111. Kaset

 111 (03.05.1962) 70 dk (1)

…Membaı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek vazife, kalp, aşk, tabi buradaki aşk romanda okunan aşk mânâsına değil. Her konuşmada tekrar ettiğim gibi: Ruhta hâsıl olan muhabbete aşk denir, nefiste hâsıl olan muhabbete şehvet denir. Fakat örf bunun ikisini karıştırır da ikisini bir mânâda kullanır. Birisi fanidir birisi bakidir. Birisi biter tükenir, birisi gittikçe artar. Ara yerindeki fark bu.

Bir daha tekrar edeyim. Ruhta hâsıl olan muhabbet, onun ismine aşk denir. Nefiste hâsıl olan muhabbet onun ismine de şehvet denir. Biri biter, tükenir, biri nâmütenâhiye gider. Ruhta muhabbet nasıl hâsıl olur? Birkaç kısma ayırmak lazım… Fakat bugün onları söylemeyelim de daha kısa bazı söyleyeceğim şeyler var, onların üzerinde yürüyelim.

Gerek vazife olsun gerek aşk olsun gerek kalp, akıl, bunlar mânâ-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle dolayısıyla, mevzûun merkezini insan mefhûmu teşkil ediyor. Beşeri takatle insanın hakikatini de anlatmak imkânsızdır. E hiç bahsedilmez mi? Edilir. Fakat künh-ü hakikatini insan duyar da tarif edemez. Kudret onun lugatını vazetmemiş. Harfini yapmamış, sedasını koymamış, elfâzı biçilmemiş. Neden?

Zira insan, naib-i Hak’tır. Hakk’ı tamamıyla kimse tarif edemez ki. Hak maruftur, malum değildir. Hakikat-i insaniye de maruftur, malum değildir. İlk söylediğim sözdür sonra bunu izah edeceğiz, bunu zaptedin.

Demek insan bu kadar kıymetli bir varlık, ondan daha bir şey yok. Üstün bir şey yok. Bütün mevcûdât insana hizmetçi. Hatta mânâ ilmine girersek orada melek mevzûu geçer, melek de insana hizmetçi. Melek gibi güzel, derler. O tefhim makamında bir şey, yoksa insandan güzel bir şey yok. Meleğin insan yanında kıymeti çoook aşağı.

İnsan, mahlûkatın/yaratılmış olan varlığın en efdali. Çünkü Kudret imzasını yalnız insanın mânâsına vazetmiş. Kendisine muhatap tutmuş. Zâtî sırlarına, hakiki sıfatlarına mazhar kılmış. Binaenaleyh bu kadar büyük bir varlığa büyük bir emanete sahip olması hasebiyle, kendisine de teklifatta bulunulmuş.

Hepimiz mükellefiz bir defa. Mükellef. Onun içün beşeriyette hürriyet-i mutlaka yoktur. Hatta bütün zerrat-ı kâinatta. O yanlış tarif edilir. Kudret der ki: “Ben ihtiyârını kendi üzerine vazetmek üzere, kendine bırakmak şartı ile… (Bilmem anlatabiliyor muyum?) Emanetimi bütün mevcûdâta arz ettim.”

Semavata, yere, ne kadar varlık varsa. Bildiğimiz bilmediğimiz, gördüğümüz görmediğimiz, havasımızın, ilmimizin, tasavvuratımızın, bildiği bilmediği ne kadar varlık varsa bunların hepsine: “Bende bir emanet var, kabul edersin. Bunun karşılığı da gayet büyük. Sana kendimi vereceğim.” Daha açık şöyle biraz daha serbest konuşalım.

Bütün mevcûdât özür dilemişler. Çünkü bırakılmasa, reddettik deseler, fena bir akıbete maruz kalırlar. Alâ teklif-i tahyir[1] der, ilim. İhtiyârları kendilerine bırakılmak şartı ile: “Ne dersiniz Ben emanetimi size verirsem kabul eder misiniz? Hepsi: Bizi affet! (demişler) Biz bunu yerine getiremeyiz. Akıbetimiz iyi olmaz.” Emaneti yalnız insan almış.

Hepimizde şimdi emanet var, eğer insansak. Acayiptir Büyük Kitab’ın tarifine göre; suret itibariyle bir oluş vardır, insan gibi durur, sıret itibariyle henüz insan değildir, der. İşte onun içün insanın tarifi zor. Muhakkak elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından, iki ayak üzerinde duran ve konuşan bir kimseye insan demiyor ki mânâ. Sıfatları ayrı. Konuşmak yalnız, insanı, insan yapmıyor.

Her kimün var ise zâtında şerâret küfri
Istılâhât-ı ulûm ile müselmân olmaz

Yani kimin zâtında, cevherinde, zamirinde, marufa doğru değil iyiliğe doğru... Buradaki küfürden maksat, iyiliği kabul etmemek mânâsınadır. Hak ve hakikati kabul etmemek mânâsınadır. Hiçbir vakit insanlığa ait olan bir sıfatla mücehhez olmamak mânâsınadır. Ben insanlıktan istifa ettim diye, âlenen beyan mânâsınadır. Kimin zamirinde bu hâl varsa, binlerce yük hayvan yükü kitap okusun, bütün ulûm istilâhâtını zapt etsin, yine o olmaz diyor.

Her kimün var ise zâtında şerâret küfri

Istılâhât-ı ulûm ile müselmân olmaz

Yani Kudret’e teslim olmuş insan sayılmaz. Buradaki Müslümandan maksat, Kudret’e teslim olmuş, geliş ve gidişindeki gayeyi anlamış, bütün mevcûdât kendisini gıpta edecek bir hâle gelmiş bir insan tasavvur edilmez,  diyor.

Eylesen tûtiye ta’lim-i edâ-yi kelîmât

Nutku insan olur ammâ özü insan olmaz.[i]

Papağana öğretirsin konuşmayı, konuşur. Nutku insan gibi konuşur amma fakat özü insan olur mu? Olmaz. Kudret bunun dersini bu sahne-i şuhutta mevcûdâtı içerisinde kaçırmıştır.

Şimdi insansa kendisinde emanet var. Ahlak, o emaneti bozdurtmadan yerine teslim ettirten şeydir. Anlatabildim mi acaba?

Ahlakın tarifi: Kudret tarafından; bilinerek, sevilerek, özenerek, hem nazik, hem nazdar, hem nazenin, hem niyazdar olarak seçilip meydana getirilen insana, Kudret bir emanet vermiş. Bu emaneti; nefs-i emmaresinin semen-i[2] kaliline[3] sattırtmadan, ihtirâsât-ı nefsaniyesine mağlup olmadan, bozmaksızın, onu tekrar Kudret’e teslim ettirmeklik tecellisine malik olan müessesenin adına, ahlak müessesesi diyoruz. Bir şey anlatabildim mi acaba?

Şimdi, o emanet ne? İnsan neden bunu kabul etti? Bütün mevcûdât kabul etmedi de insan niçün kabul etti? Kabul etti ne oldu? Kudret’e muhatap oldu. Şimdi herkes kendi kendini yoklayabilir. “Acaba ben bu emanete, hakikaten malik miyim değil miyim?” Bir merak sarmaz mı insana? Sarabilir. Bu ufak bir iş değil ki! Nihayet bizim hayatımız.

Tabi ben sizi inanmış bir varlık olarak kabul ediyorum. Öyle görüyorum; geliş ve gidişteki gayeyi duymuş... Malum ya insanlar birkaç sınıfa ayrılır, o sınıflar çoktur fakat başlıca ikiye ayrılır. Bir kısmı der ki: “Ben hesabımı yaptım.  Benim gibi izân, irfan, vicdan sahibi bir varlığı; izânsız, vicdansız, şuursuz bir varlık meydana getiremez. Benim bir aslım var, der. Ve ben gönlümden ebed sedasını duyuyorum. Duymuyorsam da duymaya çalışıyorum.” der. Bir bu sınıf vardır.

Bir de der ki: “Bu mevcûdât bir tesadüfün neticesidir, insan da tekâmül etmiş bir hayvandır. Yer içer, yatar kalkar.” Bu ayrı, bunun konuşma tarzı başka. O püff der, geçer gider. Bir şey yok onun içün, kabul etmiyor. Ama nasıl huzurla yaşar, onu da bilmem.

Çünkü her gün takvim-i insanisinden, insan bir yaprak koparırken “yok oluyorum” diyerekten yaşamak var. Bir de her gün takvim-i insanisinden, bir yaprağı koparırken “aslıma kavuşuyorum” diye yaşamak var. Birisinde; bu yok oluyorum, mevcûdât böyle bir âdem-i külli ile madum olacaktır, hiçtir diye yaşayan adam nasıl içerisinde bir huzur bulur, onu ben bilmem. Ve daima düşünürüm kendi kendime. Acaba hakikaten bir huzuru var mıdır? Kudret beni o şekilde yapmış olsaydı, bilmem ki hiç yaşayamazdım gibi gelir.

Onun tarifini yapmış… O emanet kimde var kimde yok? Tarif eder, der ki: Bu teklif etmiş olduğum sırr-ı emaneti yalnız insan sınıfı kabul etti. Diğer sınıf kabul etmedi. Özür diledi. İnsan niçün kabul etti? der. Kopkoyu bir zalimdi, kopkoyu bir cahildi, onun içün kabul etti.

Birdenbire insan durur. Malum ya, bir şeyin zahiri vardır, bir de hakikati vardır. Hakikati idrak edilmeden zahiri ile hüküm, hiçbir hadisede doğru değildir. Hayatta bunu düstur ittihaz ediniz. Size bir misal vereyim. Zahiri-hakikati, içyüzü-dışı, buna misal veriyorum. Eski konuşmalarımda vermiştim amma, tekrar edeyim de mevzû iyi anlaşılsın.

Şurada gördünüz birisi bir adamı dövüyor. Biliyorsunuz ki dayak yiyen adam da masum, döven adam da kuvvetli bir zalim. Bunu da yakinen biliyorsunuz. Öyle hunhar insanlar vardır. Can yakmaktan zevk alır. İnsan değil ya işte biz konuşma tarzımız öyle geliyor da öyle konuşuyoruz. Canavarları utandırtacak kadar bir kimse. Onu biliyorsunuz. Öteki de masum. Fakat kendinizi yokluyorsunuz.

Bu canavar adam diyorsunuz, ben buna sahip olursam beni de imha eder. Benim gibi beş on kişiyi de imha eder. Bu öyle bir haydud-i bi hudud. Fakat bu masumu bunun elinden nasıl kurtaralım. İniyorsunuz, diyorsunuz ki: “Beyefendi...” Herkes de penceresini açmış bakıyor, bööyle. Ve herkes aman diyerekten içi de sızlıyor. Siz iniyorsunuz. “Beyefendi, diyorsunuz. Değer mi bu, siz nasıl tenezzül ediyorsunuz, bu sefih adama, bu rezil adama, bu acip adama!”

Zalim daima cahil olur. Cahil de daima kaba methi sever. Zalim, daima cahil olur. Tabire dikkat et. Cahil demek, okumamış yazmamış mânâsına değil. Doğru histen mahrum olan adama, ahlak cahil der. Hangi kimse ki doğru hisse sahiptir, ilim sahibidir o. Manevi ilme vakıftır o. Ahlaka göre ilim, cehil ayrı ayrı tarife tabidir.

Şimdi sizin bu şeyinizden, kabartışınızdan, o başlar kabarmaya. “O mübarek elinizi, böyle zayıf, böyle bir acip adama tenezzül etmeyiniz, kıymayınız.”  “Niçün üzüyorsun beyefendiyi?” diyorsun öbür adama. Maksadın o zavallıyı kurtarmak. Onu kurtarmaklık içün, zahirde o adamı zemmediyorsun.

Sizin vermiş olduğunuz o sahte payelerle de o adamın koltukları kabarıyor. Yaa, diyerekten kendi kendine biraz geri çekiliyor, öbürkü de o fırsattan istifade ediyor kaçıyor. Ama bu sefer size hasım oluyor. Kendisini öldürecek adamdan ziyade hasım oluyor. Niye? Bana diyor, şöyle dedi böyle dedi. Bu sözlerinizi de pencereden dinleyenler duyuyor. Hadiseyi anlatabiliyor muyum acaba?

Bu duyuyor. Gidiyor aleyhinize bir dava ikame ediyor. Diyor ki: “Benim hiç suçum yoktu, bu adam bana -şu pencereden işittiler- böyle dedi. Rezil dedi, aciz dedi, miskin dedi, lazım gelen hakareti yaptı. Hakkımda zül teşkil edecek ne kadar cümle varsa sarf etti, bunlar da duydu. Elinizdeki mevzûata bakın, bunun cezasını verin.” Şimdi e hâkimin elinde bir mevzûat var. Bunun söylemiş olduğu cümleler mevzûatın şu maddesine uyuyor. Dinleyenlere diyor ki: “Siz böyle duydunuz mu?” “Dedi, evet duyduk!” Zavallı bu kurtarıcı adam, cayır cayır mahkûm oluyor.

İşin hakikati bu mudur? İşin hakikati, o adamı kurtarmaktır. Zahirle hakikatin bazen böyle hariçte başka görünür, batında başka göründüğü şeyler vardır. Şurayı anlatamadım mı acaba? Onun içün hükümlerinizde daima işin içyüzü ile dış yüzünü birleştirerek hüküm verin.

Bu böyle olduğu gibi, Cenâb-ı Haydar’ın, o büyük zâtın dediği gibi, der ki: Söz doğru olur, murad batıl olur. Seni yakar, dikkat et!, der. Konuşan adamın sözleri bakarsın ki cayır cayır doğrudur fakat muradı batıldır, seni yakar. Ona da kapılma. Tabi bunları idrak edebilmeklik içün gönülde bir ışığa ihtiyaç var.

Onun içün mânâ ilminde bizim, aldanan aldatandan daha ziyade suçludur, der.  -Burası ince bir şey- Kudret’e gönül vermiş “ben yokum O var” diye yaşamış olan, hakikaten gönlünde bir inan bulunan insan katiyen aldanmaz, diyor. Zira Fatır; onun gönlüne kendi nurundan bir projektör takmıştır, sıkınca senin kim olduğunu görür. Aldandın mı, kendinde eksiklik var da onun içün aldandın, diyor. Tabi biz bunları zayıflattık. Hem aldatırız hem aldanırız. Veyahut bunlar acayip gelir.

Şimdi burada da “Kuvvetli zalimdi, kuvvetli cahildi emaneti aldı.” diyor, bunun üzerine getirdik bu misali. Öbür tarafında der ki, Fatır: Emaneti ehlinin gayrına vermeyin. Emaneti ehlinin gayrına vermeyin.

Mesela Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, ahlakçıların Efendisi, mürebbi-i ukul olan, mahbubu’l-kulub olan zât-ı alî der ki: “Değil büyük bir işin başına bir adam tayin etmek, on kişilik bir işin başına bir adamı tayin ederken; tayin eden adam, o on kişinin içerisinde tayin edeceği insanın içerisinde, ondan daha ehil birisi var da, neseben, haseben, civaren...”

Bunları anlamıyorsunuz galiba. Ben Türkçeleştireyim size: “Akrabamdır, akrabamın akrabasıdır, yan komşumdur, kuvvetli merhabamız vardır, şu tavsiye etmiştir. Bu, bundan daha ziyade bu işin eri ama bu işin ehli amma ne yapalım ki şu tavsiyeyi aldık, bu da o işi görebilir. Fakat bunu biliyorum ki, bu ondan ehil. Bu da o işi yapabilir. Fakat bu, muhakkak yapar. Kendisinde böyle bir kanaat-i vicdaniye var. Fakat ya hasebi ya nesebi, saydığım şekiller, bunlar önüne geçmişte, bunu oraya getirmişse, diyor. Dilerim Allah’ımdan yarın âlem-i ebedde yüzükoyun âlem-i nâra atılsın.”

Böyleydi de, Romalıların sekiz yüz senede sahip olabildiği cihana, senin deden seksen senede sahip olmuştu. Romalı sahip olaraktan, can yakarak sahip oluyordu. Deden can okşayarak sahip oluyordu. Bir de sahip oluş tarzında bu fark var. Bir şey anlatabildim mi acaba?  Mesele bu.

Hazreti Ömer’e sormuşlar. “Yanınızda en büyük hediye nedir? Beşeriz hepimiz, beşeriyet sıfatımızı önüne alarak ne gibi şeyler hediye edilirse zevk edinirsiniz?” demişler. “Vallaha ben bir şeyi çok severim, demiş. Benim indimde en büyük hediye: Eğer bir dostum gelir de benim bir hatamı, bir yanlışımı, bir suçumu, bana karşı ‘sende şu hâl vardır’ diye söylerse, bana ondan büyük hediye yoktur.”

Biz söylediği gün hukuku keseriz değil mi? Ama biz söylemesini de bilmeyiz. Biz söylerken cemiyet içinde söyleriz, adamın yüzünü kızartırız. Nefsine dokunur, birse kötülüğü on misli yapar. Onun da bir söyleme yolu var. Bir biçimi var. Hani damdan düşer gibi, derler. Amiyane bir tabir vardır, o mânâ da değil. Bunları söylerken bende korkarım da ya. Sizi idare edebiliyor muyum diyerekten.

Yalnız Ömer’in sözü bu. Sormuşlar bir cemiyette, demişler: Efendim işte ben şu hediyeden hoşlanırım, siz acaba neden hoşlanırsınız? Hangi hediyeden hoşlanırsınız? Bazı hediyeler gelir, küçük görürsünüz, demişler.

Mesela Bizans imparatoru... (Bir kısmını unuttum fakat bir kısmı hafızamda, göndermiş olduğu hediyelerden iki tanesi hafızamda kalmış) Gayet giranbaha, pırlant ve zümrütle işlenmiş büyük bir kılıç gönderiyor. Milyonlarca lira eder vaziyette. Hah geldi, bir de tarak.  Sakal tarağı. Bir de bir şişe içerisinde bir zehir. İçildiği vakitte içimi gayet lezzetli, içiminde bir ikrahlık yok. Hiç farkına varmadan içilebilecek fakat gayet kuvvetli bir an-ı gayr-i münkasımda da hayatı alabilecek, böyle bir zehir var içinde. Sefirle göndermiş.

“Bunlar ne?” demiş.
“İşte efendim bu size layık bir kılınç. Saffet-i şevketinize, şecaat-i metanetinize...”
“Vallahi bu çok cicili bicili çocuk oyuncağına benziyor, demiş. Bunu ben sana hediye edeyim de kullan.” demiş.

Kendi kılıncının da kını, o muhafazasının ucu kopmuş, çıkık böyle dışarıda bir ucu duruyor. “Şimdilik bu iş görüyor bana.” demiş.
“Bu tarak...”
“Parmaklarımla bu işlerimi yapıyorum ben,  demiş. Bunu da sana hediye edeceğim.”
“Bu nedir?” demiş.
“Efendim işte câh, demiş. Ne de olsa büyük bir makamın sahibisiniz; bunun birçok rakibi olur, birçok hasudu bulunur, birçok düşmanınız olur. Bunu sevdiğiniz zaman haberi olmadan, bir şey ikram ederken bundan verin dediler, söylediler bana. O kimsenin hayatı nihayet bulur. Düşmanınıza karşı kullanabilirsiniz.”
“Ha onu ver bana bakayım, demiş. Vallahi benim en büyük düşmanım nefsim, içimde yatıyor.” demiş. Başlamış şakır şakır, şakır şakır içmeye.
Şimdi yanında kimse de yok, sefir orada. “Eyvah! Bu fenalığı o yaptı, diyecekler. Ben buradayken kendimi nasıl kurtarırım!” diyerekten yığılmış.
Okşamış: “Kalk ayağa kalk!” demiş.
Şimdi hayret etmiş, bir şey olmadı diyerekten.
“Demek ki bizim düşman da adam olmuş, demiş. Ona da tesiri yok.” O ayrı bir iş.

Eh işte bunları bildikleri içün, sormuşlar demişler ki: “Siz nasıl bir hediyeden hoşlanırsınız? Size nasıl bir hediye getirilmeli?”
Benim hoşlandığım hediye; benim suçumu, kabahatimi, günahımı, gelir birisi bana söylerse o kadar haz duyarım, o kadar büyük bir hediye ikram etmiş olur ki ondan büyük bir şey yok.”

Nerede kaldık mevzûun? Yine ben hatırlatayım. Emanet bahsinde kuvvetli zalim, kuvvetli cahil olduğu içün verdi, dedim. Fakat diğer tarafta da emir var ki: “Emaneti ehlinin gayrısına vermeyiniz.” Hatta bir misal getirdim; değil öyle büyük büyük işler, on kişinin başına, beş kişinin başına, bir insanı baş olarak tayin etmek hususunda, serbest bırakılsa da, iki kişi çıksa bir tanesi hakikaten ehil, bir tanesi de eh belki yapabilir. Fakat bunun tavsiyesi var, şusu var busu var, bu böyle duruyor, bu buraya geliyor değil mi?

Fahr-i Âlem, Kudret’in yakîni olan zat-ı alî, inkisar ediyor: “Dilerim Allah’ımdan yüzükoyun sürünerek âlem-i nâra tarh[4] edilsin!” İzâ vusside’l-emri ilâ ğayr-i ehlihi fentazıri’s-saat[5]

İşte o zaman bazı insanlar şey ediyorlar da ikinci hayatın, kıyametin gelmesine ait, beyanlar beyan edilirken, korkarlar. “Benim zamanımda olmaz hiç demiş, korkmayın.” demiş ve onun üzerine de bunu söylemiş. “Benim zamanımda, benden az sonra da olmaz. Ne vakit ki işler ehlinin gayrısına verilir, o vakit kıyamet kopar.”

Kıyamet kopmak demek, bizim bildiğimiz bu manzume-i kâinatın bir şekilden diğer şekle tevdi edilmesi demek olan kıyamet-i kübra değil. Bir milletin izmihlali, bir ailenin yıkılması -ne bileyim- bir cemiyetin tarumar olmasında, bunlar hepsi birer kıyamet mânâsına geliyor. İnkıraz[6], izmihlal[7].  

Ne vakit (diyor) herhangi bir iş; ehlinin gayrına verilir, kıyamet-i suğrayı bekle. O camia yaşamaz yıkılır, diyor. E bu kadar sıkı olduğu hâlde, nasıl oluyor da Allah, kendi emanetini böyle kopkoyu zalim, kıpkızıl cahile veriyor? Haa,  buradaki zalim, bizim bildiğimiz adilin mukabili olan zalim değil. Adlin mukabili olan zulüm değil. Makbul olan bir zulüm.

Şimdi kimde emanet-i Hak var, meydana çıkıyor. Bu tarif ile. Bak kendini yokla, var mı yok mu? O insan ki nefsine kuvvetli zalim oldu, ruhunu nefsinin esaretinden kurtardı. (İkinci tabir) Benden mâadâsına cahil oldu. Benim emanetimi almak hakkına haiz oldu. Getirmiş milyonla lirayı, şöyle bir iş var. Ben anlamam, diyor. Ben Hak ve hakikat bilirim başka bir şey bilmem. O işin cahili o. Hak’tan mâadâsına cahil. Nefsinin kuvvetli zalimi...

O emanet nedir? İşte hakiki hürriyet, o emanettir. Anlatabildim mi acaba? Yoksa hürriyet, her kayıttan azade olmak mânâsına değildir. Bazı insanlar bunu her kayıttan azade olmak mânâsına anlıyor. O her kayıttan azade olmak, hiçbir zerrede yok. Âdet ittihaz etmemiş onu Allah. O beşeriyet için çok fena büyük fenalıktır o.

Zira her varlık, sırr-ı teklife mazhar olmuştur. Bütün kâinatta sırr-ı teklif sârîdir. Bütün âlemde ve avâlimdeki nizam-ı intizam, Kudret’in teklifinden dolayı devam eder. Sırr-ı teklif olmasaydı kâinat teşekkül eder miydi? Bir muharrik-i ezelinin emr-i tahriki, mebde-i âleme hareketle emri olmasaydı, bu kâinat teşekkül edebilir miydi? Buradan da Fatır’ın bizâtihi vacibü’l-vücûd olduğu meydana çıkıyor değil mi?

Bir muharrik-i ezeli, dedim. Kâinat, harekette mi sükûnda mı? Hareket nereden olur, sükûn nereden olur? Devir batıldır.  Hareket sükûnda, sükûn da harekette. Tavuk mu yumurtadan çıktı yumurta mı tavuktan çıktı? Tavuk yumurtadan, yumurta tavuktan. Tavuk yumurtadan, yumurta tavuktan. Batıl, durdu bir yerde. Mecbursun.

Devir de teselsül de, ilimde batıl. Her hadise diğer bir hadisenin vücûdu ile kaim. Bize göre değil ya bu. Bu, şöyle ufak malumata göre. Dedenin bilgisine göre değil. Dedene göre neyle kaim? Her hadise Allah ile kaim. O’nun aşkı ile daim. O’nun varlığı ile daim. Fakat şimdi Kudret’i şöyle bir tarafa bırak.

Günün ilmini ortaya al. Elinde okuduğunla işi gör, her hadise diğer hadisenin vücûdu ile kaim, değil mi? Yani sen bir hadisesin, kimle kaimsin? Babanla. Demek sen yoktun. Yok ile ne olur, sıfır. Baban, o da bir hadise. Kimle kaim? Dedenle. Baban da yoktu. Koy sıfır. Deden bir hadise. Kimle kaim? Dedenin babasıyla. Deden de yoktu. Koy bir sıfır. Dedenin babası kimle kaim? Onunla...

E nâmütenâhi kâinatı sıfıra mı çıkaracaksın? O hâlde dur bir yerde,  illet-i ûlâ[8] diyeceksin. Ondan sonra, sıfatlarını ara, sıfatlarını aradıktan sonra, VAR! de. Ama bu kadar uzun boylu hadise,  bilmem şunla filan kaim diyeceğine “Ben varım, Allah var.” de. Daha tatlısı bu. Yahut “Ben yokum, O var.” de. O en tatlısı. Onu duyanlar söylüyor. Bak nasıl söylüyor, onu duyan. Hem bak nasıl söylüyor. Okuyayım mı?

Bu gülsitânda benümçün ne gül ne şeb-nem var.
Bu pazarda ne terazi var ne dirhem var.

Ne kudret ü ne tasarruf ne iyi ü ne kötü var  (Tabi bu birazcık, yüksekçe bir şey bu)
Ne kuvvet ü ne saffet ne ne yara ne merhem var.
Bu kâr-hânede bilsem neyüm benüm nem var.

(Bir daha tekrar edeyim)

Bu gülsitânda benümçün ne gül ne şeb-nem var.
Bu pazarda ne terazi var ne dirhem var.
Ne kudret ü ne tasarruf ne iyi ü ne kötü var.
Ne kuvvet ü ne saffet ne yara ne merhem var.
Bu kâr-hânede bilsem neyüm benüm nem var.
Vücûd cûd-i İlâhî, hayât bahş-ı Kerîm.
Nefes atiyye-i rahmet, kelâm fazl-ı Kadîm.
Beden binâ-yı Hudâ, rûh nefha-i tekrîm.
Kuvâ vedî'a-i Kudret, havâs vaz'-ı Hakîm.

Bu kâr-hânede bilsem neyüm benüm nem var
Bu kâr-hânede bir başka kâr u bârum yok.
Ne varsa cümle anundur bir özge varum yok.
Cihâna gelmede gitmede ihtiyârım yok.
Benüm benüm diyecek elimde bir medârım yok.
Bu kâr-hânede bilsem neyüm benüm nem var.
Zemin kudret evi, sema hayme-i azamet.
Havadaki yıldızlar kandil-i Kudret.
Bu âlem baştanbaşa hazâyin-i rahmet.
Anda görünen suretler nüsha-i hikmet.
Bu kâr-hânede bilsem neyüm benüm nem var.

Cisimler ariyet, hayat emanettir.

Cisimler ariyet, hayat emanettir.
Kulun varlık iddiası şirk ü şirkettir
Kulun vazifesi teslimdir, itaattir.
Bana kulum demesi lütuftur inayettir.

Bu kâr-hânede bilsem neyüm bilmem benüm nem var

Öyle değil mi? Eğer bir şey varsa ölümü öldür. Beşerden aczi gider. Kabrin kapısını kapa! Ağaran saçımızı geriye çeviremiyoruz. O kadar da aciziz. Sonra yaratırım sevdasıyla da gezeriz. Neyi yaratırız! Mikroplar bile vazifesini değiştirdi, diyor. Öyle diyor, benim saham değil. Öyle dediler bana. Okuduğumuz ilme uymuyor, bugünkü mikroplar vazifesini değiştirmiş, diyorlar. Yaa, şaşırtır Kudret adamı.

Bir muharrik-i ezelinin emr-i tahriki, mebde-i âleme hareketle teklifi olmasaydı, aslı mebde-i kâinat olan, eczâ-i ferdiye vücûd bulamazdı. Demek ki bütün eşyada, yani bir Dâfi’in[9] def’i, bir Cazib’in cezbi, teklifi olmasaydı, bütün kuvvânın merci-i aslisi olan hareket, vücûda gelemeyeceği gibi şu bedâyii[10] hâsıl eden, bütün varlıkta meydana gelmezdi.

O hâlde, asıl mânândaki hürriyetine sahip olmanın çaresine bak. Ki ben eski konuşmalarımda demiştim ki: Hürriyet adaletle tehdit edilirse, insanlar hayır görür. Hürriyet adaletle tehdit edilmezse, kavi zayıfı ezer. Zalim fırsat bulur, yer. Anlatamadım mı? Ne vakit ki hürriyet, adaletle tehdit edilir, o vakit mevcûdât; sırr-ı hilkate agâh olur, huzur bulur. Yook adaletle tehdit edilmezse, daima kavi zayıfı ezer, zalim yer. Hayır görür. Geliş ve gidişteki gaye duyulmaz. Bak her vakit söylüyoruz, niçün beşeriyet…

Bir vakit çıra ile insanlar karanlığını izale ederdi. Hâlâ bile dünyanın bazı yerlerinde var. Çıra yakar, gecenin zulmetini çıranın ışığı ile izaleye çalışır. Azıcık teâli etti; yağla, zeytinyağı kandiliyle, mumla, petrolle, hava gazı ile nihayet elektrikle, şu karanlığı izale ettik.

Bu maddi odamızda, bu kadar tekâmül ettik de kalp evimizin ışığı acaba hangi ışıktandı. Orada çıra mı yanar gaz mı yanar? Benim kanaatime göre; ne çıra ne elektrik, hiçbir şey yok. Simsiyah duruyor. Niçün beşeriyet oraya ait bir ışık aramıyor acaba? O ışık yanmadıkça insanlar huzura kavuşamayacak. Nafile, ne kadar çalışırsa çalışsın. Semaya çıksa da bulamayacak. Yazıyorlar diyorlar ki, bundan sonra galip mağlup harpler dünya üzerinde olmayacak. Belki doğrudur, öyle olacaktır.

Nerede olursa olsun beşer, huzuru nerede bulacak? Bunu kimse aramıyor. Buraya nereden gidilecek, bu yol nerededir bunu arayan yok. Fen tekâmül etmiş. Ne bileyim ben, belki burada oluyor olmuyor başka fakat olan yerleri var dünyanın. O gözün perde şeysini, ölenin taze taze o kabuğunu çıkarıyor yapıştırıyor, yumurtanın akı ile filan... Bir parça bir şeyler görüyormuş görmüyormuş başka, fakat olacak.

Çünkü keramât-ı maneviye mukabili, keramât-ı dünyeviye doğmadıkça kâinata nihayet yok, diyor. Bizim elimizdeki Mânâ Kitab’ında, ölü de diriltilecek. Buraya kadar vardır fakat diriltildiği gün kâinatın şekli değişecek. Daha henüz bir şey yok.

Kalp ameliyesi olacak.   اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَۙ [11] Fermanı budur.

Senin kalbin üzerinde bir ameliyat yapmadık mı, diyor Allah. Bunun mânâsı olduğu gibi, madde âleminde olacak bu. Mânâda yani ne yapılmışsa, bunun birer birer maddesi olacak.

Ömer, Medine’den İran’daki kumandana emir veriyordu: “Ya Sâriye’l-cebel cebel!”  Derhal müdakkik insanlar tetkik ettiler. İran ile Medine arası aylarca mesafelik bir yer. O vakit radyo yok şey yok. Fakat başka bir radyo işliyor.

Kumandan geldi ganâimi getirdi. Filan vakit filan günü, hutbe okurken, size böyle dönerekten bir emir verildi... “Hem işittim hem gördüm hem dinledim.”

Ve dediği gibi meğerse Kisra ordusu arka taraftan kuşatmış, orduyu tamamıyla imha edecek bir muhasaraya alıyormuş. O, hutbeden temâşâ ediyor. Ömer, hemen derhal emir veriyor.  “Ya Sâriye’l-cebel...” diyor.  “Arka tarafa bak, kuşanıyorsun, çek orduyu!”

“Dediği gibi hareket ettim ve aynen amel ettim.” diyor. E onun bugün olacak. Nasıl oluyor? Burada duruyorsun, taa dünyanın bir ucunda konuşuyorsun. Bunlar tamamen birer birer olacak.

Burayı neden dedik? Kalıp âleminde birçok ameliyat, birçok teâli terakki fen işte ilerlemiş. Bahusus, kesmesinde biçmesinde daha ziyade ilerilik görülüyor. Acaba gönül âlemine ait bir keşif yok mu? Bunun eri yok mu? Şöyle üç beş adam kafasını bir araya verip de bu sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan kalbin ışığı nedir diye bir araştırma yok mu? Olmayacak mı? İnsana bu dert başlamadıkça henüz insanda huzur olmaz.

Biz, yalnız mânâyı ışıkla mı biliriz? İsimle mi tanırız? Evet, sokaklar adam almıyor, işte herkes fakir zengin insanın hoşuna gidiyor. Kimi bir ufak mendil alıyor, kimi bir ufak çorap alıyor. Kimisi işte bir lokma bir et alıyor, kimi bir parça bir şey alıyor. Yüzlerde bir ayriyeten bir hususiyet var, bir hareket var.

...Muradı nedir? Vak’a mevzûmuz dâhilinde değil amma ahlaka giren yerleri var. Mesela yarın birbirimizi gördüğümüz vakitte; işte tebrik ederim diye birçok kartlar alırız,  birçok mektuplar yazarız, ama neyi tebrik ediyoruz? E bayramı tebrik ediyoruz. Ne demek bu bayram? Günün bir değişikliği yok ki, güneş aynı yerinden doğacak aynı yerinden batacak. Kıymetini nereden aldı? Bir kıymet var tabi değil mi ya?

İki devlet birbiri ile harp eder. Galip mağlup ikisi bir masaya oturur, bir kâğıt imzalanır. O kalem kalkar birisinin müzesine konur, üzerine filan şeyi imzalayan kalemdir, der. Ona milyonla lira versen vermez. Nihayet o altından olsa altının gramı şu kadardır; edeceği ikiyüz lira, üç yüz lira bir şeydir. Fakat iki milyon lira versen vermezler. Neden? Bu onu imzalayan bir kalemdir, bir mânâ aldı,  derler.

Bu gün de bir mânâ almış, bu mânâyı nereden almış? Bir insan merak etmez mi? Acaba söyleyeyim mi, dinler misiniz? Yapamasakta niyet edersek hiç olmasa yine bir zevktir. Mesele bu? Kudret, sahnede insanlar vazetmiş, kendisine mahsus insanlar. Bu mevzû daha yarım saat sürer, ona göre söyleyeyim. Vaktiniz varsa. Yarım saat sürer bu? Bunun her tarafını anlatırsam kırk saat sürer. Atlaya atlaya nokta nokta geçeceğiz. Derin bir mevzû.

Mesela der ki efendim, birisi: “Uzun boylu anlatılır, bahsedilir. İşte bir Yusuf varmış, bir Zeliha varmış. Bir aşk macerası, bir roman hikâyesi...” Dilin kemiği yok ya söyler. “Ondan ne çıkar?” Yok kardeşim, senin bildiğin gibi değil.

Gam çekmede Yâ’kûb ol Sabretmede Eyyûb ol

Yûsuf gibi mahbûb ol Ken’ân'a erem dersen [ii]

E çok güzel. Mânâ, gören görmüş. Onu neden, o kıssayı vazetmiş Kudret? O senin öyle atıp tutacağını da bilir onu vazeden. O bir aşk mevzûu. Hazreti insana ait bir şey. Her adamın anlayacağı bir şey değil ki! Her adamın anlayacağı bir şey değil!

Zülkarneyn ava gidermiş. Nedimi ile beraber gitmişler bir gün. Nedimi demek, sözü sohbeti mânâya gönle agâh. Nerede ne konuşmak lazım, onu bilen adam demektir. Hâle sahip, mânâya vakıf, gönle agâh, edebi yerinde. Konuşma arttıkça artmış, iç âlem konuşmasına başlanmış. Orada zevk zaten ilerler, dalmışlar, epeyce açılmışlar.

Dönmüş bakmış ki av köpeği yok,   söz bittikten sonra. Zülkarneyn’de o av köpeğini çok severmiş. O av köpeğini çok severmiş. Birdenbire nerede kaybettik acaba diye, müteessir olur gibi olmuş. Bir duraklamış.

Nedim: “Efendim arayalım!” demiş. Koşmuş oraya buraya filan, epeyce bir gerilerde köpeği bulmuş. Köpek bir lâşe parçalıyor, onu yemekle meşgul.

Gelmiş demiş ki: “Efendim merak buyurmayın. Köpek bulundu, bir lâşenin başında.”
“Bırakın onu orada,demiş. Derhal soğudum, demiş. Bırak kalsın!”
Bu sefer nedim biraz duraklamış.
“Ne duruyorsun gelsene!” demiş.
“Efendim müsaade edin, gerdanlığını alayım.” demiş.
Kendisindeki şeyi tasmanın üzerinde, demiş. O hususi yaptırılmış, yakuttan filan inciden, mücevherle işlenmiş bir tasması var köpeğin.
“Yok demiş, o da üzerinde kalsın. Biraz sonra leşin başından başını kaldırır da gözü tasmasına ilişirse kendi kendine der ki: Efendim bana ne ikram etmezdi ne yedirmezdi! Kendi yediğinden ihsan ederdi. Yüreği cız etsin o tasmayı görünce, demiş. Bırak üzerinde kalsın.” demiş.

Kudret bizim hepimize bir insanlık gerdanlığı takmıştır. Yarın “Gel!” emrini verdiği vakitte, eğer biz leşin başından kafamızı kaldırırsak, çok acınırız. Bize ne ihsan etmemiş Allah. Evvela insan yapmış. Herhangi bir mahlûk-i süfli yapsaydı olmam mı diyecektin, dinletebilir miydin?

İnsan olunca birçok sıfatlara sahip olması zaruridir. O sıfatların başında sabır gelir, afiv gelir, iffet gelir. Bunlarla Kudret’e teslimiyet gelir. Bunlara Kudret birer misal de vermiş.

Mesela Yusuf’la Zeliha’nın kıssasını anlatmış. Sen onu roman gibi dinlemişsin. Gözüne siyah gözlük takan,  kâinatı siyah görür. Sarı takarsan sarı görürsün, kırmızı takarsan kırmızı görürsün. Ama tabii bir gözlük takarsan, kâinatı tabii görürsün. Gözlüğünün camı karaysa ne yapalım? Ne denebilir.

Onun zikrindeki maksat, orada birkaç şey gizlenmiştir. Bir adam: “Ben afüv sahibi bir adamım, keremim var, ben affederim...”  Bu sıfattan insana bir gurur gelir.

Kudret bununla ne gösteriyor, bak bakalım.

“Ben sahne-i âlemde, bu pazar-ı âlemde, bu âlem-i şuhutta buna bir numune verdim. Yusuf diye bir insan getirttim. Kardeşleri haset ettiler kuyuya attılar. Nihayet sattılar. Sattıktan sonra netice itibariyle sattıkları adamdan da ‘bu bizim kölemizdir’ diyerekten elinden bir senet aldılar. Verdiler, alan kervana. O onlara dedi ki, kardeşleri ayrıldıktan sonra.

- Müsaade ediniz dedi, eski efendilerimdir. Size sattılar, sizin malınız olduk amma helalleşemedim. Gideyim bir helalleşeyim.
-E koş helalleş.
Usulcacık geldi kardeşlerinin yanına.
-Bu sırr-ı kaderdir, ne sizde vardır ne bizde, dedi. Bir babanın zahrından geldik. Zahır vatandır, orada beraber sizinle yaşamış anım var benim. Sizin geldiğiniz zahırdan. O hakkı istiklal edelim. Sizi birer defa elinizi öpeyim de ayrılayım. Ben sizi affettim, dedi.
Nasıl yapabilir misin?” diyor. Sen kendi kendine ‘ben filanı affettim filan’ diye...
Böyle bir, sahne-i âlemde bir şey var.
“Ben afüv bir adamım hayatımda iffetimle yaşadım.”
“Ya öyle mi? Sana bir misal vereceğim. Bak Benim orada, bir Yusuf yaptım. Kisranın kızı vardı, o vakit bütün dünya onun elindeydi. Yemen de onun bir vilayetiydi. Oraya bir rüya hasebiyle... (Uzun sürer bu bahis, anlatırsam. Şöyle yüz sayfa atlayıp söylüyorum)  Gönderdim. Sahibi, esir olarak aldı.
Bana rağbet etmez misin, dediği vakitte: ‘Hayır burada aramızda birisi vardır, edemem!’ dedi.

Seni de böyle, malı var, câhı var, hüsn-ü anı var, güzelliği var, herkes ondan korkar; o da bana rağbet etmez misin, dediği vakitte, benim varlığımı söyleyebilir misin sen? Sana ben afiv adam diyeyim. Yoksa beceriksiz, parası yok, yüzüne bakılmaz, herkes kovmuş, ben afiv adamım diye yaşamışın. Dinlemem!” Diyor. Anlatabildim mi acaba?

Öbür tarafta; tam teslim olmuş bir adamım, diyor. Ben artık Hakk’a o kadar teslim olmuşum ki, o teslimiyette benden daha öte kimse yok.

“Güzel! Ben diyor, bir İbrahim isminde bir zat meydana getirdim. O ‘teslim oldum’ dediği vakitte onu bu âlemde numune olsun diyerekten bir imtihana çektik. Kendisini kendisine ve size beyan etmek içün.”

Bunlar şimdi dış mânâları, bunların bir de iç mânâları var amma hâlim yok bugün anlatacak. Başka bir konuşmada anlatırım.

Oradaki hakikatteki Yusuf kim? O Zeliha kim? Mesela Mısır’a aziz oldu, deriz. Mısır’a sultan oldu. Sen o kadar kısmından kendi kendine büyük bir şey oldu zannedersin. Kral Faruk da Mısır’ın aziziydi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa da. O bir kıymet mi? Yusuf o Mısır’ın azizi miydi? Bu kadar şeyi bile düşünmeyiz. O nedir, o büyük bir kıymet midir? Yani ya bir sahaya, bir çöle efendi olmak. Hangi Mısır’a aziz olmuştu? Dursun söyleyeceğim. Başka bir zaman.

İbrahim: Hillet makamına çıktım, dedi Kudret’e. Hillet, muhabbette şirket yok demektir. Sevgide ortağım yok. Ağır imtihan. Sakın birisini seviyorum deme. Aklı başında olur da imtihan ederse, yarı yerde kalırsın. Muhabbet öyle bir sıfat-ı muhlikadır ki, hangi kalbe girerse mâadâsını yakar.

İbrahim’e dedi ki: “Demek ki sen muhabbette ortak bırakmadın, hiç kimse yok, öyle mi? Benim namıma evladını zebh[12] et bakalım.”

En ağır imtihandır. İşte bir sualdir bu. Allah’ın rızasının haricinde emri var mıdır? Var. Zebh edin diyor ama razı değil. İşin kibarlığı, şıklığı zerafeti burada. Bir şey anlatamıyorum ki nazarlar öyle bir tuhaf. Bir sual bu. Allah bir şeyi emretsin de o emrinde razı olmasın, olur mu? Var mı öyle bir emir? Var. Bak “Zebh et!” dedi fakat kendi razı değil.

Niye evladını dedi? İnsan kendisini feda eder, evladını edemez. İnsansa. Zor o. Pek zor feda edilir, evlat. Ama artık insanlık mefhûmu ölmüş de evladının nafakasını vermiyor. Kendi hususi gidiyor lokantada yiyor, çoluğu çocuğu evinde aç. Tabi buraya ait değil bu konuşma. Bu Hazreti İnsana ait konuşma. Ne yaptın yahu!  Yedi lira yedim bugün, diyor. E akşama? “Oluversinler!” Ne oluversinler? “E oluversinler. Biraz çay ekmek filan onu yesinler!” Oraya ait değil tabi bu. Bu kısma ait değil.

Babanın evlat üzerinde hakkı olduğu gibi, evladında baba üzerinde hakkı vardır. Ve sürünür adam. Nasıl evlat babanın ahını alır da sürünürse, baba da evladın ahıyla sürünür mü? Sürünür. Karşılıklı o. Öyle değil o, öyle başıboş değil o. Öyle değil! Bağlı birbirine. Babanın evlat üzerinde hakkı vardır. Kudret ondan bahsediyor.

“Evvela kendi hakkımı sorarım!” diyor. Eh onu da yanlış söylerler. “Canım insan hakkı, kul hakkı olmasın da o Allah’ın...” öyle bir şey yok. İlk evvela kendimi sorarım, diyor.

Söz sözü açıyor, Haccac-ı Zalim, çok acip bir adam. Mini mini bir çocuğu bulmuş. Suallerin, suali ve cevabı söylemeyeyim de hulâsasını alayım, yani yapılan hadiseyi anlatayım şöyle, furuatıyla değil.

Umur-u itikadiyenin en zor şeylerini sormuş; tıkır tıkır, tıkır tıkır, tıkır tıkır cevap veriyor. Hayran olmuş. Hayran olmuş çocuğa. Şaşırtacak şeyler soruyor. Mesela, mekâna taalluk eden bir şey soruyor da, mesela sen nasıl oldun filan. Kudret’e hitap ettiği, yaklaştığı, zekâsını yokluyor çocuğun.

“O sual batıl, diyor. Sen Allah’a mekân izafe ettirmek istiyorsun, mekânlar yokken O vardı.” diyor. Çocuk, bak! “Mekânlar yoktu O vardı. Mekânları O yaptı. Mekânlar O'nu yapmadı ki oradan bana sual sorasın!”  diyor.

Hayran olmuş, almış çocuğu yanına. “Bunun babasını getirin bana, demiş. O nasıl bir adam ki bu çocuğu yetiştirmiş böyle.” Babasını getirmiş. Babasına da en basit bir sual soruyor, hiçbir şey yok adamda. O da bir anda -işte zalim bir herif- adam öldürür. Babasını imha etmeye karar vermiş.

Çocuk diyor ki: “Müsaade eder misiniz, sizinle bir yere kadar gidelim.”
“Niçün?” diyor.
“Anladım senin fikrini.” diyor.
“Nedir fikrim?”
“Yolda söyleyeceğim, diyor. Benimle beraber gel, ondan sonra söyleyeceğim.”
Tıpış tıpış o mağrur herif, çocuğun peşinden başlamış gitmeye. “Nereye gidiyorsun?” diyormuş. Böyle yapıyormuş çocuk. Kabristana çıkmışlar, gelmiş dedesinin kabrine.

“Babamı imha edeceksin, demiş. Babamı imha etme, babam beni yetiştirdi. Dedem burada yatıyor dedem babamı yetiştirmemiş, demiş. İmha edeceksen onu imha et! Haa, babam beni yetiştirdi, demiş. Babamı imha edeceksin, kararı verdin fakat babama ilişme, beni yetiştirdi. Babamı yetiştirmemiş burada dedem yatıyor bak. Onu imha et, ne yaparsan yap burada yatıyor!” demiş.

Bu kurban bayramı; Hakk’a olan muhabbeti, sahne-i şuhûtta o muhabbetin numunesini beyan eden bir bayramdır. Yani gönlünde insanın o muhabbetten başka bir şey kalmadığını ilan eden bir gündür. Biliyor muydun böyle. Onu beyan. Onun remzi bu. Bu nasıl şey. Hah...

İşte manen yüksele yüksele, yüksele yüksele, yüksele yüksele... Hazreti İbrahim çocukluğundan beri, onda o dert var. Kudret’le daima kafası yoruluyor. En nihayet son mertebeye çıktıktan sonra ilan ediyor, diyor ki: “Senden başka bir şey kalmamıştır bende!” diyor. “Zebh et çocuğu!” Rızası yok ama. Emri rüyada veriyor. Rüyadır diyor, develer zebh ediliyor. Tekrar yakazada da emir geliyor. Ehh, açıyor şeye...

Hazreti İbrahim mevzûu anlatıyor oğluna. On iki yaşındaydı o vakit. Güzel, mürebbi-i insan, istikbalin büyük mânâsı. Artık nasıl tarif edeyim. Öyle bir zât. Sevdiğimi diyor, İbrahim. “Sevdiğimi rüyada gördüm. Senin zebh olunmanı emretti. Emri yerine getirmek istiyorum."

Şimdi çocuktaki aşka bak ki... Bu incelikler için bu kıssalar zikredilir. Çocuktaki aşka bak ki; zebh olunmak, hayatına nihayet verilmeklik elbette insanda bir sarsıntı yapar. Oraya uğramıyor da, sevgi kelimesinin üzerinde duruyor. Sevdiğimi gördüm, der demez yapışıyor.

“Baba sevdiğini nerede gördün?”
“Rüyada.”
“İnsan sevdiğinin yanında uyur mu ya?”
Anlatamadık mı? Hem sevdiğimi diyorsun hem rüyada diyorsun. İnsan sevdiğinin yanında uyur mu, diyor.
O teklif üzerine bir yakazada bir emir geliyor.
O vakit diyor ki: “Üzülme, diyor. İsmim resmim cismim yokken benim gıyabımda bana hüküm veren, beni var eden, benim benliğimden haberim yokken, beni ilm-i İlâhisinde tutan, yed-i kudretinde tutan, benim mânâmı bu kan ve kemik torbasında tutan, o mânâyı kendi elinde tutmaktan aciz midir? Elbette beni senin eline vermiş olduğu bıçağa zebhe teslim ederken, kim bilir bana kendi ne yapacaktır. Beni sen sabredenlerin başında bulursun. Sen, diyor. Çok rengin uçtu, sarardın babacığım, diyor. Niçün temkinini bozar gibi bir vaziyettesin? Ben kılımı kıpırdatmadan teslim olanlardanım.”

Tabi o sahne bunu görüyor. Bunun bir zebh olmak meselesi yok. Kudret onu bir imtihan şeklinde yapmış ama razı değil ki, o olmayacak ki! Anlatamıyoruz galiba! Yani bu lacivert kubbe nasıl insanlar geçirmiştir, ey birbirini yiyen adam. Onu anlatıyor. İki yakınlık mânâsına vardır. Şimdi bunun bir iç mânâsı var.  Fakat ben yoruldum, söyleyemeyeceğim.

Hakikat mânâsına gelirse yarınki günde, hakiki insan; bütün kötülüklerini, bütün nefsine ait olan varlıklarını, Hak namına tamamen kurban ettiğine işaret ettiğinden dolayı sevincinden bayram yapıyor.

Şimdi sen de niyet eder de hesabını yapar kötülüğünden birkaç kısmını kurban edebilir misin? Yalan söylemekliğin varsa kurban eder misin, nasıl Hak namına bir Zebh edebilir misin şöyle? Keskin bir bıçaklan. Bir tevekkül bıçağı al, şu yalanı bir zebh et. Onun kanının rengi de çok çirkindir. Artık hangi sıfat-ı mezmua varsa birer ikişer böyle kaç kurban yapabileceksen yap. Öbürkü de eh, tabiatı ile bir emr-i vücûbidir.

Bazısı der ki: “Efendim, o da ne merhametsizlik, hayvan şöyle oluyor!” Canım sen şimdi o merhametini bırak, bunun içerisi milyonla can dolu, hapur hupur içip yutuyorsun. Al vasıtayı bak, bunun içerisi hep can, can! İnsana kavuşuyorum diyerekten de ne kadar seviniyor o da. Ben bir hazreti insana mal oluyorum diyerekten.

Sen zannediyor musun cansız bir şey var? Bundaki canı görmüyorsun da, hayvan zebh olunurken kendi kendine, bazı insanlar vardır “canım ben onun parasını şöyle...”  

Sen bak, bunun içerisi milyonla can dolu. Şimdi ben de içeceğim.

Kötülüklerini zebh et, bayramı öyle yap. Kötülüklerini zebh edip, hiç olmazsa bir tanesini... Her sene bir tanesini kurban etsen, o günkü bayram sahih olur.

Bugünkü konuşmamız bu kadar yeter.


[1] Tahyir: (Hayır’dan) İki şeyden birisini seçme durumunda bırakma. İstediğini seçmesini teklif etme.
[2] Semen: Baha. Bedel. Fiyat. Tutar. Satılan şeyin fiatı, bedeli.
[3] Kalil: Az.
[4] Tarh: Atma
[5] “Emanet ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyâmeti bekle!” Hadisi (Buhârî, İlim Rikāk 35)
[6] İnkıraz: Sönme. Zeval bulma.
[7] İzmihlal: Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek.
[8] İllet-i ûlâ: İlk sebep, ilk neden.
[9] Dâfi’/Dafi: Def'eden, menedici. Ortadan engeli kaldıran • Cenâb-ı Hak.
[10] Bedâyi: Eşi benzeri olmayan güzellikler. Sanat eserleri
[11] İnşirah Suresi 1. Ayet-i Kerime.   اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَۙ   . Meali: Biz senin göğsünü açmadık mı?
[12] Zebh: Boğazlamak, kesmek.


[i] Mukattaat: 13, Fuzuli

Her kimin var ise zâtında şerâret küfrü
Istılahât-i ulûm ile müselman olmaz

Ger kara taşın kızıl kan ile rengîn etsen
Tab’a tağyir verip lâ’l-i Bedahşân olmaz

Eylesen tûtiye ta’lim-i edâ-yi kelîmat
Nutku insan olur ammâ özü insan olmaz

Her uzun boylu şecâ’at edebilmez da’vi
Her ağaç kim boy atar serv-i hırâmân olmaz

[ii] Niyazi Mısri Hazretleri

Derd-i Hakk’a tâlib ol dermâne erem dersen
Mihnetlere râgıb ol âsâna erem dersen

Aşk yolu belâlıdır her kârı cefâlıdır
Cânından ümmîdin kes cânâna erem dersen

Od yak sîneni çâk et su gibi özün pâk et
Yüzün yere sür hâk et ummâna erem dersen

Bu yolu bil andan gel deryâyı bul andan dal
Ka’rına erüp el sal dürr-i kâna erem dersen

Pîrinle olan ahdi güt nen var ise ko git
Bildiklerini terk et irfâna erem dersen

Sabretmede Eyyûb ol gam çekmede Yâ’kûb ol
Yûsuf gibi mahbûb ol Ken’ân'a erem dersen

Terk et kuru da'vâyı hem 'ucb ile riyâyı
Mısrî ko o sevdâyı Sübhân’a erem dersen

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017


Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




9 Saniye sonra Kapanacaktır