uğraş. Akıl nihayet toprağa mensup olan suret,
anasır ve cesede hâkim olabilir. Sen yalnız anasır ve cesetten ibaret
değilsin, sende Hak var Hak! Bu su, insanı kandırır ama ma-i hayat insanı
kandırmaz. Bu su, en kuvvetli susuzu içer içer nihayet kandırır fakat ma-i
irfan, ma-i hayat, o insanı kandırmaz. İçtikçe içersin daha ziyade, içtikçe
daha zevk alırsın. İçtikçe daha zevk alırsın, gel oraya doğru yaklaş.
Geçen konuşmam da dediğim gibi: Halk
seni avlamasın, halka şikâr olma. Hakk’a şikâr ol. Hulâsa hırs-ı tamah, insanı
gölge avına çıkarır. Burdan adamın ayağı kayar. İnsanı gölge avına çıkarır.
İnsanı heva-i heves adamı yapar. Asil bir gayeye, neyd-ü şerefe, doğru gidecek
yolları kapar.
Dedeni düşün sen. Deden üç kıtada
hükümdar idi. Gözünün önüne getir. O, isimle yaşamaya, lakapla işi bitirmeye
tenezzül eden adam değildi. İnsanda hırs-ı tamah başladı mı -dikkat et tabirime-
ne vakit ki ahlaktan uzaklaşır; uzaklaşır uzaklaşmaz hırs-ı tamah hastalığı
gelir. Bu hastalık geldikten sonra netice itibariyle; isim var ya der,
şöhret var ya der, başlar fiiller tatile uğramaya. Tabire dikkat et. Tarih bunu
böyle gösteriyor. Tarihin gösterdiği şey bu. Yalnız isme kapılıyor yalnız
elkaba[2]
iniyor, o da tabiatıyla çok sürmüyor, onlar da adamdan alınıyor.
O asil bir gaye vardır. Asil bir
gaye nedir biliyor musunuz? İnsanlar arasında gönül birliğini kurmak,
insanları zulümden kurtarıp, Hak ve adalete doğru sevk etmek, aciz insanı, kavî
zalim insanın pençesinden kurtararak, insan olduğunu tanıttırarak yaşatmak. Bu,
her insanın üzerine bu âleme gelişte bir vazife.
Niçün bu âleme gelmişiz? Ahlak-ı
hamidenin erkânında en büyük rükün; düşmüşü kaldırmak, taavün ile yaşamak.
Birinci düstur bu. Bu tamamen kapanmıştır bu insanlık âleminde. Ama dersin
ki mesela, filan filana yardım ediyor. Kendi hesabına ediyor. Düşmüşü kaldırmak
değil. Kendi olmayacak ara yerde. Ben sana yardım ediyorum ama senden
menfaatleneceğim diyerekten. Ben sana yardım ederken zahirde kendi menfaatim
olmayacak. Belki maddeten sarsılacağım. Anlatamıyor muyum? O iş başka o. Sana
yardım edeceğim. Ettiğim vakitte benim yardımım sana taalluk ettiği vakitte,
ben senden bir menfaat görmeyeceğim. Belki de sarsılacağım. Öyle bir yere
inanacağım ki, benim bu şeyim, bunun bir karşılayıcısı vardır. Ben vazifemi yapıyorum.
Bunun bir karşılığı vardır. Sen ara yerde yoksun.
Lütf-u Hak herkese bî-minnet,
dest-i abd arada bir alet. Arada bir şey vardır. Bir misal vereyim size.
Eski konuşmalarımda söylemişimdir ama burada şimdi münasebet aldı.
Rabiâ-i Adeviye namında büyük bir
hanım var. Büyük, ilmi, irfanı, izânı, vicdanı… Hasan-ı Basri gibi, kümmelinden[3]
bir insanı yenmiş. Ne insanlar, ne anneler yetişmiş. Bir dostu ona çörek
yapmış, hediye gönderiyor hizmetçisi ile. Taze pişmiş, mis gibi kokuyor.
Hizmetçinin hoşuna gitmiş. Bir paket… Şunun bir tanesini yesem demiş. Bunu şu
kadar sayıyla göndermedi ya, bunları
götür, dedi. Ne lazım gelir? Yemiş, yolda yemiş. Götürmüş.
Rabia, o büyük hanım, boşaltırken saymış. Saymaz ama
işte, mukteza-i beşeriyet, kim bilir. Kim bilir değil, o kızı yetiştirecek. O
kızı yetiştirecek.
Demiş: “Bu çörek dokuz tane!” demiş.
“Bilmiyorum efendim!” demiş.
“Yok ,dokuz tane olmaz, demiş. Bilmen lazım gelir.
Başkasına verdin mi? ikinci el misin sen, yoksa doğrudan doğruya sen...”
“Yok! demiş, pişirdi
paket etti bana verdi.”
“Sen birisine verdin mi yolda bir yerde filan kaldın mı?”
“Hayır, doğrudan doğruya getiriyorum.”
“Olmaz bunda bir yanlışlık var.” demiş.
İşte o kadar filan demiş ama rekâket.
“Evladım, demiş. Ben bunun birinde, onunda filan değilim.
Bir mesele var da onun için soruyorum, demiş. Sıkılma eğer bir şey varsa bana
hakikatini söyle.”
Demiş: “Efendim bu çıktığı vakit çoook hoş bir kokusu
vardı, imrendim demiş böyle. Fazla imrendim, affedersiniz bir tanesini yedim.
On taneydi bu.” demiş.
“Dokuz tane. Tamam, çünkü ya bu on olacak yahut ondan
fazla olacak. Dokuz olmaz!” demiş.
Soruyor diyor ki: “Efendim neden böyle, hükmettiniz
orada?”
“Çünkü, ben bu çöreğin cinsinden geçen günü bir insana
bilâ garaz, hiçbir şey beklemeksizin, ivazsız, garazsız, bir tane Hak namına
verdim. Allah der ki: Benim hesabıma verilen herhangi bir şeye en aşağı
birine on veririm. O fazlasının sayısını Ben bilirim. On veririm, on bin
veririm, ne verirsem veririm, fakat ondan aşağı vermem. Ya bu on olacak veyahut
ondan fazla olacak. Dokuz olmaz, demiş. Uymuyor hesaba uymuyor!”
Anlatabildik mi acaba? Ama sen bunu şimdi öğrendikten
sonra, kendin bunu bir “acabalı” yapmaya başlarsın, ondan sonra altından da
çıkmaz. Çıkmadı dersin. Bir de ayağın kayar. Sen yine kendi programını … çünkü
dayanamazsın. Onun bir de imtihan yolu vardır. Çünkü sen onun içerisine bir “acaba”
koydun mu? Ona da bir misal vereyim. “Acaba” onu çürütür. “Bakalım olacak mı?”
dersin. Çürüdü o. O derhal çürüdü.
Ona içinden öyle bir iman gelecek ki... Olmaz olmaz. Sen
o, o makama çıkmamışındır. O, olmaz olmaz diyecek hâlin yoktur. Varsa başka. O
hâl yoktur. Bakalım olur mu diye kulağın kirişte olur, gözünde o işte olur,
orada o iş çürür. Neye benzer. Tavuk kuluçka yatar. Yumurtaların üzerine
oturtursun. Eğer tavuk azmeder de yirmi küsur gün oturdu mu yumurtalardan yavru
çıkar. Bir gün oturur, bir gün kalkar, bir gün... Hepsi birden çürür atarsın.
Cılk çıkar. Sende yapmış olduğun şeyde, o yumurtaları, o işi çürütürsün. Onun
için burasını da bil de ona göre dayan. O ayrı bir iş. O soyunarak, hani geçen
günü getirmiştim ya misali. O misali.
Ben değil de misali Mevlana veriyor, Mesnevisinde. Gayet güzel
o. Köylünün birisi gitmiş ahırına gece karanlıkta. Eee alışmış ışık filan yok. Kendi
ahırı gitmiş aslanın sırtını kaşıyor, böyle okşuyor mokşuyor. Aslan da kendi
lisan-ı hâli ile diyor ki: “Sen öküzüm diye kaşıyorsun, beni bir aydınlıkta
görsen için hûn olur ya. Orada yığılır kalırsın. Kaşı bakalım!” diyor.
Şimdi ekseri insanlar da Hakk’ın ismini ağzından
düşürmezler ama Hakk’ı görmeden, Hakk’ı duymadan o zevki tamamen almadan,
takliden söylerler, netice alamazlar. Anlatamadık mı acaba? Onu tamamen o
zevki almadan, böyle. Nâmütenâhi otur bir kenara; boyuna ekmek, ekmek, ekmek,
on bin defa ekmek, de. Karnın doyar mı? Yüz bin defa “bal” diye bağır, “bal bal”de.
Ağzın tatlanır mı? Tatlanmaz.
Nü milyon defa da Hakk’ın ismini söyle. Fakat Hakk’a ait
olan gönlünle, kalbinle kalıbın vazifesi ayrılmamışsa, kalbine Habib, kalıbına
tabip bulamışsan, her birisinin içi karmakarışık bir vaziyetteyse, bir defa
içinde haset varsa, tecessüs[4]
varsa, filan ne iş yapıyor, çürük o. Orada hiç Hak yoktur, sakın ha!
Bütün ibadat-ı taatın, bütün iyiliklerin, حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ,
[5] hepsi yıkıldı, diyor Allah. Yoksa en ufak bir
şey. Şöyle gözünden bi geçse dese ki, bir tecessüs tecessüs, ufak bir şey!
Her insan kendi hatasını tashih etmeye ömrünü vakfetmiş
olsa, kendi hatasını tashih etmeye ömür kâfi değildir. Âlemle ne meşgul
oluyorsun, diyor. Hepimiz, bütün hayatımızı, sayılı nefesimizi, kendi
çirkinliklerimizi düzeltmeklik içün vakfetsek ve tamamen onunla meşgul olsak
bunu düzeltmeklik içün bu ömür kâfi değil. Meğer Hakk’ın keremi yardım ede.
Kerem-i Hak da kerim olanlara aittir diye emir var. Gel içinden çık.
Evet, hep yolunda bulunmuş, güzel güzel zevahirde güzel
ama işte o, tabi o Mevlana Mevlanaca yapar işi. Ne kadar güzel yerinde getirmiş
o öküz misalini. Aman Ya Rabbi! Hayran olmamanın imkânı yok. Öyle diyor, öyle
kaşıyormuş böyle böyle. Böyle kaşı kaşı diyormuş. “Kaşı, sen beni bir
aydınlıkta görsen, için kan olur kan. Öyle durursun böyle!” Hakikaten öyle.
Demek oluyor ki: Evvela kalp ile kalıp vazifelerini
ayıracak. Bak kendi kendini yokla. Ben kalbimle kalıbımın vazifesini
ayırabildim mi? Ayrılmamış karmakarışık, hiç fayda yok. Ayırdığını ne vakit
şey eder, anlayabilir? Tetkik-i haber, tamik-i[6]
nazar, tahkik-i eser, hassaları başladı mı, kalp ile kalıbın vazifesi
ayrıldı. Bak hep ölçü veriyorum. Her söylediğim cümlenin bir ölçüsünü
veriyorum ki, şaşırmayasın diyerekten.
Niyet etmişsen şayet. Ne vakit ki tetkik-i haber… Hangi
haberi tetkik? Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin getirmiş olduğu haberi tetkike
getirmeye başladı, o aşk başladı mı sende, Kudret’in haberi, Maşuk-u Hakiki’nin
haberi, böyle şey ediyorsun. Onunla meşgulsün, onu bekliyorsun. Tamik-i nazar,
o haberin üzerinde uykun gelmiyor. Ölçü bunlar. Değil mi, ufacık bir şey
seversin de karnın acıkmaz. Üşümezsin, yorulmazsın, hiçbir şey olmazsın.
Tamik-i nazar. Ondan sonra tahkik-i eser.
Bu üç şey… Bunlar başladı mı ıslah-ı nefis başlıyor.
Bundan sonra ıslah-ı nefis başlar. Hep Birbirine bağlı. Hah, ıslah-ı nefis
başladıktan sonra, yakîn mertebesi gelir. Yakîn mertebesinden sonra artık,
kendi kendini tebrik et. Ohh de, zaten dersin kendi kendine. Aman ne beladan
kurtuldum yahu, neymişim ben dersin. Ooo, bir alay dedikodu, neydi, olacaktı
olmuştu. Üüüü!
Ama böyle oldu mu ne oldu? Dünyayı mı terk ettin? Hayır,
dünya elinde oyuncak. Dünyada âlemin yapamadığını yapacan. Öyle değil mi? Kââh
geldi, denizin göbeğine dikti şeyi. Kudret’e dedi ki buraya kadar getirdim dedi,
bu burada. Deniz, derya elinde oyuncak. O hırs-ı tamah geldiği vakitte, o vakit
insan da yalnız isim kalıyor, yalnız lakap kalıyor, onunla da boğulup göçüp
gidiyor. Fena o. Onun mânâsı öyledir.
Hulâsa ahlaka insan intisap ederse, saadet diye hayalat-ı
zahirede gark olup gitmez. Bugünkü beşeriyetin zavallılığındaki en mühim
acınacak nokta, hayalat-ı zahireye kapılmıştır, o hayalat-ı zahirede gark olup
geçer, göçer gider. Orta yerde bir şey yok. Yazık günah değil mi?
Ömr-ü dünya bir dakika ömr-ü âdem bir nefes. Niye
bir şey koyamıyoruz orta yere? Niye birbirimizi sevmiyoruz? Ne vakit seveceğiz?
Ne vakit bizim bu manevi vücûdumuz yemiş verecek? Sen benden emin değil, ben
senden emin değil. Nifak-i şikak.
Burada birbirini sevecek ki ebediyette birbiri ile buluşa.
Hukukunu yalnız bu âlem için tedarik etme. Yazık olur. Hukukunu yalnız bu âlem
içün değil. Bak sana bir misal vereyim. Şu bizim kullandığımız merhaba
kelimesinin, hiçbir lisanda karşılığı yoktur. Hani mesela kumandan gider “merhaba”
der. Büyük insan gelir, küçük insanı görür, merhaba der. Onun zevki üzerinde
insan şöyle biraz dursa, nispeten elini kötülükten bir parça çeker. Şöyle bir
parçacık çeker. O ufak bir kelime. Hiçbir lisanda yok mu, yok.
Bizim bazı kullandığımız kelimeler vardır ki, o kadar
şıktır ki, hiçbir lisanda bulamazsın. Mesela delikanlı, hiçbir lisanda
bulamazsın. Bu kadar şık, bu kadar uygun, bu kadar güzel bir tabir, hiçbir
lisanda yoktur. O sinne, o ana, o tecelliye uygun. Merhaba, yok. Merhaba,
mef’ul-ü mutlaktır[7].
Neyse ben şimdi kavaid okutuyor değilim ya, anlatayım şeyi.
Bir cümle-i mukadderenin cevabı. Bir cümle, bir cümlenin
cevabı: Merhaba. Bak şimdi, o kadar tatlı ki, o kadar güzel ki, insan şöyle bir
düşünse, zevkinden müstağrak kalır. Ve o sahneyi gözünün önüne getirmiş olsa bir
zevk alır. Ne bileyim, ben alırım da.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, nefs-i natıka-i kâinatin
kalbi olan Zât-ı Alâ, o kadar nazik ki, daha öyle hiçbir medeniyet kurulmamış
ve kurulamaz, olmaz. Olmaz mı? Olmuş mu? Hayır! Ne olur, ne olmuş. O incelikler
yok. O güzellikler o zarafetler yok. Çünkü insanlar gerek serveten gerek câhen
gerek ne diyeyim… Vaziyeti kabardıkça cibilli olarak bir değişmesi olur. Fıtri
bu. Fıtri.
Çocuk köyden gelir, mektebe yazılır. İlk geldiği zaman
mektebe girdiği vakit, bakar arkadaşlarına filan, daha alışık daha serbest,
daha bilgili filan, onlara imrenir. Onların yanında öyle biraz boynu bükük,
içinden der ki, bende bunlar gibi olsam. Hevesli artık. Orada daha şeydir, daha
mülayim. Biri bir şey söyledi mi hemen koşar, onu yapmak ister. Daha mütevâzı.
Temenni eder. Bak bu o içlerinde mesela
kendinden yüksek olan sınıftaki çocuklar, bir şeyler anlatırken o, ona kulak
verir filan. Hoşuna gider, bak ne güzel biliyor, bende böyle olsam filan
diyerekten. Kabiliyeti varsa, olur yükselmeye başlar. Belki onu geçer, daha yüksek olur. Fakat o, o
sınıfa geldiği vakit, ilk geldiği anını kaybeder. O ilk önce böyle otururken
filan şöyle böyle filan, hemen bir şey birisi ararken hemen o koşup şey eder. Arayan
marayan insan öyle değil o. Kafasını böyle çevirir. Köye gittiği vakitte babası
ayağa kalksın ister. Yaa! Köyün ihtiyar adamı ona rağbet etsin ister. Kıyam
etsin ister. Onu ister o. Neden? Ben
biliyorum, der. Birçok şeyler öğrenmiş, ama desek ki ona, bunlar senin mi?
İlim ona derler ki, senin iklim-i vücûdundan, senin
varidat-ı kalbiyenden gelen şey. Ötekine malumat denir, ariyettir. Ayrı bunlar.
İlimle malumat arasında fark vardır.
Ne demek? Bir şey anlatırsın, sen bunu nereden aldın? Filan kitapta
filancadan. Demek ki, senin değil.
Ötekini, onu nereden aldın? Filan yerden. Hepsini sahibine ver. Ver, ver!
Seninkini göster. Yok!
Bu neye benzer? Bir veznedar, bir bankanın veznedarı, on
binler yüz binler bööyle paranın içerisinde filan... O, kırmızı kalemle şöyle
bir çizer filan, toplar filan paralar yanında böyle şey eder. Fakat zavallının
değil o paraların hiçbirisi. Onun bir de telaşı da vardır. Bir de bakar sayar
sayar, bir kalem eksik çıktı mı bir terler.
Kızarır şöyle, bi boncuk gibi terler. Tekrar acele acele demetleri sayar
filan... Aman eksik mi filan, bunu biz şimdi nereden öderiz şimdi, gibilerden telaş eder. Kendinin değil o.
Kendinin değil o. Âlemin parası.
Senin kendin, varidat-ı kalbiyen, verebildin mi? Onun hepsini ver sahibine bir
şey yok orta yerde. Neyse birçok malumat sahibi oldu. Fena değil olsun. Tabi
iyi bir şey ya. Acaba o çocuk, ilk günü mü âlimdi? O son zamanda mı âlim? İlk
günü âlimdi. Son günü değil. Çünkü
ilim adamı yokluğa götürür. O bilmeden hâli ile yokluğa gitmişti. İlim okudukça
kendisinin fevkinde bir varlığı gösterir. O okudukça kendisinin, fevkinde
bir varlık görememiş, kendini görmüş, İblis sıfat olmuş. Bir şey anlatamıyoruz
galiba!
O ilme sahip oldukça, ilim adamı görmez misiniz o ihtirâ
yapanları? O birçok ihtirâ yapan o Garp’ta şunları bunları icad eden adamları?
Sen onlarla konuşmuş olsan, onları görsen, onlar tanımaz bile seni. Müsrağrak,
okumuş olduğu ilimde fani olmuş, senle karşı karşıya yüz defa görse seni
tanımaz. Ben filanım. Yaa öyle mi, der. Mütevâzı
bir çehre ile şurasını anlamadım, burasını bakalım Kudret ne vakit öğretecek, der. Öyle zannedersin ki ilk mektebin birinci
sınıfında mini mini bir talebe. Ama kocaman bir fennin muhterihi. Öbür tarafta
üç sayfa bir şey okumuştur, ekmek peynir isteyecek kadar da yarım bir lisan
öğrenmiştir, yanına yaklaşamazsın. Yook gidilmez yanına!
İlim tevazûa sevk eder. Sonra o, onun o tevazûunu,
Kudret onun ilme olan, fenne olan o aşkını görüyor, görüyor. Çünkü herkes,
kim olursa olsun, bu kâinatta inanan ve inanmayan ne kadar varlık varsa, İblisinden
tut, İdris’ine kadar, herkes Kudret’e hizmetçidir. Herkes. Bilâ kayd-ı şart. Ya
ism-i Hadi’nin mazharı olmuş, onun üzerinde yürür, gider. Ya ismi Mudill’in
mazharı olmuş o tecellide gider.
Orayadır, çalışmalar hep oraya aittir. Çalıştırır, çalıştırır tezgâh O’nundur.
Ondan sonra haydi karşıki çukura marş marş, der.
Yer, adamı yer. Bir şey yok. Ne semayı delebilirsin ne
yeri ezebilirsin, yer seni yer. Her vakit söylediğimiz gibi. Temiz temiz.
Taafün[8]
edecek ceset yere hubut[9]
ederken o cesede taalluk etmiş olan mânâ Refik-i Alâ’ya uruc ederken, meleklere
de selam verdirtebiliyor musun? Öyledir, melek insana selam verir kardeşim. Bu
taaffün eder. Taaffün edecek olan bu ceset, bir çukura hubut ederken, ona
taalluk etmiş olan mânâ-i vücûdun, Refik-i Alâ’ya uruç ederken: “Bir insan
geliyor bakın!” kumandası ile bir selam aldırtabiliyor musun kendine?
Bunlar hep bize ait, şeylerdir.
Neyse mevzûu kaybetmeyelim. Nerede
kalmıştık acaba? Yine ben hatırlatayım. O kadar nazik ki dedim. Beşeriyetin
Fahr-i Ebedisi, o kadar nazik, o kadar nazdar, o kadar nazenin, o kadar
niyazdar... Hiç olmamış mı olmaz mı? Ne olmuş ne olur. Buralarda kaldık değil mi?
Şimdi dostlarını kabul ederken,
daire halinde kabul edermiş. Toplanıldı mı, böyle. Sebebine gelince, filanca başköşeye alındı, filanca kapı
dibinde kaldı, filancaya işte herkese şöyle bir yer ayrıldı. Böyle bir yer
ayrıldı. Taa ezelden beri var da onun içün, Fuzûlî der ki:
Ser-verlik ister isen üftâdelik şi’âr et
Kim düşmeden ayağa çıkmadı başa bâde[i]
Bu ayağın iki mânâsı var. Şimdi
onun iki mânâsını da verirsek, üü uzayacak.
Ser-verlik ister isen üftâdelik şi’âr et
Kim düşmeden ayağa çıkmadı başa bâde
Fuzûlî bu işleri iyi anlayan
adam, iyi anlamış. Dairenin neresinden başlarsan, baş oradadır. Daire hâlinde
kabul ediyor, hiç kimsenin gönlü kalmaz. Ve şöyle buyururlarmış. Merhabanın
kalış tarzı bizim içimizde. Merhaba nereden kalmış? Neden biz merhaba deriz? Şu
cümlenin cevabı.
Rahimallahu teala mekaneküm fî
cennetihi merhaben.
Merhaba. Yani ne demek? O Zât-ı alî
buyuruyor ki; Kudret Fatır, sizin yerinizi... Cenandan[10]
alırsan, cinandan[11]
alırsan, iki türlü de mânâ tahsil edilebilir.
Birinci mânâya göre: Dârü's-selam
da ebediyet âleminde, kendi selam vereceği yerde, istediğiniz gibi
genişlettirsin. Onlar da dediğiniz olsun efendim. Genişlensin. Merhaba, o zatın
cevabına karşı, dediğiniz olsun diye bir temenni, bir yalvarıştır. Anlatabildim
mi acaba? Olsun. İnsan bir merhaba
dediği vakitte, bu sahneyi gözünün önüne getirse, günde beş merhaba dese, beş
defa bu sahne gözünün önüne getirse. Rıza-i İlâhi baha ile değildir, bahane
iledir. Bir sebep olur, sebep. Anlatamadık mı?
İkinci manâ tahsil edilecek
olursa: Gönlünüzde O’ndan başka kimse kalmasın da, gönlün O’nunla
genişlesin. Kalbin umur-u sivâdan tathir[12]
edilsin de gönül tahtında O sultan otursun. O’nunla baş başa kalasın, öyle
olayım. Öyle genişlensin efendim.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Müdebbir:
Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan,
gören.
İlmi ile her şeyin akıbetini ihâta edip ona göre
hikmetle iş yapan Allah
[2] Elkab:
Bir kimseye asıl adından ayrı olarak sonradan takılan ikinci ad; şeref pâyesi;
halife ve sultanların hâkimiyet alâmeti, unvan.
[3] Kümmel:
Kâmiller. Olgunlar. İlmen, dinen ve mânen kâmil olan büyük zatlar. Büyük
mâneviyat ve fazilet sahibi insanlar.
[4] Tecessüs:
İnsanların gizli hallerini, ayb ve kusûrunu merâk edip, iç yüzünü araştırıp
öğrenmeye çalışmak.
[5] Ali
İmran Suresi 22. Ayet-i Kerime اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ حَبِطَتْ
اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۘ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ Meali: İşte bunlar öyle kimselerdir ki,
dünyada da ahirette de bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Onların hiçbir
yardımcıları da olmayacaktır.
[6] Tamik:
Derinleştirme, iyice inceleme.
[7] Mefûl-ü
mutlak, diğer mefûllerin aksine harf-i cer ve zarf- larla irtibatlı
(kayıtlı) olmayıp, fiilin masdarından direkt ortaya çıkan bir mefûldür. Mefûl-ü
mutlak, fiilin tekîd, çeşit ve sayı- sını belirtmek için kullanılır. Mefûl-ü
mutlak, lafzî bir tekîd çeşidi olarak Arap dilinde önemli bir konuma sahiptir.
[8] Taaffün:
Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.
[9] Hubut:
Aşağıya inme, düşme.
[10] Cenan: Cennetler.
[11] Cinan: Şeytanlar, cinler.
[12] Tathir:
Temizlemek. Yıkayıp pâk etmek. Tâhir kılmak.
[i] Fuzuli. Gazel 246
Olsaydı bendeki gam Ferhâd-i mübtelâde
Bir âh ile verirdi bin Bisütûn’ı bâde
Verseydi âh-i Mecnun feryâdımın sadâsın
Kuş mu karâr ederdi başındaki yuvade
Ferhâd’a zevk-i sûret Mecnûn’a seyr-i sahrâ
Bir râhat içre her kim ancak benim belâdeş
Eşk-i revânıma il cem’oldu var ümîdim
Kim ola vara vara cem’iyyettim ziyâde
Geh gamzen içmek ister kanımı gâh çeşmin
Korkum budur ki nâ-geh kanlar ola arade
Ser-verlik ister isen üftâdelik şi’âr et
Kim düşmeden ayağa çıkmadı başa bâde
Ger görmemek dilersen resm-i cefâ Fuzûlî
Olma vefaya tâlib dünyâ-yi bi-vefâde
1 yorum:
insan suret itibariyle, şöyle ufak bir şey fakat siret itibariyle, sireti mânâ-i ihtivası Kudret’e muhatap. Naib-i Hak. Bütün varlığı tasarruf edebilecek bir kabiliyette, bir istîdâtta yaratılmış. Beden-i turabiyesi bir şey değil. Şöyle diyelim. İki bedeni var; bir beden-i turabiyesi, topraktan yapılmış vücûdu, bir de topraktan yapılmış olan vücûduna taalluk etmiş olan nurdan yapılmış bir vücûdu. Kudret’ten yapılmış bir vücûdu. Anlatamıyoruz ki!
Yorum Gönder