110 (06.05.1962) 57 dk. (157)
Konuşmalarımız, ahlak mevzûu üzerinde
devam etmektedir. Mevzû, başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan
ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın
annesi akıl olduğu, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp olduğunu anlatmıştık. Gerek
akıl, aşk, kalp, vazife bunların hepsi mânâ-i insaninin birer vasıfları olması
hasebiyle mevzûun esas noktasını insan mefhûmu teşkil ediyor.
İnsan. Ve tarifi güç olan kısım
da burası, insan. Zahirde nihayet elli, altmış, yetmiş, seksen kiloluk bir
varlık gibi kan ve kemik torbasından ibaret, sûrî vücudu iki metre uzunluğunda
bir çukura sığabilir fakat sireti itibariyle mânâ-i ihtivası, vicdan-ı
kibriyası nedir bunun? Anlatılması güç olan yer burası. Nereden gelmiş, niye
getirilmiş, ne olacak, nereye götürülecek? Gelmede gitmede ihtiyârı var mı?
Hilkatte hiçbir zerre abes yaratılmamış. Her varlık, her zerre mükellef, teklifat tahtında. Öyle değil mi?
Hepsi vazifeli. İşte o teklif ki insanda bir hususiyet meydana getiriyor. Kudret’in teklifi kendisinde bizzarûre[1]… Yalnız kendisinde mi, bütün mevcûdâtta fakat İnsandaki teklif daha başka türlü mükellef. Mesuliyetli. Ben, seni insan yaptım, diyor. Hesap vereceksin, diyor. Yoksa mükellef olmayan hiçbir şey yoktur.Esasen cansız hiçbir zerre
yok. Daha müspet ilim yavaş yavaş yaklaşıyor oraya. Fakat Kudret, -her
zerrenin kendine mahsus bir hayatı var- bunu aşikâr ilan etmiş. Nebat yiyen
hayvan, et yemez. Et yiyen hayvan, nebat yemez. Yerse hayatı değişir. Bu
mükellef değil de ya nedir? Bir kanuna tabi değil de ya nedir? Öyle değil mi?
Kaba misal.
Demek ki mevcûdât içerisinde, varlık
içerisinde, Kudret’e naib olarak, Hakk’a ayine olarak, zira Hakk, insan
gönüllerinden kendisini gösterir. Onun içün insanın kıymeti büyüktür. İnsanın
kıymeti niçün büyüktür? İlk söylediğim sözdür. İnsanın kıymeti niçün büyüktür diye
sorarlarsa, zira mevcûdâtın sahibi, kendisini insanların gönlünden gösterir. Onun
için kıymetlidir. Eğer, sahib-i gönülse.
Niye diyorlar: Gönle dokunmayın, kalbe
dokunmayın. Öyledir… Onun içün: Gafiller Hakk’ı göklerde, arifler de Hakk’ı
gönüllerde ararlar. Bir daha tekrar edeyim cümleyi. Niçün mevcûdât
içerisinde insan hususi bir ikrama mazhar olmuş? Kerremna tacı giymiş, ruh-u menfûh
ile tekrim edilmiş, ahsen-i takvim sırrına mazhar kılınmış. Sen insanı ufak bir
şey zannetme. Eğer insan ise!
Hane-i kalbinde Hak’dan gayri
mihmânı yok olan kimseye insan denir. İnsanın tarifi de zor. Hane-i
kalbinde Hak’dan gayri misafiri bulunmayan adama, hakikat âleminde “Hazreti İnsan”
tabir ederler. Bir şey anlatamıyorum galiba! Ne güzel söylemişler:
Vech-i yâre dûş olan, âlemde seyran istemez.
Vech-i yâre düşmüş olan, âlemde seyran istemez.
Cânını cânâne teslim eyleyen, cân istemez.
Bu misafirhanenin faniliğin fehmeyleyen
Hâne-i kalbinde Hak’dan gayri mihman istemez.
Masivallahdan mücerred oldu İbrahim bugün
Varını dildâre verdi vasl ü hicran istemez.[2]
Bunun bir ölçüsü. Ne vuslat istiyor ne hicran istiyor. Vuslat da yok hicran da yok. Niçün? Kendi yok ki. Benim hoşuma gitti bir daha okuyum. Şimdi okudum sizin. Bu da kendime. Öyle ya insan bazen... (Boyadılar, iyi boyamadılar, üstüm başım berbat oldu.)
Kudret öyle yapmıştır ki. Kaç vücûda
sahipsin? Şu elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasının içerisinde kaç vücûda
maliksin? Bu ağzınla söyler, bu kulağınla dinler zevk alırsın. Söyleyen kim, dinleyen
kim? Söyleyen vücûdun hangisi? Dinleyen vücûdun hangisi? Öyle değil mi?
Oturursun bir musiki yaparsın, he birkaç kişi dinler, bir de kendi kendine
yaparsın onu da kendin dinliyorsun.
Ne kadar muamma varsa Kudret,
insanda hepsini yüklemiş vermiş. Onun içün ikinci hayatta, ebedi âlemde, mazeret
kapıları kapalıdır. Büyük Kitap’ta öyle der: Zaman yardım etmedi, zemin
yardım etmedi, muhit yardım etmedi, paran olmadı, şu olmadı, okuyamadın,
bilemedin, bir kitap eline geçmedi, bir söyleyen bulunmadı... Kendi ikilim-i
vücûdunu en büyük muallim, en büyük kitaphane yapmıştım. Kendini okuyaydın,
diyor Allah.
سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ
وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ اَوَلَمْ يَكْفِ
بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ [3]
Ne kadar tatlı. “Biz açık
burhanlarımızı, zahirde de aşikâre kıldık, enfüste de.” Harice vaziyetin müsait değildi, muhitin
yardım etmedi, kimse elinden tutmadı. Senin iklim-i vücûdunde, enfüsünde, senin
kendinde de Ben en büyük ilmi koymuştum. En büyük kütüphane, kendini okumadın
mı? Zaten kendi gönül kitabından bir harf okuyamayan hiçbir şey okuyamamıştır.
Evvela kendini okuyacaksın.
Kendisini okumadan başka şeyleri
okuyan kimse zavallıdır. Neye benzer o bilir misiniz? Bir şeyin bankanın
veznedarına benzer. Bankanın veznedarının önünde paralar deste deste durur; bir
kırmızı kalem, bir sabit kalem, bir öbür kalem, uçları güzel açılmış, dizer
dizer onlara bakar. İşte kendinin gibi ama sayar, bir de eksik çıktı mı
kıpkırmızı olur, aman diyerekten.
Âlemin malı. Kendi kitabından yok
mu bir şey? O âlemin, o! O güzel, binler filan, onbinler filan, birkaç milyon
lira var önünde ama başkasının. Sayarsın sayarsın, bir kalemde şaşırdı mı
kıpkırmızı olur. “Acaba?” der, titreyerek tekrar saymaya başlar. Sonra tam
çıktı mı bi ferahlanır. Hariçten bir şey bulmuş gibi. Kudret‘in acayip hikmetleri.
Kendinde, öyle diyor, Kudret: Hiçbir şey sana yardım etmediyse, seni senin
eline teslim ettim Ben. Sen kendini oku yine yol alırsın. Kendini.
O irfan ayrı bir iş. Bak size bir
misal getireyim, kendini okuyanlardan. Fahreddin-i Razi isminde bir büyük âlim
var ilim adamı. Fransızlar “Razo” der, Fransız âliminin yanında ismini
bahsettin mi hemen kalkar, yarı beline kadar eğilir hürmetle. 380 küsûr eseri var.
Her eserinin boyu böyle... Bir Tefsir-i Kebir’i var, yarım adam boyunda. O
vakit matbaa yok, şu yok bu yok. Nasıl yazmış? Akıl duruyor. Bıraktığı eserin
dörtte birini yazmaya değil, okumaya
insanın ömrü kâfi değil.
Dünyanın yuvarlaklığını ilk ispat
eden adam. Birinci tefsirinin, birinci cildinde bahseder bunu. Sema ilminde bir
kitabı var. El-Muhassal. Bilmem, her sahada, her sahada yed-i tûlâsı[4]
var. Acayip, acayip! Seyahate çıkmış. Eski, bizde eski ilim adamları bir yerde
oturmazlar. Beşeriyetin Fahr-i Ebedîsinin emri de öyle. Sefer ediniz, sıhhat
alınız, der. İlacın en büyük rüknünü de tedavinin en büyük rüknünü de öyle
tavsiye ederler. Hastalar üzerinde “saferu ve tesihhu” Onu yapıyorsun bunu
yapıyorsun, şunu ediyorsun, bir türlü iyi olamıyorsun, yer değiştir, der. Büyük
Kitap da öyle emreder. “Yer üzerini karış karış geziniz hilkate nasıl
başlanıldı öğreniniz.” der.
[5]قُلْ س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ فَانْظُرُوا
كَيْفَ بَدَاَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللّٰهُ يُنْشِئُ النَّشْاَةَ الْاٰخِرَةَۜ اِنَّ
اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۚ
Medeniyet âlemindeki insanlar, sanki
onlara gelmiş gibi, zaten bu tabir de sakat ya. Kalbi olana gelmiştir o
Kitap. Kim de kalp var kalp, hangi insan kalbe sahiptir, ona muhataptır. Akın
akın dünyayı gezer. Yerin altını çiğner, semanın üstüne çıkmaya çalışır. Kaç
yerde “semavata bakın” diye emir vardır. Semavata bakmak demek böyle böyle
bakın demek değil ya!
Bu emirleri iyi anlamış, iyi de hazmetmiş
iyi de varidat ortaya bırakmış bir adam, bu Fahreddin. Bundan sekiz asır evvel
gelmiş gitmiş. Fakat senin nenen onu mağlub etmiş, elini öptürtmüş. Bak ne
anneler yetiştirmişiz biz. Nasıl anneler yetişmiş bizde. Gittiği yerde tabi
şöhret afak-ı cihan bir adam. İlmin moda olduğu devir. Her devrin bir modası
vardır. Bazı devirde şekavet moda olur, bazı devirde sefalet moda olur, bazı devirde
sefahat moda olur, bazı devirde rezalet moda olur, bazı devirde ahlak moda
olur, bazı devirde mânâ moda olur, bazı devirde marifet moda olur, bazı devirde
ilim moda olur. Bu da ilmin moda olduğu devir. Öyle bir devirde. Seyahati
esnasında, beşeriyeti var ne de olsa...
O tamamıyla varlıktan soyulmak, o ayrı bir pûtede erimeye bağlı. Mevlana’nın
dediği gibi: Ruhun bir yerde kaynadığını görmek, kendisini atmakla kaimdir.
Hâlbuki der ki, Mevlana: Buna ait Kudret… Misalini de getirmiştir. Göz ikidir amma iki gözden gören nur birdir, der. Bir şey anlatamıyor
muyum? Öyle ki...
Bu bilgisi itibariyle, tabi herkesin de hürmetini
kazanmış, her gittiği yerde aranılıyor. Orada zaafı var.
Sormuş demiş ki: “Beni burada bir yerde, hiç görmeyen
kaldı mı?”
Demişler ki: “Bir hanım vardır, o gelmedi sizi ziyaret
etmeye.”
Hayretini vücûb olmuş. Ben gideyim, demiş ziyarete. Gitmiş
kadına. İşte hoş beşten sonra bir münasebet getirmiş, bir girizgâh yapmış ve
öyle bir şekilde girizgâhı yapmış ki, yani:
“Herkes geldi, beni görmek istedi, siz istiğna[6] gösterdiniz. Hâlbuki ben binbir delille vacibü’l-vücûdu isbat eden bir insanım.” Yani Allah’a, O’nun varlığına binbir burhan göstermek kudretiyle, bu sahne-i âlemde bulunan bir kimseyim.
Kadın tebessüm etmiş. “Onun içün gelmedim, demiş. Seni ziyaret etmememin sebebi odur. Ondan dolayı gelmedim. Senin şüphen varmış. Binbir tane zavallı aklınla bulduğun delili bulmadan sen “Allah” dememişsin. Ben gönül defterinde gördüğüm an ile Hakk’a “Allah” demişim. Senin bana gelmen lazım, demiş. Sen satırlarla, kalemlerle, kıyaslarla, birtakım riyazi kaidelerle, birtakım mantık kaziyeleriyle[7] kura kura, kura kura, “evet var” demişsin. Ben, gönül âlemime baktığım vakitte, O’nu orda temâşâ edip de “var” diyenlerdenim. Sen, eserden müessire geçmişsin. Ben, müessirden esere geçmişim. Sen eseri görmüşün de bir sahip aramışsın. Ben sahibi gördükten sonra: Sen mi yaptın, demişim.”
Bir şey anlatamıyorum galiba! Böyle
anneler yetiştirmişiz. Sen öyle annelerin çocuğusun. Bu söylendikten sonra
kolaydır amma bu hâli alabilmek, bu zevki tadabilmek, bunu duyabilmek, bu zevk
ile yaşayabilmek... Eski konuşmalarımda söylemiştim, bir şeyi daha var onu da söyleyeyim
de ondan sonra geçeyim mevzûa. Fahreddin’in...
Muhyiddin, bunlar… O asırda hani
ilmin moda olduğu asır dedik ya... Çok adam, böyle kalburüstü geliyorlar. En
büyük fenlerin şeysini veren insanlar, esasını. Sedanın, bu fezada mevcut
olduğunu söylediği vakitte Muhyiddin, sekiz yüz sene evvel, eh mânâya gönül
verenler, evet bazı insanlar... Bugün fen, o dudakları koparıp atıyor.
Onlar ayan-ı sabiteye agâh
adamlar. Ne demek ayan-ı sabiteye? Kudret’in harem dairesine girip çıkarak
sevkiyyat âlemine gelmezden evvel mevcûdâtı yoklayan kimselerdir. Mesela bu âlemde
vücut bulmazdan evvel, iki asır evvel; filan, filan, filan, filan, filan, filan,
der. Ee o adamlar daha hâlde dedeleri bile yok meydanda. Ezel âleminde mevcut ya!
Ezelle ebed ikisi onun elinde şey gibi olmuş. Kelime buraya kadar, buraya
kadarını söyleyebiliyorum. O ayrı iş, o!
Birkaç konuşma evvel söylemiştim,
şu kudretli sözünü hatırlarsanız nasıl bir adam olduğunu anlarsınız. Edison
öyle demiş, elektrikleri yapan adam. “Beşeriyet bana fazla hürmet gösteriyor, ben
bu feyzimi Muhyiddin’den aldım.” diyor. Onlar mütevâzı insanlar. Biz iki kelime
öğrendik mi kendimizin diye kâinatı koparırız. Bakın şimdi misale, o misalle
ikinci hayatı inkâr eden dahi önüne bakar. Çünkü neden? Ben bunu konuşuncaya
kadar kaç defa âdemle ispat arasında kaldım. Yani var oldum yok oldum. Ne
demek?
Muhyiddin der ki: Kudret’in bir ismi Muhyî, bir ismi Mümît. Bir
ismi yaşatıcı, bir ismi öldürücü. Bu yaşatıcı isim tecelli ettiği
vakit, öldürücü isim ta’tile mi uğruyor, muattal mı kalıyor? Eğer öyle
derseniz, muattal isme sahip olan kudrete “Hak” denmez. Ondan Hakk,
münezzehtir. Öyle “Hak” olmaz. Kendi cevap veriyor, diyor ki: “Bütün isimleri
beraber tecelli eder fakat vücût âdeme galip geldiğinden, Cemal Celal’e galip
geldiğinden, Nur zulmete galip geldiğinden siz daima Muhyî isminin tecellisini
görüyorsunuz da Mümît isminin tecellisini görmüyorsunuz.
Şimdi buna maddi bir misal verelim.
Elektrik ilmini bilenler -tabi benim saham değil- daha iyi bilirler. Bu
elektrik saniyede yetmiş küsur defa yanar ve yetmiş küsur defa söner. Fakat biz
bunun ne kadar şimdi burda biz bu ziyayı görüyorsak, bu ziyanın durduğu
müddetçe de bunun zulmeti var fakat biz bunu görmüyoruz. Daima yanıyor
görüyoruz. Yani uyanık görüyoruz. Neden? Nur zulmete galip geldiğinden, vücûd âdeme
galip geldiğinden, daima onun bu ziyasını görüyoruz. Hâlbuki bu ne kadar böyle
ziyalı ise devam ettiği müddetçe de bunun aksi de devamdadır.
Demek oluyor ki bu kâinat, Kudret’in
varlığının... Daha bir misal söyleyeyim, gözler öyle anlamıyor gibi geliyor da
yoruluyorum ben. Bir ipin ucuna bir ateş bağlayalım kuvvetli bir hareket-i
devraniye yapalım. Bir daire hâlinde bir nâr görürsünüz. Bir daire hâlinde midir
o ateş, yoksa bir nokta mıdır? Yine mi anlaşılmadı? Anlaşıldı mı?
İşte bu zât, Fahreddin’le hem-asır.
Şimdi Fahreddin, Beytullah’ı ziyarete gitmiş. Mevsim öyle bir mevsim. O zamanın
orayı idare eden zât, demişler ki işte Fahreddin geldi filan. Asrın feridi bir
adam. Rica etmişler kendisinden. “Binlerce insan var, biraz konuşmaz mısınız,
insanlık âlemine ait bir mevzû bulup.”
Konuşayım, demiş. Çıkmış kürsüye,
konuşacak. Bütün ne kadar müktesebat-ı ilmiyesi varsa, elde edilmiş ne kadar
kendisinde zapt edilmiş ilmi varsa, ilk aldığı günden, son anındaki varlığı ne
varsa bir tek harf kalmamak şartıyla silinmiş. Yok, bir şey yok!
Nasıl olur? Sizin başınıza gelmez
mi hiç? Bazen dersin ki konuşurken “unuttum”
dersin. “Birazdan gelirse söylerim.” Nereye gitti de nereden gelecek?
Nereye gitti ve nerden gelecek? Neler kaçırtmıştır Kudret, neler. Unutma nedir?
Nereye gidecek, ne vakit gelecek?
Mahcup bir vaziyette “Biraz
rahatsızlandım, yarın sizinle konuşurum.” demiş, inmiş aşağıya. Gitmiş odasına
kapanmış. Hizmetçisi de var. Başlamış ağlamaya. Bakıyor bakıyor hiçbir şey yok. Hiçbir şey yok! Yalnız ağlıyor. “Bu ne hâldir?”
diyor. Yalvarıyor Kudret’e: “Ver benim!”
diyor. “Ben bunun aşıkıydım, ver. Alma benden!”
Üç gün sonra bir adam gelmiş. Hizmetçiye de tembih etmiş
ki: “Kim gelirse ‘rahatsız’ dersin almazsın.”
Birisi gelmiş ona da tabi hizmetçi demiş ki, rahatsız!
“Sen içeriye git söyle: Bu gelen adam, gidenlerden değil,
bu gitmez. Gitmez cinsinden bir adam geldi, dersin.”
Demiş: “Efendim böyle cellu bellu bir adam geldi, öyle
diyor.”
Girmiş içeriye: “Ne o filan?” demiş.
“İşte, rahatsızım!”
“Hâlâ demiş, sahtekârlık! Ne yalan söylüyorsun yahu,
demiş. Sen üç gündür ağlıyorsun, ömrün olsa da üç yüz sene ağlasan gine geriye
vermezler!” demiş.
Derlenmiş, toplanmış şimdi. Kendi kendine. Bir ümid.
“Sen demiş, Beyt’in içerisini ziyaret ederken gönlünden
bir insana kızdın mı? Biraz şöyle veriştirdin mi?”
Bi düşünmüş: “Evet” demiş.
“Nasıl yani?”
Demiş: “Beytin içerisinde ziyaret yapıyordum, işte herkes
bana lazım gelen hürmeti gösteriyor. Orada demiş, bir adam murabba oturmuş. (Bağdaş
kurmuş yani ya) Hiç bana kıymet bile vermedi, demiş. Şöyle nazar-ı hakaretle
baktım, nasıl adam diyerekten. Çıktım.” demiş.
“Biliyor musun kim o?”
“Bilmem” demiş.
“O Muhyiddin, demiş. Senin ne’n varsa aldı. Ben demiş,
şimdi sana iltimasa geldim. Benim onunla iyi bir hukukum var. Seni ona
götüreceğim. Seni ona götüreceğim, belki hayrı olur.” demiş. Almış doğru götürüyor.
Gülerek karşılamış Muhyiddin bunu. “Çocuksun bak demiş, dayanamazsın! Dayanamadın çocuksun daha. Ben senin demiş, birçok eserlerini okudum. Sen şayan-ı tebrik bir zâtsın. Kimyaya ait yazmışsın, hakikaten mükemmel. İlm-i heyete ait yazmışsın gayet güzel. Tıbba ait yazmışsın akılları durduracak şekilde. Ne bileyim, demiş. Tevhid ilmi yazmışsın, kelam ilmi yazmışsın, tefsir yazmışsın, hepsinden yazmışsın.
Fakat demiş, sonra demiş. Asıl benim sana bu işi yapmamda
buna demiş, bir cilveleşme derler. Sebep şu: Birkaç ay evvel senin yanından benim
yanıma birkaç ziyaretçi geldi. Seni ağlarken bulmuşlar. Sormuşlar.
Hatırla bakayım, demiş. Niye ağlıyorsun?
Demişsin ki: Kırk senedir bir meseleyi delilleriyle şöyle
biliyordum. Bugün diğer delillerle o bildiğim mesele çürüdü. Yarın da bu
bulduğum delilleri çürüterek bu mesele yine bozulursa ne yaparım diye, onun
içün ağlıyormuşsun. Bu yerinde bir ağlamadır, demiş.
Sen demiş, ilm-i heyet bilirsin fakat... Olmasın demem.
Güzel bunların hepsi, güzel amma bunun lüzumu kadarı olur. Ömür tamamıyla bunla
çürümez ki! Yarın bir âleme gideceksin, seyyaresi başka türlü. Neyi söyleyeceksin?
Hastanesi başka, hastası başka kimi tedavi edeceksin? Mühendisi başka türlü,
hendesesi başka türlü. Neyi ölçeceksin?
Bundan lüzumu kadar aldın, sinnin
de yetmişe gelmiş. Satırsız bir ilim öğrenme zamanı gelmedi mi yahu, demiş. İç âleminden
bir şey almaklık zevki hâsıl olmadı mı sende? Mâmâfih ben seninle de meşgul olamam.
Bu ilmi sana öğretebilecek Türkistan’da Necmettin var. Hadi bakalım oraya git!”
demiş.
Binaenaleyh artık çocukluktan
vazgeç, diyor. Şimdi bu kadar ilmi, bu kadar müktesebatı olan kimseye “Çocukluktan
vazgeç!” diyor. Yaşı da yetmiş. Nasıl olur bu çocuk? Mânâya göre, bulunduğumuz âleme,
dünya denilen şeye, zahirde bal gibi tatlı, hakikatte içinde semm-i katil, ikbalinde
hud’a, idbarında fecia gizlenmiştir.
Cenâb-ı Hayder, İmam-ı Hasen’e
vermiş olduğu nasihatlerinde şöyle buyururlar. “Nur-u aynim Hasen’im. Sen
benim timsal-i zî-şerefimsin. Hacet mesetmedikçe bir işin peşinden koşma.” İnsan
hayatta düstur ittihaz etmeli büyüklerin sözünü. “Hacet mesetmedikçe bir
işin peşinden koşma. Kavval olmaktan ziyade faal ol. (Söz adamından olmaktan
ziyade iş adamı ol) Sakın ecdadının çürümüş kemikleriyle iftihara değil de,
kendi himmet-i aliyenle ortaya getirdiğin şeyle övün.”
İnsanın şerefi, kendi yüksek
mesaisine gizlenmiştir. Yoksa ecdadından, çürümüş olan kemiklerden kendisine bir
şey intikal etmez. Ama o da, o da olursa ona nuru’n alâ nur denir. O ayrı bir
iş. Söyler söyler sonra der ki: “Sakın evlad-ı sefeleye ilim öğretme. Soyu,
sütü, sulbü belli olmamış, ömrü şekavetle geçmiş, hiçbir vakit hayra
yaklaşmayan insana ilim talim etme. Eğer ilmi öğrenir, Kudret de kendisine bir
saha verecek olursa, insanlık âlemini yakar.”
Bu sözünü, İngilizler Lordlar
kamarasında okumuşlar. “Biz bununla amel ederiz.” demişlerdir. Anlatabildim mi acaba?
Sen ne zannediyorsun kendini yahu! Bunu Lordlar kamarasında okumuşlar ve alenen
sözün sahibini de zikretmişler. Biz bununla amel ederiz, demişlerdir.
Anlatır anlatır, ondan sonra der ki:
Dünya denilen şey, hezar aşina acuze bir kimseye benzer. (Yani ahlakı bozuk, aşinası
çok, sana bir taraftan seninle konuşurken bir gözüyle başkasına işaret eder)
İkbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenmiştir. Lehvü’l-lû’b[8]dan
ibarettir. Oyuncaktır, der. Seksen yaşına gelir, kim ki onun muhabbetiyle, onun
oyunu ile oyunlamaya kalkar, sakallı olduğu hâlde yine çocuktur, der.
Anlatabildim mi? Kalp âleminin haricinde...
Onun içün, Röne der ki: “Dikkat
ederseniz, der. (Bizim dedemiz içün) Bunlar mânâları itibari ile dünyayı terk
etmiş zannedersiniz. Fakat dünyayı öyle terk etmişlerdir ki, dünya
parmaklarında böyle oynar. (Ecdadımız içün söylüyor) Nazım-ı dünya olmuşlardır.
Kalpleri yalnız bir şeye çarpmıştır.” Böyle olacak. Bu sözü de ters anlarsın da
miskin otur mânâsına değil ha! Dünyanın efendisi olaraktan yaşayacaksın.
Buraya nerden girdik? Şu şeyi
okumuştum size. İkilik kalkar demiştik. İkilik kalktığına ait ne güzel
söylemişler dedim. Bir defa okudum bunu size, bir de kendime okuyayım dedim. İnsan
kendi söyler, kendi kulağıyla dinler, kendi zevk alır. Onun içün buradan buraya
açıldık.
Vech-i yâre düşmüş olan, âlemde seyran istemez.
E bu âleme hakikaten insan olmaya
gelen kimse, bir Yâr’ın yüzünü görmeye gelmiştir. Kimdir o yâr? Kudret, Kudret!
E senin yâr ittihaz ettiğin nedir? O, Kudret’in onun üzerinde ışığı vardır da odur.
Anlatamadık mı acaba?
Geçen konuşmada demiştim ki; bir
güneş, ziyasını bir duvara verir. Sen zannedersin ki o duvardan geliyor. Hayır,
güneşin pertevi o duvara vurmuştur. Eğer duvar mücella ise kendi yüzünü de o
duvarda görebilirsin. Sen eğer gafil olur da hakikatte şemsin vücûdunden
haberdar olmayıp o pertevin, o ziyanın, o duvardan çıktığının itikadında
yaşayacak olursan, güneş kendi feyzini alır almaz orası kapkaranlık kalır.
Sakın böyle şey etme!
O herhangi bir varlık varsa, o
varlıkta görmüş olduğun mânâ, Hakk’ın pertevidir ve ondan dolayı muhabbet eşya
üzerine tecelli eder. Eşyaya bizâtihi muhabbet insanı aldatır. O mekirdir ve
onun içün Kudret de çok kıskanır. Mesela bir evladın oldu değil mi ya. Onu
severken sevgide kendisinin haricinde bir sevgi, Kudret görürse alır. Kolayı
var onun. O’nu seviyorum, diye sev. Senin tecellini bunda görüyorum, diye sev. Geçen
konuşmada size bir şey okumuştum burda, ne kadar güzeldi.
Mecnûn ki “Lâ ilâhe illâ” der idi
Teklîf-i şu’ûr eyleseler “lâ” der idi
Ol mertebe meşgûl idi Leylâ ile kim
Mevlâ diyecek yerde “Leylâ” der idi
Ben bunu kaç senedir tahlil edeceğim diyorum, bir türlü etmiyorum. Edeyim mi acaba? Gine etmeyeyim. Çok zor o. Eh zamanı gelir olur. Sağ kalırsam.
Vech-i yâre düşmüş olan, âlemde seyran istemez.
Cânını cânâne teslim eyleyen, cân istemez.
Ne yorgunluk çekiyorsun, der. Teslim et, rahat yaşa! Kudret’in iki dalgası vardır. Doğmak demek, dalgasız denizden dalgalı denize düşmek demektir. Amiyane, anlaşılabilecek bir tabirle size anlatayım. Doğumun tarifi; dalgasız denizden, dalgalı denize düşmek. Bu denizin iki dalgası var. Dalganın bir tanesi okşayıcı, bir tanesi vurucu. Keskin.
Sen eğer bu kesret denizinde,
ben kendi kulaçlarımla yüzer de sahil-i ehadiyyete çıkarım dersen, aldanırsın
boğulursun. Çıkılmaz. Biri batırır, birisi çıkarır. Biri batırır, biri
çıkarır nihayet kesilir, boğulur adam kalır orada. Bu denizin ortasında muazzam
gemiler vardır. Ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz, para yok, hiçbir şey yok. İltimas
yok, locası, kamarası filan ayrı değil. Teslimiyetle kim giderse içeriye alırlar.
Kendi kendine çıkamaz insan.
Mesela insan için en büyük rehber,
âlem-i hilkatte akıl değil midir? Eğer sen bu insan fabrikasını “Bu aklımla
işletirim, Kudret’e teslim etmem!” dersen, zavallısın. Neden? Geçmiş olan ne
kadar âlâm-ı ekdâr varsa hayatında... Kudret’e teslim etmemişsen akıl
rehberini, senin için en müz’ic en muacciz bir alettir. Bu yetmiyormuş gibi
daha henüz tahakkuk etmemiş, hayale bağlı olan istikbalinde de ne kadar âlâm-ı
ekdâr varsa ona da vücut verir, mevhum[9]
şeyleri önüne diker. O kederle de seni yoğurur. Geçmiş kederinle gelecek
kederin arasında hırpalaya hırpalaya sende insani mefhûmu tamamıyla yıkar,
geçer gider. Fakat onu Kudret’e teslim edecek olursan, hayatın tılsımlı
anahtarı olur. Yine bişey anlatamadık!
Vech-i yâre düşmüş olan, âlemde seyran istemez.
Cânını cânâne teslim eyleyen, cân istemez.
Sen kendi kendine bir cana sahip olayım dersen, her gün bir elemle her gün bir mihnet arasındasın.
Bu misafirhanenin faniliğin, fehmeyleyen
Hâne-i kalbinde Hak’dan gayri mihman istemez.
(Başka misafir istemez)
Masivallahdan mücerred oldu İbrahim bugün
Demek oluyor ki netice itibariyle;
ahlakın bize vermiş olduğu emir dünyada ilm-ü amelden olan hayr-ı kesiri nûş
eyle, öyle geç git, der. İlmin de olsa amelin de olsa insanlık âlemine
yarayacak iyilikleri içe, içe, içe, içe, içe... Bu suyu değil, iyilik suyunu
içe içe.
Mânâ kitaplarında “Kevser” derler,
bilir misiniz? Kevser şarabı, belki herkesin kulağında vardır. İçinizde iman
hesabı var elbette hepiniz mü’minsiniz değil mi ya? Kevser şarabı diye bir şey
kulağınıza geçmiştir. Nedir o Kevser şarabı? Böyle bir şey midir? Onu
sormuşlardır, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine: “İyilik şarabı, demiş. Kim ki bu
hayat-ı sûrîsinde iyiliklerini içe içe gelir. Benim sâyemde[10]
benimle beraber yürür, gider.” Bak, kendini yokla, var mı böyle bir şey?
Ama niyetler bir olması lazım,
iyilik yapılır da niyeti değişik olursa iyilik olmaz. Size bir, iyi
anlaşılması için bir misal vereyim. Bu da aynı iyilik, bu da aynı iyilik.
Birisinde iyilik diyerekten kaydedilmiş, birisinde battal denmiş. Ne tuhaf şey,
ya öyledir o! Niyet şart. İhlas şart. Kudret, onu seyrediyor biliyor. Muamele
aynı muamele ama neticeler aynı değil. Misalen daha iyi anlaşılacaktır.
Soruyorlar bir gün Beşeriyetin
Fahr-i Ebedisine... Bak bu misal, manevi bir misal fakat burada bizim işimize yarayacak.
“Namaz kılan insan, namazda ağlarsa namazı batıl olur mu olmaz mı?” Namaz
içinde ağlıyor. Namaz kılan insan, namaz içinde namazını kılarken ağlarsa namazı
batıl olur mu olmaz mı? “Ağlamasının cinsine bakılır, diyor. Gözyaşının şeyi
bir ama ağlamasının cinsine bakılır, sorulur. Sen ağladın, neden ağladın? Eğer Hakk’ın
şevkini gördü ağladıysa namazı kat kat olur, batıl olmayı bırak. Yook namazı
kılarken, evladı uzaktaymış da aklına gelmiş de yavrum diye ağladıysa namazı
batıl olur.” diyor. Anlatamadık yine!
Hepsinden çıkan gözyaşının membaı
yeri bir. İkisinde de ağlama var. Sormuşlar kendisine demişler ki: Namazın içerisinde
bir adam ağlarsa, namazı batıl olur mu olmaz mı? “Ağlamasının cinsine bakılır,
ona sorulur. Sen neden ağladın? Hakk’ın şevkini gördün de onun içün mü ağladın?
Eğer ondan dolayı ağladınsa batıl değil o namaz kat kat, kat kat sana şahadet eder.
Hak ile olduğuna şahit olur.” Yok, yavrum vardı da uzaklaştı. Birdenbire
kılarken o aklına geldi, burnunun direği sızladı ağladın, namaz batıl oldu. Git
tekrar abdest al, kıl.
Demek oluyor ki: İnsan,
mevcûdât içerisinde Kudret’e muhatap olarak var edilmiş bir can. Bunun bir veçhesi
bu kâinata bakıyor, bir veçhesi de Kudret’e bakıyor. Bu kâinata bakan veçhesinde
ve yüzünde işe yarayan vasıtası akıl. Âlem-i kudrete bakan yüzünde de geçen kuvveti
-kuvve tabiri de caiz değil- kurtarıcısı, rehberi, aşk ve iman.
Onun içün “Vicdanım hâkimimdir, aklım
amirimdir, ben başka bi şey tanımam!” diyenler çok zavallıdırlar. Yalnız
vicdanın hâkim olması, aklın amir olması, beşeriyeti doğrudan doğruya aslına
kavuşturamaz. Kavuşamaz. Ondan keyfi hürriyet çıkar. Hatta behimiyette[11]
olmayan hürriyet çıkar. Behimiyette de olmaz onlar bütün mevcûdât zarar görür.
Hâlbuki Allah’ın insanlara
ihsan etmiş olduğu en büyük şey hürriyettir, fakat adaletle tahdit edilmiş olan
hürriyettir. Bunun daha muazzam misalli tarifini sağ kalırsam haftaya
yapacağım. Daha misaller vereceğim size. Hilkatten misaller vereceğim.
Mevcûdâttan.
Mesela bugün bir nebatla bir
hayvan misalini verdim, onu daha genişlettireceğim,
daha başka şekillerde, daha iyi anlayacağız. E ne olacak bu misalleri verdikten
sonra? Netice itibariyle ne çıkacak? Hakk’a yaklaşmak çıkacak, ne çıkacak! Süratle
bir yere gidiyoruz değil mi ya? Düşmeyelim.
Mâdâmı ki ölümü öldüremiyoruz. Beşeriyetten
aczi kaldıramıyoruz. Kaldırabiliyor musunuz? Kabrin kapısını kapayamıyoruz. Hemen
hemen üç beş haftadan beri hep tekrar ettiğim gibi, e bunu yayın, yayın! Kudret’in
en büyük mekri, yoku bize var suretinde gösterip de en akıllıyım diye geçinen
insanı dahi zavallı vaziyete sokmasıdır. Öyle değil mi ya? Yoku bize var
suretinde gösterir. Hakikatte yok. Âdemdir, âdem.[12]
Şu dünya denilen şeyin hakikatte
bir vücûdu var mı? Varsa nerde baban? Hani deden? Senin dünün nerde? Bugünün de
gitti. Bugün, yarın içün rüya, dün bugün içün rüya. Orta yerde bir şey yok.
Hep böyle silinip gidiyor, bundan daha büyük Kudret’in kırbacı olur mu? Sonu
ne bu işin? Hep böyle gözümüzü kapayıp karanlıkta mı kalacağız? İç âleminden
bir ses duyamayacak mıyız? Bir şevk hâsıl olmayacak mı? Hep böyle iniltiyle
sızıntıyla, böyle mi gidecek? Bir parça şöyle…
(Kaset bitti)
[1] Bizzarûre: Zarûrî olarak,
ister istemez, zorunlu olarak.
[2] Kuşadalı İbrahim Halvetî
[3] Fussilet Suresi 53.
Ayet-i Kerime: سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي
الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ
اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ Meali: Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi
nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur'ân'ın hak olduğu kendilerine
açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kâfi değil mi?
[4] Yed-i Tûlâ: (En uzun el)
Geniş nüfuz, kudret. İlimde, sanatta, her mevzûda yüksek ihtisas, maharet
ustalık.
[5] Ankebut Suresi 20.
Ayet-i Kerime: قُلْ س۪يرُوا فِي الْاَرْضِ
فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَاَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللّٰهُ يُنْشِئُ النَّشْاَةَ
الْاٰخِرَةَۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۚ
Meali: De ki: "Yeryüzünde gezip
dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı
şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır." Gerçekten Allah her şeye
kadirdir.
[6] İstiğna: (Müstağni) Uzak
durmak, alaka göstermemek. Kimseye eyvallahı olmamak. Elindekini kâfi bulmak. Gönül
tokluğu, zenginliği. Cenab-ı Hak'tan başka kimsenin minneti altına girmemek.
[7] Kaziye/Kaziyye: Mantık’ta
önerme, hüküm. Matematik'te: İspati kābil iddiası.
[8] Lehvü'l-lu'b: Oyun eğlence. Kişiyi oyalayan, ona başka şeyleri unutturan
şey.
[9] Mevhum: Vehim. Gerçekte olmadığı halde var gibi düşünülen,
kuruntuya dayanan, vehmedilen.
[10] Sâye: Gölge. Himaye,
sahip çıkma, koruma. Muavenet, yardım.
[11] Behimi-Behimiyet: Hayvani, hayvanca. Hayvanlık,
hayvaniyet.
[12] Adem: Yokluk, olmama,
bulunmama.
0 yorum:
Yorum Gönder