108 (15.04.1962) 70 dk. (155)
...Ahlak
üzerinde devam etmektedir. Mevzû iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan
ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın
menşei akıl, aşktan doğan ahlakında membaı kalp olduğunu söylemiştik. Tabi
burada ahlakın bahsettiği aşk, romanda bahsedilen aşk mânâsına değil.
İnsan asude kaldığı zaman, bir akıbet düşünür. Kendi kendisine. Kendi içindeki sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan vücûdu ile baş başa olduğu zaman, kesret dalgasından bir an içün hâlî kılındığı an: “Yahu ben kimim?” der. "Acaba ben nereden geldim?" der. Ve "Ne içün götürüldüm?", der. Öyle birtakım sualler sorar. Bu sualler başlıca dörde ayrılır, birçok suallerdir ama esas olarak dört tane suali sorar. Buna aslını taharri suali denir. Aslını araştırma suali. Bu sual ne vakitten beri başlamıştır? Mebde-i hilkatten beri.
Eski konuşmalarımda da
söylemişimdir. Sizinle fikren şöyle, tarihin mazbut olmayan bir devrine dönsek,
fikren bir seyahate çıksak. On binler, asırlar, evveller, böyle bir seyahate
çıksak. Görürüz ki geniş bir ağaç kovuğunu kendisine bir saray yapmış, avladığı
hayvanın etini yemiş, postunu kendisine güzel bir elbise ittihaz etmiş, taştan
baltası önünde, çıkmış o ağacın gölgesinde sağ eline yatmış, sayeleniyor. Acaba
neyi düşünüyor?
Bilen düşünür ve düşünen
konuşur. Bunlar birbirine bağlı şeylerdir. Neyi düşünüyor? Akşamın ekmek
parasını kazanamadı da çoluğuna çocuğuna bir şey hazırlayamadı mı? Daha aile
teşkilatı yok. Acaba vergisini toplayamadı da mı? Daha köy teşkilatı yok.
Hiçbir şey yok. Kendini düşünüyor. Ama bu düşünüş... O düşünmenin bir ters mânâsı da
vardır. Hani bazen derler ki ne düşünüyorsun? Kendimi. O benlik, pis düşünce
değil. Benlik değil. Nefis düşüncesi değil.
Büyük Kitap öyle der: Evvela
ahsen-i takvim üzere sizi yaparız, sonra esfele safiline indiririz. Nedir o
esfele safilin? Onu insanlar hariçte ararlar. Yani böyle gayet yüksek bir
yerlerde yapıldı, ondan sonra tuttular da bir uçurumdan aşağı… Yok. Bunun
içinde, bunun. Hasna idin, müstesna idin, dilara idin; yüzün gözün, kaşın, anın
başka türlü idi, nihayet seni ihtiyarlattık, şeklin şemailin geçti esfele
safilin hâlinde. Siretin bozulmasın, o güzelliğini bozma, diyor. Anlatamadım mı
acaba? Bu nasıl olsa bozulacak. Bu anasır netice itibariyle vesikadır, bunu
bırakmayacağım. Bu ariyet bir şeydir, bu vesika. Bu bozulacak fakat buna taalluk
etmiş olan bir vücûdun var, sakın o güzelliğini bozma. O güzelliği yapmaklık
senin elinde, bu güzelliği yapmaklık senin elinde değil.
İnsan bu âleme gelirken güzel
veya çirkin olması kendi elinde değildir. Giderken kendi elindedir. Yine
anlatamadık. Gençlikten erzel-i ömre[1]
kavuşanlar, esfele safiline girenler demektir. Yani o esfele safilin deyince
herkesin gözüne tuhaf bir şeyler gelir. Yani böyle bir uçurumlardan bir korkunç
bir yerlerden bir yerlere düşmek. Öyle bir şey yok. Öyle bir şey değil o. Sen...
“Ben sana kaç devre geçirttim.” diyor Kudret. “Sen neyine mağrur oluyorsun yahu,
diyor. Ben seni nerelerden geçirtiyorum sen hâlâ bana yüzünü çevirmiyorsun. Ne
vakit bana iltifat edeceksin? Senin bütün iltifat ettiklerin seni terk edecek.
Ben seni terk etmeyeceğim. Bana ne vakit bakacaksın.” diyor.
Hani bazı insanlar vardır derler
ki: “Hele hele ben bütün her şeyi, tamamıyla tertemiz yapacağım ama şurada iki senem...”
Ne var iki sene sonra? “İki sene işte artık tekaüt[2]
olacağız, emekli olacağız.” Eeee? “Ondan sonra artık biz, tamamıyla kötülükleri
bırakacağız. Çirkinlikleri terk edeceğiz, tamamen dürüst bir yol...” Keşke
aklına gelmeseydi böyle bir şey. Niye?
Kudret’in o kadar gücüne gider
ki, yüzüne bakılırken başka kapının kulu, kovulduktan sonra bizim kapıya! "Defol!" der. Demek yüzüne bakılırken, kuvvetin kudretin her anın elindeyken, başka
kapının kulu… Ehh oradan işe yaramazsın dendikten sonra bizim kapıya! Burası o
kadar hurda kapısı değil. Yaa! “Şurada iki sene kaldı, iki sene!” E ne olacak iki sene sonra? “İşte iki sene sonra, artık işleri tamamıyla,
çocuğu yerleştirdik, onu ikmal ettik, şurada bir iş vardı onu bitirdik. E ikramiyeyi
de alırız. Bir kenara çekileceğiz.” Peki ne olacak bir kenara çekilince? Bir
kenara çekilmek yok zaten.
Öyle kenara çekilmiş iyi adamı
Kudret sevmez. Orta yerde iyi adam ister. Faal iyi adam ister. Battal[3]
iyi adamı sevmez. Faal olacak. Hep tersiyle anlaşılmıştır. Acz
içerisinde. Bazı adam der ki, ben bütün kötülükleri terk ettim. Yok. Yanlıştır
o. Kötülükler seni terk etti. Beğenmedi kötülük seni, baktı ki, “ııh”
beğenmedi. Sen kötülüğü terk etmedin. Kötülük seni beğenmedi. Kötülük seni
beğenirken, sen kötülüğü terk edersen Kudret, "Benim için terk etti" der, sarılır
sana. Kıymet alırsın.
Ahlak; insana kötülük
kendisini terk etmeden, kötülüğü insana terk ettiren şeyin adına, derler.
Yoksa kötülük insanı terk eder. Bir an gelir, mesela bakarsın ki zalim bir adam;
önüne gelene bir yumruk vuruyor yıkıyor, kötü söze alışmış, nâdân, kalbini
yıkıyor, kesiyor manevi ciğerini eline veriyor, salkım hâlinde, böyle kibr-i
nahvetinde. Fakat bakıyorsun ki bir gün bir tarafına felç isabet etmiş, yani bu
azası hâlen ölmüş. Felcin mânâsı ne demek? Felç demek ne demektir? Bu uzuv öldü
demek. Eh, ben artık hiç kimseye elimi kaldırmam. Zaten kaldıramazsın ki! Bu
fiilin seni terk etti.
Kudret eldeyken, kuvvet eldeyken,
perde-i gaflet açılmadan, fırsat elden gitmeden, bir şeyin fena olduğunu
mukteza-i beşeriyet yapmışsın, ikinci bir sefer yapmaklık zevki ve nefsin emri
varken… İyi ama sen insan olaraktan geldin, Sahibin sana: “Senin üzerinde imzam
vardır; ne cihet-i kalbiye ne cihet-i içtimaiye ne cihet-i vicdaniye ne cihet-i
örfiye ne cihet-i akliye, bu işlerin hiçbirisine razı değildir. Sen insansın
gel bu işten Hak namına dön!” dendiği vakitte için tir tir titrerken döndün mü Kudret
eski yaptığını siler. “Benim hesabıma yapmıştır. Ben buna sual sormaktan
utanırım.” der. Nedamet buna deniyor, anlatabildim mi acaba? Nedametin tarifi
bu.
İşte ahlak insanın,
kalbinin yüzünü soldurtmayan şeye derler. Yeni yaptığım tariftir. Belle
bunu. Bu yüzler hep solar, seneler geçtikçe her ömrün dakikası. Hayatı şöyle
tarif etmişizdir, belki eski konuşmalarımda bulunanlar hatırlarlar.
Şöyle bir kuyu tasavvur edin,
büyük bir kuyu. Rişte-i rakik-i hayat (yani hayatın ince ipliği) bu kuyunun
üzerine gerilmiş, hepimizde o kuyunun üzerine oturtulmuşuz. Dibi yok, dalgıcı
da yok. Öyle bir kuyu ki, aşağıya inip de çıkarıcı yok. Kudret yaratmamış. Her
geçen ömrün dakikası da o kuyunun ipini kesmeklik içün Kudret tarafından
bilenmiş bir kılınç. Her an vuruyor. Biz de o ipin üzerine oturmuşuz. Şimdi
artık insan belih belih etrafına
bakar mı? Bu kadar bir acayip şey karşısında. Yalnız kuyunun etrafında
tutamaklar var. Üzerlerinde yazılı. Nedir onlar? Bu konuşmada söylemeyeceğim.
Üzerlerinde yazılı. Ücret yok, külfet yok, minnet yok, hiçbir şey yok. İhlas,
tam bir teslimiyet her ele veriliyor. Tuttun mu düşmek yok. Ama sen “Benim
amirim vicdanımdır, hâkimim aklımdır, ben ne tutamak tanırım ne bir şey!” Çabuk
düşersin içerisine. Hiçç! Çok insan düşmüştür. Sürükler götürür. Dinlemez.
Çook, neler düşmüştür.
O aklınla vicdanını bir pûtenin
içerisine koymadıkça, bir işe yaramaz. Bir pûte ister o. O vicdan bir evlattır,
onun öz annesi mânâdır. Onun bir validesi vardır. Yaa, mânâ. Sonra makūlâtı[4]
mânâ diye de iddia etmemeli. Bazı kimseler makūlâtı, mânâ diye iddiaya da kalkarlar. Yahut makūlâta da mânâ süsü vermek isterler.
Bunun arası pek zor anlaşılır. Ben sana ölçüsünü vereyim.
Mânâ ona derler ki, seni
senden soyar. Sende benlik hissinden bir şey bırakmazsa sen sahib-i mânâsın. Eğer
sahte benliğinden bir şey kalmamışsa, mânâ seni aguşuna almıştır. Varsa henüz mânâda
değilsin. Henüz surettesin. O suret güzelliği geçer kardeşim. Ölçü bu. Pek
kolay da bir şey değil bu. Yapamasak da üzenmek de güzel bir şey değil midir?
Ben yapamadım diye sizin içinizde yapan olmaz mı?
Mevzûu dağıttık, toplayalım. Ne diyorduk? Düşünüyor dedik,
buradan buralara girdik. Ne düşünüyor? Bilen düşünür. "Ben kimim:?" diye düşünüyor.
Kendi aslını arıyor. Hiçbir şey daha yok orta yerde. Daha bir köy teşkilatı
yok. Aile teşkilatı yok. Hiçbir şey yok. Baltası taştan, sarayı ağaçtan, gıdası
hayvandan, elbisesi posttan, ağacın içinde dalmış, düşünüyor. Kudret’e bakıyor,
fıtrata bakıyor düşünüyor. İsmini koyamıyor, yalnız düşünüyor, düşünüyor: “Var,
var!” diyor.
İşte o “var, var!” dedikten
sonra, onun üzerinde hâsıl olan heyecan ve onu canlandıraraktan zevk hâline
sokmanın adına aşk derler. Anlatabildim mi şimdi aşkı? İşte ahlakın
bahsettiği aşk, bu aşk. Bu aşktan doğan bir ahlak var, bir de akıldan doğan bir
ahlak var. Bunun ikisi de makbul bugün için.
Fakat şöyle insan sorabilir. Mesela
biz, tarihin en eski efendisinin çocuklarının çocuklarıyız. Bizim ecdadımız, öyle
üredi türedi bir camia değil. Muazzam bir ecdada sahibiz. İftihar edebilirsin
dedenle. Sana dünyanın yüzünü almış bırakmış gitmiş. Sakın küfür etme.
Nankörlük iyi şey değildir. Bazen mesela kızıyor. Bu neye benzer? Hem evinde
oturup hem pencereyi buradan niye açmış. Canım sen yeni bir ev almadın, babanın
evinde oturuyorsun. Beğenmedinse yeni bir ev al. Pencereyi buradan niye açmış
diyerekten küfür etmek hakkın var mı ya? Yeni bir ev aldın mı? Babanın aldığı
evde otur. Sonra pencereyi buradan niye açmış diye küfür et.
Sonra Kudret bize iltimas muamelesini
yapmış. Bizim olduğumuz yer dünyanın yüzüdür. Biz farkında değiliz. Ne demek
dünyanın yüzü? Nasıl şu elli atmış kiloluk vücûdun şu çerçeve yüzüyse, dünyayı
da bir vücut tasavvur et, farz et bir insan yap, işte senin olduğun yerde onun
yüzü. Bu sema yok başka yerde. Yok. Bu sema yok. Bu su yok, onun içün içkiyi
içer. Mecburdur içmeye, bu yok. Sana layık kılmış Kudret. Nasıl nankörlük
edebilirsin? Bu yok. Ama şimdi bu önümüzde daima hazır, az bir külfetle tedarik
edilebiliyor, onun içün kıymeti bilinmiyor. Sen sahra-i beyâbanda şöyle bir on
beş gün yürü, bir katresi önüne geçmesin, bütün kâinatı verirsin şu kadarına.
Deden senin öyle aptal adam
değil. Dört güzellik var, dört güzelliğe de sahip olmuş. Hilkatte insan
üzerinde dört güzellik var. Dördü de var bunda. Ne demek dört güzellik? Tenasub-ü
aza, itidal, kamet[5].
Hem azası tenasüblü hem itidali var hem kameti var. Birinci güzellik. Var. Aklî,
idrakat-ı akliye. Aklın üzerine akıl yok, o güzellikte var. Ruhanî,
ahlak-ı hasene, ahlak-ı hamide. Birinciliği
almış. O güzellik de var. Mânâya taalluk eden bütün kâinatın müşkülatını
halletmiş, o güzellik de var. Dört güzelliğin efendisine karşı, sen küçük
görebilir misin? Ne hakkın var küçük görmeye?
Dört güzelliğin efendisidir senin
deden. Göğsün şöyle kabarsın. Anlatamadım mı ya! Dört tane güzellik vardır, o
dört güzelliğin de efendisidir deden. Sen de onun çocuğusun. Güzelliğin tarifi
bu. Bunların zıt’ına da kubuh derler, çirkin derler. Çirkinlik denir.
Söyleyemedim. Bu dört güzelliğin aksine çirkinlik denir. Düstur kurmuş.
Kerim odur ki, mücâzâtın afv
ede hasmın, zaman müsaade-i intikam verdikçe.
Yazmış, göz önünde. Kerim
yaşayacağım, demiş. Kerem, çünkü insanlar... En büyük Ahlakçı, Beşeriyetin Fahr-i
Ebedisi, mekârim-i ahlakı itmama gönderildim diyerek kendini takdim eden Zât-ı alî
öyle diyor. İnsanlar dört kısımdır, der. Sahî olur, bahil'i olur, kerim olur, leîm olur. Dört. Sahî,
civanmert, örfümüzde konuşumuzda cömert. Yer yedirir, giyer giydirir, minneti
orta yerden kaldırır.
Lutf-u Hak herkese bî-minnet,
dest-i abd bir alet, der.
Bir de vardır ki; ufacıcık bir
şey yapar; üzerine filan efendinin hayrıdır, der. Makbul değil o. Mânâda bir
senet var mânâda. Yedi sınıf halk var ki, diyor: "Gölgesi olmayan günde, Kudret
kendi gölgesi ile onu gölgelendirecek." Kudret’in kendi gölgesi var mı?
Kendisine göre. Biz bilmeyiz. Öyle emir vermiş, öyle. Bir hadisat ve
tasavvurattan münezzeh. Keyfiyeti bizce meçhul.
Yedi sınıf halkı, bunlardan
bir tanesi, sağ eli ile verdiğini sol eli bilmeyecek. Nasıl olur efendim;
sağ eli ile verdiğini sol eli... Yani yapmış olduğu iyiliği, kendi dahi bilmeyecek
bir vaziyette olacak. O kadar ketum, o kadar şerefli, o kadar mahviyetli ki,
Kudret’ten utanıyor. Kudret beni bu işte alet etti. Bana nasıl layık gördü de
ben bu işe layık oldum da Kudret’in bendeki varidatını buna verebiliyorum.
Anlatamıyorum değil mi? Nâdân değil. O çok ince işler. Çürütmüyor işi.
Sahî, cömert... Yalnız bunlar, müsrifle beraber olur. Karışır
birbirine, benzer zahirde. Müsriftir, cömert gibi gözükür. Biri batıldır biri
mezmumdur. Biri manen de maddeten de fenadır. Biri makbuldür, hem manen çok
yüksektir, ayırmak lazım. O ayrı o.
Büyük Kitap iyi tetkik edilse,
bütün müşküller hâllolur. Nezaket nezahetle[6] dolu,
infakı, yardımı... Çirkin nazariye ortaya çıkabilir mi efendim. Fakir
zengine düşman olmanın imkânı var mıdır?
Yok, kapılar kapanmıştır! Yollarını göstermiştir çünkü. Yok olmaz,
olamaz! Ama usulü dairesinde.
Mesela der ki; düşmüştür yardım
edeceğim, der. Geldi biri beş yüz lira lazım, dedi. Ne yapacağınız? Beş bin
lira bulduk, beş bin beş yüz liraya bilmem nerede bir düğün yeri tuttuk. Beş
yüz liramız yok. Cemiyetimiz var. Bilmem ne palasta yahut bilmem nerede, beş
bin beş yüz liraya. E şimdi bu beş yüz lira yardım, mânâca Kudretin tarifine
göre, girer mi? Hayır, aleyhindedir. İsrafa girer. Açı bulunan, zayıfı
bulunan sahada böyle şeylere müsaade etmez Kudret. Anlatamıyorum galiba! Yook öyle değil! Orada demez onu. Orada
değil.
Sefahate müsaade etmez. Sizin
en büyük cemiyetiniz, muhabbetinizdir. Muhabbete gelecek olan dostunuz da
sizi seveninizdir. Sizi seven sizi palasta da sever, sizi dikenlikte de sever,
sizi haddizâtında karanlıkta da sever, sizi iste de sever, sizi nerede olsa
sever. Sizi sevmiyorsa, sizi tecessüs ediyorsa, senin yarım saatlik oturduğun
yerde de tecessüs eder, zem eder. Seni eğer istemiyorsa, nereye cennete de götürsen
seni orada da zem eder. Cehenneme de gitse seni orada da meth edecekse meth
eder. Faydası yoktur onun. Sen o beş bin beş yüz liraylan, eğer böyle bir
paraya ihtiyacın varsa, ilk önce lazım gelecek olan en büyük mübrem[7]
ihtiyaçların...
“Hiçbir ihtiyacım yok!” Hiçbir ihtiyacın yoksa ihtiyacı olan vardır
cemiyet içerisinde. Hilkatte beraber hakikatte biradersiniz, diğer bir insanın
vardır, o insan üzerinde harcarsınız, dendiği dakikadan itibaren çirkin
nazariye kalkar. Anlatabildim mi? Fakir zengine düşman olmaz. “Yaa, o on bin
liraya düğününü yapsın da, ben beş liraya yapayım öyle mi? Elbette günü gelsin,
parçalarım onu!” demez. Onun ki de benim, benim ki de onun, der. Onun üzerine bir muhabbet başlar. Deden bu
düsturları görmüş, dört güzelliğe sahip olmuş. Anlatamadık galiba! Bunlar
görülmüş hepsi, sağlam.
Vaktiyle bak ne insanlar
yetişmiş. Eshab-ı yesardan eshab-ı servetten -bugünkü tabiri kullanalım- lortlardan
birisi, bizden bir lort. Anlatmak içün kullanıyorum, bu tabirleri de pek sevmem
ya kendi tabirim dururken. Neyse özür dilerim, kendi lisanıma müsait tabir
varken başka tabir kullanmak âdetim değildi, ağzımdan kaçtı. Bizim mühim yüksek
zenginlerden bir zengin. Hah!
Cemiyette kalkınma usulüne bakın.
Karısına, o günün modası, o günün icabı... Eski bu, iki asır evvel. İsmi de hafızamdan çıkmış, bir tabiri var onun ama eski istilahlı bir tabir, bir kadife.
Onun bir tabiri var, biçiminin filanda tabiri var, benim hafızamdan çıkmış... Sen şöyle hayalinle gözünün önüne getirt. Bir
elbise. Gayet muazzam yaptırmış, bir düğünde giymiş. Başka bir düğün
olmuş. O düğünde vaziyeti müsait olmayan
bir aile. Yani onu yapmaklığa kudreti
müsait değil. Herhâlde bir şeysinden esirgedi ki yaptı. O da yapmış.
Üçüncü bir cemiyette o zenginin karısı diyor ki kocasına.
“Ben bunu giymem!” diyor. “Niye?”
“Bu yaptığın kumaşın aynını, filanca filan düğünde
giymiştir. Ben bunu giymem!”
“Nasıl?”
“Bu yaptığın kumaşın aynını filanca giymiştir.” Başlamış adam ağlamaya.
“Niye ağlıyorsun?” demiş.
“Sen getirsene bana o entariyi, o elbiseyi. Makası da ver
bana bakayım!” demiş. Cart cart cart.
“Affet beni Ya Rabbi, demiş. Affet!”
“Ne oldu ne var?”
“Ben bu sahada ahlaksızlığa sebep olacak bir adam
olmuşum. Bu teamül ederse demek ki, kudreti olan da olmayan da demek ki amirse,
memursa, işçiyse, ne olacak, kudreti olmayan da bu işi yapmaya kalkınca,
elbette bu kazanç meşru olmayacak. Bu kazanç doğru yollardan gelmeyecek. Ben âlemin
doğru kazancını bozmaya sebep olacak bir adam olmuşum. Ben en alçak bir adamım",
demiş. "Sen şimdi en kötü bir entariyi giyeceksin bundan sonra. Hadi çık!”
Bu aşktan doğan ahlak ile olur. Aşktan doğan ahlaka bir misal verdim size. Evvela canan sonra can. Görüyor musun, nasıl benimsiyor, belliyor. “Demek ki ben bu camiada, yıkım yapmaya başlamışım, yıkım!” İşte, siret itibariyle, yani insanın bir sureti var bir sireti var, bir dış görünüşü var, bulamıyorum da ondan da üzülüyorum. Ama anlatış tarzımdan herhâlde anlıyorsunuz. Bir de iç yüzü var, ona siret denir.
Siret yüzünün, iç yüzünün, esfele safiline inmemesi, bozulmaması, aşktan doğan ahlaka salik olması ile kaimdir. Binaenaleyh ne demiştik? Ruy-u kalpleri bozulmayanlar, sahib-i ahlak olanlardır. Onlar daima Kudret’in yanında gençtirler, dinçtirler. Daima o huzurda, bir kâm alırlar. Ne olacak esas itibariyle? Değil mi hayat-ı dünya denilen şey de pek o kadar göründüğü gibi değil.
Hani vaktiyle masal söylerlerdi. Masalın en doğru yeri hakikattir, masal derler. Başlarken evvela hakikat olan bir cümleyi söyler. Onu herkes masal diye dinler, masal değil orası onun. Bir varmış, bir yokmuş. Bundan daha hakiki bir cümle yoktur. Bir varmış bir yokmuş, masal olur mu? Bir varmış bir yokmuş. En hakiki bir cümle. Bir varmış bir yokmuş. Hiç kimseye lazım gelen kâmını verememiştir.
Çünkü ihtirâsât-ı nefsaniye hiçbir vakit tatmin olunmuyor. Kudret öyle açmış. Kazaya razı olacaksın, rızaya gönül vereceksin. O vakit çook huzur ile yaşarsın. Benlikten kurtuldun mu, bu zor, “olmak” çok zor, bu benlikten kurtulmak. İlim sahibi olursa adam.
İlim demek böyle çok kitap okumak filan değil haa! Doğru hisse kim malik olursa ona âlim derler. Doğru histen mahrum olan kimseye cahil denir. Ahlakta alimin tarifi bu.
Âlim kime denir? Doğru hislere sahip olan kimseye denir.
Seksen hayvan yükü kitap okur, cahilin yapmayacağı fenalığı yapar. Echeldir[8]
o. O başka o başka. İlim başka.
İlim bilmek. Neyi bilmek? Eşyanın hakikatini bilmek. O hakikat bilinirse kim bilinir? O bilinir. O bilinirse kim bilinir? Kendin bilinir. Kendisini bilirse ne olur? Oradan öbür tarafta kelime yok. Seda yok, lafız yok, harf yok, nasıl konuşayım? Yok! Ama işte olmuyor insan, hani geçen sefer konuşmada dedik ya bir parça şöyle. Vaziyet değişir değişmez, insanda benlik geliyor. Masası yokken konuşanla, masası varken konuşan arasında. Parası varken, yokken, hep bunlar şöyle... O çok büyük zevatta oluyor o.
Gelmiş birisi, Mürebbi-i ukul olan Zât’ın huzuruna. Bakmış ki bir, o gözlerde ayrı bir mehabet var. Hususi bir alaka var, belli oluyor, büyük bir harika akıyor. Başlamış titremeye. Eğilip bükülmeye, titriyor.
هَوِّنْ عَلَيْكَ. فَإِنِّي لَسْتُ بِمَلِكٍ. إِنَّمَا أَنَا ابْنُ امْرَأَةٍ تَأْكُلُ الْقَدِيدَ . [9] diyor. Kendine gel. Şöyle tutmuş, kendine gel, demiş. Niye titriyorsun benden? Ben kadid lokması yiyen kadının oğluyum yahu! Benden niye titrersin, demiş. Ben, benden titremekten sığınırım Hudâ’ya. Benden titreme! هَوِّنْ عَلَيْكَ Kendine gel, diyor. Kendine gel! Biz bir parça bir şey olduk mu böyle yüzümüzü dönüp de konuşmayız. Konuşmaz. Ahh!
Evet, aşktan doğan ahlaka bir
misal verdik. Şimdiye kadar misalsiz söylüyorduk bunu. Bir misal verdik, bir de
kalp yüzünün genç kalmasına bir misal verdik. Ecdat hakkında bazı şeyler
konuştuk. Onların gönüllerinde taşımış olduğu usullerden bazılarını söyleyelim,
konuşmayı keselim. Yoruldunuz mu yoksa? En mühimi dört güzellikti. Bunu da
unutma. Asıl nerede kaldıktı. Şimdi ben yine hatırlatayım, siz üzülmeyin. Ben
hem kendimi idare ederim hem size hatırlatırım. Tasnif yapıyordum değil mi? Cömert
olur, bahil[10] olur,
kerim olur, kerime şuradan başladık.
Kerim odur ki mücâzâtın afv
ede hasmın, zaman müsaade-i intikam verdikçe.
Buradan başladık. Buradaydı söz, buradan
ayrıldık. Sehâya israf
kardeş gibidir dedik. Biri makbul, yani cömertliğe müsriflik. Orada bir harici
bir misal verdik. Sahî makbuldur dedik, sehâ. Hem ne kadar makbul biliyor
musunuz? Bir gün bir insanın aleyhinde bulunmuşlar. Sultan-ı Resul’ün yanında,
aleyhinde bulunmuşlar. “Aleyhinde bulunduğunuz kimse çok cömerttir, yarın
yüzünüz kızarır.” demiş. Bu işaret kâfidir değil mi? Bir!
Şimdi söz sözü açtı, bir şey daha
size söyleyeyim. Yapabilirsek gayet iyidir. İnsanlar cahil olunca, bir cemiyet
cehalete doğru yürüyünce, cehaletin bir memlekette ölçüsü, dedikodunun
çoğalmasıdır. Nerde kıyl-ü kal çoktur, orada ilim yoktur. Kaide-i külliye.
Zulüm çok olursa hafıza zayıflar, der Peygamber. Unutma başlarmış. Hafıza
zayıflıyor. Cehil çok olursa dedikodu. Erkekte de kadında da, işini bırakır,
dedikodu, fayda yok. Kıyl-ü kal. Zevk alır. Uykusu varken yap dedikoduyu açar
gözlerini. Şıkır şıkır, şıkır şıkır, açılır gözü!
Temiz bir ilmi sohbet olsun İblis
girmez. İbadet yap... Bu da Kudret’in ayrı bir tecellisi. Herhangi bir ilmi
güzel bir sohbette insani bir sohbette, bir şeyde, bir varlıkta, İblis içeriye
giremezmiş. Ama en büyük bir ibadeti yap, İblis girebiliyor. Yalnız orada
girmiyor. Dedikodu olursa İblis başta oturuyor köşede. Meclis reisi idare
ediyor. İdare ediyor. Çünkü ahlak da mebde-i fıtrat olduğu içün, hele o oldu mu, o bambaşka bir şey.
Çünkü ahlak ne fendir, ne
sanattır, ne bilgidir. Ya nedir ya? Fen, sanat, bilginin evvel ve ahiri olan
mebde-i fıtrattır. Belle bu tabiri de. Onun içün orada daha bambaşka bir
şekiller oluyor. Neyse bunu da üzerinde işlemek lazım. Sağ kalırsam yavaş yavaş
üzerinde işleriz. Bir ana mevzû. Bir cümle verdik üzerinde işleyeceğiz
inşallah.
Şimdi dedikodu, farz edelim ki
birisinin aleyhinde bulunuyorlar, sizde tesadüfen ordasınız. En büyük Ahlakçı
öyle dermiş. Nefs-i natıka-i kâinatın
kalbi olan o büyük Zât. Onu ben çok severdim. “Onu ben çok severim.” Severdim
değil. “Onu ben çok severim.” Ne oldu
şimdi öteki adamın ağzındaki cümleler ne oldu? İnsansa çürüdü. Onu ben çok
severim. Bu, bu kaideleri, her ahlakı benimsemek isteyen insanın üzerine
bilmesi elzem olan şeylerdir. Bir bu.
Bir, benlik sahiplerini kibarca
bir kovuşu vardır, bayılırım. Tabi, Sultan-ı Resul, “aciz insana tapılmayacak”
davasını tek başına açtığı vakitte, o günün zalemesinin işine gelmiyordu bu.
Yıkılıyorlar. E bunların daima etrafında maiyet bendeleri var, debdebeleri var,
tantanaları var, yarı bellerine kadar inhinaları var, yerler öpülmek var,
şunlar var bunlar var. Bunlar tamamen kökünden kalkıyor bak.
Kendine birisi ufacıcık inhinâ[11] ettiği vakitte هَوِّنْ عَلَيْكَ diyor.
Kendine gel aklını başına al. Ben de diyor, bir çömlek içinde kadid[12] yiyen bir kadının oğluyum. Ne yapıyorsun
sen, diyor. Ne biçim ne vaziyet? Böyle benim gibi otur, benim gibi dur, diyor.
İşlerine gelmiyordu. Zuafa[13] garipler,
hami buldular. Sardılar etrafını fakat zaman geçtikçe çoğaldıkça çoğaldı, çoğaldıkça
çoğaldı. Başladılar vaziyeti müsait olanlar da işin içerisine girmeye. Sıcak,
ötekilerin o kadar giyiniş tarzı muntazam değil. Mevsim hararetli. Bir bahane
ile onlarla yan yana oturmak istemiyorlar. Bir gün dediler ki: “Efendim, iz’ac[14]
oluyoruz. Bunların üstleri başları o kadar muntazam değil. Mevsim de sıcak,
yani tahammül edemeyecek bir vaziyet oluyor.”
Ne cevap verdi bilir misiniz? Tebessüm ederek, hiç hiddet etmeyerek,
gayet neşeli bir sima-i saadetle: “Siz onların gelmediği gün gelseniz çok güzel
olur. Siz onların gelmediği gün gelin.” Onların da dizinin dibinden ayrılmasına
imkân yok. Onların gelmeyeceği gün değil de, o huzurdan ayrılmaya imkânları
yok. Hehehe anlatamadım galiba! “Siz onların gelmediği gün gelseniz çok güzel
olur”, dedi.
Sâhî. Cömert. Hem yer hem yedirir, hem giyer hem giydirir. Bunun bir karşılığı var. Bahil[15], hasis.
Ne kadar abit olursa olsun, emir hakkında öyle: “Alnı böyle çürüse, dârü's-selama
giremez. Yani benimle bir arada olamaz, diyor. Ebedi hayatta ikimiz bir sakf altında
oturamayız.” Sormuşlar niçün, demişler. Hasis adam (demiş) Allah’a itimadı
olmayan kimsedir, demiş. Daima hesap eder, şöyle olursa bu giderse yarın
ben ona muhtaç olursam… Sâhînin sehâvetindeki hikmet, Kudret’e itimadı
vardır. İtimadından dolayıdır aldığı rütbe. Onun itimadı yok.
Mesela hasetçide en ziyade azaba müstehaktır, hem dünyevi hem manevi. Öyle
bir ateştir ki, insan herhangi bir zahmetin mukabilini görür Kudret tarafından.
Fakat hasedin mukabili de yine azaptır. Neden? Haset eden adama dense ki, niye
haset ediyorsun? “Bu adam da bu var.” Peki, ondan aynını sana da versek ister
misin? “Hayır!” Ne? “Ondaki gitsin!” Taksimat-ı ezeliyeye razı değil.
Allah’ın taksimatına muhalif istiyor. Anlatamadım galiba! Taksimata, o ona
razı değil o. Onun için Hudâ’nın gücüne gidiyor ve tepeliyor. Hiçbir vakit
huzuru yoktur onun. Yaşadığı müddetçe hayatı zehirdir. İstediği kadar alayiş
olsun. Yine zehir içerisindedir. Burda ya huzur.
Bahil de bunun zıddı. Yer yedirmez, giyer giydirmez. Bitti mi? Şimdi,
ikincisi bitti. Bir de üçüncüsü var.
Kerim olanlar. Ki bu sınıfta birinci gelenlerdir. Öyle sayarken üçüncü
geldi, fakat böyle kıymet alaraktan bir numara vermek lazım gelirse de bu olacak.
Kerim kimdir? Yemez yedirir, giymez giydirir, benliğinden eseri kalmaz. Ve
işte ne dedim.
Kerim odur ki mücâzâtın afv
ede hasmın, zaman müsaade-i intikam verdikçe.
Onun içün deden böyle yaşamış.
Almış mânâdan gelen tecelliyi. Affa sarıl, iyiliği emret, cahillerden yüz
çevir. Üç esas kurmuş. Hayatta düsturun bu olsun diyor, oğlunu yaşatırken.
Mağfiret ört diyor, bütün kötülüğü ört. Sarıl diyor, bu örtüye sarıl. İyiliği
emret, kötülük geldi, iyiliği emret cahilden yüz çevir. Bu biçim yaşadığın
müddetçe sırtın yere gelmez. Ahlakın düsturunun bir tanesi bu. Bir de leîm var.
Bu berbat bu. Bu çok fena. Bu gayet fena. Ne yer ne yedirir, ne giyer ne
giydirir. Onun içün İmam-ı Ali demiştir ki:
Ezellün nas mu’tezillun ilâ leîm
Sormuşlar Hazreti Ali’ye, "Alçak
kime denir? Alçak." "Alçak o adama denir ki, gider de alçak adama yüzsuyu
döker." Biraz da ağırca. Alçak o
adama denir ki, gider de alçak adama yüzsuyu döker.
Ezellün nas mu’tezillun ilâ leîm
Kun ğaniyyel kalbi vagna’ bil kalil
Mut ve lâ tatlub meaşen min leîm
Lâ tekun lil ayşı mecruhel fuâdi
İnnemel rızku alellahil kerîm
Bunu söylüyor. Bunu söyledikten sonra diyor ki: Kerim olanlar değil alçağa, kardeşim Şuayb gibi, yok Musa gibi, kerim olanlara dahi yüzsuyu dökmezler. Zira yüzsuyu altın suyuna benzemez, diyor. Uzun boylu bir izahı var onun. Altın suyu ressamın, nakkaşın, tabloları nakşettiği bir sudur. Fakat yüzsuyu Allah’ın öz eliyle insan üzerinde nakşettiği bir sudur ki, damladı mı tekrar yapıcısı yoktur. O yalnız Allah’a dökülür, ondan mâadâsına dökülmezler. Ve İmam-ı Ali orada misal getirir.
Misal de şöyle. Yorulmadınızsa
söyleyeyim. Tabi bunlar, nefis sahibi olmaktan kurtulduktan sonra gelen zevklere
bağlanan hâllerdir. Bunlar... Nefis sahibi tenini besler. Mevlana öyle der. Onun
içün herkes evvela kendisine düşmandır, haberi yoktur, der. Kendisinin tenini
beslediği içün nefis sahibi, hiçbir vakit huzurla yaşamaz.
Kendi tenini besleyip, kendi
nefsinin düşman olduğundan dolayı, daima karşısında şu bana düşman, şu bana şu
fenalığı hazırlıyor, bu şunu yapıyor diye huzursuz yaşar, der. O ten-peresttir
der, onun içün der, nefsinden kendisine gelen telkinlerle yaşar. Kendi
nefsini bir defa imha etmedikçe, yahut kendi nefsini teslim almadıkça, zavallı
o öyle dünya da mahrum gelir geçer, gider.
Mevlana’nın görüşü de gine o da
öyle. Çok güzel amma. Firavun’un nefsi gibi, der. Firavun kendi tenini
besledi, kendi nefsine bağlandı da, der. Bir Musa sebebine milyonlarca masum
imha etti, der. Öyle ya, dokuz yüz bin dokuz yüz küsur masum imha etmiştir.
Bir Musa’yı arayayım diye. Allah’ın da işine bak ki, Musa’yı hariçte arıyor, Musa
da koynunda yaşıyor. Her gün geliyor, Musa namına binlerce masum imha ediliyor,
Musa da onun boyuna omzunda böyle böyle sakalıyla oynuyor. Bu Allah’ın cilvesi.
Burasını iyi anlatamadım. Gözler çünkü öyle bir tuhaf duruyor. Burayı ben iyi
anlatamadım size ama yoruldum.
Firavun’un nefsi kendisine düşman
olduğundan dolayı, hariç de düşman arıyordu. Zavallı kendi nefsini, kendi
düşmanı kendisi olduğu hâlde kendi nefsini imha etmiyordu. Bundan dolayı, Musa
hesabına milyonlarca insan imha etti. Ve her nefsini besleyen insanda aynen Firavun’un
neşesi vardır. Her nefsine tapan kimse aynen bir firavundur. Böyle binlerce
insana düşmandır. Anlatabildim mi acaba? Öyle diyor Mevlana, hâlbuki:
Hilafından hazer eyle Rızâ-i Bâri-i gözle.
Mukadder de hata olmaz hemân yan gel safâ eyle
Ne oldu Musa’yı aradı da, kurtarabildi mi yakasını? Kudret öyle Kudret’tir ki, öyle istihza muamelesi yapar ki Allah, öyle diyor zaten.
وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ
خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ۟ [16]
Bana oyun etmeye kalkmışlar. Ben
oyuncuların başıyım, diyor. "Bana oyun olur mu yahu!", diyor. Bu tabir biraz
şeydir, yani şöyle bir tabir kullanmak lazım. İlmen edebe muvafık olsun. Ben
oyun oynamak muamelesinin... Oraya bir “muamele” tabirini kullanayım ben ki
indallah mesul olmayayım. Lugat mânâsı verildi mi öbür türlü vermek lazım ama
edebe mugayir.
Oyun oynayanlara karşı خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ yani oyun oynayanların karşısında Ben öyle
bir oyun muamelesi yaparım ki, onların çok üstünde. Hepsi gider, gümbürtüye
gider. Ben الْمَاكِر۪ين oyuncuların, en üstün oyununu oynayan,
muamelesini yapan bir Zât-ı Ecelli Alâ’yım.
Hiç olur mu hiç. Çobandeğneği ile
o büyük davayı yıktı. Hep öyledir. Daima tarihi tetkik ederseniz çok kaviyi çok
zayıf ile yıkmıştır ki ibret alsınlar diyerekten. Kudret daima öyle. En büyük,
en kavi görülen şeyi, gözle gözükmeyen bir mahlûk ile... Hastalıklar bile
öyledir. Bakarsın ki ne büyük ihtirâ’lar yapar ne muazzam işler yapar. Bütün
eşya kendisine müsahhar kılınmıştır. En büyük fenleri ihtirâ etmiştir. Zavallı
kalp doktoru, kendi baktığı hastalığın hastalığı ile gazeteyi okurken
düşmüştür. O ayrı iş o.
Gözle göremediği bir mahlûk ile
gider. Bulamaz, gözle göremez. Mikrobu yok diyor, mikrobu yok olur mu? Mikrobu
var, göremedi bulamadı. Mikrobu yok olmaz. Olmayan şey, o şeyi tecelli
ettirtmez. Var o, var o ama bulamadı daha. Bulur. Mikrobu yok olur mu? Var.
Hepsinde birer ders ibret gizlenmiş. Ne oldu? Anahtar deliğinin orasına oturdu
da, farkına varmadı, işte rüzgâr işledi. Bilmem şöyle oldu, oradan geldi,
buradan geldi, zatüre oldu geçti gitti filan. Doktor, burada da bir hasta
yatar, burada da. İkisi de aynı hastalıktandır, ikisine de bakar. Onda da
derece o, onda da o. Ona da aynı ilacı verir. Birine sıcaklık verir, soğukluk
yapar. Birine soğukluk verir, sıcaklık yapar. O da durur, oraya kadar o ne
yapsın? O oraya kadardır.
Eşya bizâtihi müessir değil,
müessir-i hakiki Allah’tır. Tabire dikkat edin. Ateş bizâtihi yakmaz. Yakmak
hassası vardır, yak emrini alır yakar. Su bizâtihi boğmaz. Boğmak hassası vardır, boğ emrini alır boğar.
Bıçak bizâtihi kesmez. Kesmek hassası vardır, kes emrini alır keser. Ama sen maddenin kesafetinde boğulup, mânâyı
münkirsen “Nasıl kesmez filan?” O başka.
Sana göre o ayrı. Öbür tarafa göre de gine o ayrı.
Bundan otuz sene evveli mi neydi,
Fethi beyin sefareti zamanındaydı galiba. Paris de bir Hintli gitti, orada bir
gazete yazdı. “İbrahim’in hurafeleri!” Hani Hazreti İbrahim’i ateşe atmışlar da
yakmamış diyerekten dini kitaplarda yazar ya. Hurafe diyerekten yazıyor gazete.
Hintliler meftundurlar Hazreti
İbrahim’e. Gücüne gitmiş, hemen gitmiş orada bir ateş yakmış, girmiş içerisine.
Belediye görmüş, ne bu? “Gazeteyi tekzip ediyorum” demiş. Demişler ki,
kimyagerleri filan toplamışlar. Böyle bir şey olmaz yaşayamaz. Biz onu bir
yıkayalım da. Çağırmışlar, böyle böyle. Hay hay, demiş. “Ama büyük bir ateş
yakacağız.” “Nasıl isterseniz.”
Büyük kimyevi bir gaz kuyusu
yapıyorlar, bir meydanda bir stadyumda. Bilmem bir iskemle kaç paraya çıkıyor. Seyirciler binlerce, öyle akın akın. İtfaiye
de gitmiş, söndürecek. Yüzlerce metreden, ateşin hararetinden yaklaşmanın imkânı
yok. Yıkamışlar filan. E hadi bakalım, demişler.
Gitmiş, boynunu kalbinin üzerine
bir bükmüş, büktükten sonra üç defa bir DOST diye bağırmış. Üç defa da bir GÜLİZÂR
diye bağırmış, girmiş içine. Bayılan
bayılana. Kadın, kız ay diye çığlık çığlık. Suyu sıkmaya başlamışlar. Atınca
demişler ki, ne oldu? O gaz oldu o geçti gitti, onda vücut filan zerresi
kalmadı. Gaz oldu. Ee söndürelim. Suyu sıkınca elini çıkarmış. “Su içün
konuşmadık, demiş. Rahatsız etmeyin. Su içün konuşmadık.”
Eşya bizâtihi müessir değil,
müessir-i hakiki Allah O. E ne bu? Ben ne bileyim ne olduğunu? İşte hadise.
Ondan sonra bir yığın para toplamışlar. Tabi o varidat geldi seyircilerden
kendisine. “Yok demiş, ben hokkabazlığa çıkmadım. Gazete bir daha edepsizlik
yapmasın, Allaha ısmarladık. Ben, demiş hokkabazlığa çıkmadım!” Böyle acayip işler
vardır.
Bazen bakarsın ki beşinci kattan
çocuk fırlar adamın elinden, beyin üstü düşer. Oradan insan arka üstü düşer,
çocuk gitti der. Lastik top gibi beyin
üzerine böyle düşer, çocuk böyle durur. İmkânlar esbap dolayısı ile çocuğun
durmasına imkân yok. Nedir o? Ben bilmem. Bazen iki metreden düşer, beyin
kanaması geldi geçti, gitti.
Beşer görünür eşyanın daha elifbe’sindeki noktasına daha vakıf olamamıştır.
Mecazipten bir adam vardı, deli
diye tımarhaneye götürmüşlerdi. Öldü bundan on beş yirmi sene evveli. Acayip
bir adam. Şimdi doktorlar konuşturuyorlar filan, bakıyorlar ki bir tuhaf bu
adam. Deli gibi değil, akıllı, akıllı gibi de değil. Ya deli mi? Deli de değil.
Bir biçimine getirmişler, demişler ki: “Bakalım şöyle bir şey soralım buna.
Manevi ilaç mı daha müessirdir, maddi ilaç mı daha müessirdir? Manevi
mualecenin[17] mi daha
tesiri olur, maddi mualecenin mi?” Gülmüş, ha demiş. “Vallahi, demiş. Müessir-i
hakiki Allah’tır. Bazen manevisini kullandırtırır bazen maddisini bazen ikisini
de birden, demiş. Artık onu ben bilmem.” demiş. Onun üzerine "Azizim, sen
buradan çıkar gider misin?", demiş.
Evet, şimdi biz bu, bu şeyi anlatacaktık size amma vakit epeyi geç oldu. Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Erzel-i
ömür: Yaşlılık. Ömrün en rezil, en verimsiz çağı.
[2] Tekaüt:
Emekliye ayrılma.
[3] Battal:
Kullanılmaz
durumda olan, işe yaramaz, işlemez.
[4]
Makulat: Aklî bilgiler. Aklın
uygun bulduğu, akıl ile bilinen şeyler.
[5] Kamet: Boy.
[6] Nezahet: Temizlik. Ahlak temizliği.
[7] Mübrem:
Kaçınılmaz olan. Vazgeçilmez olan. Acele yapılması lüzumlu bulunan. Elzem.
[8] Echel:
Çok câhil. Çok bilgisiz. En câhil.
[9] Hadis-i şerif: İbn Mâce, Et'ime,30
[10] Bahil: Eli sıkı (kimse), hasis, cimri, pinti, nekes.
[11] İnhinâ:
Eğilme, bükülme,
münhani olma, yay biçimine girme, kavislenme
[12] Kadid/
Kadit: Kurutulmuş et.
[13] Zuafa:
Zayıflar. Zayıf olanlar.
[14] İzac/
İz'ac: Taciz etme, rahatsız etme
[15] Bahil:
Hasis. Cimri. Tamahkâr. Hayırlı işlere malını (varsa bile) harcamayan.
1 yorum:
Allah razı olsun sizlerden
Yorum Gönder