109 (22.04.1962) 45 dk (156)
Mevzû başlıca iki esasa
ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak
tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da
membaı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl gerek kalp, aşk, bunların hepsi mânâ-i
insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, insan mevzûu konuşmamızın esasını
teşkil ediyor. İnsan...
Buradaki aşk, her hafta
söylediğim gibi romanda okunan aşk mânâsına değil, geliş ve gidişteki gayeyi
duymak, aslını bulmak. Mahlûkat denilen bu kâinat varlığında görülen birtakım
fani suretlerin, Hakk’ın tecellisinin aksi olduğunu gönül gözüyle görmek ve onu
gördükten sonra her zerrenin hukukuna riayet edeceğim diye, bir muhabbet
meydana getirmek. O muhabbet meydana gelirse,
Hakk’a âlim olmaklık tecellisi meydana gelir.
Demek oluyor ki ahlakın tarifinde -kısaca bugün yeni yapacağım tarifte- Ahlaka göre aşk; Hakk’a âlim olmak demek ve Hakk’ın evsafiyle, ahlakıyla ahlaklanıp, sayılı nefesini o şekilde tüketmeklik zevkine malik olmaklık tecellisi demektir. Bir şey anlatamadık galiba! Yani tekrar edeyim cümleyi.
Ahlaka göre aşk, insan şöyle
asude kalırsa, fikr-i … duyarsa: “İbret al, çeşm-i basiretindeki gaflet
perdesini kaldır, uyan bakalım!” sedâ-i enfüsisini içerisinde sessiz sözsüz,
bizsiz sizsiz, konuşan vücûduna geldiğini tadarsa evvela aslına arif olur. Ona
arif olunca, o aslının evsafına ve ahlakına vakıf olur. İşte o evsafa, o
ahlaka vakıf olmanın adına aşk denir. O vakit kendi kendine sual sorar, der
ki: “Bu varlık bana kendimden mi geldi?” Kendinden gelmediğini idrak eder, çünkü
bütün hadise ona kendisinden bir şey gelmediğini gösterir. O vakit aslına vakıf
olmak tecellisi başlar. Her hadise kendisine, kendisinden gelmediğini anlatır
ona.
Bugün en zeki bir adam, en fatin
bir adam, her şeysiyle kendi kendine güvenen bir kimse, istediği şekilde bir
kadınla evlensin, istediği şekilde bir çocuk yapabilir mi? Rengi böyle olacak, gözü
böyle olacak, bu kadar müktesebat-ı ilmiyesi olacak, şunu belliyecek, şu olacak
bu olacak, şu kadar boyda olacak, bu kadar sene yaşayacak. Haddine mi düşmüş! O
yaratırım maratırım der ama en ufak hadisenin karşısında ne kabrin kapısını
kapayabilir, ne de serden aczi giderebilir, ne istediği şekilde bir insanla
evlenir, ne istediği şekilde bir çocuk yapabilir. Ee o hâlde ne diye sen can yakmaya kalkarsın! Sen
acizsin, zavallısın! Kafanı yere vur; "Aman" de.
Mahlûkat denilen bu kâinat,
Hakk’ın varlığından görülen birtakım fani suretler. Bunu çok eskiden hem yazmışız hem
söylemişiz. Bugün de aklıma geldi ya, tekrar ediyorum. Bugünkü konuşmamın esas
noktası bu cümle.
Bu mezâhir[1]
nedir, bildiğin bilmediğin varlık nedir, şu kâinat nedir? Sorulacak olursa,
bunun cevabı: Bu kâinat, bu
varlık, Hakk’ın varlığından
görülen birtakım fani
suretlerden ibarettir. Bizâtihi
vücûdu yok, kendi kendine durmaya ait bir kabiliyeti yok. Öyle bir varlık
değil. Kendi kendisini yapabilen bir varlık değil. Kabil, fail değil. Mıstar,
mastar değil. Matbaa, tabi değil. Masnuat, sâni değil. Anlatamıyor muyum? Öyle
gidiyor. Bunu zevk edinmenin neticesine de ahlakta aşk deniyor. Bundan da
insanda bir zevk hasıl oluyor, o zevkin adına da ahlak deniyor.
O ahlak adama ne yapıyor? İşte o Kudret’in
varlığından görülen fani boşluklara, Kudret tarafından tarif edilmiş olan bir
ahkâm var. Sen aslını inkâr etme, o ahkâmı da inkâr etme! Aslını inkâr edecek
olursan kendini de inkâr etmiş olursun, zavallı olursun. Ahkâmı da inkâr edecek
olursan acze düşer; çalışırsın çalışırsın çalışırsın, musluk kısılır bir türlü
huzura kavuşamazsın. Mesele burda.
Hemen hemen her hafta tekrar
ettiğimiz gibi, bugünkü beşerin irfan yükü, bilgi yükü, fen ağırlığı, sanat
kesafeti, gözleri kamaştıracak kadar kabarmıştır. Bu büyük varlığın karşısında beşer,
şöyle bir geniş oooh demeklik hakkı vardır değil mi ya! Bilakis nefes alamıyor.
Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sekenesi. Belki bugün küre üç milyar insan besliyor,
belki üç buçuk milyar besliyor. Fakat ekseriyet itibariyle bu milyarların heyet-i
umumisi yarın ne yapacağız diyerekten tir tir titriyor.
Huzur bu mudur? Bu kadar ilim bu
şeyi mi verecekti? Bu kadar fen, bu ağırlığı mı verecekti? Yoksa beşerin
kalbinde bir rahatlık mı verecekti? Niye bunun raporu verilmiyor? Niçün beşer,
gözüne batan, o gaflet gözüne batan çörü çöpü atmıyor?. Nedir o tefrikalar? Nedir
o perişanlıklar? Niçün kalpler insanlarda birleşmiyor? Birleşmedikçe Allah
huzuru vermez, rahatlık olmaz. Kisbi değil bu.
Rahatlık denilen şey bir madde
değil ki, sen onu elinle yapabilesin de, bir fabrikada dökesin de yahut birçok
eçhizeyi bir araya getiresin de ihtirâ edesin. Şunu birleştireyim, bunu bunla
yapayım bir harita yapayım ki meydana çıksın. Öyle şey yok! O yalnız Kudret’te
o. Onu ortaya koymamış. “Ben vereceğim” demiş.
Nasıl sen istediğin şekilde bir
çocuk meydana getiremiyorsan, istediğin şekilde de bir rahatlık insanlığa
veremezsin. Ona imkân yoktur. İstediğin şekilde bir çocuk meydana getirebiliyor
musun? Hadi bakalım en zeki bir adam çıksın. En fatin, en güzel, en şöyle
kendisine güvenen bir adam, en istediği şekilde bir hanımla evlensin, istediği
şekilde bir çocuk yapsın. Boyu böyle olacak, eni şöyle olacak, gözü şöyle
olacak, bu kadar müktesebat-ı ilmiyesi olacak, şu kadar fenne sahip olacak. Hayır
hayır!
هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي
الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ [2]
“Ben kendi öz elimle o
boyayı boyacağım.” azizim, diyor. “Seni sûn-ı[3]
İlâhi fabrikama tezgâh yaptımsa, kendi zâtıma
da şey yapmadım ya. Onu ben boyayıp çıkaracağım. Rahatlığı da beşeriyete Ben
vereceğim. Sendeki gördüğüm istîdâtlar nispetinde. Sen gaflet gözüne batan çöpü
atmadıkça, Ben senin gönlüne rahatlık vermem.”
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, “Mekârim-i
ahlakı[4]
itmama gönderildim.” diye kendisini
takdim eden mürebbi-i ukul olan Zât-ı alî öyle buyurmuş. Ey insanlar, diyor. "Ey
fikr-i iz’an sahibi bulunanlar; uyanınız, ibret alınız, gönlünüzü açınız!" diyor. Gönül
gözünüzü açınız. Mahlûkat içinde mevkiinizi seçiniz. Kudret sizi kendisine
muhatap yapmış, siz Cemal-i Sübhâniyi temâşâya gelmişsiniz. Ne vakte kadar
böyle acayip şeyler görüp de göçüp gideceksiniz? Ne vakit siz bir Hak ve
hakikatı temâşâ edeceksiniz? Edemeden mi gideceksiniz? Yazık günah değil mi?
Size en adi ikramı akıldır,
diyor. Akıl, Kudret’in büyük bir ikramıdır amma diğer ikramı yanında en ufak
bir ikramıdır. Aklın tarifi nedir? Nefsi
mağlub eden kuvvenin adına akıl derler. Yeni tarif yapıyorum. Eski
konuşmalarımızda hissin galatlarını tashih eden kuvvenin adı akıl, meçhulden malumu
çıkaran kuvvenin adı akıl. Bugün yeni koyduğumuz tarifte de nefsi mağlub eden
kuvvenin adı akıl.
Sende eğer nefsini mağlub edecek
kuvvet yoksa henüz, ahlaka göre o Kudret’in en büyük bahşayişi olan nimet-i
akıl tam değildir. Nefse mağlub oldun mu akıl noksanlığı vardır. Akıl
noksanlığı, beden noksanlığına benzemez. Sonra bu akılda bir yere kadar
gidiyor. Malum ya eski konuşmalarda dedik ki: İnsanın iki yüzü var; bir yüzü âlem-i
hilkate çevrilmiş, bu gördüğümüz, bu işte bu mazâhir, bu şuhûd âlemi, dünya
filan... Bir yüzü de âlem-i hilkatte şey kudrette.
Âlem-i hilkatteki olan yüzüne
akıl verilmiş. Orada işe yarar. Âlem-i kudrete gelince orada akıl tıkanır
kalır. Orada ne lazım? Orada işte biraz evveli tarif ettiğim aşk ile iman
lazım. Yoksa her insan bu âleme yüklü olarak gelmiştir. Ve her insan bir
saadete kavuşayım niyetiyle çırpınır, insan ise. Ve onun içün o yükü taşır. Yükü
kendin taşıma. Yükü ver iman taşısın sen niye taşıyorsun? Yükü kendin
taşıma.
Güzel arkadaş tedarik et
hayatta. Nedir o güzel arkadaş bilir misin? Efâlin, iyiliklerin, insanlığa
yapmış olduğun hizmetlerin. En birinci dostun dahi seni kabre kadar
götürür. Ne yapalım buraya kadar gelebildim der, ondan sonra döner. Seninle
beraber gidecek olan yalnız hayrındır. O girer kabrin içerisine. Kabirden sonra
arkadaşlık yardaşlık yalınız ahlakınla girer,
gider. O durur.
Kaç tane dostun var, kaç iyilik
ettin, kaç insana karşı lazım gelen muhabbeti, lazım gelen insanlığı meydana
getirdin? Var mı hesabında? Yoksa bugünden itibaren başla. Yoksa Kudret’in öyle
tecellileri vardır ki adama yoku var suretinde gösterirler. Güya insan var mı
zannediyorsun. Varsa, deden nerde? Yoktur ama var suretine hepimiz çalışırız. Yok.
Öyle muhteşem öyle muazzam gözükür ki azizim, Kudret öyle makirdir ki, Fatır o
kadar büyük bir makirdir ki...
Konuşmanın, birinci konuşmasını
geçen konuşmada yapmıştım, şimdi devam ediyorum. O mekri anlatıyorum sana. Bak, hiç yok olan bir şeyi o kadar muazzam bir
varlık şeklinde bizim gözümüzün önüne getirmiştir ki nece kalpler yıkılır, nece
evler söner, nece canlar yanar, necee hayvanları utandırtacak kadar cinayetler irtikâp
eder, zannedersin ki bir varlık vardır. Var mıdır sanki senin muhteşem
tanıdığın varlık? Varsa nerde deden? Nerde dedenin babası? Nerde... Daha maziye
doğru dön. Hiçbirisi yok ve sen de yoksun.
Dün bugün içün rüya olmuştur.
Bugünde yarın içün rüya olur. O hâlde dünya hakikatte helaktedir. Seni onun
üzerine oturtmuş... Gel sen helake beraber gitme, sen kendini ver Hakk’a da senin
suretin ne olacaksa olsun, siretin Bakî ile baki kalsın. Ama o bir muhteşem
varlık gibi geliyor. Hayali hakikat zannedip de, nafile ömrünü beyhude
harcetme! Sayılı nefes öyle kolay bir şey değildir, bir tekini verip de
ikincisi gelmezse ne kadar çırpınır bir insan bilir misin? O bize bedava
verildiği için farkında değiliz. O sayılı nefes var ya hani onun bi... Nasıl
anlatayım? Anlarsın hâlimden anlatış tarzımdan.
O gayet sert edalı mevcûdâta nazar-ı
hakaretle bakan bir insan tasavvur et. Nefesin birisi gelmediği dakikada o dik
kafa birdenbire düşer. En tecavüz edici bir insan dahi yanında olmuş olsa, aman
diye elini açar o dakkada. Yaa, Kudret bunların dersini kaçırmıştır. Binaenaleyh
bu kadar kıymetli olan bir şeyi, bedava harcetmek doğru değildir. Hayali hakikat
zannedip te nafile ömrü beyhude harcetmek aklın kârı değildir. Onun için ne
diyorlar aklı tarif ederken. Akıl, nefsi mağlup eden kuvvedir. Kim ki
nefsini mağlup edememiştir, tam’ül-akıl değildir ahlaka göre.
Hangi dili, Allah çene
kemiklerinin içersinde un ufak yapmamıştır. Gösterebilir misin ki bana bir dil
çene kemiklerinin arasında un ufak olmamıştır. Neyine mağrur olursun? Gafil, dalgayı
köpüğü görür de deryayı görmez. Tozu toprağı görür de, o tozu toprağı kaldıran rüzgârı
görmez. Bunların hepsi, Kudret tarafından insanlara, yarın bir huzurda
toplanacağını, en büyük burhanlar ve netice itibarı ile gelin perde-i gaflet
açılmadan, kudret elden gitmeden, zamanı fırsat bilin, ferda-i maâdınız için zâd-ı
zahire toplayın. Eli boş gelmeyin. İyi bir arkadaşla gelin.
En dostun, seni nihayet kabrin
başına kadar getirebilir. Öbür tarafta ayrı gider. Ah bir hazret-i insana mülaki
olursan, o sana gönlünü verir o gönülle beraber gidersin, o ayrı. Fakat biz
şimdi suret konuşuyoruz. Masalar, kasalar, câhlar, debdebeler, tantanalar, bunlar
nihayet oraya kadar gelir. Ondan sonra
Allah’a ısmarladık, der. Ne yapalım buraya kadar derler... Unutur geçer giderler.
Öyledir o. Öyle olmuyor mu? Oraya kadar getiriyorlar, orda bırakıyorlar. Dönüyorlar
sonra. O bağırır filan içindesin filan amma...
Asıl içinde işte dünyada yapmış
olduğun kim neyse o içinde o. O sağlam. O içeride beraber. “Ee ne malum vücut
bulur mu ki o gün?” Tabii ne malum var mı ya, Kudret bunun dersini kaçırmış
artık. Bu asırda bunların inkâr kapısı kapanmış. Burda konuşuyorsun, Amerika’da
dinleniyor. Dünyanın her bir ucunda tamamen demek vücut buluyor. Vücûdu olmasa
Amerika’da yahut dünyanın herhangi bir bucağında konuşulan bir şey sen burada
dinleyebilir misin? Onun vücûdu var ki sana geliyor.
Nasıl sesin, sedanın vücûdu varsa
efâl-i harekâtının da vücûdu var. Kudret her an filmini alıyor. Yirminci asır, Kudret
kapısını böyle açmıştır, inkâr kapısını kapamıştır. Hiç mazeret kabul etmez.
İnsanlık yolu tamamen açıktır. Buyurun diyor. “Acaba” kalkmıştır zihinlerden. Öyle
değil mi ya? Kendi, Hindistan cevizi kadar muhafazanın içerisinde cevher-i akıl
diyerekten tavsif etmiş olduğun varlık, acaba eczanede mi satılır, bakkal dükkânında
mı bulunur, nerededir? Kabil-i vezin midir, rengi nedir? Efendim dimağı, nüvesi...
Bırak şimdi o lakırdıları sen, sayfa
numarasını göster bana. Köylüye karşı ampulden konuşmaya benzer o. Orayı bırak!
Nedir o bana gösterebilir misin
cevher-i aklını? Neyle gösterebiliyorsun? Asarını gösteriyorsun. Aklın olduğuna
ait yapmış olduğun icraat ile; ha bu bir aklın, bu bir zekanın, bu bir varlığın
neticesidir diyerekten hüküm veriyoruz. Ha kendi Hindistan cevizi kadar
muhafazanın içerisinde yine kendi malın olmaksızın Kudret tarafından, Fatır
tarafından sana ikram edilen bir varlıkla, ihtirâ ettiğin şu şerit parçasının içerisinde
bir hafta evvel söylediğini, bir sene evvel, beş sene on sene evvel
söylediğini, şu anda sana tekrar iade ettiriyor da, Kudret bu fezada seni
filmine almıyor mu? Bunu bedava mı yaptırtmıştır. Yarın kafana vurmak içün! “Senin
elinle de sana yaptırtmıştım. Sen aciz kafanla yaptın da, bunu tuttun da, Ben Allahlığımla
tutamadım mı!?”
Mazeret kapısı kapalı. Yalnız Keremi büyük de; rücû
ederse, kendisini kabul ettirebilirse bir kırık kalp tamir edebilirse... Hakk,
öyle diyor. “Benim adresim semalarda göklerde değil, kırık kalplerdedir.” Olabilir
de bir insanın gönlünde yer alabilirse, kendisinin yapmış olduğu
çirkinliklerini onun hatrı içün silerim, ona da unuttururum. Güvenilen nokta
budur. Yoksa o çekilmiş olan film tamamı ile verildi mi zaten insan kendi
kendine başlar “ben mahvoldum” demeye. Kendi numarasını kendi verir.
Hulâsa, insan bu suretini
değiştiremez ama siretini değiştirmeklik imkânını Kudret kendi eline vermiştir.
Siyah gelmiş zenci, kendisini beyaz yapamaz. Mavi gözlü adam, kara gözlü
yapamaz. Siyah gözlü adam, ela gözlü yapamaz kendisini. Suret öyle verilmiş, fakat
siretini değiştirebilir mi? Ona karışmıyorum, diyor. Onu bıraktım ona. İsterse
çok güzel gelir, isterse çok çirkin gelir. Şu üç beş günlük hayatın içerisinde
bunların hepsi der. Azcık üç beş günlük şeyin içerisinde.
Evvela yalanı at. Sonra ne
yapayım? Hasedi at. Mevlana öyle demiş, ne güzel misal getirir o. Oku
dedenin kitabını oku, ne muazzam. Hased... Der ki, o: Sen hiçbir şey yapmadım dersin hayatta, der.
En büyük kötülükleri yaparsın, der. Mesela der, hiçbir şey yapmasan dersin ki,
der: Birisini ayıplarken “Şundan da mı aşağıyım, bana bu layık görüldü,
filancadan da mı ben daha aşağıyım!” Bunu hepimiz deriz. Bu bir hased değil de
ya nedir? der. İşte iki âlemin de azabı sendedir. “Talihsizim benim yıldızım bozuk gitmiş, ben şundan da mı
aşağıyım!” dedin, der. İblis de böyle
demişti der, İblis olmasındaki sebep: “Ben ondan da aşağı mıyım!” dedi, İblis
oldu der. Sen her gün İblis olursun, der. Tabi zor, ahlak mefhûmu üzerinde. Ya
kimseyle meşgul olma. Hayy!
Hased, bütün ayıpların üstünde
bir ayıp, diyor. Öyle tarif ediyor. “Ben şundanda mı aşağıyım!” dedin diyor.
Sen daha ne ayıp arıyorsun kendine, diyor. Daha başka ayıp mı arıyorsun sen, İblisin
sıfatıyla sıfatlanmışsın, daha ne ararsın? İblis, Hak’kı tanımıyor değildi ki,
diyor. Öyle bir secdesi var İblisin, kırk bin sene sürmüştür. Kırk bin sene
secdede durmuş azizim, kırk bin sene fakat bir sözüyle kovulmuş geçmiş
gitmiştir. Kolay iş mi o kırk bin sene! “Ben ondan aşağı mıyım!” dedi, kovuldu.
Hz. Ömer, onu...
İnsanlar acayiptir, belki sizin
tuhafınıza gider fakat ben sizi, şöyle mânâya gönül vermiş, maddenin
kesafetinde kalmış tanımıyorum da... Şimdi maddenin kesafetinde kalan insan,
benim bu söylediğim sözden bir şey anlamaz. Onunla da konuşma şekilleri var ya.
Mânâya gönül vermiş, yetişmiş insan nazarıyla konuşuyorum. Öyle, öyle
konuşuyorum.
İblis'i yakalamış. İblis'te, temessül[5]
etmek kudreti var. O kudretini onun elinden almış. Ömer bu, alır. Ömer alır. Neden
alır? Ee insan gönlünü bir yere bağlar, kendisinde kendisine ait vücûd
kalmazsa mal sahibi gelir, gelince her şey olur. Değil mi öyle? O ne demek
o? Bari anlatayım. Bu vücut senin mi? Sen, benim dersin. Fakat idrak eder de
senin olmadığını anlarsan. Senin ise ihtiyarlama! Senin ise acze düşme, yıpranma!
Gelmede gitmede ihtiyârın olsun. Bunların hiçbirisi yok. Hiçbirisi yok!
Kudret bazen müsaade ediyor. Âlemi ten yapmış seni
o tene can yaptığından dolayı, insan demiş. Bütün mevcûdâtı bir ten
tasavvur edersen, o mevcûdâtın, o tenin de canı sensin. Onun içün kıymet
alıyorsun. O’na karşı bir teslimiyet istiyor.
Olmasa kibr ile riya, sensin ol beyt-i kibriya.
İnsanı yıkan iki şey, biri riya biri benlik.
Olmasa kibr ile riya, sensin ol beyt-i kibriya. Bu ikisi yıkıyor adamı.
Şimdi, çok defa misal getirdik
ya, iyi yüzmek bilmek ne demektir? Tarif ederler, işte şöyle kulaç atacak, şöyle
arka üstü duracak, ellerini şöyle tutacak. Hayır, o değil. İyi yüzmek demek,
denize kendisini iyi teslim etmek demektir. Ama o belki yüzen de farkında
değildir. Yüzmeye alışan adam denize kendisini teslim etmeye alıştı mı yüzmeyi
öğrendi. Denize kendisini teslim etti mi, deniz böyle tutar adamı. Bi parça vücûduna
sahip olsun, dibindedir.
İnsan da tamamen Kudrete
kendisini teslim etti mi, Allah böyle
tutar. Onun karşısında bir parça “ben varım” dedin mi, gidersin. Zaten
gitmelerin hep neticesi budur. Şimdi mesela Ömer onu tutmuş diyoruz. Tutar o.
Neden? Çünkü sen ara yerden çıkınca, bunun asıl sahibi var. Orta yerde bırakır
mı? Sen bunu tamamen O’na teslim edince. O, o kadar, o kadar sahiptir, o kadar
Gayyur’dur ki, o kadar hesap eder ki, şöyle noktasını bırakmaz.
Hudâ, o kadar zariftir, o
kadar sahiptir. Mesela bazı insanlar her şeyin kabasını, “Canım, kaba
oluversin, oluversin ne olacak!” Yok.
Hani derler ki: “Ölümlü dünyada şu şöyle...” Öyle bir şey de yok. Öyle de
değil. Emir öyle ya: “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın, Allah’ın sıfatıyla
sıfatlanın.” Allah’ın ahlakında, Allah’ın sıfatında, Allah güzelliği çok
sever. Zarafeti çok sever. Tabiata bak, ülfete bak, rengârenk çiçek
yapmıştır, sevmese yapar mı? Evet, sen hangi tarafına baksan bir insan durur
böyle. Kabalık yok.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi der ki:
O kadar şık olunuz, o kadar zarif olunuz ki cemiyet-i insani içerisinde,
sizin isminiz, adresiniz sorulmadan bana ait olduğunuz bilinsin. Biz de
onun tersine olarak, öyle biliniriz. Tersine olarak biliniriz. Kısmetimiz
yok. Nerden girdim buraya unuttum diye soruyorum.
Unutturuldum. Şuradan girdik, yine hatırlatayım size.
Malın sahibi kim? O! “Sen, ben
yok, O var” dedin mi, derhal burdadır O. Bırakmaz orta yerde. Sen sahip olduğun
içün orta yerde zelil kalırsın. Sen sahip olduğundan dolayı orta yerde
zelil olursun. Sen ara yerden çıktığın an, yook bırakmaz. Hiç bırakmaz. Öyledir
O.
Şimdi bu gibi insanlar mesela
Ömer dedim ki, İblisi tutmuş. Onun vücûdu yok ki, o ara yerden çıkmış Orda
tutan gine Kudret. Bağlamış, seni diyor rezil edeceğim, diyor. Çağıracağım
bütün kâinatı, sen insanlara çook, çok eza ettin. Fakat İblis demiş: “Ömer, o
kadar konuşma! Sen birisine tesadüf ettin. Sen nefs-i natıka-i kâinatın
kalbinin nazarına geldin. O göz seni ihya etti. Ne yapalım senin kısmetin
varmış. Sen ona tesadüf etmezden evvel, ben senin putlar önünde tapındığını
bilirim. Fakat sen benim kırk bin senelik secdemi bilir misin? Benim bir secdem
var yalnız kırk bin senelik. Acı bana acı, demiş. Sen iltimasa uğradın. Birisi
seni tuttu, böyle oldun. Ben senin eski hâlini bilirim. Fakat sen, benim eski hâlimi
bilir misin?” “İblis defol!” demiş, çözmüş atmış.
Buraya nerden girmiştik? Yani
o kadar muazzam taatı, taabbüdü varken, bir hased yaktı yıktı, mahvetti gitti. Beşeriyeti
de yıkan odur. Onun içün aklı daima asa-yı hakikat yapmalı, gaflette kalmamalı.
Dedik ki akıl vermiş Kudret, nefsi mağlup etmek içün. Kim mağlup etmişse
akıl ondadır. Onun için akıl, asa-i hakikat olursa…
Bir söz oluyor, mevzûu kaybediyorum.
Ve yoruluyorum. Sıhhatim de iyi değil. Şimdi de keseceğim. Asa-i hakikat, hakikat
sopası yapacaksın aklı. O vakit gaflette kalmazsın. Gaflette kalanlar, karanlıkta
kalanlardır. Karanlıkta kalanlar, gaflette kaldıktan sonra karanlık ile
aydınlık müsâvidir. Farkı yoktur. Niçün müsâvidir. Uykudadır, uykuda olan adam
içün, aydınlık karanlık var mıdır? Var mı, bir adam uyurken, karanlığın
aydınlığın farkı var mı? Uyuduk. Yok.
İki türlü uyku var. Birine
hilkat uykusu derler, gece uykusu. Birine de gaflet uykusu derler. Hilkat
uykusuyla uyuyan işte herkes istîdâdı, yaratılışı nispetinde beş saat, altı saat,
sekiz saat, on saat, nihayet uyanır ona hilkat uykusu denir. Bir de gaflet
uykusu vardır ki Kudret muhafaza etsin. İnsan geberirken uyanır. O vakit çok
fena olur. Ondan vaktiyle uyanmak lazım.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Mezahir:
Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın
görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar.
[2] Ali
İmran Suresi 6. Ayet-i Kerime: هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي
الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Meali: Sizi, rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur.
Kendisinden başka tanrı olmayan, şan, şeref ve hikmet sahibi olan O'dur.
[3] Sûn’: iş, eser, sanat. Yapma, meydana getirme.
Sûn-ı İlâhi: Yaratma, halketme, Allah'ın eseri
[4] Mekârim-i
ahlak: Övülmüş, beğenilmiş güzel ahlâk. Cömertlik, kerem, şeref, asâlet vb.
Güzel huylar, beğenilmiş davranışlar.
[5] Temessül:
Benzeşmek. Cisimlenmek.
Bir şeyin bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi.
Bir şekil ve surete girmek.
2 yorum:
Bunların ses kayıtlarına nasıl ulaşabiliriz ?
Biz aileden ulaştık.
Yorum Gönder