Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

116. Kaset

116 (17.06.1962) 80 dk (159)

Ahlak mevzûu üzerinde devam etmektedir. Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp olduğunu söylemiştik.

Gerek akıl, aşk... Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil. İnsan; içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan mânâsıyla baş başa kaldığı vakit, aslını aramaklık zevki tecelli eder. Kimim, der. Nereden geldim, der. Ne içün getirildim, der. Nereye götürüleceğim, der. Hayat nedir, der. Memat nedir, der. Bu âlem-i şuhûdda birçok mesaibe[1], birçok ağır yüke niçün maruz kalıyorum, der.

Gelmede gitmede ihtiyârım yok. Benim, benim diyecek elimde haddizatında hiçbir medârım yok. Bir vechem çok kavi ise de bir anım çok zayıf. Düşünüyorum konuşuyorum, düşünebilmek içün biliyorum. Bildiğimi ifade edebilmek içün konuşuyorum. Bu tecelliler nedir. Acaba ben kimim?

Vicdanından buna cevap alırsa, vicdan-ı kibriyasından, mânâ-i ihtivasından, aslına ait bir cevap alır. Bu cevabın zevkinden kendisinde bir hâl tecelli eder, ruhunda bir muhabbet olur. İşte o muhabbetin adına aşk derler. O eşyanın aslıdır. Kendinin aslı da odur.

Bir de nefiste muhabbet hâsıl olur, ona da şehvet denir. Birisi fanidir, biter tükenir. Birisi bakidir, gittikçe insanı gaye-i kemâle vasıl eder. Hilkatteki gaye de odur. Muhabbetin intihâsına[2] aşk denir. Ruhta hâsıl olan muhabbetin. Buraları iyi dinlersek, kurulacak esaslar, daha iyi insanda yer eder. Yani insan böyle oluvermiş, kıymetsiz bir varlık değil.

Evvela Kudret, bütün mevcûdâtı insan içün, insanı da kendisi içün halk etmiştir. Yani hakiki insan, Allah’a muhatap olan can demektir. Onun içün hayat-ı ebedisini hiçbir vakit insan, adi bir matah mukabilinde değişmemeli. Evvela zulme divan durmamalı. Teşebbüsat-ı merdane[3] ile yaşamalı. Temenniyat-ı zelilâne ile yaşamamalı. Seciye-i insanisini hiçbir vakit, hiçbir şey mukabilinde ayakaltına almamalı.

Nitekim mürebbi-i ukulun en büyük varisi olan zât öyle demiştir. “İnsanın alçağı, alçak olan adama karşı yüzsuyu dökendir.” Zira yüzsuyu tabloları tezyin eden altın suyuna benzemez. Onun nakkaşı Kadir’dir, Fatır’dır. O nakşetmiştir, bozulursa bir daha yapanı olmaz. Onun içün bu âleme gelip de...

Tabi benim bu konuşmalarım, vicdanından ebed sedasını duyanlar içündür. Ben sizi, bu şekilde bir camia olaraktan kabul ediyorum. Yani düşünmüş, taşınmış, kendisinin böyle bir tesadüfün neticesi olaraktan değil de “Benim gibi izanlı, şuurlu, vicdanlı bir varlığı; izansız, şuursuz, vicdansız bir varlık meydana getiremez. Binaenaleyh ben bir yerin cüz’iyim. Ben de olan sıfatların bütün kemali, küll’ümde vardır. Binaenaleyh, ben üç günlük bir hayat içün meydana gelmiş bir varlık değilim. Bundan sonra nâmütenâhiyim.” diye kendi kendine iman etmiş, inanmış olan bir camiaya karşı söylenen sözdür.

Yoksa vardır beşeriyet içerisinde: “Bu kâinat bir tesadüfün neticesidir, o tesadüfte de ben hâsıl olmuşum. Bende tekâmül etmiş olan bir hayvanım, başka bir şey yoktur. İşte yer içer, yatar kalkarız. Huzûzât-ı[4] nefsaniyemiz tatmin olunduğu vakitte mesuduz. Bundan mahrum olduğumuz vakitte de zavallıyız. Bundan ibarettir.” dedi mi, onun konuşma tarzı ayrı.

Ben sizi, mensi ve mühmel bırakılmayacağız zevki ile ve bu zevk cibillidir. Fakat o inkâr sahasında bulunan da farkında değildir de inkâr eder. Yoksa hiç, içimizde kim vardır ki mevcûdiyeti tehdit edildiği vakit, en ufak bir şey karşısında, hasar karşısında bir ilticagâha elini uzatmasın. Var mı bir kimse? Düşerken “aman”  demeyen var mıdır?

Aczin kudreti itiraftır. Kim vardır ki günün birinde behemehâl[5] muhakkak surette öleceğini düşünsün de pençe-i mevt kendisine uzandığı vakitte; bir el uzansın diye, gözüyle bakmasın. Böyle bir insan var mıdır?

İntihar eden bile, cinnet-i muvakkadesi[6] ile intihar eder. Fakat intihar edeceği dakikanın son anında pençe-i mevt elini uzatırken “kurtarın!” diye bağırır. O itiraf, o uzanma, o mededi ummak, o istimdâdı çalmak, itiraftır. Yoktur hiç kimse… Fakat ismini koyamaz, kendi kendine bocalar durur.

Bir insan, takvim-i insanisinden bir yaprağı koparırken “Ben yok oluyorum!” diyerek yaşarsa mı mesud yaşar, yoksa “Ben elli yaşındayım, elli beş sene evveli ismimi bilmezdim. Cismimden haberim yoktu. Hiçbir defterde kaydım yoktu, ne muhitim tanırdı ne etrafım tanırdı. Ben bugün var olmuşum, bu varlık tamamı ile yok olmanın ilmen imkânı yoktur.” diye itiraf edip de her gün takvim-i insanisinin yaprağını koparırken “aslıma kavuşuyorum” heyecanı ile yaşayan mı zevkli yaşar?

Hatta insan şöyle kendi kendine düşünürse: “Ben niçün iman etmişim, neden inanmışım?” diye kendi nefsine bir sual sorsa vicdanından alacağı cevap: Hilafına muktedir değilim de onun için iman ettim, der. Anlatabildim mi acaba? Şöyle kendi kendine kalsa, kendi iç âlemine sorsa: “Acaba ben niye inanmış olan zümredenim, neden inandım ben?”  Bunun vicdanından alacağı cevap: Çünkü hilafına muktedir değilsin de ondan.

İnsanın zâtının levâzımı[7] cümlesindendir inanmak. Herhangi bir şey olsun, bir şeyin inkârından faide yok. Burayı dikkatle belleyin. Daima ilim tasdike götürür, cehil de inkâra. İlim… Mesela bundan üç yüz sene evveli deselerdi ki: “Amerika’da konuşulacak, burada dinlenecek.” Deli misin nesin bunu götürün bir yere, derlerdi. Fakat ilme sahip olan “Âlem-i imkândır, mümkündür” derdi.

Daima ilim tasdike götürür, cehil de inkâra. O hâlde, bir şeyin inkârında faide yok, tasdikinde de mazarrat yoksa herhangi şey olursa olsun daima tasdik edilir. İnsan nasıl aslını inkâr edebilir, bu ona da benzemez. Farzedelim ki inkâr ettin, yüz kilo gelirken inkârın sebebiyle yüz beşe çıkar mısın? İnkâr ettin, yüz liran varken yüz on olur mu? Tasdik ettin, yüz kilon seksene iner mi? Yüz liran doksana iner mi?

O hâlde mâdâm ki inkârında faide yok, tasdikinde de mazarrat[8] yok. İlim daima tasdike götürdüğünden ve cehil de daima inkâra götürdüğünden dolayı, tasdike gidilir. Tasdik edenin, ispata, burhana ihtiyacı yok. İnkâr edenin, burhan getirmesine ihtiyacı vardır. Kâinat varlıkla doludur, binaenaleyh karşısında bocalar.

Biz gelelim kendi mevzûumuza. Ne demiştik: Gerek akıl gerek kalp, aşk. Bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olmaları hasebiyle, mevzûun esas rüknünü insan mefhûmu teşkil ediyor. Ve zor olan yeri de burası.

İnsan. Tarifi güç. Suret itibariyle bakıldığı vakit, nihayet yetmiş seksen kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret. Neticede boyunun alacağı kadar bir çukuru istiap edecek, iki metre uzunluğunda bir yere girebilen bir varlık. Fakat gel bunun iç âlemine. Bunun mânâsına gel, bunun vicdan-ı kibriyasına gel. Kâinat onun içerisinde bir nokta, ondan da küçük. Her yerin hududu vardır, sınırı vardır. Her sahanın, her kıtanın her devletin, her maddenin bir ölçüsü vardır fakat insan hududunun, onun ölçüsü yok, sınırı yok. “Hudutsuz düvel olmaz fakat senin hüsnün hududa sığmıyor asla bu devlet öyle değil.

İnsanın hududu yok. Demek ki Kudret, kendi sırlarına, kendi isimlerine, kendi sıfatlarına muhatap tutmuş ve bunları giydirmiş, bu hâlde bizi bu âlem-i şuhûda sevketmiş. Şimdi bu serâiri, bu sıfatları, bu isimleri bozmadan gidebilen kâm alır. Bunun içün de bu işin rehberliğini yapan, bu işi kazandırtan da ahlaktır.

Cemiyet-i insaniyeye nispetle ahlak, kâinata nispetle cazibe-i umumiyeye benzer. Nasıl nizam-ı âlem, seyyarat felek, kevâkib, bir cazibe-i umumiye dairesinde intizamını muhafaza ediyorsa insan da ancak onunla o nizamı muhafaza edebilir, o ara yerden kalktıktan sonra sukut başlar.

Fazilet ahlakın evladıdır, onun içün demişlerdir ki: Fazilet milletlerin hayatıdır. Seha, iffet, vefa, şecaat, civanmertlik, bunlar hepsi faziletin birer sıfatları değil mi ya? Şimdi iki tane sahih adamı tasavvur edin, bir nifaka imkân var mı? Nifak çıkmanın imkânı var mı? Fakat iki tane haris adamı getirin yan yana, bu da rezaletin sıfatlarındandır, hiçbir vakit huzur bulunmaz. Huzuru tedarik edemezsiniz. Olmaz.

Onun içün denmiştir ki: Faziletten çıkan adavet, şefkatten çıkar. Faziletin haricinde çıkan adavet, şekavetten çıkar. Bilmem anlatabildim mi burasını?

Niçün beşeriyet huzurla yaşayamıyor? Her konuşmamda tekrar ettiğim gibi, yayın bunu. İnsanlık âlemi bilsin. Bugün irfan yükü, beşerin taşıyamayacağı kadar yükselmiştir. Maddi irfan tabi, bir de manevi irfan var. Ahlaktan doğan bir irfan var, onun hakkında şöyle söylemişler:

Ehl-i irfân ki muhabbetten eser bulmuşlar.
            Kendiden bî-haber olmakla haber bulmuşlar.[9]

Bak ne kadar şık. “Ehl-i irfan ki muhabbetten eser bulmuşlar.” Vurmaktan, döğüşmekten, kırılmaktan, kalp kırmaktan, ihtirâsât-ı nefsaniyeden, hasedden, buğzdan, adavetten, riyadan bundan değil. Bakâ ancak muhabbetle kaim. Onun içün ne güzel söylemiş.

          Ehl-i irfân ki muhabbetten eser bulmuşlar.
          Kendiden bî-haber olmakla haber bulmuşlar.

Benim diye yaşamamış. “İlle benim dediğim olacak, ben bilirim ben yakarım, ben vururum, ben kırarım!” Zalim daima yerini mazluma terk eder. Hangi ateş vardır ki kâinatta, kendi yerini küle terketmemiştir. Zavallılıktır o. Onu diyen adam; ölümü kaldırmalı, ölümü öldürmeli. Kabrin kapısını kapayabilmeli, beşerden aczi giderebilmeli. Nerdee daha sen uyumamazlık yapamazsın. Uykunu bile önleyemezsin. “Hap alır önlerim!” Ona muvakkat zavallılık derler.  Yıkım o. Öyle değil, tabii şekilde. Uyuma bakalım! Onun da ne olduğunu bilemeyiz.

Uykunun ne olduğunu bilebilir miyiz? Kim bilir? Hiç kimse bilemez, ne âlimi, ne mütefennini, ne feylesofu, ne şusu ne busu, ne abidi, ne zahidi, ne münkiri hiç kimse bilmez. Acayip! Bilmez. O hâl insana verildiği vakit, Kudret insandan her şeyi alır. İlmini alır, şuurunu alır, hissini alır, rütbeyi alır, masayı alır, kasayı alır, câhı alır, evladı alır, kocayı alır, kadını alır. Hepsini alır, bahr-i umman-ı ehadiyetine atar. Hâkimle mahkûm müsâvi kalır, zalimle mazlum bir tarafta kalır, hepsi müsâvi olur.

Sonra yakaza hâli gelir yani uyanıklık, Kudret de sana ihsan eder. “Al ilmini, aklını, şuurunu, işte malın, işte tasarruf ettiğin varidatın, şu bu filan, fakat bunu ben senden her an alıp veriyorum, bir gün vermezsem ne yapabilirsin! Niye semayı deler gibi bakarsın, niye yeri ezer gibi basarsın! Niçün can yakarsın niye ah alırsın!”

Beşerin bugünkü bilgisi…  Şunu bitireyim de bari ondan sonra onu ayrı...

                Ehl-i 'irfân ki muhabbetden eser bulmuşlar
                Kendüden bî-haber olmakla haber bulmuşlar
                    Âleme açmadılar çeşm-i heves çün Ya'kûp
                    Tâ ki pîrâhen-i Yûsuf'la nazar bulmuşlar

Değmez yani. Hayat-ı ebedisini, kalbine ait olan varidatı, nefs-i emmaresinin semen-i[10] kaliline[11] değişmek, insanın şanına, şerefine yakışmaz. Çünkü insan içün, bir gaye-i kemal vardır. O gaye-i kemali elde etmeklik içün de asıl çalışmak odur. Anlatabildim mi?

Beşer çalışmakla mükelleftir. Neye? Beşer içün bir gaye-i kemal var, onu ihrâza[12] muvaffak olmak içün. Çalışmak ona deniyor. Yoksa insan, daima noksana maruzdur. Yükselip, ona galebe etmesinin adına çalışma denir. Çalışmanın tarifini yapıyorum, bilmem anlatabiliyor muyum?

Alabildiğine terakki etmiş beşeriyet ve dünya bugünkü kadar servet görmemiştir. Evet, bugünkü kadar zenginlik gösterememiştir dünya. Fakat çi faide ki beşeriyet inim inim inler. Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sekenesi. Milyarı var inliyor, en büyük masası var inliyor, en muazzam kasası var yine inliyor. Huzuru yok, hiçbir şeysi yok. Hep beraber.

Kudret’tedir musluk. Servet bizâtihi nimet değil, vasıta-i nimet. Kime “git orada nimet ol” derse olur ve illâ olmaz. Neden? Esasta bozukluk var. Bunun üzerinde durun dediğim işte budur. Bu nokta. Burda bozukluk var. Nedir o? Sık sık bundan bahsederim. Burası düzelmedikçe insanlarda refah kattiyyen olmayacaktır ve olamaz.

En büyük kafalar toplansın, en yüksek diplomatlar içtima etsin, en büyük iktisatçılar bir araya gelsin, en büyük zekâlar “aman” diye titresin. Çare var mı? Yok! Olmaz, söz halinde kalır. Tatlı tatlı dinlenir sözler, iyi. Netice? Netice olmaz. Neden olmaz?

Beşer içün şöyle düstur, Kudret vazetmiş. Nokta-i istinat var, hedef var, hayat var, bundan da sonra bir gaye var, bu dört şekil. Ne vakit ki cemiyet-i insaniyede nokta-i istinat, kuvvet diye tanınmıştır, dayanma noktası kuvvet diye tarif edilmiştir, beşer, zavallı düşmüştür. Öyle yuvarlanır ki; sukutundan, düşüşünün süratinden, yükseliyor mu alçalıyor mu farkında olmaz.

Bugün camia-i insaniye, heyet-i umumisi, kiminle konuşursan herhangi biri içerisinde “hangi kuvvete dayanıyorsun” der. Hangi kuvvete dayanıyorsun, dediği dakidadan itibaren Kudret’in gayretine dokunur. “Hadi bakalım, kuvvetin şe’ninin neticesi boğuşmaktır. Beşeriyet, “Boğuşun!” der. Hep boğuşuyoruz.

Ahlak mefhûmunda, mânâ mefhûmunda... Buraya dikkat edin ve bunu insanlık âlemine yayın,  sevaptır, iyiliktir. Başka türlü toplayamaz insanlık kendisini. Nokta-i istinat, kuvvet değil, Hak’tır. Nokta-i istinadı kuvvet olarak tanırsan, zalim aciz kalınca kuvvete sarılır, seni yakar.

Fakat nokta-i istinat, cemiyet-i insaniye arasında kuvvet olmayıp da Hak olacak olursa, Hakk’ın şe’ninin neticesi taavvündür, sarışmaktır. Bu iki şey birbiriyle arası açılmış şimdi onun içün insanlık âlemi bir türlü rahata kavuşamıyor. Kavuşur mu? Kavuşamaz, imkân yok. İkincisi, hedef hedef! Hedef menfaat diye tarif ediliyor şimdi. Hepimiz öyle. O bir şeydir.

Küll halinde tekâmül lazım, ferdin tekâmülü kâfi gelmiyor buna. Cemiyet tekâmül etmesi lazım. Bütün âlem-i insaniyet acip bir cilveye düşmüş. Bir iş yapacaksın. “Ali bey şu işi yapacağız ne dersin?” “Ne menfaati var?” der. Bana sorsa ben de öyle derim. Bu da Kudret’in gücüne gider. Zira menfaatin şe’ninin neticesi yine boğuşmaktır.

İhtirâsât-ı nefsâniye hiçbir vakit insandan eksik olmaz. Meğerki çok tekâmül edecek, ahlakın son mertebelerine kadar çıkacak. Ondan sonra eşya kendisinden titreyecek. O bir kemalin neticesi olacak. Oraya çıkmadan, daima hırs vardır beşerde, cibillidir.

Hiç parası olmayan bir adam, şöyle kendi kendine mütevâzı düşünürken “ Şu on bin liram olsa şöyle bir işimi ayarlayacağım.” der. On bin olur; yüz bin olsun, der. Yüz bin olur; milyon olsun, der. Milyon olur; milyar olsun, der. Milyar olur; bilmem şu olsun, der. Nüvilyon olur, yine nâmütenâhiye doğru gider, durmuyor. Onu meğerki mânânın zevki, ebediyetin hatırası, Kudret’le olan visalin aşkı, ona bir eğlence gibi kalsın da kendisini şey edebilsin.

Fazilet diye tarif edilmiş. Fazilet hedef olursa ne olur bilir misiniz? Mesela herhangi bir işi yapacağız, yapacağımız zaman, birisi teklif ettiği vakit: “Ne fazileti var bu yapacağımız işin?” deriz. Menfaat; biter, tükenir, eskir, tefessuh[13] eder, geçer gider. Fazilet. O bitmez. Onda bitmek yok. Onun şe’ninin neticesi, faziletin şe’ninde, fazilette Kudret’in rızası meydana geliyor.

Kudret, bir camiadan veyahut bir insandan razı oldu mu, onu yıkmanın onu devirmenin imkânı yok. Fazilet hedef olunca, menfaat orta yerden kalkıyor mu? Hayır. Menfaat, faziletin altında duruyor. Nâhak yere beşeriyet kendi kendisini eziyor. Fazilet olduktan sonra menfaat tamamıyla kalkmıyor, fakat menfaatin lazım olanı, insanlığa hadim olanı, imhaya değil de ihyaya medar olanı, yok etmeye değil de var etmeye mazhar olanı orta yerde kalıyor ve beşeriyet huzura kavuşuyor. Onun içün fazilet, kim ki faziletle ittisâf[14] eder, muhakkak...

Şöyle tarif edelim: Faziletle ittisâf eden kimseler arasında daima ülfet olur. Menfaatle ittisâf eden kimseler arasında daima nifak olur, hased olur, adavet olur. Çünkü o da o menfaate haris, o da o menfaate haris. O da bu benim olsun diyor, öteki de bu benim olsun diyor. Tabi bu iki “benim olsun” arasında bir huzursuzluk oluyor. O onu imhaya çalışıyor, o onu imhaya çalışıyor. Nihayet beşeriyet düşüyor.

Fakat fazilette öyle mi ya? Aman şu iyi olursa, Kudret razı olacak, diyor. O da iyi olsun diye çalışıyor, o da iyi olsun diye çalışıyor. Nihayet ülfet oluyor. İnsanlar sair mahlûk gibi değildir kardeşim. Herhangi bir hayvan, bizâtihi kendi kendisini idare edebilir. Fakat hiçbir insan bizâtihi kendi kendisini idare edemez. Ben sana muhtacım sen de bana muhtaçsın, der.

Nasıl misal getireyim size? Göz, görmek için işe yarar. Gözün vazifesini el ben yapacağım dedi mi, kör olur. El tutmak için işe yarar; göz, o elin vazifesini ben yağacağım dedi mi, el çolak olur. Kulak işitmek için işe yarar; ayak ben onu yapacağım dediği vakitte, aksak olur. Binaenaleyh biz şimdi birbirimize ait uzuvuz, hepimiz bir araya geldiğimiz vakit bir vücûd olabiliriz. E menfaat araya gelince hepimiz bir arada bir vücut olabilir miyiz? Buna imkân var mı? Yok!

O hâlde fazilet esas olmadıkça, insanlar bir vücûd olaraktan yaşayamazlar. Bir vücûd olmadıkça da Kudret kalplerine farâhat[15] vermez. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Vermez. Bir vücûd olduğu vakitte faziletin neticesinde, birlik oluyor. O vakit bütün faziletlerde, en büyük ef’al de adalet tecelli ediyor.

Adalet demek, herkes hakkına razı olmak demek. Hakkına razı olmak demek, kısmet-i ezeliyesinden razı olmak demek. Bak bunlar ne kadar birbiriyle mezc[16] oluyor. Tabi o mezcin neticesinde, Kudret’in eli o insanın üzerinde, daimi o sâyede yaşıyor. Deden böyle yaşadı. Üç kıtada hükümdar idi. Zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı ve beşeriyetin tam bir hürriyete sahip olması içün çırpınırdı.

İnsan hakları mevzûunda, tarih-i âlemde, tarihin en eski efendisi olan deden birinci gelir. Birinciliği o alır. Aman diyene elini uzatmaz. Yemez yedirir, giymez giydirir, uyumaz uyutur ve ondan zevk alır. Evvela canan sonra can diye yaşar. Eski konuşmalarımda bir misal vermiştim,  bu daha iyi canlansın, size gene aynı misali vereyim.

Üsküdar’da doğmuş orada büyümüş, birinci Sultan Ahmet devrinde, Aziz Mahmut Hüdâyî mında bir zat-ı âli. Ama belki maddenin kesafetinde bulunan adama bu anlatılırsa, ahmakmış der, aptalmış der, zavallıymış der. Tabi erbab-ı aşka ait bu söz. Aşk. Dil, gönül yani ya kalp.

Dil, subh-i ezelde aşka düçâr oldu. Hafızanda kalsın gayet güzel.

Dil, subh-i ezelde, elestü bezminde, vücûd-u ruhiyesine Kudret, “Nasıl benim misin?” dediği vakitte, “Senden başkasına bu yüzü göstermeyeceğim” dediği anda, o vakit aşka düçar oldu. Aşka düçar oldu da ne oldu.

  Dil, subh-i ezelde aşka düçâr oldu.
            Baştanbaşa kâinat gülizâr oldu.

Kötü görmüyor, çirkin görmüyor. O aşkın gözlüğü, eşyanın her çirkinliğinin altında bir güzellik gizlendiğini ona gösteriyor. Onun içün inananda yeis yoktur derler. Orta yerde bir şey yok.

    Dil, subh-i ezelde aşka düçâr oldu.
              Baştanbaşa kâinat gülizâr oldu.
                Bir kere ben inlemiş bulundum Muhyi.

Nasılsa gaflet ettim de, diyor. Bütün bu gülizârlık bu sergisi içerisinde, büyük bu nakşı temâşâ ederken, bu zevk içerisinde, bu Fatır’ın varlığı içerisinde, nasılsa bir defa inlemiş bulundum.

Bülbül onu meşk edip, nâğmekâr oldu.  Böyle olursa ne olur. 

Cibril’im olup aşk ile zerrât-ı cihân.  Zevkim var bugün çok iyi dinle.

Cibril’im olup aşk ile zerrât-ı cihân.
            İnsan ile ekvânı bana etti beyân.

Kâinat nedir, insan nedir? Bir insan var, bir de mevcûdât var. Bunun arasındaki fark nedir?

Cibril’im olup aşk ile zerrât-ı cihân.
            İnsan ile ekvânı bana etti beyân.
            Ekvân imiş, elfâz-ı tahayyün Muhyi.
            Mânâ-i müşahhas, bilindi insan.

Anlayacağın tarz da söyle. Bu kâinat tense insan da o tenin canı. Anlatabildim mi acaba?  Bu kâinatı bir vücûd yap, bir ten yap; o tenin içerisine, nasıl o kalıbın içerisinde bir can var. İşte kâinatta bir tendir, bir vücûttur, insan da onun canıdır.

Bu aşka, bu mânâya, bu zevke sahip olan sınıfa ait vereceğim misal. Yoksa bazı insanlar var ki, mesela anası nafaka istiyor. Bunu gazete de okudum ben senelerce evvel. “Oğlum, diyor. Sen acz içerisinde meydana gelmiştin, göğsümle saky[17]ettim. Süt verdim sana. Kucağımı mevâ eyledim. Düştüm, açım! O süt hakkı içün ne olursun ekmek paramı ver.” Cevap veriyor.  “Şu kadar ay bana süt vermiş olsan gerek. Ben onu iki misline çıkarayım. Sütün bugünkü fiyatı şu kadardır. Bugünkü revaç üzerine hesap ettim, defaten o parayı veriyorum. Bir daha bundan bahsetme!” Benim söyleyeceğim bu şeyden o ne anlar!

Bir düşmüşü gördüğü vakit, içi sızlayana, sinir zaafına uğramış diyen kimse bundan bir şey anlamaz. Merhamete, rikkate, şefkate, asap bozukluğu diye tavsif eden kimse, bu cümlelerden bir şey anlayamaz. Ait değil. Ama günün birinde hepimize bir “gel” emri verilecektir. O “gel” emri verildiği vakitte, o tecellide, aman derken “Bende zafiyet yok, der. Bende öyle sinir zaafı filan yoook, seni cayır cayır geberteceğim. Öyle mis gibi seni tapındığından ben ayıracağım. Aman yok. Bende öyle zaaf yok. Sana göre merhamet, şefkat, bir asaf zaafıydı. Ben ondan münezzehim. Ben de yok! Seni geberteceğim!”

Ama diyeceksin ki bundan kurtulan var mı?  Yok amma, öyle değil ki. Öyle değil ki! Kudret bunun misalini bile vermiş ama insan anlamaz. Kudret bunun misalini bile vermiş. Hatta adi misal. Çivi çıkartan kerpetenle dişini çıkarmak başka, morfini vurduktan sonra dişini almak başka. Birisinde çenem kopuyor diyerekten ağzını açar bağırırsın, tepinirsin, öbürkünde bak der, çıktı mı dersin. Anlatamadık mı acaba? Hâlbuki bu adi misal, böyle de değil. Böyle değil. Hakiki insan Kudret ile vuslat yaparken:

Garaz ıyd-i visâlimdir bu ay ü gün hisâbından

Buraya gelmekten gitmekten gaye, insanın aslına kavuşmasıdır. Onun mânâsı Refik-i Âlâ’ya urûç ederken, bu taaffün[18] edecek olan vücûdu, anâsır âlemine terk olunur. Ötekinde urûç edecek bir hâli kalmaz; hepsi birden gider, lâşe olur geçer gider. Ara yerdeki fark bu. Canım o da gider, o da gider. Yok!

Kudret, onun da misalini kaçırmıştır. Kudret hiçbir şey sevdiğinin ayağı kaymasın diye ufak ufak belli etmeden misal verir. İkimizde bir odada yatarız, üçümüz beşimiz de yatarız, onumuz on beşimiz de yatarız; siz gayet güzeel bir mânâ ile bir rüya ile hayatınızı geçirirsiniz. Öteki de beri taraftan, mahkûm olur, ezilir büzülür, kan ter içerisinde uyanır, bakar bazısı sancı hâlâ duruyor der. O aynı havada, aynı odada, nereden geldi sana o?

Bunlar hep Kudret’in ders kaçırmasıdır. Kaçırmalarıdır. Öyle değil. Hepimizin gireceği amel sandığı olan o kabrin içerisi, hasret dumanı ile hasret ateşi ile doludur. Dışarısı da bir arsa-i ibrettir. Nerede deden? Nerede sevdiğin? Nerede ciğerpâre evladın? Nasıl teslim ettin de döndün? Derinliğine girecek olsan acaba yaşayabilir misin? İçinde seni tutan bir Kudret’in imanı olmasa, insan durabilir mi?

Demek ki, insanın tarifi: Mânâ-i müşâhhas. İnsanın tarifi. Unutma bu tarifi. Onun içün afif ol, vakarlı ol, şeci ol, musibetin vurmasından sarsılma, o geçer. Istıraplar da rahatlar da misafirdir, hiçbirisi kalmaz. Kalan yalnız O’dur. Bak O’nunla hukukunu tedarik et. Ne kadar ıstırap varsa o da gider. Ne büyük saadet, sence rahatlık o da gider. Hepsi misafir, bırakmaz hiçbirisini.

Misal veriyordum, Aziz Hüdâyî. Bir sene değil, beş sene değil on sene değil, uzun seneler... Vaktiyle hastaneler Üsküdar’da imiş. O devirde. Birinci Ahmet devrinde. Bu da Üsküdarlı. Nısfü’l-leylden sonra minareye çıkar, selâ vermeye başlar. Sabaha daha saatler var. Uzun geceler, kısa geceler, rüzgârlı geceler, sıcak geceler, soğuk geceler, karlı geceler, yağmurlu geceler, rüzgârlı geceler, hep böyle.

Bir gün demişler ki: “Çok kendinize eza ediyorsunuz. Yazık, günah değil mi bu? Artık biraz da sinniniz ilerledi, istirahat etseniz.”  “İnsanım yahu, demiş. Biraz ağır cevap ama insanım. Ben mânâ-i müşâhhasım, ben naib-i Hakk’ım. Hak, bana birçok sıfatlarını vermiş. Bu sıfatların içerisinde, rahmet var, lütuf var, kerem var, sabır var, adil var, settariyet var, gaffariyet var, afüv var.”  Dinliyorlar böyle, bakalım ne söyleyecek diye.

Sonra demiş: “Bende bir gönül var. Gönül. Ben bir gönle sahibim.” Gönlü şöyle tarif ediyorlar.

                Fikrin olursa bir Hudâ kalmaya senden mâsivâ
                Emn ü amân seninledir vasf edemem gönül seni

Bir daha söyleyeyim. Fikrin olursa bir Hudâ. E Hudâ’yı yalnız, kalbinde Hudâ olursa bütün mevcûdât Hudâ’dan ayrılmaz ki, sen dünyayı anlamayasın. Bunu ters anlayanlar vardır. Peki, ben gönlüm Hak’la beraber olursa dünyayı terk mi edeceğim? Hak, bu kâinat Hak’tan ayrı mıdır? Hak. Bütün mevcûdât kendi kendine müstakil vücûdu var mıdır? Fakat sen sahibinle beraber olursan bütün mâsivâ parmağında oyuncak olur, deden de olduğu gibi.

                Fikrin olursa bir Hudâ, kalmaya senden mâsivâ
                Emn ü amân seninledir, vasf edemem gönül seni

Olmasa kibr ile riyâ... Öyle değil mi ya? Bizde öyledir, kendimizden küçüğünü gördüğümüz vakitte bir benlik yaparız. Konuşma tarzımız başka olur, emir veriş tarzımız başka olur. Mâfevkine karşı köpek, mâdûnuna karşı kurt olur. Gücü yetmediği kimseye karşı el pençe divan durur, istediği şekilde böyle tak tak atar. Bunun adına riya denir. Onun içün gayet güzel söylüyor.

Olmasa kibr ile riyâ... Küçüğüne karşı benlik davan olmasa, büyüğüne karşı uşaklık kafan olmasa, Allah sendedir.
Olmasa kibr ile riyâ sensin ol beyt-i Kibriyâ. (Kibriyâ’nın beyti sensin.)
Genc-i nihân seninledir (gizli hazineler seninledir) vasf edemem gönül seni.
Biz ki vücûda gelmişiz, dosta sücûda gelmişiz.

Biz boyun kesmeyen adamlardan değiliz, kafamızı dimdik tutanlardan değiliz. Biz dosta karşı daima boynumuz büküktür.
            Biz ki vücûda gelmişiz, dosta sücûda gelmişiz.
            Hakk’ı şuhûda gelmişiz, aşk ile niyazımız.

Şimdi şu okuduğum şeyden, Aziz Hüdâyî’nin ne şekilde bir gönle sahip olduğunu anlatmak istedim. O gönle sahip olan insanın, ne demek istediğini...

Yoruldunuz mu, keseyim mi? Ben daha başlamadım bile. Çoook zevkim var, çok söyleyeceğim ama vakitte geldi. Hele on dakika daha konuşayım.

Demiş: “Ben sahib-i gönülüm. Ben insanım. Bu kadar hizmetim de olmasın mı insanlık âlemine, gücüm yettiği kadar ufacıcık bir sahada olsun.

“Nedir demişler sizin yaptığınız böyle nısfü’l-leylde.”
Demiş: “Hastaneler burada. Geceleyin hastalık şiddetini arttırır.” 

Öyledir değil mi ya? Ağrılar gece artar, hastalıklar gece artar. Neden? Güneş feyzini çekiyor. Güneş feyzini çektiğinden dolayı, onun şeyi var hayat üzerinde, hususi tecellisi var. “E güneş yerine o harareti verelim.” Oo, o ayrı iş o. Güneşi çekiyor. Görmez misin bazı çiçek gündüzün böyle açar, o feyzi toplar. Güneş çekilir çekilmez, gitmesin diye kapar. Ne büyük ders verir insana. Binaenaleyh hakikat güneşi olan Hazreti İnsanın gönlünden akan şey de öyle, aç sonra hemen kapa. Kıymetini bil!

“Hastalık artar, şiddeti ziyadeleşir. Daima bakar, ne vakit sabah olacak diye. Sabahtan bir medet umar. Ben bu salâyı minareden verdiğim vakit, telkin yapar sabah oluyor diyerekten. O telkinle ben onun gönlünde rahatlık verebilirim nispeten. Onun içün bu hizmeti yaparım.” 

Bir şey anlaşılamıyor mu?  Nerdeee! Hedef fazilet işte. Ama onun doğuşu da öyle. Acayip. Doğuşu da öyle. Gelişi bir tuhaf. 

Ders okurlarmış ufak çocukken. Bir bahar zamanı hocası demiş ki: Haydi gidin kırda biraz gezin, demiş. Bütün arkadaşları çıkmışlar. Hepsi o çiçekten, bu çiçekten toplayıp bir şey yapmışlar. Aziz Hüdâyî, bir kırık zambak. Onu getirebilmiş. Ötekiler kocaman bir şey.

Hocası diyor ki: Aziz diyor, bana layık göre göre bu kırık zambağı mı getirdin, diyor.  Bak arkadaşlarına. Kırık diyor, bu da kırık şeye de koyacağım tutmayacak, diyor. Kırık.

İrfan ile doğmuş. Hazreti insan. “Ben diyor, size cenneti de layık görmem. (Mini mini daha) Bende kabahat yok, diyor. Hangi çiçeğin dibine gittim kendi lisaniyle, kendi lisaniyle meşgul. Kudret’le irtibat yapmış, konuşuyor. Koparamadım bir türlü, diyor. Nasıl ben bu vuslata kıyarım, dedim. Nihayet bu kopmuş, irtibat kesilmiş, hayatı kesildiği için bunu kopardım getirdim.”

Onun üzerine ağlamaya başlamış hocası. “Oğlum rikâbında, hükümdarlar yürüsün!” diye arkasını sıvazlamış. Hakikaten de öyle olmuştur.

Birinci Ahmet devrinde, ona ders okutmuş, irfan dersi vermiş. Bir gün Üsküdar’da geçmiş 1. Ahmet atla, o da zenbilini almış. Senbilini almış, onun adı zenbil değildir yanlış konuşuruz, senbil. O ne demek? Bazı şeyler vardır ki maddeyle tarif edilmez.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi diyor ki: Yenilecek eşyayı enzar-ı ammeden geçirmeyiniz. Mesela herhangi bir şeyi aldın yiyeceksin, umumun nazarından geçmesin. Onu daha sen, bilmem oraya yaklaştı mı yaklaşmadı mı tuhaf bir şey. Herkesin nazarından geçilen gıda; kana, kandan nutfeye, nutfeden rahm-ı maderde bir yavrunun olmasına, o tekevvüne geçerse çocuk mübalatsız olur, diyor. Yani çok kuvvetli hayâlı olmaz. Anlatabildim mi acaba?

Bir bunu söylemişler, bir de demişler ki:  “Yediğiniz yemeği yerken gören varsa davet edin, beraber yiyin. Eğer tav’an o vefayı gösteremeyecek cibilliyetteyseniz, tattırın. Tattırın. Eğer karşınızdaki imrenir de imrenmeden dolayı ağızda bir luâb[19] olur, bir nem olur, o luâbı o insan onu yutacak olursa yiyen adamda Kudret bir dert verir. Dünya etibbası toplansa, bütün mualecat yığılsa, çaresi bulunmaz. Yoktur çaresi. Her derdin devası vardır, ancak onun devası yoktur.” derler. Neden olur? Uzun, uzun iş.

Hemen atından inmiş, Birinci Ahmet, Macar Kralına taç giydiren adam, on dört yaşındayken.

Ne zekâlar yetişmiştir. Tarihte devre açan, bir devreyi kapayıp bir devreyi açan Fatih, yirmi üç yaşında idi. Yedi tane lisan bilir, erkân-ı harp başkumandan. Canım, erkânı harpliğini nerden bilirsin? Erkan-ı harp. Mesela Bizans’ı muhasara edecek, o günkü kurmay teşkilatına, teşkilata yapılacak işleri bildirin, diyor. Bildirmişler falan... Peki, diyor. Onlar da kabul etti zannediyorlar. Tam İstanbul muhasara oluyor, planı kendisi başka şekilde...  Meğer o planda bir anlaşma varmış, derhal değiştiriyor. Şaşırıyorlar, o yoldan gidilirse mahvoluruz, diyor. Bu yoldan. Ayrı işler.

Neyse şimdi bize tarihi anlatma sahası değil konuşmamız. Bir münasebet oldu da söyledik.

İnmiş bir elli adım kadar gittikten sonra Aziz Hüdâyî hemen attan aşağı inmiş. “Ben buna binmeyecektim amma, hocam bana dedi ki: O, ata biniyor, hükümdar atın yanından gidiyor.” Öyle. Birdenbire inince şaşırmış.
“Efendim niçün gitmiyorsunuz?”
  “Hayır, ben zaten buna binmek hevesinde de değildim amma, bana dedi ki, arkamı sıvadı. Bizim onunla bir işimiz vardı. Rikâbında hükümdar yürüsün, dedi. O söz haklansın diye bindim. Sen bin atına git bakalım. Bizim eve ben de öteberi alıp geleceğim.” Aldıttıralım, filan... “Hayır demiş, benim usulümü bozma.”

Onlar, fazilete ait birer varlık.

Faziletteki mehâbet, debdebe ile tantana ile değildir. Onunla değil.

Bizans imparatoru elçi gönderiyor, Hazreti Ömer’e. Oraya bakıyor, buraya bakıyor:
  “Sizin hükümdarınız nerededir, diyor. Yok mudur sarayı, yok mudur bir şeyi hususi böyle muazzam bir kaşâne filan yok mu?” Gülüyor herkes. “Var, onun da bir evi var.” diyorlar.
“Hükümdara mahsus bir yer yok mu? Peki evine gideyim.”
“Öğlen şimdi” diyor adam.
“Ne olur öğlen olursa?”
“O gider, öğlende mezarlığa gider.”

Ya tarif-i dünya zannetme ha! Bin dört yüz şehir zaptetmiş, her birisi bir hükümet, bir eyalet. Öyle tuhaf bir şey. Öyle değil. Bizim ecdadımızın tutmuş olduğu yolda atalet katiyyen yok. Ahlak, atalete esir olanı, takbih[20] eder. Atalet... İbrahim İbn-i Edhem, mevzûu dağıttım, toplayacağım.

İbrahim İbn-i Edhem, büyük insanların başında gelen büyük bir Türk. Belh’li bir adam, halisüddem Türk.  Bir gemide bulunuyormuş. Şiddetli bir fırtına başlamış. Gemiyi su alıyor, böyle dehşet etrafındakiler.

Demişler ki: “Efendim hâlimiz ne olacak?”
“Bu bir şey değil, demiş. Korkulacak hâl; insan atalete esir olur da başkasına muhtaç olur, buna fırtına denir. Buna fırtına denmez.” demiş. Bir şey anlatamıyor muyum acaba?

Söze bak. Gemi batmak üzere, böyle böyle çalkalıyor, yanındakiler de “Efendimiz ne olacak?” diyorlar, ne fena böyle.
“Bu bir şiddet değil yahu, demiş. Buna fırtına denmez bunun ehemmiyeti yok. Asıl şiddet; insan miskinliğe, tembelliğe, atalete esir olur. Başkasına yük olur, ihtiyaç sahibi olur. İşte o büyük şiddettir. En büyük fırtına odur. Ondan korkun!” demiş. İbrahim İbn-i Edhem. Böyle adam.

Dedenin tuttuğu yolda katiyen atalet yoktur. Zannedersin ki sen, onlar çalışmamış. Aldığı evde oturuyorsun, nasıl çalışmamış. Yerin dibinden çıkardığı parayı yiyoruz hâlâ. Yanlış söyledim. Yerin dibinden daha biz bir kuruş çıkarmadık. Bütün dünya, yerin dibinden şeyini çıkarırken, deden yerin üzerinden bütün İsm-i Aziz’e mazhar olmuş, Kudret’in. Öyle hâlâ onu yeriz biz muazzam bir şekilde. Çok kıymet ver ecdadına. Eski, muazzam.

Ebû Kılâbe diyor ki... Bir dostunu görmüş. Ticaretle meşgul, şöyle durmuş, gayet güzel. O ticaretin de bir kazık gibisi vardır bir de böyle inceliklerini bilip anını bilip, aldatmadan aldanmadan, insaniyete hizmet ederekten bir hik lokma meydana getirmek vardır. Alaveresiz dalaveresiz. Hem kendi merzuk oluyor hem karşısındaki razı oluyor, hem Kudret nazar-ı merhametiyle üzerine tecelli ediyor, o şekilde birisini görmüş.

“Sizin bu hâliniz, bir kimsenin kendisini camide daima ikâme etmeklikten çok efdaldir.” diyor. Evliyaullahdan bir adam. Anlatabildim mi acaba? Muazzam işler.

Neyse, faziletin insana vereceği muhabbeti anlatıyordum, misal veriyordum. İstersen misali vereyim, istersen konuşmayı keseyim.

Soruyor diyor ki: “Yok mu sizin başınız nerde bulunur? Onun yok mu bir sarayı marayı gideyim ben memuren gelmişim. Bizans imparatoru tarafından gönderilmişim.”
O vakitte de dünyada iki büyük hâkimiyet var. Onların ikisini de dertop etmiş, o toplamış.
Demişler ki: “Şimdi öğlen, tatildir.”
“E nerde bulunur?”
“Bu gider kabre. Dostlarına iştiyâkı vardır. Orada kimisinin huzurunda ağlar, kimisinde taşını boyar. Eğer bazân da yorgunluğu fazla olursa orada bir kaylûle yapar, yatar azıcık uyur.”

Girmiş içeriye, bakıyor, bakıyor, birisi. O bir şeyi var, elinde taşıdığı bir şey var. Onu bükmüş, yastık yapmış uyuyor. Başka kimse yok. Olsa olsa bu, demiş. Fakat baktıkça bir titreme gelmiş, baktıkça bir titreme gelmiş, faziletten.


Bir an gözünü açmış, bakmış ki beş adım geride birisi. O günün resmi tanzimatı nasılsa onu icra ederekten titrer bir vaziyette duruyor.

“Yahu, demiş. Ne korkuyorsun! Ben korkulacak bir adam değilim. Benden korkma, benim imanımdan başka izzetim yoktur.” Anlatabildim mi acaba cümleyi?

“Benden korkma sen, demiş. Benim öyle muazzam, şu bu filan yok. Benim yalnız izzetim, imanımdan başka hiçbir izzetim yoktur.”

Ne cevap veriyor biliyor musun?

“Evet diyor, gelmiş uyuyorsun, çünkü eminsin. Bizim imparator sarayda bile rahat uyuyamıyor. Senin gibi mezarlıkta apaçıkta değil, sarayında bile rahat uyuyamıyor. Yaptığı zulüm gözünün önüne geliyor. Ya bu zulüm bir şey olursa diyerekten sarayında da rahat uyuyamıyor, diyor. Sen eminsin, mükellef uyuyorsun, evet.” diyor.

“Söyle bakalım dediğin nedir. İşte biz adaleti tevzie[21]  kendimizi memur ettik.”
Uzun boylu konuşuyorlar. Konuştuktan sonra:
“Al beni de kendi vicdanında taşıdığın yere beni taşı, diyor. Beni taşı. Ömür bedava gitmiş. Ben şimdi sana meftun olmuşum.”
Burdan öbür tarafını tarihte okuyup bulabilirsiniz. Biz misali verdik.

İki şeyi anlatmıştık, üçüncüsü kalmıştı. Dedik ki, ne dedik?
Nokta-i istinat, hedef, muvâzene-i beşeriye neden olamıyor? Burada! Bu ilk önce ailelerden başlayacak Evvela... (Konuşmanın 3 dakikalık devamı duyulmuyor)

“Arz üzerinde yarattığımın bir mislini semavatta yarattım.” diyor işte. Ayet açıktır. “Ben öyle Allah’ım ki arz üzerinde yarattığımın, (Semavatta var ya ayrı yaratır) arz üzerinde yarattığımın bir misli de var.” Bunu soruyorlar Ali İbn-i Ebû Talib'e. Abdullah İbn-i Abbas soruyor. Anlamadım, diyor. “Açık bu ayet ne anlamayacaksın, diyor. Burada ne varsa orada da yaptığını söylüyor.” Yine anlamadı. “Senin gibi bir Abdullah İbn-i Abbas, benim gibi bir Ali İbn-i Ebû Talib, bugün semada yaşıyor.” diyor.


Daha fen burasına giremedi, fakat girecek. Ama hüner bu âlemde kemale erecek. Burası imtihan âlemi başka yer değil. Burada alacak. Sonra “men” kelimesiyle zikrediliyor. O kaideyi bilenler anlarlar ki “men” kelimesi akıl ve ruh sahiplerinde kullanılır. Binaenaleyh akıl ve ruha malik olaraktan, orada mevcûd var. Ve bugün beşer, işte şurasında diyor burasında, diyor. Bazân da bana soruyorlar. Bu olur mu olmaz mı? Olacak. Bu hiç ehemmiyetsiz sonra.

Daha neler olacak, neler olacak. Bugünkü bilinen değil mi ki, mânâ karşılığı olarak madde zuhura gelmedikçe, mânâda ki harikulâdeler, fevkalâdeler, madde âleminde olmadıkça Kudret bu kâinatın şeklini değiştirmeyecek, dedi Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi.


Kalp üzerinde ameliyat olacak. Oluyor. Daha öyle tekâmül etmemiş. Göz üzerinde muazzam olacak. Hepsi olacak. Hatta hatta ölü diriltilecek. Öyle mi? Evet!
E o hâlde kurtulduk! Yook. İşte o vakit tutulduk.

O vakit Kudret diyecek ki: Siz, bâb-ı Kudret’e kadar el uzattınız paydos! İş buraya kadar. Bunların hepsi olacak. Ama şimdi de varmış, diyor. Yok, şimdi yok. O harekettir, o bir fizik hadisesi vermek. Mesela Amerika’da filan insan ölüyor da öldü diyorlar; on on beş dakika böyle hareket, o tahtaya da versen olur, cama da versen olur. O değil o. Enesine sahip olacak, şuuruna malik olacak, ona hayat denir. O oldu mu? Oldu. Olduktan sonra:

[22] يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّار   Konuşma tarzı bile acayip. Bir akıntı var.

 يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّار   Bu görmüş olduğumuz sahne, başka bir sahneye tebdil edilecek, o vakit Kudret tecelli edecek. Hadi bakalım herkes taptığını söylesin. Kimin kudreti varsa ilan eylesin.


Yine kendi cevap verecek.
Aczin, daima âcizin, ne kadar zalim olursa olsun, acze düşünce vasfı, boynunu bükmektir.

İşi hulâsa edecek olursak, konuşmamızın neticesini, mâdâm insan olarak gelmişiz, Kudret bize birçok esmasını, isimlerini,
  sıfatlarını bahşetmiş. Şöyle bir düşünün bak. Ne kadar vücûda sahipsin? Beni dinlerken kaç âleme gittin geldin? Bir yandan cevap verdin, bir yandan tattın. Konuşan kimdi, dinleyen kimdi? Konyalısın bir anda Konya’ya gider gelirsin. Hangi, hangi vücûdunla gittin, hangi vücûdunla geldin? İnsan böyle düşündükçe küçük dilini yutar, kafasını yere vurur, HAK der. İnsanlığı bozmadan, insanlığa hadim olarak, ah almaksızın, kırık kalpler tamir ederek, aslımıza kavuşmak. Bugünkü konuşma da bu kadar.


[1] Mesaib: Musibetler. Güçlükler.
[2] İntihâ: Son, nihayet, uç.İNTİHA' : Eğilme. Dayanma, yaslanma.
[3] Merdâne: Mert (güvenilir, mürüvvetli, cesur) bir insana yakışır tarzda. Mertçe, yiğitçe.
[4] Huzûzât/Huzuzat: Hazlar, zevkler, hoşa giden şeyler.
[5] Behemehâl: İster istemez. Her hâlde, her durumda mutlaka.
[6] Muvakkat: Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
[7] Levazım: İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde.
[8] Mazarrat: Zararlar. Ziyanlar. Mazârr.
[9] İbrahim Hakkı Erzurûmî
[10] Semen: Baha, kıymet. Değer. Tutar. Satılan şeyin fiatı.
[11] Kalil: Az
[12] İhrâz: Kazanma, elde etme, erişme, nâil olma.
[13] Tefessüh: Kokuşma, bozulma.
[14] İttisâf: Vasıflanmak. Muttasıf olmak. Sıfat sahibi olmak. Bir hâl takınmak.
[15] Farâh/Ferâh: Huzur, rahatlık. Gönül açıklığı. Sevinç. Genişlik.
[16] Mezc: Katma, karıştırma, birbiri içinde bütünleştirme.
[17] Saky: Su vermek, susuzluk gidermek, sulamak. (mecazen: Süt vermek, emzirmek)
[18] Taaffün: Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.
[19] Luâb/Lüab: Salya. Tükürük. Ağızın sulanması.
[20] Kalil: Çirkin görmek, beğenmemek, kabahatli bulmak
[21] Tevzi: Dağıtmak. Taksim etmek. Herkesin hisselerini, payını ayırıp vermek.
[22] İbrahim Suresi 40. Ayet-i Kerime يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّار
Meali: O gün yeryüzü bir başka yere, gökler, başka göklere çevirilecek ve bütün varlıklar, kabirlerinden çıkıp bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah'ın huzuruna toplanacaklardır.

5 yorum:

Benim gibi izanlı, şuurlu, vicdanlı bir varlığı; izansız, şuursuz, vicdansız bir varlık meydana getiremez. Binaenaleyh ben bir yerin cüz’iyim. Ben de olan sıfatların bütün kemali, küll’ümde vardır. Binaenaleyh, ben üç günlük bir hayat içün meydana gelmiş bir varlık değilim. Bundan sonra nâmütenâhiyim.” diye kendi kendine iman etmiş, inanmış olan bir camiay

Ders okurlarmış ufak çocukken. Bir bahar zamanı hocası demiş ki: Haydi gidin kırda biraz gezin, demiş. Bütün arkadaşları çıkmışlar. Hepsi o çiçekten, bu çiçekten toplayıp bir şey yapmışlar. Aziz Hüdâyî, bir kırık zambak. Onu getirebilmiş. Ötekiler kocaman bir şey.

Hocası diyor ki: Aziz diyor, bana layık göre göre bu kırık zambağı mı getirdin, diyor. Bak arkadaşlarına. Kırık diyor, bu da kırık şeye de koyacağım tutmayacak, diyor. Kırık.

İrfan ile doğmuş. Hazreti insan. “Ben diyor, size cenneti de layık görmem. (Mini mini daha) Bende kabahat yok, diyor. Hangi çiçeğin dibine gittim kendi lisaniyle, kendi lisaniyle meşgul. Kudret’le irtibat yapmış, konuşuyor. Koparamadım bir türlü, diyor. Nasıl ben bu vuslata kıyarım, dedim. Nihayet bu kopmuş, irtibat kesilmiş, hayatı kesildiği için bunu kopardım getirdim.”

Onun üzerine ağlamaya başlamış hocası. “Oğlum rikâbında, hükümdarlar yürüsün!” diye arkasını sıvazlamış. Hakikaten de öyle olmuştur.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi diyor ki: Yenilecek eşyayı enzar-ı ammeden geçirmeyiniz. Mesela herhangi bir şeyi aldın yiyeceksin, umumun nazarından geçmesin. Onu daha sen, bilmem oraya yaklaştı mı yaklaşmadı mı tuhaf bir şey. Herkesin nazarından geçilen gıda; kana, kandan nutfeye, nutfeden rahm-ı maderde bir yavrunun olmasına, o tekevvüne geçerse çocuk mübalatsız olur, diyor. Yani çok kuvvetli hayâlı olmaz. Anlatabildim mi acaba?

Yediğiniz yemeği yerken gören varsa davet edin, beraber yiyin. Eğer tav’an o vefayı gösteremeyecek cibilliyetteyseniz, tattırın. Tattırın. Eğer karşınızdaki imrenir de imrenmeden dolayı ağızda bir luâb[19] olur, bir nem olur, o luâbı o insan onu yutacak olursa yiyen adamda Kudret bir dert verir. Dünya etibbası toplansa, bütün mualecat yığılsa, çaresi bulunmaz. Yoktur çaresi. Her derdin devası vardır, ancak onun devası yoktur.” derler. Neden olur? Uzun, uzun iş.

İbrahim İbn-i Edhem, büyük insanların başında gelen büyük bir Türk. Belh’li bir adam, halisüddem Türk. Bir gemide bulunuyormuş. Şiddetli bir fırtına başlamış. Gemiyi su alıyor, böyle dehşet etrafındakiler.

Demişler ki: “Efendim hâlimiz ne olacak?”
“Bu bir şey değil, demiş. Korkulacak hâl; insan atalete esir olur da başkasına muhtaç olur, buna fırtına denir. Buna fırtına denmez.” demiş. Bir şey anlatamıyor muyum acaba?

Söze bak. Gemi batmak üzere, böyle böyle çalkalıyor, yanındakiler de “Efendimiz ne olacak?” diyorlar, ne fena böyle.
“Bu bir şiddet değil yahu, demiş. Buna fırtına denmez bunun ehemmiyeti yok. Asıl şiddet; insan miskinliğe, tembelliğe, atalete esir olur. Başkasına yük olur, ihtiyaç sahibi olur. İşte o büyük şiddettir. En büyük fırtına odur. Ondan korkun!” demiş. İbrahim İbn-i Edhem.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017