114. KAset (Son Eklenen)

 114 (03.06.1962) 65 dk (158)

Ruhunda muhabbet ne vakit tecelli eder? Ne vakit kendi vicdanında “Ebed” sedasını duyar, o vakit ruhunda muhabbet hâsıl olur. Ruhunda hâsıl olan muhabbete aşk, nefsinden hâsıl olan muhabbete de şehvet derler. Fakat örf,  bunun ikisini karıştırır da nefsinden doğan muhabbete de aşk der, o ayrı.

Biri fanidir, biter tükenir. Biri ebediyete götürür. Biri sureti ile kaimdir, o şehvettir. Biri sireti ile kaimdir, o aşktır. Biri mânâsına taalluk eder, biri maddesine taalluk eder. Fakat beşeriyetin bir kısmı bunun farkında değildir. Eğer aşk, surete olsaydı o terk olunur mu idi? Değil mi? Bakıyoruz ki, zannederiz ki surete... Filanın neresini sevdin? Kaşını, gözünü, şusunu busunu her neyse.

Herkesçe tecelli eden bir an vardır ama bir an geliyor; o kaş, o göz, o madde kendisinde mevcut olduğu hâlde terk ediyorsun. Demek ki o bir ayine imiş, oradan gözüken birisi varmış amma sen onun farkında olmaksızın gönlünü başka bir yere alakalandırmışın, hatada bulunmuşun. Onun içün ahlak der ki: “Hakiki maşukunu ara bul, surette kalma!” der. Bilmem anlatabildik mi? Onun içün hakiki insanın kârı, yârinin didârı olacaktır, der.

İnsana tam yâr kimdir?

Ya Hak’da fani olan Hak ile Hak olandır, ya Hakk’ın kendisidir. Ondan mâadâsı ağyârdır. Yâr’in tarifi bu. Yâr kime derler? İnsana hakiki yâr kimdir? Ne annendir, ne babandır, ne evladındır, ne kardeşindir veyahut bunların hepsidir.

Aranılacak şey; kim ki Hak’da kendisini gaip etmiş, Hak onda tamamı ile tecelli etmiş, ya odur yârı ya Hakk’ın kendisidir yârı. Zaten onun ikisinin arasında bir tecelli farkı vardır. Ölçü vardır. Şimdi bunları söylüyoruz amma hariçte tatbik edildiği vakitte, bir insanın ruhunda muhabbet hâsıl olduğunu kendisi nasıl anlayabilir? Misali verirsek uzayacak, söyleyeceğimiz şeyler kalacak. Bakalım, yine hulâsa edelim konuştuklarımızı.

Ruhta hâsıl olan muhabbet, nefiste hâsıl olan muhabbet. Bunu iyi bilelim.

Demek ki vazifeden doğan ahlak, bir de aşktan doğan ahlak var. Acaba bizim ecdadımız, bunun hangisi ile alakadar idi. Şu cehli gördüğü yere ilmi, zulmü gördüğü yere adli, inkârı gördüğü yere imanı vazeden bir dedemiz var ya. Mânâya gönül vermiş, vicdanında ebed sedasını duymuş, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisini sertac-ı ibtihâc etmiş o insanlar. Onlar, aşktan doğan ahlakın salikleri idi. Ama bugün biz beşeriyette, bizim içün vazifeden doğan ahlak da öpüp başa konulacak bir şey. Tabi ötekisi daha nurun alâ nur.

Malum ya işte bugün dünya… Mevzii konuşmayalım, bütün dünya beşeriyeti inlemekte, değil mi? Ne masası olanın huzuru var ne kasası olanın huzuru var, ne câhı olanın huzuru var, ne bunlardan hiçbir şeysi bulunmayanın huzuru var. O kalp âleminde bir şey yok. Sekine yok.

Hâlbuki biz bu âleme yalnız yemek,  içmek, yatmak içün mü geldik? Hayvan da yer içer tenasül eder, insan da yer içer tenasül eder, aramızda bir fark yok mu? Neden beşeriyet birçok şeyde teâli terakki ediyor da vicdanında inkişâf[1] başlamıyor? Niye vicdanının kâşifi olmuyor?

Beşeriyyet, bidayet-i tarihinden bugüne kadar, yani bugünkü hâlindeki vaziyetteki tecellisindeki itimatsızlığı hiçbir vakit yaşamamıştır. Bugün beşeriyetin inlemesindeki şey, birbirlerine bu kadar itimadı olmadığından dolayıdır. Senin bana itimadın yok, benim sana itimadım yok. Nasıl rahat edersin? Neden kalktı bu itimat, bütün dünya üzerinde?

Ama bir milyar liran olsun yine rahat edemezsin. Çünkü neden? Bana itimadın yok. Ben de edemem, neden? Sana itimadım yok. Burasını aramıyor insanlar, semaya çıkmaya çalışıyor. Çık güzel, iyi bir şey ama burayı rahat ettirebilecen mi? Arşa çık istersen!

Eski konuşmalarımda söylediğim gibi, dünya hiçbir vakit hiçbir zaman bu kadar mebzûl[2] servete malik olmamıştır. Dünyanın bugünkü parası kadar hiçbir vakit paraya sahip olduğu zaman yok. Fakat bu kadar geniş servete malik olduğu hâlde yine rahatı yok. Bunu kaybetmesindeki illet, ahlakın bir mebde-i fıtri oluşunu idrak edemeyişinden dolayıdır.

Ahlak, ne ilimdir ne fendir ne sanattır. Fıtratın mebdeidir. Bu mebdei kaybetmiş onun içün inliyor. Sen ne kadar fende teâli edersen et, ne kadar sanatta gözü kamaştıracak bedayi ortaya korsan koy, ne kadar ilimde akla veleh verecek şekiller icat edersen et, fakat mebde-i fıtrat olan ahlaka sahip olmadıkça imkânı yoktur rahat bulmanın.

İnsan namını taşıyan, Kudret’e muhatap olarak meydana gelen... Allah, mevcûdât içerisinde insana vermiş olduğu kıymeti hiçbir şeye vermemiştir. Bir defa kendisine muhatap tutmuştur. Naib-i Hak kılmıştır. Ruh-u menfûh ile tekrim etmiştir. Kerremna tacını giydirmiştir. Konuşma hakkını vermiştir. Konuşturan, bir gün kendisi ile konuşacaktır. İrade sıfatını vermiştir. Birçok sıfatları var, birçok isimleri var. Bunların hepsinden mücehhez ol, demiştir.

Bu “insan” namını taşıyan varlık; fersude bir matahın, bakâsız bir daimetin devamı içün birbirini boğmaya mı gelmiştir? Yaradılışındaki gaye nerde, çalışış tarzı nerde?! Dünyadaki hayat hasretle geçiyor, ahiretteki hayatı da hüsran ile geçiyor. Bıraktığın anda kötü bir şöhretten ibaret kalıyor. İnsanlık bu mudur? Dünyada hasretle yaşa, ahirette hüsran ile yaşa, gittikten sonra da bıraktığın şöhretin nihayet bir kötü şöhretten ibaret kalsın. Bu değil insan! Bunları düzelten şeyin adına ahlak derler. Kısa kısa tariflerini yapıyorum. Bilmem anlatabiliyor muyum?

Ruhunda muhabbet hâsıl olan insanda üç haslet bulunur. Konuşurken atlamıştım. Ölçüsü bu:

·    Herhangi bir nesnede herhangi bir hadisede ne olursa olsun “Karar Hakk’a aittir” der. Hakk’a kararı bıraktığı dakikadan itibaren büyük yükü birdenbire atar. Katiyen mükedder yaşamaz, katiyyen mağmum yaşamaz, katiyyen yeis içerisinde bulunmaz.  Niçün? Karar Hakk’a aittir, diyor.

·      İkinci hasleti: Herhangi bir nesnede, herhangi bir hadisede O’nunla karar verir. Hak ile karar veren aşk ile muhabbetle tecelli eder.

·        Üçüncü: Her nesne de O’ndan razıdır.

Musibet insana neden gelir? Hakk’ın rızası olmadığından dolayı gelir. Hakk’a razı olana bela geldiği vakitte bal olur. O rızada kendisini göremeyene bela geldiği vakitte musibet olur, inim inim inler. Bu üç ölçü ile kendini yokla. Demek oluyor ki, yine konuşmanın bidâyetine geliyoruz.

Ahlak mevzûu, doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. Konuşmanın ruhunu insan teşkil ediyor. İnsan kadar da tarifi güç bir şey yok. Zor tarif edilir. Zahirde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi görünür. İç âlemine girdiğin vakitte bütün mevcûdât kendisinde habbe gibi kalır. Nasıl tarif edeceğiz? Bu âleme sevk edilmiştir, elbette bir şey kendisinden beklenir, değil mi?

Hiçbirimizin buraya gelmekte... Dünya denilen bu sahne-i belvâya; dirliği kısa, ikbalinde hud’a, idbarında fecia gizli, zahirde bal gibi tatlı, içinde semm-i katil var. Gölge avından ibaret bir hâl. Öyle değil mi? Nasıl gölge avı? Öyle canım. Kaç yaşındasın? Elli. Koy ortaya bakalım bir şey. Hiçbir şey koyamazsın. Ne konabilir? Altmış. Koy ortaya bir şey. Yok! Kudretin en büyük mekridir[3] işte.

O semayı deler gibi bakan, yeri ezer gibi basanlar; iyi düşünecek olurlarsa o bastıkları yer, ya bir aslanın göbeği ya bir dilaranın yanağıdır. Yer, adamı yer. Orta yerde bir şey yok. Ee gölge avı değil de ya nedir ya? İnanan da inanmayan da kendisine çalışmaz.

Kudret: Benim her şeyin sahibi, der. Daima kendisine çalıştırır ve elindeki müfredat programı bittikten sonra “Çukuru doldur bakalım!” der. Herkes böyledir, kim olursan ol. O, “Efendim ben kendime çalışırım, ben yaratırım!” Hiiiç kimseyi şey etmez, öyle bir açılmış pazardır ki, burası inanan da, inanmayan da herkes hepimiz O’na çalışırız.

Vermiştir eline bir müfredat programı; çalışır, çalışır, bittikten sonra “Hadi bakalım!” der. Fakat işin kokusundan anlayamıyoruz. Tıkalı iç burun, dış burunda değil ki iş. Her şeyin rayihası o şeyin zâtına delildir, kılavuzdur. Fakat bu rayihayı, o kokuyu duyacak burun yok.

E bu açık bir hesap olduğu hâlde, bu meseleyi hâlletmek içün düşünceye de hacet olmadığı hâlde niçün birbirimize sarılamıyoruz? Neden sevmiyoruz birbirimizi? Ara yerde bir yabancılık yok ki. Vücûd, bir vücûda münhasır.[4] Neden acaba sevemiyoruz?

Bütün varlık, bir emr-i kün fekân’ın ( كُنْ فَيَكُونُ  [5]) merkezinde döndüğü hâlde, neden birbirimize buğz ile can yakmak ile yalan söylemekle muamele ediyoruz? Bütün mevcûdâtın hazinesi olmuş insan, değil mi? Yalnız henüz vicdanındaki infiâlâtı ve tahavvülâtı keşfedemiyor. Ne tuhaf şey! Onu keşfettiği gün iş hâllolacaktır.

Yoksa esrar-ı tabiatı elde etmeklik vaziyetine gelmiş, estar-ı[6] mevcûdiyeti tecessüs tırnaklarıyla parçalamaklık cüretini göstermiş, hücre-i lahûta kadar korkmadan neler neler yapmaya başlamış, bu kadar mütenezzih büyük malumatın hazini olmuş, kendisinde toplamış hazinesi olmuş fakat o vicdanının infiâlât ve tahavvülâtını henüz keşfedecek bir hâl elde edememiş. Ne kadar acip! Düşünsen bir defa, kolay bir şey değil. Garip bir muamma.

Sonra herkesin ağzında insan hakları, insan hakları, insan hakkı filan... Dedene göre yalnız “İnsan hakkı” tabiri kullanılmazdı. Her zerrenin hakkı. Ara yerdeki fark bu: Her zerrenin hakkı. İnsan hakları, ancak marifet ve ahlak ile kaimdir. Marifet ve ahlak ile kaim olduğundan dolayı, hukukta hürriyeti sevenler, ebediyete ve mânâya iman edenlerdir.

Ebediyete ve mânâya iman edilmedikçe, oradan alınacak nur ile kendisi tenevvür etmedikçe, kâğıttan gelecek bilgiyle değil, oradan gelen bir ışıkla kendi ışıklanmadıkça, ne insan hakkı meydana gelebilir ne hayvan hakkı meydana gelebilir.  Hiçbir şey gelmez, laf olur. Sen beni aldatırsın, ben seni aldatırım. Sen kendini mensi ve mühmel, yani unutulmuş terkedilmiş, bir yere atılıp da kalacağının haricinde bir mânâya inanmadıkça...

Evet, benim gelişimde gidişimde ihtiyârım yok, ben ne kadar aciz bir vaziyette gelmiştim. İnsan kadar kuvvâ-i muhtelifenin tesiri altında kalan hiçbir mahlûk yoktur. Muhitin tesirinin kuvvetinde kalırsın, ridanın tesirinin kuvvetinde kalırsın. Öyle oyuncak bir hâle gelirsin ki meğerki hazreti insan ola. Bu kadar şeylerin içerisinde itikadın, şunun bunun tezyinat içerisinde bulunan bir insan, nasıl olur da mânâya, ebediyete gönül vermeden insan hakkını meydana getirebilir? Gelir mi o insan hakkı meydana?

O mânâ denilen zevk kendi gönlünde bulunmadığı zaman, ihtirâsât-ı nefsâniyle kabarmış olan bir adama, muazzam bir varlık geldiği vakitte, nefsini çiğneyecek de “burda bir can vardır” diyecek sana. Ona mı imkân var? Elbette kasaya sarılacak, sana sarılabilir mi? Onun fevkinde bir varlık bulacak, onun fevkinde büyük bir aşk bulacak ki, o onun gözünde başka türlü gözüksün de sana sarılabilsin. İşte beşeriyet onun içün sarılamıyor ve sarılamaz.

Ne kadar dünyanın büyük kafası bir araya gelirse gelsin, ne kadar muazzam bilgiler bir araya gelirse gelsin, o muhabbet oraya dönmedikçe bir şey hâsıl olmaz. Gelir gider, söyler gider. Başka bir şey olmaz. Zira musluk Kudret’in elindedir, açar kapar.

İnsan, sefâ-i derûnunun güzel kokusundan hakikati bulabilir. Sefâ-i derûne de akıl girmez, aşk ve iman girer. İç âlemine aklını sokamazsın, kapalı orası. O yalnız dış âlemindeki meçhulleri malumları anlayabilir. Ya iç âlemi? İçi ne, içi ne?

İnsan, malum ya iki vechesi var. Bir veçhesi âlem-i hilkate bağlı, bir veçhesi âlem-i kudrete bağlı. Âlem-i kudrete bağlı olan yüzünde akıl para etmez, onun içün akılla her şeyi hâllederim diyenler zavallıdırlar. Aklın hâlledeceği yer ayrı, yolu ayrı.

Aklın durakladığı yerde ne yapacaksın? Hangi vasıtayla gideceksin? Sonra akıl, bizâtihi hâkim olabilir mi? Olsaydı hepimiz söyleriz, her vakit söylediğim gibi: Ah dersin, benim bugünkü aklım olsaydı ben o işi öyle mi yapardım?  Ne malum yarın da bugünkü aklına, dünkü aklına dövündüğün gibi bugünkü aklına dövünmeyeceksin? Belki yarın da, bu aklına dövüneceksin.

Fuzûlî ne güzel söylemiştir.

Tahkîk yolunda akl n'etsün. A'mâ vü garîb kande getsün 

Öyledir. Bir yere kadar. Anasının nafakasını vermiyor, evladına bakmıyor, ne hakkı arıyorsun sen!? Biri cüz’ü biri külden gelmiş tecellisi.

İhtilâlât-ı beşeriyyenin iflas ettiği mader şudur. Bugün insanlık âleminde iki şey: Biri “Sen çalış ben yiyeyim!” Diğeri, “Ben yaşayım, sen geber, ne olursan ol!” Bunun haricinde bir şey bulamazsın bugünkü varlıkta. Bu iki düstur, kötü düstur, kötü fikir, mânâdan ve ahlaktan uzaklaştıktan sonra maddenin kesafetinde kalındığı vakitte tecelli eder. Bu tecelli etti mi, havas ile avamın muvâzenesi bozulur.  Havas ile avamın muvâzenesi bozulunca ne olur? Fakir, zengine düşman olur. Zengin, fakire merhametsiz olur. İşte bu! Bugün dünyadaki muvâzenetin, insanlar muvâzenesinin bozukluğu, bu neticeyi meydana getiriyor.

Fakat ahlakçıların sertac-ı ibtihâcı olan, mürebbiye-i ukûl bulunan, mahbubu'l-kulûb olan o Zât-ı Ahmediyet, insanlık âlemine öyle düsturlar vermiştir ki, öyle semavi levhalar rekzetmiştir ki: Ayağınız kayacağı vakit bakın, der, “Kurtulursunuz”, der. Yıkmış o sözleri. Fakat beşeriyet uzaklaştıkça tabiatıyla kendi kendini yakıyor.

Bu “Sen çalış ben yiyeyim!” yahut “Ben yaşayım da sen ne olursa ol!” kafasıyla beşeriyet yaşamaya başladığı vakit, o günün insanı hemcinsinin kendisine ait olan insanların felaketini, mihnetini öyle bir zevk ile seyre çalışır ki canavar bile utanır: “Ben dahi bu mevcûdâtın içerisinde bulunmayaydım!” der. İnsandan, insanın gönlünden, Kudret’in muhabbetli nazarı kalktığı vakitte, canavardan çok fena bir vaziyete düşer.

İnsanın, insan olarak kalması, Allah’ın merhametle ona bakışından ibarettir. O bakış, o tecelli ondan kaldırıldıktan sonra, canavardan çok fena fenalık yapar. Onun fenalığından semavat ağlar.

Elemler, zevkler, insanlık âleminde müşterek bir şekilde taksim edilerekten pay edilecektir. Öyledir. Nerdeee! O hâl tecelli edince, âlem-i kudretle ünsiyet başlayınca, mevcûdât insanın gözüne başka türlü gözükür. Bambaşka görünür. Bir defa gönülde bir huzur olur. Hak onunla beraber olur. Hak ile beraber olan varlık başka türlü olur. Eşyayı başka türlü görür.

Bak ne güzel söylemişler: “Aşıka suret-i canânda Rahman görünür.” Bu hâl, benim demincek ahlakın tarif ettiği âşık. Üç şeyle de izahını yaptık…

Daha kestirme bir izah yapayım size. Hakiki insanın bir tek sermayesi vardır. Diğeri o kalıbının sermayesidir, onların hepsini alırlar adamdan. Kâinatın serir-i saltanatına sahip ol, nihayet boyunun alacağı kadar bir çukurdasın. Hepsini alırlar. Kalmaz bir şey, alırlar. İnsanın tenine ait olan varlık… Kudret öyle diyor: Sakın zayi olmasın, diyor. Yine burada kalacak. Asıl mirasçı benim, der Allah. Herkes mirasını Bana bırakacak. Öyle kurmuş. Biziz varis, diyor. Ver onları.

Hakiki insanda asıl sermaye aşktır. Şöyle bir tarif daha yapalım, daha iyi anlaşılsın ki, bunları hemen hemen her konuşmada tekrar ediyorum ama isimlendirmiyorum. Şimdi isimlenerekten daha iyi anlarsınız.

İnsan asude kaldığı vakit -kalabilirse, kalması şart- iç âlemine girer. “Kimim diye başlar, esrar-ı hilkati arar. Kimim, der. Acaba niye getirildim? Benden ne bekleniyor?” Bunları düşünmeden ve bunların cevabını almadan, alnın secde de çürüse yine bir şey almazsın ha! Şekilden ibaret kalır.

Şuursuz şeyi Kudret kabul etmiyor hiçbir vakit. Olanı görmeden bağlananı istemem, der Kudret. Herkes, olanı görecek. Tatlı bak, ne kadar güzel.

 Efelâ yetefekkerûn أَفَلاَ تَتَفَكَّرُون [7] diyor. Mânâsı nedir onun? Olanı görmek.

Onun içün bizde; aldanan, aldatandan daha suçludur. Acayip. Eveet. Birisi aldatmış, biri aldanmış. Mânâ itibariyle aldanan, aldatandan daha mesuldür. Suç kendinde ki aldandı, der. Suç kendinde. Neden? Kalb-i sâfiye malik değil. Eğer kalb-i sâfiye malik olmuş olsa, o kalb-i sâfi hilkatin babasıdır, mader-i aslisidir. O sâfi kalpten mevcûdât meydana gelmiştir. Ona sahip olan kalpte hiçbir şeyin pürüzü gözükmesin olmaz.

Biraz konuşmanın zevki yükseldi. Bende sizi öyle görüyorum da öyle şey ediyorum. Bilmem anlatabiliyor muyum? Tabi bu konuşma maddenin kesafetinde kalan insana ait değil. Şöyle geliş ve gidişteki gayeyi duymuş: “Ben mensi ve mühmel bırakılmayacağım. Benim kendimi idrak etmediğim zaman da beni ilminde tutan, bana kıymet veren, bana imzasını vuran, netice itibariyle beni turdan tura, devirden devire sevk edip, yine beni kendisine alarak benimle bir şey tecellisinde bulunacak.” zevkiyle yaşayana ait.

Yoksa “İnsan tekâmül etmiş bir hayvandır!” diye tarif edene ait değil. O ayrı iş o. O da kendi kendine doğru konuşuyor neden? Kendi mertebesinden konuşuyor.

Öyle diyor. Kalb-i sâfi, hilkatin maderi, halkın mader-i aslisi. O saadete kavuşmuş. Gönlünü postundan ayırmış, canını cisminden ayırmış, ruh-u insanisine kavuşmuş, ruh-u hayvaninin fani ve ruh-u insaninin baki olduğunu anlamış, halka av olmamış, Hakk’a av olmuş, halkın şikârı olmamış, Hakk’ın şikârı olmuş. Olunca, e bundaki sermaye ne olabilir? Bu şimdi hazreti insan olmuş. Hakikatte.

O surette evet tenin postu var. Postun hanı var, şusu var busu var. Güzel, bunların hepsi de olması lazım. Ters anlama, aleyhinde konuşuluyor mânâsını verme. Bir insanın teâli terakki edebilmesi içün, bir maddesi vardır bir de mânâsı vardır. Maddesinin teâlisine servet, manâsının teâlisine aşk ve iman. Kalıbı içün tabip, kalbi içün habip.

Kalp ve kalıbın vazifelerini birbirine karıştırtma. Ayrı ayrı. Ayıracaksın. Canını, cisminden ayırdın mı iş kolaylaşır. Demek ki hakiki insanın sermayesi aşk. O aşk nedir? Aslını bulmak taharrisi. Kendisini arıyor, kendi hakikatini.

Hiçbir gün düşündün de “Ben neyim? Şu kendimi bulayım.” diyerekten yarım saatini feda edebildin mi? Ettinse bil ki büyük kâm aldın. Ben niye kendimi bulacağım, işte kendim bu değil mi? Yook bu değil! Bu ne ya bu? Bu vesika, bu değil.

Dedik ya konuşmaya başlarken, eğer o güzellik, o aşk, surette olsaydı onu terk eder miydin? O hâlde niçün maşukunu aramıyorsun, diyor ahlak. Ne vakit arayıp da bulacaksın? İşte onu aramak, bulmak zevkine ahlak “Aşk” diyor. Bu hâl tecelli ettiği vakitte, o insanın sermayesi oluyor.

Eh, hakiki insanın sermayesi, demek aşkmış. Hakiki âşık da maşukun rızasından başka bir şey beklemez. Maşukun rızasında bulunan âşık da ne talib-i izzettir ne talib-i zillettir. İzzete de talip olmayan, zillete de talip olmayan insan, halkın şikârı olmaz Hakk’ın şikârı olur. Toplandı mı şimdi? İşte o vakit şimdiki okuduğum şeyin mânâsı biraz daha iyi anlaşılabilir.

Aşıka sûret-i canânda Rahman görünür.
Sanma erbâb-ı dile şive-i şeytan görünür.
Bu muammayı bilen ehl-i hakikat gözüne
Bu merayada ne hayvan ne insan görünür.

Demek ki ahlak, insanı buraya kadar yükseltebiliyor. Tecellisi bu makama kadar insanı çıkartıyor. E bunlar bizim elimizde olduğu hâlde biz niçün acaba bunlardan mahrum yaşıyoruz? Garaz-ı nefsani ile... Birbirimizi sevmemek garaz-ı nefsaniden ileri gelir. Garaz-ı nefsani ile geçiyor ömür. Değil mi?

Garaz-ı nefsaniye malik olan insanlar güzeli, çirkin görürler. Yusuf’un kardeşleri; kâinat, Yusuf’a “mahbub-u cihan” derken onlar kurt görüyorlardı. Demek ki insanın içerisindeki niyetinin, iç âlemindeki bakışının tarzına göre Kudret, mevcûdâtı insana gösteriyor. Onlar, garaz-ı nefsaniye ait bir göze sahip olduklarından dolayı, mahbubu’l-kulûb olan Yusuf’u kurt gibi görüyorlardı.

Biz, beşeriyet yani bugünkü beşeriyet,  bu garaz-ı nefsaniden ne vakit kurtulacak ki kâm alabilsin? Her fende her sahada insanlar teâli terakki ediyor da, mânâ-i kalp üzerinde hiç ihtirâ yapan yok.

Yalnız bugün bir şey hoşuma gitti, soruyorlar büyük bir doktora da, bu günkü tıp teâli terakkide midir? “Ooo, diyor. Gayet teâli terakkidedir. Fakat o nispette de hasta çoktur.” Evet, suret itibari ile hasta çok olduğu gibi, mânâ itibari ile üüüüf daha çok.

Dayanacağı yerini kaybetmiş beşeriyet. Dayanacağı yeri. Kişi kime güvenirse, Kudret onu ona terkeder. Güvendiğin yeri iyi tetkik et. Bu, ahlakın en büyük emridir. “Kişi güvendiğine terk olunur” diyor. İnsan neye güvenirse, Kudret, onu o güvendiğine bırakırmış. Bak bakalım. Güvendiğine terk olunur. Bi defa leîme hiç güvenme.

İmam-ı Ali Kerremallahu zâtehu’ya sormuşlar, koca adam.
“Leîm kime derler?” Diye sormuşlar. Yani Alçak kime denir? Cevaben diyor ki:

Alçak o insana denir ki, alçak kimseye karşı gider de yüzsuyu döker.
Yap böyle bir, gönlüne mi takarsın bir şey yaparsın da nereye takarsın bilmem ki. O kadar büyük bir kıymeti var ki, kâinat nâmütenâhi yaşasa kıymeti her gün artar. Öyle bir söz, kafa mahsulu değil, ilham!

Ezellün nâs mu’tezilûn ilâ leîm. İnsanın en alçağı, alçak insana karşı yüzsuyu dökendir. Hatta kerim olanlar, kerim olanlara dahi yüzsuyu dökmez, kardeşim Musa gibi, demiş.

Malum ya Firavun bir rüya görmüştü. Rüyasında çok müteessir. O günün muabbirlerini çağırmış...

O bazân, rüyayı kabul etmeyenler vardır. İşte midenin dolgunluğundan hâsıl olan,  ona der onu o. Onu Büyük Kitap ayırır, o ayrı o. O adgâs-u[8] ahlâmdır.[9] Rüya gene ayrı. O, doğru o. Mide dolar hicab-ı agis tazyik eder, o buharı şusu busu her neyse. Yalnız ikisinin de echizesi bir, o da dimağa tecelli eder. Ayna vazifesini dimağ görür, rüyanınkini de dimağ görür. Biri levh-ü mahfuzdan aks eden insan içün Kudret’in ikramen kaçırdığı bir tecelli. İkram ediyor.

Rüyanın rü’yetten büyük kıymeti var, hakikisinin. En doğru rüya, en doğru söyleyenlerindir. Yalan konuşuyor musun, hiçbir vakit doğru ..... Bak ne kaidelere bağlı anlatabildik mi acaba? Çünkü rüya, Kudret’in, insanlara rehber ittihaz etmiş olduğu rehberlik vazifesini vermiş olduğu insanlarda bulunan kuvvenin, kırk altı cüzden bir cüz’üdür, diyerekten tarif edilmiştir. O da sadık insanlarda tecelli eder.

Yalan söyleyen insanın rüyası çıkmaz. Olmaz. Rüya-i sadıkası olmaz. Yaa, bu kâinat serâirle dolu. Tabiri yanlış yaptım. Salih rüya çıkmaz dedim. İyi çeviremedim cümleyi. Salih rüya, salih insanlardan tecelli eder. Tashih edin. Salih rüya, yalan söylemeyen insanlardan zuhur eder.

Firavun acayip bir adam, hiss-i kable’l-vukûu var, şeytanatı kuvvetli. Beğenmemiş, beğenmemiş. Kalbine çökmüş. Hani vardır ya insanın, yahu bana içime çöktüydü bu iş, deriz biz. Çağırmış o günün bu işleri bilenlerini, tevil etmişler.

“Yok canım, hakikati söyleyin bana! Demiş. Ben biliyorum bunun bir şey olduğunu ama siz beni teselli etmek istiyorsunuz.”

İçlerinden bir tanesi demiş ki: “Ben-i İsrail’den bir çocuk gelecek, senin altını üstüne getirecek. Sen bunun şeysini mi istiyorsun. Bunun hakikati bu!”

Bunu bilirsiniz, tarihte okumuşsunuzdur fakat ben size buradan ince bir yer anlatacağım da onun içün buradan başlıyorum. O herkesin bildiği bir şey. Bir ince bir yer var burada şimdi söyleyeceğim. O Hazreti Haydar-ı Kerrar’ın söylediği bir bahsi buraya bağlayacağım.

“Ben-i İsrail’den gelen erkek çocukların hepsi katlonulacak!” demiş.

İnsan acze düştü mü, çok kuvvetli yeise düştü mü, bütün kudretini, bütün zekâsını kaybeder. Öyledir o. Hepsi iğreti ya birdenbire kaybeder, alınıverir. Kudret’le harp olur mu hiç? Buna imkân var mı?

Karısı var, büyük bir hanım. Muazzam biri. Kötülüğü önlemek istiyor, cinayeti. O da karısını çok seviyor. Dediğinin haricinde yaşamaz.
Diyor ki: “Biraz kadere teslim ol, yeter artık, diyor. Kudret’le harp etme canım boş yere!
“Sen bilmiyorsun, diyor. Benim mahvım bu elde takarrür etmiş.”
“Peki, diyor. Senin saltanatın, senin azametin, Ben-i İsrail’in omuzları üzerinde gitmiyor mu?”
“Evet!”
“E bunların kökünü kazırsan zaten kendi kendine yıkılacak, diyor. Hiç olmazsa bir sene gelen erkek çocuğu bırak, bir senekini imha et!”
Burada yumuşamış.
Şimdi Cenâb-ı Asiye, kötülüğün ne kadarını kurtarabilirsem kötülükten, kendisince bir şey. Tabii bir şey.

Bir sene geleni bırakıyor, bir sene geleni imha ediyor. Dokuz yüz bin dokuz yüz küsur çocuk imha etmiş. Masum! Doğuyor, imha ediyor. Öyle emir almışlar adamları.

Musa da doğuyor. Şimdi burada incelik var. Musa, Firavun’un çocukların kesilmeyeceği, bıraktığı sene değil de kesileceği sene dünyaya geliyor. İnceliğe dikkat edin. Bir sene gelen çocuk bırakılıyor, sağ. İlişilmiyor. Bir sene gelenin ki derhal imha ediliyor. Musa bu sefer, serbest kalan çocuklar arasında değil de imha edilecek çocukların arasında dünyaya geliyor.

Tabi annesi, yavrusu... Doğumdan evvel hazırlanmış. E bildiğiniz şey, tarihte okuduğunuz şey. Bir sandukanın içerisine konuyor. Ağlayarak belli etmeksizin. Salıveriliyor Nil’e. Firavun’un sarayı da onun üzerinde.

O gece de Asiye bir rüya görmüş.
Rüyasında diyorlar ki: “Sizin sarayın önünde takılacak, ikram ile alın.”
Tabi bu rüyayı söylemiyor Firavun’a.
Bahane etmiş: “Sarayın balkonunda bugün oturalım.” demiş, fakat bir gözü daima Nil’de. Bakıyor. Hoop gelmiş kıyıya şöyle durmuş.
“Bir şey durdu orada” demiş. Alın filan demiş.

Almışlar bakmışlar ki, nur topu gibi, istikbalin bir efendisi içinde yatıyor.
“Korkularından kendileri imha ettirmemek için buraya salıvermişler celladı çağırın imha etsin!” derken...

Asiye diyor ki:

“Dur bırak, bizim çocuğumuz olmadı, diyor. Ben mahrum yaşadım. Sonra bunu ne diye imha ediyorsun. Bizim koynumuzda büyüyecek, bunu evlat edineceğiz. Bizim daire-i terbiyemizde, kucağımızda, mevâmızda büyüyen bir insan sana ne felaket yapabilir?”

Hulasa uzatmayalım daha birçok şeyler konuştuktan sonra ikna ediyor.

Şimdi buradaki incelik. Dinliyor musunuz keseyim mi?

Neden Musa, kesilmeyecek senede dünyaya gelmedi de, kesilecek onun kestirttiği sene dünyaya geldi? İmha edilen senede geldi.

Zira Musa büyüdüğü vakit, Firavunla omuz ölçecekti. Onunla câbecâ gelecek, ona Kudret’i beyan edecek, o Kudret’i beyan edebilmesi içün hür yaşaması şarttı. Eğer imha olunacak senede dünyaya gelse idi Firavunun yumruğu ile büyüyecek, insanlık hürriyetini kaybedecekti. Anlatabiliyor muyum acaba? O yumruğu yiye yiye insanlık kabiliyeti ondan kalkacaktı.

Şöyle bir misal vereyim size. İki tane aslan tasavvur edin. Aslan. Bu aslanın bir tanesi sahra-i beyâbanda, bir tanesi de sahnede. Sahra-i beyâbanda ki aslan kükredi mi, kilometreler uzağından kaçacak insan yer arar. Sahnedeki aslana gider birisi dürter, dokunur. Onu idare eden adam vardır ya. Neden? O aslanın, aslanlık sıfatı alınmıştır; dişleri sökülmüştür, kafasına vurula vurula artık aslana ait onda, aslanlığa ait vasıf kalmamıştır.

İşte o eğer imha edilmeyecek senede gelseydi bu sefer Musa, Firavun’un yumruğuyla büyüyecek ve ileride Firavunla boy ölçüşebilecek insanlık sıfatını kaybedecekti, onun içün Kudret iki şeyi gösterdi. İnsanın tam bir vaziyette yetişebilmesi içün evvela hür olması şarttır. Onun içün, onu Firavun’un kucağında, hasmının kucağında bir şehzade gibi büyüttü ve yüz binlerce insanı Musa namına öldürttü.

“Ben istersem, sen ne tedbir yaparsan yap. Ben seni imha edecek adamı senin kucağında büyüttüren Allah’ım!” dedi. “Senin kucağında büyüttürürüm, onu."

Neyse, şöyle tarihin bir yüz sayfasını bir tarafa bırakalım, bir yerine uğrayalım. Mahut Kıptiyi katletti. Firavun, görmüş olduğu rüyada kendi bendegânından birisinin ilk önce katlolunacağı işareti vardı. Keyf içün katletmedi.

Firavun’un yakınlarından biri adamlarından, yaverlerinden biri, Ben-i İsrail’den birisini dövüyor sarayın bahçesinde. Musa’da geziniyormuş. On dokuz yaşında, insan güzeli, istikbalin rehberi. Yed-i beyza var, el başka. Bakmış ki dövüyor. Ölümüne dövüyor.

“Niçün vuruyorsun?” demiş.
“Zevkim içün, demiş. Kıvrandıkça zevk alıyorum!” demiş. Öyle insanlar vardır.
“Sen canavar mısın yahu?
”Seni de imha ederim!” demiş Musa’ya.
“Öyle mi? Hele sen buna bi daha dokun!”
Der demez, gene o zavallı insana bir daha vurunca,
Kudret’e hitaben: “Bu el benim değil Senin!” demiş şak vurmuş, düşmüş ölmüş.

Ölünce, o rüyanın mahiyetini Musa bildiği içün birdenbire derhal muhakemesinden geçmiş.
“Firavun uyanacak. Beni imha eder, bana fenalık eder.” Diyerekten hemen sarayı terk etmiş. Çıkmış gidiyor ama süratle.

Neden sonra haber vermişler, Firavun’un en yakın adamı canı gibi seviyor. Musa imha etti, demişler.

“Tamam demiş gördün mü (demiş, Hz Asiye'ye) yaptığın işi! İştee rüya tahakkuk etti. Başlangıcı başladı. Takip edin!”

Takip ediyorlar, Musa’ya yetişmenin imkânı yok. Diyar-ı Medyen’e aşmış, atmış yani o hududu geçmiş. Bitap da kalmış. Bir suyun başına gelmiş. Yorgun, aç! Öyle bir vaziyette. Dalmış düşünüyor.

Birçok insanlar hayvanlarını suluyorlar. Gelen hayvanını suluyor. Üç tane kız gelmiş; müeddep, afif, hicab-ı galip. Gelen sulayıp gidiyor, gelen sulayıp gidiyor, gelen sulayıp gidiyor, onlar kenarda! Musa bakmış, hava karardı ama bu kızlar... Ne biçim yer burası demiş,  kimse bunlara yol göstermiyor. Şey adam. Celalli.

Musa çok celalli. Hakk’ın sevgilisi ama çok da celalli bir insan. Hemen kızların elindeki hayvanları almış, su başında bulunanlara... Mehib adam, Musa:

“Vak’a bu diyarın garibiyim fakat Hakk’ın karibiyim, sakın itiraz etmeyin, demiş. Fena olursunuz. Siz nasıl insansınız! Bak hava karardı bunlar üç tane insan böyle zavallı bir vaziyette. Siz kendiniz idrak edip de bunların işlerini göreceksiniz.”

Hayvanları sulamışlar. Kızlara teslim etmiş. Yine gelmiş yerine oturmuş. Geceyi nasıl geceleyeceğim, diyor. Kızlar eve hayvanları getirdikten sonra...

Meğer kızlar Hz. Şuayb’ın kızlarıymış. Mutad olan saatte gelmeyip daha erken geldiklerinden dolayı Hazreti Şuayb sormuş.
“Siz her akşamki vakitte gelmediniz, biraz erken geldiniz.”
Anlatmışlar hâli. Demişler: “Bir zât oturuyordu, bir genç oturuyordu. Bizim hâlimize baktı baktı, aldı bizim hayvanları, ordaki insanları azarladı, böyle dedi.”

Biraz tefekkür ettikten sonra Şuayb demiş ki: “O zâtın kim olduğunu ben şimdi anladım, gidin çağırın, demiş. Onu yemeğe davet edin.”
Gidiyorlar, çağırıyorlar.

“Babamız sizi çağırıyor. Yorgunsunuz. Madem söze de bu diyarın garibiyim dediniz. Garipler bizim evi severler, siz de buyrun.”

Bir düşünmüş Musa. Çok ağır gelmiş fakat ne yapsın. Gideyim bakayım, demiş. Gelmiş, girer girmez orta yerde mükellef bir sofra kurulmuş. Buyurun, demişler.

Musa diyor ki: “Bu sofraya elimi uzatmaktan Allah’a sığınırım.”
“Niçün?” diyor.
“Zannederim ki bu sofra sizin kızlarınıza yapılan hizmet mukabili kurulmuştur. Ben hizmeti ancak Hakk’a yapmışımdır. Böyle bir şey mukabilinde bir sofraya oturamam!” der demez, Hazreti Şuayb demiş ki:
“İşte bu sofra da O Hakk’ın sofrasıdır. Hiçbir ivaz mukabili kurulmamıştır. İstikbalin büyük Efendisi Hakk’ın sofrasına otur bakalım.” demiş.

Buradan ötesi uzun sürer, tatlı yerleri geldi ama vakit de geldi. Burayı söyler de Hazreti Ali Kerremallahu veche:  “İşte Kerim olanlar -Şuayb kocaman bir Peygamber. Sofrası, tabi Hakk’ın sofrası. Öyle olduğu hâlde- Kerim olanlar, Kerim olanlara dahi yüzsuyu dökmezler, kardeşim Musa gibidirler.” der. Anlatabildim mi acaba?

Burada tabi herkesin hissesine göre alınacak büyük ibretler, büyük hâller vardır.

İnsanlar üç kısımdır, malum ya. Herkes hissesine göre alabilir. Büyük Kitap insanları üç sınıfa ayırır; havas olarak ayırır, avam olarak ayırır, inatçılar diye ayırır. 

Havas olarak ayrılmış olan kimselere, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine der ki: “Onlar hakkında onlarla mükâleme ederken, maariften, ilmin hakikatlerinden konuş. Onlar, ondan anlarlar. Avama gelince onlarla konuşurken, onları yaşayış tarzlarını ilzam edebilecek açık misaller göstererekten hoşlarına gidebilecek şeyleri anlat. Onlar, onlardan anlarlar. Muanidine gelecek olursa bunlarla da daima mevize-i hasene ile bulun. Yola gelmeyenleri de Bana bırak.” Öyle der. 

Bugünkü konuşma bu kadar yeter.


[1] İnkişâf: Meydana çıkma, zâhir ve âşikâr olma. Terakki etme, ilerleme.
[2] Mebzûl: Bol, çok, çok olan, fazlasıyla bulunan. Ayrıca cömertçe harcanan, esirgemeden verilen, bolca anlamına gelmektedir.
[3] Mekr/Mekir: Tuzak,Hile oyun, düzen
[4] Münhasır: Ait. Mahsus kılınmış. Yalnız birinin olan, özel olarak ayrılan.
[5] Bakara Suresi 117. Ayet-i kerime بَد۪يعُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاِذَا قَضٰٓى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ  meali:  Göklerin ve yerin yoktan var edicisidir ve O, bir işin olmasını murad edince, ona yalnızca "ol!" der, o da hemen oluverir.
[6] Estar: Örtüler, perdeler. • (Tekili: Satr) Yazı dizileri, satırlar.
[7] Konuşmada geçen kelimeyi “efelâ yetefekkerûn” diye anladık. Buna en yakın ayet olarak Enam Suresi 50. Ayeti bulduk. Lakin ayetin bu ayet olduğuna emin değiliz.
Enam Suresi 50. Ayet:قُل لاَّ أَقُولُ لَكُمْ عِندِي خَزَآئِنُ اللّهِ وَلا أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلا أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ إِنْ أَتَّبِعُ إِلاَّ مَا يُوحَى إِلَيَّ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَفَلاَ تَتَفَكَّرُونَ
Meali: De ki «ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demem gaybı da bilmem, size ben melekim de demem, ben ancak bana verilen vahye ittiba' ederim»; de ki: «Kör, görenle bir olur mu? Artık bir düşünmez misiniz?» (H. Yazır)
[8] Adgâs-Azgâs: “Karışık şey”in çoğul şekli. “Karışık, karmakarışık rüyâlar” anlamına gelen Adgâs-ü ahlâm söyleyişinde geçer.
[9] Ahlâm: "Hulm” rüya'nın çoğulu. Karışık, karmakarışık rüyalar. Adgās-ü ahlâm şeklinde kullanılır.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017


Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




9 Saniye sonra Kapanacaktır