115 (10. 06.1962) 70 dk (269)
... mevzûu üzerinde devam
etmektedir. Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak,
diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye[1]
edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakında menşei,
membaı kalp olduğunu söylemiştik. Her konuşmada tekrar ettiğim gibi buradaki
aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil. Ahlakın tarifindeki aşk...
İnsan malum ya, geliş ve gidişimizde hiçbirimizin ihtiyârı yok. Bizi bu dâru'l-belvâya[2], dünya denilen bu sahne-i şuhûda sevk ederlerken hiçbirimize sormadılar. “Dünya denilen bir âlem vardır; dirliği kısa, ikbalinde hud’a[3], idbârında[4] fecia gizli, bir imtihan mahalli. Oraya sevk edileceksiniz, ne dersiniz?” Sorulmadı. Giderken de keza: “Hadi bakalım hayatınızın programı bitmiştir, sizi bu âlemden çekiyoruz!” diye sormazlar.
Bir yüzü âlem-i kudrete
çevrilmiş, bir yüzü âlem-i hilkate döndürülmüş. Zahirde küçük, hakikatte bütün mevcûdâttan
büyük. Kudret’e muhatap olmuş, konuşma hakkını almış, bilmek hassası verilmiş. Bilen
düşünür, düşünen konuşur. Konuşturan da bir gün kendisiyle konuşur.
“Ben birçok sıfatlara malik
olduğum hâlde bunun hakikatini henüz idrak edemedim. Her şey bana müsahhar
olduğu hâlde icabında hiçbir şey yapamam. Acaba ben kimim? Neyim? Gelmekteki
gayem nedir, hayat nedir, memat[5]
nedir, bu hilkatten gaye nedir?” Kendisinin kim olduğunu, aslını aramak
heyecanından bir muhabbet hâsıl olur.
Kendi hakikatini bulmak
zevkinden hâsıl olan muhabbetin adına aşk derler, ahlakta. Ruhu ki, sırf
nurani bir fıtrattır, o muhabbet o nurani fıtratından tecelli eder. İşte o
tecellideki hâsıl olan zevke aşk deniyor, onun da merkezi kalp bulunuyor. O
kalp de bizim elli altmış kiloluk kan ve kemik torbamızın sadrında, sadrın
ortasında mahruti yüz şekil, kanı şöyle yapar, böyle yapar; o vücud-i
hayvanimizin kalbi. O kalbe taalluk eden, ora ile alakalı bir kalb-i insanimiz
var.
Belki konuşmayı dağıttık. Bilmem
anlatabiliyor muyum? Anlatamıyorum. Bakışlar öyle gösteriyor ama tekrar
edeceğim, misal vereceğim, inşallah anlaşılacak.
Yaa, insan mefhûmu zor. İnsan
kolay bir şey değil ki. Gayet zor. Neden zor? İnsan naib[6]-i
Hak. Kudret kendisine naib kılmış, muhatap tutmuş ve mevcûdâtı yani varlığı,
bildiğimiz bilmediğimiz havasımızla[7]
idrak ettiğimiz etmediğimiz ne kadar varlık varsa, bunu sırf insanın hatırı
içün meydana getirmiş. İnsanı da kendi zatı içün meydana getirmiş. Bu kadar
geniş bir kıymet...
İmza-i İlâhi var hepimizde.
İşte o imzayı görmeklik aşkıyla çırpınmanın adına ahlakta aşk deniyor. O
romanda okunan aşk başka. Onun içün biz iki konuşma evvelleri daha bir kısa
tarife soktuk, dedik ki: Nefiste hâsıl olan muhabbete şehvet, ruhta hâsıl
olan muhabbete aşk denir. Birisi fanidir biter tükenir gider, birisi
bakidir ezelidir, bitmez tükenmez, durdukça artar, Hakk’a vasıl kılar.
Şimdi bu ahlak bu aşktan doğuyor,
bu aşk da bizi kemale eriştiriyor. Onun içün ruh, sırf nurani bir fıtratta
olduğundan dolayı ahlak ile ünsiyeti olanlar umurun[8]
ile enis olurlar ve umurun adına da ehl-i hakikat, ahlak der. Acaba herkeste
var mı, yok mu?
Kendi hakikatini layıkıyla
teemmül[9]
etmişse, o nurun aguşuna[10]
kendisini atmışsa, kalbinde itminan[11]
hâsıl olmuşsa, hatırında huzur fikrinde sükûn bulunmuş, her zerrenin hakkına
riayet etmişse, binaenaleyh hiçbir varlık yoktur ki, hiçbir zerre yoktur ki,
Hak oraya tecelli etmemiş olsun. Bunu görerek, duyarak, tadarak yaşıyorsa ahlak
diyor ki: İşte o insan, Hazreti İnsandır.
O vakit insanlarda bir sevişme,
bir muhabbet meydana geliyor. Taati makbul oluyor, İşi makbul oluyor, fikri makbul oluyor, cemiyet
saadete kavuşuyor. Yoksa ahlaklı insan -tabire dikkat edin- yalnız âlim değil,
yalnız amil değil, yalnız sanatkâr değil, yalnız mütefennin değil. Bunların
fevkinde büyük bir insan. Acaba anlatabildim mi?
Bir adam âlim olur, ahlak sahibi olur mu? Ne malum? Bir
adam en yüksek mütefennin olur, acaba ahlak sahibi olur mu? Ne malum? Demek
oluyor ki ahlak bunların hepsinin fevkinde. İşte bugün insanlık âlemi görüyorsunuz,
ne kadar fenlen teâli etmiş, ne kadar ilmen yükselmiş, ne büyük sanatlara malik
olmuş, artık dünya âlemini bırakıp başka âlemlere gitmeklik başlangıcında
bulunuyor, fakat ah sesi diniyor mu?
Neden dinmiyor ah sesi? İlim bu kadar parlak, sanat bu
kadar ilerlemiş, fenni göz kamaştırmış fakat niçün insanlık âleminde bir sükûnet
yok. Herkes böyle... Mevzii konuşmuyorum bütün dünya. Dört milyar insan mı
besler, ne kadar beslerse, bunun heyet-i umumisinde bir istikrar[12] yok.
Değer mi?
Hayat da zaten, işte dün bugün için rüya, bugünde yarın
için rüya. Bunun raporunu hazırlamıyorlar. Herkes, bunu bir maddenin içerisinde
hâllolacak zannediyor. Olmaz. Dünyanın en büyük iktisatçıları toplansın, en
muazzam diplomatları bir araya gelsin, en büyük kafalar birleşsin, beşerin ah
sesini dindiremez ve dinmez. Ne vakit diner?
Aslına kavuşmak aşkıyla mebde[13] ile maâd[14]
arasında bir irtibat başlar. Başlayınca kendisinin bir gün bir huzurda, bir
divanda bulunacağını idrak eder. Ettikten sonra: “Ara yerde yabancılık yok” der.
Sema tavan, arz taban, ara yerdeki insan da ihvan, ondan sonra gönüllerde bir
karar olur.
Sen bana itimat edersin, ben sana itimat ederim. Senin
kederine ben iştirak ederim, benim kederime sen iştirak edersin. Zaten
birbirinin eleminden elem duymayana, ahlak henüz âdemdir diye numara vermez. O
vakit işin şekli değişir.
Sonra bir sual çıkar. Ahlakı ikiye ayırdık; birine
vazifeden doğan ahlak dedik, birine aşktan doğan ahlak dedik.
Bizim mazimiz, muazzam bir tarihi var. Öyle değil mi ya?
Biz dünyanın karanlıklar içerisinde yüzdüğü zamanlarda, en büyük ışığa sahip
olan bizdik. Aç tarihi oku. Kâinat zulmet içinde yaşarken, biz nur içinde
yaşardık, asırlar evveli. Medeniyete numune biz vermişizdir. Deden. Hakiki
medeniyete... Yani zulmü gördüğü vakitte…
Medeniyet ne demektir? Zulmü kaldırmak, cehli kaldırmak, zulmü gördüğü yere
adli koymak, cehli gördüğü yere ilmi koymak, inkârı gördüğü vakitte imanı
koymak. Medeniyetin esası bu. Üç rüknü var bunun. Öbür ki, şekilden ibarettir.
Hakiki medeniyette üç büyük unsur vardır. Nerede zulüm var, kaldırır yerine adli
koyarsa; nerede cehil var, yıkar yerine ilmi koyarsa; nerede inkâr var, yerine
gider imanı koyarsa medeniyet orada kurulmuştur. Medeniyet orada kurulunca
ahlak da kendi kendini göstermiştir. Bunu deden yapmış dünya üzerinde.
Medeniyetin tarifi bu.
Yoksa medeniyet böyle düğmeye bas, bir milyon adam ölsün.
Ona tasannu’lu[15]
vahşet denir. Şuraya dokun, haberi olmadan başında saçı bitmemiş yetimi,
seksenlik ihtiyarı, hastası, şusu busu derhal sabun kalıbı gibi kesilsin. Buna
medeniyet denmez. Musanna[16] vahşet
denir.
Medeniyet imhaya gitmez ihyaya gider. Hayatı almaz,
hayatı verir. Medeniyetin tarifi o. Daima hayat verir, hayat almaz. Oraya kendisini
vakfetmiştir. Bunu deden vermiş. Ama yine ahlak der ki: “Her zamanın icabatı
neyse kendini muhafaza içün -düğmeye basıp bir milyar adamı öldürüyor değil mi
ya?- o düğmenin en yükseği de sende olsun da sen o düğmeyle sakın kimseyi
öldürmeye kalkma! Ben basarsam sen benden önce ölürsün, diye hazır bulun.” der.
Ters anlama, anlatabildim mi acaba?
Mâdâm ki düğmeye basıyor, milyonla adam öldürüyor. Sende
o düğmenin fevkalâdesi bulunacak; onu yıkmak yakmak mahvetmek içün çalışanın
karşısında “Bende daha mükemmeli var. Elini geriye geriye tut. Zulüm
yaptırtmayacağım!” diyecek kadar kavi olacaksın. Deden böyleydi. Bire on
döğüşür. Sahne-i şuhûdda resmini değil ismini bırakır, öyle gider. Gönüller
fetih ederek.
Ecdadının ahlakı yalnız hassasiyete veya yalnız ahlaka
mahkûm kalan bir ahlak değil, onun ahlakına Allah şahitti. Hislere akıllara
merbut.[17] O’nun
hükmü altına girmiş, öyle bir kayıtlı ahlakta değil. Ya nasıl ahlaktı? Öyle bir
ahlaktı ki daima murakabe-i[18] Hak’ta.
Hak, ona şahit olaraktan yaşamıştı. Böyle bir ahlaka malikti. Hakk’ın şehadet
edebileceği bir ahlakın efendisiydi.
Evet, yine konuştuğumuzu hulâsa edelim. Gelmemizde
gitmemizde ihtiyârımız yok, bir. O hâlde benlik iddiasına da hakkımız yok. Bir
adamın gelişinde gidişinde ihtiyârı olmazsa, benlik iddiasına hakkı olur mu? Bu
benlik insana nereden geliyor. Anlatacağım ve güzel de bir şey okuyacağım,
anlayacağız.
O bütün musibetlere imdadı imanından ister. Bu âlem âlem-i belvâdır.[19] Zannetme
ki bu âlemde böyle istediğin şekilde imrar-ı[20]
hayat yok. Bu âlem âlem-i mihen.[21] Öyle
kurmuş Kudret, pazarı öyle açmış. Senin dediğin, benim dediğim gibi olmaz ki. Öyle
açılmış. Fakat belaya... Belayı bal yapmak hüner. Bunu yapmış. Deden
mesaibe[22] “nereden
istimdad[23]
etsem” diye düşünmüş. Kime elimi uzatsam bana imdat et desem çürüktür, demiş. Bana
ancak imanım yardım eder, demiş. Ve oradan başka bir yerden medet ummamış.
Daima galip gelmiş.
O istimdâda, o imdada sahip olabilmek için de neye malik
olmak lazım? Bunlar birbirine bağlı. Evvela kendisinin insaniyeti cisminden
ziyade ruhu ile kaim olduğunu idrak edecek. O idrak hâli kendisinde gözükünce, mânâlar
arayacak.
Şimdi bizi yıkan şey, biz yalnız madde zannediyoruz,
madde. Cismaniyetimizden başka bir şey yok zannediyoruz. Dikkat etsenize madde
olmadığınızın en büyük işareti nedir? Kudret kaçırmıştır işaretini. Daima bir
gayeyi kemal hatırlarız. İnsanlığımız yalnız maddeden ibaret olmuş olsa gaye-i
kemal aranmaz.
Cismaniyetten ziyade ruh ile kaim olduğumuzu idrak
ettiğimizden dolayı bir kemal aramaktayız. Ama onun ismini koy koyma. Daima insanda bir yükselme
zevki yok mu? İşte o ruhun bekasına ve onunla kaim olduğuna işarettir. Madde de
olsun, onu biliyor. O nihayet, nihayete eriyor. O halde gaye-i kemali aramak
abes olur. Fakat belli etmeksizin fıtrat onu kemale doğru sevk eder. Neden?
Ruhu ile kaim olduğu içün.
Biraz konuşmanın yeri azıcık ağır. Bende -sıhhatim o
kadar iyi değil- anlatamıyorum. Biraz ağırca bir konuşma bugünkü mevzû. Ama
zevki kalsa yeter. Malum ya bir şey bilinir, bilininceye kadar öğrenilir. Bir
öğrenilir ve öğretilinceye kadar öğrenilir. Şimdi bugünkü konuştuğum şey, şöyle
yalnız zevk halinde kalacak. Onu ben sağ kalırsam zaman zaman açacağım, misal
vereceğiz, daha ziyade anlaşılacak.
Yalnız şunu düşünecek. Bu âleme herkes yüklü
gelmiştir. Öyle göndermiş.
Bu insan yükü bir saadete kavuşayım diyerekten çeker,
değil mi?
Bu yükü, insan niye çeker? Bir saadete nail olayım diyerekten.
Saadet ne ile meydana gelir? Ancak kanaat-i vicdaniye
ile meydana gelir.
Vicdan ne ile büyür? Ancak mânâ ile büyür.
O mânânın aslı nedir? Ahlaktır.
Bağlanıyor mu birbirine?
En mesut olan adam kimdir? Kanaat-ı vicdaniyeye sahip
olan insandır.
Kanaat-ı vicdaniye ne ile meydana gelir? Bir insan
gönlünü bir yere bağlamazsa…
Bir defa çifte gaye ile yol alınmaz. Herhangi bir şeyde iki gayen var mı, o iş yıkıldı demektir. Çifte gaye ile Kudret kimseye yol vermemiştir. Gaye bire inkılap etmedikçe yol alamaz. Çifte gaye ile yol alınmaz. Bunları yenmeklik içün ne lazım, beşerde? Sabır.
Sabırda dört kısımdır.
Taat üzerine sabır. Kötülüğü terkte sabır. Musibetlerin
en şiddetli zamanında sabır. Dördüncüsü o dursun bugün. Dörttür. İnsan
kendi vücûdundaki varlığından… Dört ölüme bağlı olacak.
Nasıl ölüm bu? Ölmezden evvel ölmek. Malum ya kaç türlü
ölüm var? Ölmezden evvel ölmek. Onun bir tanesine mevt-i ebyaz[24]
denir. O hâl tecelli ederse hayat da huzur bulur. Ölmezden evvel ölmek. Ruhunu
nefsinin esaretinden kurtarmak.
İnsanlar iki defa doğar. İki defa doğmadıkça hakikatte
bir insan, onun kalbi hiçbir vakit saadete nail olamaz. Biri annesinden
doğuşudur, biri de ruhunu nefsinin esaretinden kurtarışıdır. İkinci doğumdan
sonra saadet gelir. Eğer senin ruhun nefsinin kayıtları arasında sıkışmış
kalmışsa, henüz daha doğmamışsın, çok yazık olacak bir hâldesin. Yokla kendini.
Dikkat et bak. İnsan iki defa doğuyor; biri anasından
doğması, biri de ruhunu nefsinin esaretinden kurtarması. O vakit tam sabır meydana
gelir. O sabır meydana gelince; a’daya[25]
zafer olur, akrana takaddüm[26]
eder, gönüllerde bir sevgi yaratır. Gayri ihtiyâri iyi insanlar seni sevmeye
başlar. Arar, gönül arar. Gönlün aradığı bir şey olursun. Bizi şimdi gönüller
arıyor mu aramıyor mu? Buraları… Onun neticesi ne oluyor?
Sabır, tedricen[27] rızaya inkılap ediyor.
Şöyle bir misal vereyim size daha iyi anlaşılsın. Büyük
ilim adamlarından Kudûrî[28] isminde,
bunun Türkçesi çömlek işleri, tuğla işleri ticaretiyle meşgul olan bir insan.
Eskiden bizim ecdadımız ilim adamı olurken; muhakkak ilmi,
ilim olduğu içün okurlar, ilimden geçinmek içün okumazlarmış. Dikkat et bak. İlmi aşkıyla okuyor.
Ben bunu okuyacağım da buradan para kazanacağım diyerekten değil. O vakit
diyor, o iş çürür. Madde gözümün önüne gelir, lazım geldiği kadar ben onun
hikmetini meydana getiremem. Yaa! Benim alet-i kisbim[29] o
olmayacak. Ben ilmi kazanç aleti yapmayacağım. Başka sahada. Bakarsın ki kimisi
tacir, kimisi şu, kimisi bu…
İlim ayrı. İlmi zevki içün okuyor, aşkı içün okuyor, ilmi
Hak içün okuyor. Öyle
olmasa mesela -isim saysak burada uzun sürecek- her birisinin iki yüz, üç yüz,
beş yüz eseri var. Ve bu eserlerin bir tanesi yarım adam boyu. Matbaası yok. Eliyle
yazmış, akıl durur. “Bu nasıl olur?” der. Üç yüz, beş yüz eseri olan insanın iki
eserini bir insanın mütalaa edebilmesi içün ömrü kâfi değil bugün.
Bu zat da bu işin ticaretini yaparmış. Birkaç sefer... İlme
aşkı var. İntisab[30] etmiş,
bir sene iki sene... İstediği gibi olmuyor. Olmayacak bende, demiş. Ümidini
kesmiş. Tamam, Kudret vermeyecek. Bir gün büyük bir kapının önünden geçerken,
bir oluk, kapının yanında mermer bir eşik... (Rast gelirsiniz, siz de
tesadüf edebilirsiniz. Şöyle bir tabak içi gibi oyulmuş. Kısmet olunca bahaneler çoğalır) Nazar-ı dikkatini
celb etmiş. Yağmur damlasının o oluktan düşmesiyle, şu mermeri oyarak bir sahan
hâline sokan tecelli... “Ben bundan da
daha aşağı değilim ya. Sabredeceğim.”
Bir ilme sahip olabilmeklik içün de sabır esastır. Onun
içün ahlak, sabıra çok kıymet verir. Herhangi bir şeyle muvaffak olabilmek içün
sabır esas. Dönmüş
ticarethanesini, parasını evladına, ehl-i beytine, evine bırakmış. Müsaade
almış: “Benim bir merakım var. Siz bununla geniş geniş yaşayınız. İnşallah bir
ilim iktisab[31]
eder gelirsem yine beraber oluruz.” demiş. Müsaade almış, izin almış, çıkmış.
Büyük bir hukuk kitabı meydana getirmiş. Âlim olduktan
sonra da senet hâlinde. İcabında insanlar “O ne demiştir?” diyerekten soruyor, “O
ne biçim bunu hüküm etmiştir?” diyerekten arıyor.
Dönüşünde bir zata rast gelmiş. Bir zat. Konuşma
başlamış. Anlatmaya başlamış kendisini. Vaktiyle şöyle bir iş yapardım.
Hilkaten ilme meftunum ve bunu da bir aşk ile ilim ilim olduğu içün Hak namına
tahsil ettim. Zannımca epey müktesebatım var.
Sormuş o adamcağız, demiş ki: “Bütün ilimlerin ve o
ilimden hâsıl olan amellerin, kemalin, marifetin, illet-i mucibesini[32] bana
söyler misin?” demiş.
Yirmi sene okumuş ama. Ama o yirmi sene de şimdiki kırk
seneye bedel. Hususi vakfetmiş kendisini. Öff, şimdi bakayım okuyayım da yarın
imtihana gireceğim; olur mu olmaz mı, tesadüf eder mi etmez mi, diyerekten
değil. Kendisi mümeyyiz, kendisi muallim, kendi kendisini imtihan eden ve bilmediği
vakitte üzülen insan. Hani ben elime bir kâğıt alayım da; bu kâğıtla şu işe girerim,
bu kâğıtla şu işi yaparım. Öyle değil! Kâğıdı vicdanında.
Şimdi hiç ummadığı bir piri fani, böyle birdenbire: “Bütün
ilimlerin, amellerin, kemallerin, marifetin, illet-i mucibesini, -mâdâm ki siz
bu kadar müktesebat-ı ilmiyeye sahip oldunuz- bunu bana anlatın.” demiş. Bütün
hafızasını, bütün varidatını derlemiş toplamış.
Efendim lütfedin, demiş. İki sene bana hizmet edeceksin,
demiş. Öyle çabuk öğrenilmez o. İki sene! Âşık adam, yirmi sene dese yine
gelecek. Gönül o heyecanla yaşıyor. Baş üstüne efendim, demiş. Gel, demiş. İki
sene sonra, tam iki sene tamam olmuş. Gel evladım, demiş.
“Bunun, bu saydığımız ilimlerin, amellerin, kemalin,
marifetin illet-i mucibesi, sabır denilen bir cevherdir. Ben bunu sana o gün söyleyebilirdim
ama kıymeti olmazdı. İki sene mukabilinde aldığın içün hiç unutmazsın.” demiş. “Yoksa ben sana o dakikada
illet-i mucibesi onun sabırdır, derdim. Sende kendi kendine sabır der geçer,
giderdin. Fakat şimdi bu iki sene burada adam akıllı çalıştın, daha hiç
aklından çıkmaz. Fakat her vakit lazım olacaktır ve bu illet-i mucibe
bulunmadıkça bütün bilgiler hiçtir. Hadi uğurlar olsun. İşin bitti artık.”
Memnun. Hürmetle elini öpmüş ayrılmış.
Eh tabi evine dönüyor. Geç vakit, gecenin bir kısmında,
gelmiş kapının önüne demiş: “Yahu şu kapıyı çalmadan pencereden bir bakayım.”
Bakmış, insan güzeli civan bir adam, böyle hasna[33],
müstesna, dilara[34]
bir insan hanımının odasında; bir şey veriyor, gülüyor, o ona gülüyor. Yaa, demiş.
Çirkin bir şey hatırına gelmiş. İçeriye girmeden buradan ok ile şu herifi bir
imha edeyim, kararını verirken; “İki senede bir şey almıştın eline. Sabır dediler,
demiş. Dur hele!” İki sene de...
Kapıyı çalmış. İçerden, “Kimsiniz?” diyerekten o delikanlı seslenmiş. “Evin hakiki sahibi geldi”
der demez, haremi heyecan muhabbet zevk-i aşk ile: “Oğlum koş baban geldi. Söz
üzerine geldi, derdin ki: “Yahu, beni nasıl senin karnındayken bırakmış, ne
vakit gelecek diye, şimdi konuşuyordun, geldi işte baban.” Adam ağlayarak
içeriye girmiş. Artık öbür tarafını söylemeye lüzum yok. Bir şey anlatamadık mı
biz bu meselle?
Demek sabır; a’daya zafer, akrana[35] takaddüm[36], gönüllerde
tevakkur[37]
, kendisinde zill[38] ü fer[39], Hak’tan
rahmet, keremler insana verir. Şimdi o sabır için size bir şiir okuyayım.
İster misiniz okuyayım mı?
Can u ten, varlık bekasız bir vedâaddir[40] sana.[i]
Sen seni bilmek bahâsız bir saadettir sana.
Konuşmaya başlarken dedim ya, insan kendisini aramaya gelmiştir. Demek oluyor ki; dünyada yani hilkatte, kendimizin var olmasında en büyük saadet kendimizi bilmektir. E biliyoruz ya işte, bu değil mi bu kendimiz? Aynaya bakıyoruz. Yok, bu değil. Bu değil! Eski konuşmalarda birkaç sefer misal getirdiğim gibi, yine o misali getirmek mecburiyetindeyim. Mevzû iyi anlaşılsın.
Ya bu nedir, bu kan ve kemik
torbası, elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası neden ibarettir? Bu bizim
varlığımızın, bu âlem-i şuhûda geldiğimizin bir vesikasıdır. Hüviyet.
Ahmet isminde birisi vaktiyle ilm-i
İlâhide bulunmuş. Birçok devreler ikmal etmiş, anasır âlemine gelmiş. Rahm-i
mader[41]de
tekevvün[42] etmiş.
Suretinin kopyasını levh-i mahfûzdan, manzume-i kuvvadan/ilâhiden bulunan bir
kuvve orada çekmiş. O manzumeden bulunan kuvveye dahi Kudret, “Çekil bakalım
aramızda bir rabıta başlayacak” diye kendisine ruh-u menfûh ile tekrim etmiş. O
rabıtayı aldıktan sonra o kimse bu sahne-i şuhûda ayak basmıştır. “Ne malum?” İşte vesikası.
Burada yapacağı hizmetleri
gördükten sonra “gel bakalım” dendikten sonra yine lazım gelen âlemine gitmiş. Vesikaya
ihtiyaç kalmamış -vesika zaten anasır âleminden teşekkül ettiği içün- yine
mader-i aslisi olan toprağa konmuş. Kendi burada mı? Hayır.
Şöyle bir misal vermiştik. Şurada
ben konuşuyorum beni birisi çıkardı. “Konuş bakalım, dedi. Hiçbir yere kafanı
çevirmeden konuşacaksın. Ne cihetli âleme ne cihetsiz âleme, yalnız bir tarafa
teveccüh ederek konuşacaksın.” Böyle emir verdi.
Ben konuşurken, birkaç kimsede şuradan gidiyor. Ses
kulaklarına gitti, biri konuşuyor. “Kim bu adam?” dediler. Geldi. Orada da iki
tane nöbetçi var. Yasak, dedi.
“Yahu bir defa göreceğiz.”
“İşitmiyor musun söylediğini?” “İşitiyoruz.”
“Ne yapacaksın, göreceksin?” “Görelim.”
“Hayır. İşitiyorsan yeter.”
Bu münakaşa esnasında benim şu aynaya akseden yüzümü oradaki
görmek isteyen gördü.
“Şu aynaya akseden kimse mi konuşuyor?”
“Evet”
“Hah, gördük öyleyse!” dedi.
Beni mi gördü?
Seni gördü ya.
Ben taadüt[43]
mü ettim? Bir burada, bir orada mı?
İşte senin hayalini gördü, senin zıllini[44]
gördü, senin aksini gördü, neyse bir isim koy.
E o zıll, o hayal, o akis, benim aynım mıdır?
Aynındır.
Ayın bir orada, bir orada olmaz.
Gayrım mıdır? Gayrındır.
Ben çekilince yok orada.
Ben oraya çıktığım vakitte sath-ı ayine nereye kayboldu?
Herhangi bir kimse oraya baktığı vakitte, o aynanın sathı nerededir?
Derken biri geldi, şırak diye bir taş attı. Ayna tamamen
düştü, şimdi beni orada göremiyor.
Bana bir ziyan var mı? Bende bir ziyan var mı? Yok.
Ne var bende? Bende bir artma var. Nedir o?
Beni buraya konuşmaya çıkaran kimse dedi ki: Artık
senin hüviyetin kırıldı, seni gösteren ayine parçalandı. Sen kayıttan
kurtuldun. Bak bakalım arkana, bak bakalım etrafına, bak daha bu âlemin
haricindeki varlığa.
Bir şey anlatamıyor muyum? İşte ona işaret ediyor.
El ayak dil göz kulak kalple alır kalple verir.
Bu rumuzu anlamak, bir hadd-i keramettir sana.
Demin aşktan doğan ahlak dedim ya, daha bunu izah etmek lazım. Kalp. Onun içün hayatta çok dikkat et. Her ne yaparsan yap ah alma. Seyyiatının içerisinde ah bulunmasın. Kırılmış bir kalp hesabı olmasın. Zira Kudret, adresini verirken: “Ben her şeyden münezzehim fakat hiçbir şey benden münezzeh değil. Beni eğer sıkı ararsanız, Beni göklerde filan değil, kırık kalplerde bulursunuz.” der.
Olmasın. İşte ona binaendir burada diyor ki:
Bu rumuzu anlamak bir hadd-i keramettir sana.
Hay-ı Kayyumdur heva içre nefes andan kelam.
Öyle ya. Bak (derin nefes alıyor) yapıyorsun nefes aldığın vakitte. Bir adam var mı ki, hiçbir zerre var mı ki Kudret’i tesbih etmesin Kudret’i anmasın. Öyle kurmuştur ki işini Kudret. En kuvvetli münkir dahi her an onu anmakladır. Bak nefes alışın Allah’ın ismidir. Hiii diyorsun, veriyorsun “Huuu” diyorsun. Onların hepsi Hakk’a ait birer isimdir. Nefesini hayatının devamını, Kendisini anmaklık ismine bağlamıştır. “Anmayacağım!” çatlar geberirsin. Bağlanmış oraya.
Her nefes tesbih-i Mevla’dır, inayettir sana.
Devlet-i dünya nasibinse gelir, olma melûl.
Gelmediyse hâle razı ol ki, devlettir sana.
Biz bilmiyoruz hayrın şerrin nereye gizlendiğini. Bugün niye olmadı
diyerekten dövünürüz, yarın bir şey olur. “Aman iyi ki olmamış” diyerekten
seviniriz.
Devlet-i dünya nasibinse gelir, olma melül.
Gelmediyse hâle razı ol ki devlettir sana.
Verseler dünyayı göz doymaz gönül açılmadan.
(Burayı dikkatle dinle)
Verseler dünyayı göz doymaz gönül açılmadan.
İzz ü câhın kesreti belki felakettir sana.
Bir kıla malik misin, kendi vücudun sandığın?
Cümle aza-i vücûdun bir emanettir sana.
Kendimin mi zannedersin? İhtiyarlamasana. Dursana bir şânda.
Bir kıla malik misin kendi vücûdun sandığın.
Cümle aza-i vücûdun bir emanettir sana.
Ömür mahdud[45]
nefes madud[46]
u devran bi sebat.
Bi baka bir mülke meyletmek ihanettir sana.
Gel kalbinle kalıbının vazifesini ayır. Kalbini de nihayeti olan bir mülke bağlama. Kendine hainlik etmiş olursun.
İzzet ü zillet senin zannınla bulmuştur vücûd.
İzzet ü zillet senin zannınla bulmuştur vücûd.
Belki izzet sandığın miftah-ı zillettir sana.
Sen öyle hata edersin ki izzet zannedersin de zilletin anahtarı olur.
İzzete kavuştum derken zilletin kapısını açarsın.
Bir tüyünce olsa bin düşman yine havf[47]
etme kim.
Yani bir tüyüne bin tane düşman kesilse... Düşman var deseler bir tüyüne,
vücûduna değil, vücûdundan bir tüyüne bin düşman var deseler, sakın korkma.
Sabr burcu metin miftah-ı nusrettir sana.
Sabrı anlatayım diye bunu okudum size, anlatabildim mi? Sabrı
anlatayım diye buraya kadar okudum.
Sabr bir burcu metin miftah-ı nusrettir sana.
İzzeti ikbali devlet saltanat hayli sipah
Bir avuç topraktır ancak, ders-i ibrettir sana.
Öyle değil mi? Yer adamı yer. Debdebeler, tantanalar, atlar, arabalar, izzet, ikbal, câh, devlet, masa, kasa, bunlar
netice. Netice çıkar bakalım. Bir avuç topraktır, ancak ders-i ibrettir sana.
Çıksa eflâke baş, bir yerde mağrur olma kim,
Akıbet hâk[48]
üzre hâk olmak tabiattır sana.
Farzet ki bu başın semavata çıksa, mağrur olma. Yani benlik, fayda yok.
Bak neler gelmiş, neler olmuş, ne kalmış nîk u[49] bed[50]
Gösteren faniyi baki cehl-ü gaflettir sana.
Öyle değil mi? Bak neler gelmiş, neler olmuş, ne kalmış nik-u bed. İyi fena. Gelmiş gitmiş ne kalmış? Gösteren faniyi baki, cehl-ü gaflettir sana.
Çok sakın sû-i karinden verse de alma selam.
En büyük ikramı bir şer-ü şekavettir sana.
Zalim, hain, münafık selam verse de alma. Tatlı gözükse de alma. Niye? Altında gizlenmiş bir zehir vardır, bir şer-ü şekavet vardır, sokacak. Adam olmadan adam oldum iddiasında bulunma. Ne olursun? Nefis şeytanının lokması olursun. Neticede delaletin pençesinde kahrolur gidersin. Vazgeç.
Ne güzel söylemişler: Ey yeri deler gibi gezen, yeri ezer gibi gezen, semayı deler gibi bakan, en yüksek dağlarla boynu uzayacakmış gibi etvar[51] alan, koca mütekebbir, bir çukura koyacaklar. Çukura konduğu vakitte şah ile geda müsâvidir.
Sen kendi benliğinin sahte varlığının tadından zannediyorsun ki ben kâinatı dolduruyorum. Kudret seni öyle avlamış, gölge avında. Sen kâinatı doldurmuyorsun, kendi çukurunu dolduruyorsun. Çukurunda iki metre uzunluğunda, pek ufak, ufacıcık bir şey. Sen hâlâ şöhretle saltanatla o dava ile cihanı doldurdum zannediyorsun. Bu neye benzer diyorsun.
Farzet ki, kâinatın her tarafını kar kaplamış fakat güneşin bir nazarı derhal eritir. Kudret’in de bir nazarı zalimi bir anda eritir. Erir. Her ateş yerini küle teslim eder. Zalim kendi budundan kebap yapıp yiyen adama denir. Zannetme ki hariçten yapıyorsun.
O kadar adil ol ki...
Her şeyi yerine,
yerli yerine kullanmasını iyi bilen adama adil adam derler. Ahlakta bir fasıl, adalet… Ama nevm-i
nefsaniyle yani nefsani uyku ile uyuyan, gündüzün gaflet uykusuyla uyuyan,
geceleyin de hilkat uykusuyla uyuyan bundan zevk almaz. Ahlak insanı o kadar
tekâmül ettirir ki, cennete girmekle değil, cennet ona nail olmakla iftihar
eder. Acaba anlatabildim mi? Sırf bu cümleyi söylemek için çıkmıştım. Aman
buna nail oldum dedirt kendine. Ben buna nail oldum.
Bugünkü cennet‐i
irfâna dâhil olsalar uşşâk,
Yarınki va’d olan
hûri veya gılmanı neylerler.[ii]
Burada dâhil olacağız.
Demiştik ki: Sabrın neticede götürdüğü yer rıza. Demek
ki rıza, sabırdan daha evlâ. Öyle mi? Evet. Makam-ı rıza, rızaya sahip
olan adam, sabırlıdan daha üstündür. Tarifi nasıl olur onun? Tabiata mülayim
olmayan işlerde dahi muti ve münkad[52] olur,
o kimse. Tabi zor bu, birinci sınıf insana ait yer. Konuşma buraya uğradı.
Bir insan yapamasa da zevkini alsa, özense, o da bir hayırdır ya.
Aslı, Hakk’a kuvvetli itimat etmektir. E bizde ediyoruz deriz. Yook. Bizim ki özenmek.
Reyin olmaz edince. Umurun cereyanı, işlerin oluşu, halkın rızasıyla değil,
Hakk’ın rızasıyla olan yerde rıza tahakkuk eder. Bilmem anlatabildim mi? Ağır
gelmez.
O vakit adalet tecelli eder, muhabbet tecelli eder, sabır
tecelli eder, yalan orta yerden kalkar, hiçbir şey acı gelmez. E biz şimdi bir
gün kederli, bir gün sevinçli değil mi ya? Öyle kederli filan değil. Onların
hepsi kalkar. Gam kalkar. O tarif ettiğim aşka sahip olan insanda gam olmaz.
Âşıkta keder neyler
gam halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden
söz pir-i muganındır[iii] demişler.
Şöyle bir misal vereyim de bir hadiseyle daha iyi anlaşılsın. Hazreti Ali’nin zaman-ı hilafetinde. Bu kubbe ne insanlar beslemiş? Hayret eder adam. Bir güngörmüş bir Yahudi de zırhı.
“Bu zırh sana nereden geçti, demiş. Ben bunu filan harpte
filan harpte kullandığım zırhtır. Bu benim zırhım.”
"Hayır, benimdir!”
demiş, Yahudi.
Bak mânânın verdiği şeye ki kocaman Ali, reis-i hükümet,
muazzam bir adam. Alelâde bir Yahudi. Ali, malını onda görüyor.
“Yahu bu benim
malım nereden aldın?” diyor.
Ona karşı serbestçe diyor ki: “Nasıl senin malın,
benimdir!” diyor.
Sen şimdi bunu irfanen düşün.
“İş mahkemeye aksedecek!” diyor.
Zamanında da Kadî-i Şüreyh. Dava
ediyor. Kim dava ediyor? Cenab-ı Haydar dava ediyor. Medeniyete bak. Durur akıl. Dava açılıyor.
Kadî-i Şüreyh soruyor Yahudi’ye: ”Zırh onunmuş diyor. Benim
diyorsun.”
“Benimdir!” diyor.
Dönüyor Ali’ye diyor ki: “Sizin diyorsunuz, şahit
göstermeniz lazım gelir. İki şahit isterim.”
"Peki!” diyor.
“Kimi vereceksiniz?”
“Azat ettiğim bir köle var, bir de oğlum Hasan’ı.”
Cenab-ı Hasan’ı.
“Azat etmişsiniz. Kölenin
şahadetini kabul ederim, fakat Hasan oğlunuzdur, onun şahitliğini kabul edemem.”
İmam-ı Ali’nin içtihadında oğlu, babasının lehinde şehadet
edebilir. O hukukta öyle bir kayıt var.
Öyle kabul etmiş. Fakat hâkim o içtihadı kabul etmiyor.
“Diğer içtihatlara uymuyor, binaenaleyh ben diğer
içtihatlarla amel edeceğim. Sizin oğlunuzu burada şahit olaraktan gösteremem.”
“Pekâlâ, alsın zırhı” diyor. Bir şey anlatamıyor muyum? “Zırhı
alsın” diyor.
Yahudi... Artık Kudret’in işleri...
İnsanlar Kudret’in Cemal ve Celal parmaklarının
arasındadır. Ali’nin o kemal-i mütevâzıane, kendisine mahsus bir Haydarane tavrı
var. Onu tevâzuyla kemalleştirerek “Mâdâm ki adalet bunu icap etti. Bu zırh
benim amma adalete halel gelmesin. Hüküm bunu iktiza ediyor, alsın.” dedi.
Ağlayarak diyor ki: “Nereden feyz alırsın sen! Senin bu gönlüne nereden bir akıntı gelir. Ben daha durur muyum bu hâlde, beni al adam et. Ben nasıl olursam insan olurum. Ben şimdiye kadar şakiymişim.”
Bunların neticesinden ne hâsıl oluyor?
Muhabbet hâsıl oluyor. Muhabbette ki rütbe,
adalettekinden üstündür.
Bak birer birer yürüyoruz işliyoruz. Niye? Adalette henüz ikilik vardır. Muhabbette ikilik de kalkar. Hakiki muhabbet oldu mu; insan, kendisini orada fani kılar, ikilik kalkar. Adalette ikilik var. İki şey olacak ki, onların arasında müsavat yapabilesin. O iki şeyi yerli yerine kullanabilesin. Muhabbette öyle bir şey yok. Kudret’inde mevcûdât içerisine vermiş olduğu en büyük sermaye, muhabbettir.
Bugünkü beşeriyetin iflas etmesi... Her vakit söylediğim gibi, dünya daha bugünkü kadar servete malik olmamıştır. Fakat bu servet içerisinde inlemektedir. Öyle mi? Evet umumi, mevzii bakma sen. Dünya bu kadar geniş servete, bu kadar geniş şeye malikâneye sahip olmamıştır. Fakat iş servette değil ki! Servet bizâtihi nimet değil ki, vasıta-i nimet. Bununla beraber inler, neden?
Asıl sermaye kaybolmuştur. Muhabbet denilen sermaye yok. Bunu
kaybettik. Birbirimizi
sevmiyoruz. Merhabalarımız sahte. Görüşmelerimizde muhabbet yok. Muhabbet oldu
mu müteaddit vücutta bir ruh olaraktan yaşayacak. Vücutlar birleşip de
Kudret’e de müracaat etmeden, Hakk tek davayı kabul etmez.
Şurada Ahmed isminde biri geçse, Ahmed diyerekten çağırsak,
o isim o müsemmayı hatırlatır. Derhal o ismin sahibi olan zat kafasını çevirir,
eliyle böyle yapar: ”Beni mi istiyorsun?” der veyahut gelir. Acaba o Ahmed’in
hüviyeti, yani bu cesedi, o hüviyete taalluk etmiş olan mânâsı, ruh-u izafisi,
ruh-u insanisi, ruh-u sultanisi, ruh-u hayvanisi, birçok varlığı bu ismin
içerisinde gizlenmiş. “A-H-M-D” içerisinde bunun hangi harfinde gizlidir de o adam
bakıyor? Heyet-i umumisinde.
Kudret’e de heyet-i umumi birleşip, birbirini sevip aman demedikçe
Allah kapıyı açmaz. Açılmaz kapı.
Baba evladı tanımaz, evlat babayı tanımaz. Çocuk anasının
nafakasını vermez. Zor! Tanıyacağız. Bir vakit gazete yazmıştı. Hiç
aklımdan çıkmaz, on beş sene mi yirmi sene mi evveli. Bir anne “Süt hakkı içün,
diyor. Hiç olmazsa bana bir nafaka gönder. Sana süt verdim yahu!” diyor.
Gazeteyle cevap veriyor çocuk: “Şu kadar bana süt içirsen, günde şu kadar
gramdan -unuttum rakamı- şu kadar kilo eder. Bugünkü revaçta süt şu kadar
kuruştur, def’aten[53] parayı ödüyorum.
Bir daha bu haktan da bahsetme!” Def’aten parayı ödüyorum, bir daha benden
böyle bir hak talep etme!"
Bu hâle düşerse ne kadar Kudret bize merhamet eder. “Yer
üzerindekilere siz merhametli olun ki, benimde merhametim sizin üzerinize
tecelli etsin.” diyor. Acıma hissi bizden kalkmış. Asâb zaafı diyerekten tarif
ediliyor, acımaya. Sinirleri bozulmuş onun, diyor. Birisinde bir acıma hissi gözükecek olursa,
onun sinirleri bozulmuş. Eee herkes bir âleme dönecek. Döndürürlerken hiç
acımazlar adama. “Sinirimiz bozuk değil, der. Sinirimiz bozuk değil, der. Sen
kendin öyle tarif ettin. Merhamete sinir bozukluğu diye tarif yaptın. Bizim
sinirimiz bozuk değil!” der. Halbûki bu azdan başlasa…
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, ahlakçıların en büyük zatı, mürebbi-i
ukul olan zat-ı alâ, mahbubu’l-kulub olan o büyük. Üç kişiyi kardeş yapmış.
Niye? Düşeni olmasın. Biri düşerse biri bir kolundan, biri bir kolundan
kaldıracak. Öyle kardeş ki, bir karında yatan kardeş gibi değil. Bir
karında yatan kardeş gibi değil. Müteaddit vücûtta bir ruh olmuş da yaşayan
kardeş. Öyle!
Hep görüşmeler bir menfaat mukabilidir. Ya masası var
korkar konuşur, ya bir şeyi ümit eder konuşur, ya serveti var yarın bir ihtiyacım
olursa, isterim diye konuşur. Hep şey. İvazsız garazsız değil. İvazsız[54] garazsız[55] derhal
Kudret sahip oluyor.
Zannetme ki işi yapan sensin benim. Musluk O’nun elinde.
O’nun elinde. Sonra huzur-u
kalp… Onu herkes istiyor. O kisbi değil o. Yani çalışmakla kazanmakla değil
kalpteki huzur. O vehbidir. Layık olduğu vakitte veriyor.
Nâmütenâhi câha, nâmütenâhi servete, nâmütenâhi varlığa
sahip olursun, yine öf öf diye yaşarsın. Kırık testiden suyu içersin, kuru
ekmeği koparırsın tuza banar yersin, ohh ohh diye yaşarsın. Onun ölçüsü belli
değil o. Kuş tüyü yatakta yatarsın sabaha kadar uyuyamazsın. Gözünü açarsın
biri gider biri gelir, biri gider biri gelir. Tahtanın üzerine yatarsın,
kolundan yastık yaparsın, mışıl mışıl uyurken melekler imrenir. Onda değil ki
o. Kuş tüyünden yaparsın. İpek mefruşatlı bilmem şunu bunu... Düğmeye basınca hemen
oda hazırlanıverir filan. Fakat öbür tarafta düğmeye basılmadan hasırın
üzerinde bağdaş kurar oturursun, ohh dersin. Senin ohhh’undan semada iftihar
eder. Ayrı bir iştir.
Yanındaki komşusunun aç olduğunu bilerek kendi karnını
doyuranın bizim defterimizde yeri yoktur, demiş Hazreti Muhammed. Sildik kaydını, demiş. Dikkat ettin mi
cümleye: “Yanındaki komşusunun aç olduğunu bilerek kendi karnını doyuran,
bizim defterde ismi yoktur, alakamız yoktur.” diyor. Komşuyu da öyle mutlak
zikretmiş, kim olursa olsun, bilâ kaydu şart, kim olursa olsun.
Bu esaslar dursa, acaba kâinatta çirkin nazariyeler,
beşerin fıtraten kendisine verilmiş olan kuvveler hassalar, o malikiyetler o
mülkiyetler filan o zevkleri kaldırmaya kalkışanlar olabilir mi? Olmaz. Fakir
zengine düşman olur mu?
Şimdi muvâzene[56], muvâzene-i insan yok. Havas ile
avamın muvâzenesi olmadığından dolayı hiçbir vakit kâinatta huzur olmaz. Boştur
o. Fakir zengine düşman, zengin fakire hain. Sevmiyor birbirini. Sen çalış ben
yiyeyim diyor, ben yaşayayım sen öl diyor. İşte ihtilâlât-ı[57]
beşeriyenin madeni….
(Konuşmanın devamı anlaşılmıyor.)
[1] Tesmiye:
İsimlendirme, ad verme.
[2] Dâr-ul
Belvâ: Dünya, imtihan yeri. Belâ ve musibet âlemi.
[3] Hud’a:
Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir.
[4] İdbâr:
Geriye gitmek. Geri dönmek. İşlerin ters gitmesi. Talihsizlik. Bir
gezegenin diğer on iki burcun tertibine zıt olarak hareketi
[5] Memat:
Ölüm. Ahirete göç etmek. (Bak: Mevt)
[6] Naib:
Vekil, birinin yerine geçen.
[7] Havas:
Duyular, hisler.
[8] Umur:
(Emir. C.) Emirler. İşler. Hususlar. Maddeler. (Mühim ve büyük bir umur-u
hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok
uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı, ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir.
L.)
[9] Teemmül:
İyice, etraflıca, enine boyuna düşünmek. Derin derin düşünmek
[10] Aguş:
Farsça Kucak. Sığınılan yer.
[11] İtminan:
Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık.
[12] İstikrar:
Karar ve sebat üzere olmak. Karar kılma. Sâkin olmak. Yerleşmek.
[13] Mebde:
Baş taraf. Başlangıç. Başlama. Kaynak. Kök. Temel. Esas.
[14] Maâd/Meâd:
(Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek yer. Dönüş. Ahiret işleri. Uhrevi
işler.
[15] Tasannu'
تَصَنُّعْ : Yapmacık hareket. Zorla bir şeyi daha
iyi göstermeğe çalışmak. Suni hareket.
[16] Musanna'
Sonradan yapılmış. Sanatla ve düzgün yapılmış olan. Sanatkârane yapılmış olan.
Usta elinden çıkmış olan. Uydurulmuş, yapmacık.
[17] Merbut:
Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik.
[18] Murakabe:
Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek. Kendini kontrol
etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek. Hıfz etmek. Beklemek. İntizar. Dalarak
kendinden geçmek. Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate vermek için
mâbede kapanmak.
[19] Belv
(Belvâ): Dert, çile. Musibet. Zahmet. İmtihan, tecrübe.
[20] İmrar: Geçirmek. Mürur ettirmek. İpi sağlam
bükmek. Acıtmak. Acı olmak; İmrar-ı hayar: hayat sürme, yaşama.
[21] Mihen/Mihan:
(Mihnet) Mihnetler, sıkıntılar.
[22] Mesaib:
Musibetler. Güçlükler.
[23] İstimdad:
Medet ve yardım istemek.
[24] Mevt-i
ebyaz: Beyaz ölüm.
[25] A’da:
Düşmanlar
[26] Takaddüm:
(Kıdem. den) Önde bulunma. İleri geçme. Zaman veya mevki bakımından ileride
olma.
[27] Tedricen:
Yavaş yavaş, azar azar, derece derece.
[28] Kudûr:
(Kıdr) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar.
*KUDÛRÎ: Ebü’l-Hüseyn Ahmed b. Ebî Bekr
Muhammed b. Ahmed el-Kudûrî (ö. 428/1037)
Müctehid Hanefî âlimi.
[29] Kisb
(Kesb): Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek.
Kazanç yolu.
Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe
sarfetmesi.
[30] İntisab:
(Nisbet. ten) Bir yere, bir kimseye mensub olmak. Mâiyyetine girmek.
Bağlanmak.
[31] İktisab:
Kazanmak. Tahsil etmek. Elde etmek.
[32] Mu'cibe:
Taaccüb edilecek, şaşılacak şey.
[33] Hasna:
Güzel kadın. Hüsün ve cemal sâhibesi.
[34] Dilara:
Gönül avutan, gönül süsleyen.
[35] Akran:
(Karin) Birbirlerine derece, sınıf, liyâkat ciheti ile benzeyenler. Mümâsil.
Emsal.
[36] Takaddüm:
(Kıdem. den) Önde bulunma. İleri geçme. Zaman veya mevki bakımından ileride
olma.
[37] Tevakkur:
(Vekar. dan) Vakar peydâ etme. Vakarlanma
[38] Fer
: 1) Fazl ve vakar 2) Işık, parlaklık, zinet, süs. 3) İktidar; şevket,
kuvvet.
[39] Zill:
1)Yumuşaklık 2) Kolaylık, asanlık
[40] Vedâd/Vidâd/Vedat:
Dostluk. Sevme. Sevgi. Muhabbet
[41] Mader:
Bir şeyin çıktığı yer; kaynak; ana. Çocuğu doğuran.
[42] Tekevvür:
Damlamak
[43] Taaddüd:
Çoğalma. Birden fazla olma. Tekessür etme
[44] Zıll:
Gölge. Perde. Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme.
[45] Mahdud:
Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış.
[46] Ma'dud:
Hesabedilen. Sayılan. Addedilen. Muayyen. Belli.
[47] Havf:
Korku, korkutmak
[48] Hâk:
Toprak
[49] Niku: Güzel, iyi, hoş.
[50] Bed:
Kötü fena
[51] Etvar:
(Tavır) Tavırlar, haller, davranışlar.
[52] Münkad:
(Kavd. dan) İnkiyad eden, boyun eğen, muti olan, itaat eden
[53] Def'aten:
Hemen, birdenbire âni olarak. Beklenmedik anda. Bir def'ada
[54] İvaz:
Karşılık olarak verilen şey. Bedel.
[55] Garaz: (Ağraz) Maksat, niyet, gaye, kasıt. Kötü
niyet. Kin. Ok atılan nişan. Izdırab. Acı. Zelillik.
[56] Muvazene(t):
Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. Düşünmek. İki
şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk.
[57] İhtilâlât:
(İhtilâl) Ayaklanmalar, isyan etmeler, ihtilaller.
[i] Osman Kemali Baba
Can u ten bekasız bir
vedattır sana
Sen seni bilmek
bahasız bir saadettir sana"
Senin için kendini bilmen en değerli saadettir sana)
El, ayak, dil, göz,
kulak kalple alır kalbe verir
Bu rümuzu anlamak
bi-had keramettir sana"
Bu gizli sırrı çözmek bile sonsuz bir keramettir sana)
"Hayy u
Kayyum'dur heva içre nefes, andan kelam
Her nefes tesbih-i
Mevladır, inayettir sana"
Öyleyse/aldığın her nefes Mevlanın tenbihi ve ihsanıdır sana)
Devlet-i dünya
nasibinse gelir, olma melul
Gelmediyse hale razı
ol ki devlettir sana
Ehli irfana
yetiştinse kaçırma fırsatı
Rah- Hakk'da bulduğun
fırsat, ganimettir sana
(Ariflere
yetiştiysen kaçırma fırsatı.
Hak yolunda, İrfan sahipleri yolculuk ganimettir sana)
Fariğ ol redd ü
talebden, himmetinle hizmet et
Amr u Zeyd'in
himmeti, ma'na da hizmettir sana
Sıradan insanlara yaptığın, ma’nada kendine hizmettir sana)
Verseler dünyayı göz
doymaz gönül açılmadan
İzz ü cahın kesreti
belki felakettir sana.
Bir kıla malikmisin
kendi vücudun sandığın
Cümle aza-yı vücudun
bir emanettir sana
Bütün azalar ile vücudun emanettir sana)
Ömür mahduttur, nefes
ma'dud u devran bi-sebat
Bi-Beka bir mülke
meyletmek ihanettir sana
(Ömür sınırlı, aldığın nefesin sayısı belli ve
devranda oynaktır
İzzet ü zillet senin
zannınla bulmuştur vücud
Belki izzet sandığın
miftah-ı zillettir sana
Belki de üstünlük sandığın, zilletin anahtarıdır sana)
Ruhu cisme, cismi bu
damü'l-hevaya atma kim
Cism ruhun kabridir,
kalp onda cennettir sana
Ağniyanın izz ü
ikbalin görüp olma melul
Fakre düşsen sabr kıl
Hakk'dan sıyanettir sana
(Zenginlerin, izzet ve servetini görüp mahsun olma.
Arzusu ile yanıp
yakıldığın her şey senin
Aşıkındır, sed çeken
ancak cehalettir sana
Sana aşıkken, cehaletin engel oluyor göstermiyor sana)
Bir tüyünce olsa bin düşman yine havf etme kim
Sabır sağlam bir kale burcu, zafer anahtarıdır sana. (Allah sabredenlerle beraberdir)
İzzet ü ikbal ü
devlet saltanat hayli sipah
Bir avuç topraktır
ancak ders-i ibretdir sana
Bir avuç topraktır, ders alınacak ibrettir sana)
Çıksa eflake başın bu
yerde mağrur olma kim
Akıbet Hakk üzre Hakk
olmak tabiattır sana
Zira sonunda toprağa düşüp toprak olmak kaderdir sana)
Bak neler gelmiş, neler
olmuş,ne kalmış nik ü bed
Gösteren faniyi baki,
cehlü gaflettir sana
Hal na-ma'lum,geçen
meçhul, atina-bedid
Salimü'l kalbül-lisan
olmak selametdir sana
Dilini ve kalbini koruman ve bunları dert etmenden daha hayırlıdır sana)
Emrine her şey
muti,muhtac-ı zatındır senin
Bilmemek muhtacını, sonra
melalettir sana
Eşyanın muhtaç olduğunu bilmemek, sıkıntı sebebidir sana)
Habbeler, otlar, ağaçlar
her biri bin renk ile
Rızkını izhar eder
uşşak-ı vuslattır sana
Rızkını/varlığındaki nimetleri, özellikleri/meydana çıkarırlar sana)
[ii] Niyazi, Mısri
Bilenler vech‐i
cânânı bu cism ü cânı neylerler,
Görünse şemsin envârı
meh‐i tâbânı neylerler.
Bugünkü cennet‐i
irfâna dâhil olsalar uşşâk,
Yarınki va’d olan
hûri veya gılmanı neylerler.
Bugün âmâ olan yarın
dahi âmâ olur elbet,
Aça gör cân gözün kim
bî‐basar nâdânı neylerler.
Sülûk ehline insan
sohbetin bulmak durur maksud,
O sohbet kim bulunsa
sohbet‐i hayvânı neylerler.
Gönül duymazsa vicdân
ile Allah’ı hakîkatçe,
Mücerred dildeki ilmi
veya irfânı neylerler.
Ne hâsıl şol
ibâdetten riyâ ve ucb ola anda,
Gider şirki gönülden
Hakk’a kim tuğyânı neylerler.
Salât‐ı ehl‐irfân
kıblesidir “semme vech‐ullâh”
O veche kul olanlar
tâat‐ı noksânı neylerler.
Niyâzî “küntü kenzen”
sırrını kendinde buldunsa,
Süleymen tahtını, ya
hikmet‐i Lokmân’ı neylerler.
[iii] Şeyh Galip’ şiirin tamamı
Tedbiri terk eyle takdir
Hudanındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümanındır
Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devran olalı devran erbab-ı safanındır
Aşıkta keder neyler gam
halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
Meyhaneyi seyrettim uşşak
a mataf olmuş
Teklif ü tekellüften sükkan-ı mu'af olmuş
Bir neş'e gelip
meclisbi-havf u hilaf olmuş
Gam sohbeti yad olmaz meşrepleri saf olmuş
Aşıkta keder neyler gam
halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
Ey dil sen o dildare layık
mı değilsin ya
Da'va-yı muhabbete sadık mı değilsin ya
Özrü nedir Azranın Vamık
mı değilsin ya
Bu gam ne gezer sende aşık mı değilsin ya
Aşıkta keder neyler gam
halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
Mahzun idi bir gün dil meyhane-i ma'nada
İnkara döşenmiştim efkar düşüp yada
Bir pir gelip nagah pend etti ale'l-ade
Al destine bir bade derd ü gamı ver bada
Aşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
Bir bade çek kap mecliste zeber-dest ol
Atma ayağın taşra meyhanede pa-best ol
Alçağa akar sular pay-ı huma düş mest ol
Pür-cuş olayım dersen Galib gibi sermest ol
Aşıkta keder neyler gam halk-ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır
0 yorum:
Yorum Gönder