117 (15.07.1962) 65 dk (160)
Mevzûun esasını insan mefhûmu teşkil
ediyor. İnsan nedir? Ve biraz da güç olan tarifi beşer-i takata sığmayan yerde
burası? Zira insan, suret itibariyle kan ve kemik torbasından ibaret bir sıklet.
Yetmiş, seksen, yüz, elli, altmış, her neyse.
Fakat mânâsı, kendi hakikati?
İçinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdu, o vicdan-ı kibriyası, bütün
kâinatı ihâta eder. İnsanın mânâsında… Ki kâinat bir nokta kadar dahi kalmaz.
Nedir bu?
Bu insanın izzet ve lezzeti
nereye bağlıdır? Servete mi, masaya mı, kasaya mı, câha mı, kuvvete mi, pazuya
mı? Devlet-i saadeti nereye bağlıdır? Tantanasında mı? Zahiri sefasında mı?
Ahlak onların tarifini yapıyor, nispet dâhilinde.
Hangi adam mesut adamdır? İnsana,
insan denmesinin hikmeti nedir? İnsan ünsten müştaktır. Kimin enisidir ki
insan denmiştir. Enisi yârı munisi kimdir ki, o ismi almıştır? Kime enis
olmuştur ki, kendisine insan denmiştir.
İnsana, insan denmesi; kendini ibda eden, Kudret-i Mutlaka’yı düşünmek iktidarı kendinde olduğundan dolayıdır. Hak enisi olan kimseye, ahlak insan der. Hak ve hakikate enis olmuş, yâr olmuş. En büyük dostu Hak olduğundan dolayı, o kimse insan ismini alıyor. Ünsten müştak, O’nun enisi oluyor. Demek ki Hak ve hakikate cephe almış, bu sıfatlardan mahrum olana, ahlak henüz insan ismini vermiyor. Bir şey anlatabiliyor muyuz acaba?
Bu insana bir de hayat verilmiş.
Hayat ne? Zahirde nefes almak vermek. Sayılı nefes. O sayılı nefesin mânâsı ne?
Hayat ileride hesabı verilmek üzere, her kimseye eğreti olarak verilen
sermayenin adıdır. İleride hesabını alacak. Veren alacak.
Senin mi hayat? Benim ya! Ölmesene,
uyumasana! Aczi gidersene! İstediğin şekilde bir insanla evlenip, istediğin
şekilde bir çocuk yapsana. Vak’a seni, Kudret semaya çıkartacak ama… O, sende kendisinin
birçok sıfatlarına mazhar olduğundan dolayı irade sıfatını vermiş. Eşyayı
müsahhar kılmış.
“Kendime muhatap tuttum. Mevcûdât
içerisinde, damgamı sana vurdum. Sen bana muhatap oldun. Sana karşı bir tecelli-i
muhabbetimle tecelli ettim amma hoş, Kudret-i Mutlaka o da tamamen sana bırakmadım
ya! Ben seni evet semaya çıkartırım, yerin dibinde gezdiririm, denizi deler
gidersin. Eşya elinde oyuncak gibi olur fakat öyle bir şey olur ki, anahtar
deliğinden gelen ufak bir rüzgârın, az bir sadmesi[1] ile derhal yuvarlanırsın.
Ölümü öldüremezsin, aczi gideremezsin, beşerden aczi kaldıramazsın. Pek o kadar
yaratırım sevdası ile gezme! Semayı deler gibi bakma, yeri ezer gibi basma! O
bastığın yere dikkatle bas, ya bir dilaranın yanağıdır ya bir aslanın
göbeğidir. Yer, adamı yer. Gel ah almadan, fıtrat-ı asliyeni, selamet-i istîdâdını
bozmadan, devreni tekmil et! Burası geçit.”
İnsan zanneder ki bu dâr-u belvâ,
bu iptila âlemi, dünya denilen… Bu kelimenin iki iştikakı vardır. Dünüvv[2]den
olur, denîden[3] olur,
senin kullanışına bağlı. Yakınlık mânâsına gelir. Eğer Hakk’a yakınlığın varsa
şekli değişti. Alçaklık mânâsına gelir, o şekilde alacak olursan yine hüküm değişir.
Değil mi?
Gelmede gitmede ihtiyâr yok. O
zanneder ki zahirde bal gibi tatlı, hud’ası kuvvetli olan bu dünya ile bazı
insanlar gaflet şarabı ile mesttir. Sanki onunla ebed müebbet yaşıyormuş gibi
gelir. Hâlbuki gece ile gündüz senden dünyayı kaçırıyor, haberin yok. O gecenin
gündüzü takip etmesi, gündüzün geceyi takip etmesi, bütün hadisatı kaza makası
doğrayıp seni de ayırıyor öbür tarafa doğru.
“Zaman kısa, müddet az,
himmet!” demişler. Yani
kendine gel. Niçün kendine gel? Ariyet sermaye, güzel muhafaza etmek içün sana
verilmiştir. Bu güzel sermayeyi güzel muhafaza edebilmek içün, muhasebe-i nefis
şarttır.
Her gün yapmış olduğun efalinin hesabını yapmadan sakın uyuma.
Ahlak onu talim eder. Ne yap yap, vakit içerisinde öyle bir vakit ayır ki: “Tamam
artık, meşgale bitti, her iş bitti artık huzur-u istirahat.” diyorsun değil mi?
Hesabı derhal yap, yarına bırakma. Muhasebe-i nefis derler buna, ahlakta bu en
büyük şarttır.
Muhasebe-i nefis ile yaşamayan insan, muhakkak iflas eder. Bugün şu
kadar iyilik yaptım, bugün şu kadar fenalık yaptım. Fenalık fazla iyilik
az, ben hiç fenalık yapmayacaktım. Ne
yapayım, yarın bunu ödeyeyim. Paramla ödeyeyim, istihlâl-i hukuk[4]
ile ödeyeyim. İkinci bir sefer o kötülüğe hazırlanırken kendimden utanayım.
Çünkü kendinden utanmayan kimseden
utanmaz. Hani bazı adama derler ki, utanmaz mısın? Kimden utanacak? Evvela
kendinden. Bir adam kendinden
utanmadı mı, ne Allah’tan utanır, ne insandan utanır, ne cemiyetten utanır.
Şart bu ahlakta.
Kendin kendinden utanmıyor musun,
sahtekârsın. Utandım desen de yalandır o. Evvela kendinden, kendisinden
utanacak. Kendisinden utandı mı, kalbe sahip olduğu anlaşılır. O vakit o kalp
izzet ister. Utandım, der. Sen izzete layık adamsın, der.
Kalb-i insanın izzet ve lezzeti ancak marifet-i
Hak’tır. İnsana; rütbe, şevket, kasa, masa izzeti, ariyet hepsini
alırlar. Nihayet bir musalla taşının orta yerine kor, hiçbir şey yok. Ne kadın
gelir ne adam gelir, ne aşığın gelir ne maşukun gelir, hiçbirisi gelmez. O gelenler
bir suret itibariyledir. Hepsi nihayet; ne yapalım, der gider.
Ya ne kalır seninle? Siretinde
yapmış olduğun o izzet kalır. Onun adına ne derler? Marifet-i Hak. Ötekilerini
alıyor adamdan. Hem öyle alır ki, böyle
melül melül bakar. Benimdi yahu, der. Yook! Tık der, kafa gider. Elli sene emek
vermiştim. Seksen sene üzerinde emelim vardı. Emelin de gitti, elemin de gitti.
Hepsi gider. Bununla yanlış anlaşılmasın. İnsan konuşurken de yanlış anlatırım
diye korkar.
Yani bizim burada dünya
dediğimiz, gördüğümüz bu mezâhir değil. Bu varlık değil dünya. Seni hangi şey Hak’tan gafil kılmışsa, o
şeydir dünya. Yoksa servet de en büyük ahlak içün lazım. Ahlaksız parası
ile ahlaklıyı satın aldığı gibi, ahlaklı da parasıyla ahlaksızı satın alabilir.
Bilmem anlatabiliyor muyum? Bunların yerlerinin ayrılmasını söylüyor. Yalnız
bunun içün kalma!
Ne demiştik? Kalb-i insanın izzeti, marifet-i Hak. Devlet-i saadeti konuşurken
başladım. Hangi adama denir? Hangi adamda Hakk’a muhabbet vardır, o adam
dünyanın en mesut adamıdır. O muhabbet yok mu? Nesi olursa olsun zavallı,
saadetle yaşamaz. Çünkü daima bir tarafı kırıktır. En büyük masaya sahip, yine
öyledir.
Kâinatın serir-i saltanatına
sahip olsa da, kalbinde o muhabbet yok mu? En fakir adam, en zavallı adam, en
acınacak adam. Çünkü daima mahrum yaşıyor. Fıtratın taharet-i asliyesini
muhafaza edemeyen adamdır; gönlünde, o marifet-i Hak olmayan, o sevgi, o
muhabbet olmayan. Gelişinde orayı sevmeklik içün gönderilmiştir. O sevgiden
mahrum, fıtrat-ı asliyesini kaybetmiş demektir. Tam bir müflis.
Her mevyanın içi, kabuğundan
lezzetlidir. Her meyvanın içi kabuğundan lezzetlidir. Senin zahirdeki görmüş
olduğun tantana tenindir, tenine aittir. Ten posttur, dost arayacaksın. Can
da dosttur. Anlatabildim mi? Onun içün ne derler? Dikkat et, der.
Hakiki insanı ara. Ömr-ü insan
bir demdir. Sen yalnız ten dostu bulmuşsan aldanmışsın. Can dostun var mıdır, der.
Suret itibariyle insana dost olanlar, teninin dostudur. Canının dostu hakiki
insanlardır. Arif olan insanlardır. Ne demişlerdir:
Âdem ara Âdemi bul, Âdem ile Âdem
ol.
Elli sene ömrün geçmiş, eğer bir
can dostu bulamamışsan en zavallı insansın. Çünkü insan tarif edilirken
yalnız gönüldür, diye tarif ederler. İnsan dendi mi bu değil. Sende eğer
gönül varsa, işte o insandır. Gönülde muhabbetin kaynağıdır. O kaynak varsa
Hazreti İnsandır. Binaenaleyh, bir kimse de bir, hayatında daima ten dostu
değil. Şey… O posttur. Bir de can var ya, ona ait dost.
Bak şimdi sana bir şey okuyayım
anlayacaksın. Daha tatlı. Muhabbet. Hem evlat muhabbeti nasıl olur okuyacağım
şeyde, hem çocuğunun doğumuna tarih yazıyor, hem çocuğunun semere-i fuâdı
olduğunu anlatıyor, hem doğar doğmaz kendisi gitmezden evvel vasiyetini
yapıyor. Ne kibar.
Ama şimdi insanlar çocuğunun
nafakasını da vermiyor. Bir de o var. Vermeyeni de bulunuyor yani ya umumi konuşmuyoruz
ya. Keyif içün diri diri yetim bırakıyor. Keyf içün!
Bir baba da var; doğar doğmaz
çocuğun geliş tarzını, oluş tarzını, nasıl olmasını, Kudret’ten ona verilen andan
ne gördüğünü ve o görüşüne ait de kendisinde ne hâsıl olduğunu, o hâsıl olan o mânâyı
da ona tarih olarak düşürüyor. Bugün beni de burada onu okutmak zevkini bana
veriyor. Bilmem sen de zevk alır mısın, almaz mısın? Okuyayım mı yoksa haa?
Bunlar hep marifet-i Hak ile
muhabbet-i Hak ile olan şeylerdir. Çünkü Kudret... Bunu bilin ki münasebet
aldıkça hemen hemen her konuşmamda tekrar ediyorum. Mevcûdâtta en büyük sermaye
olarak vergisi nedir bilir misin?
Kendi der ki: Ben bu mevcûdâtı
muhabbetim dolayısı ile meydana getirdim. Ve bunu da ana sermaye yaptım.
Ana sermaye yaptım. En büyük insan camiasındaki, varlık muhabbettir. İnsanlar
birbirini sevmedi mi yıkım başlar, der. Birbirini yediririm onlara.
En büyük filozoflar toplansın, en
muazzam mütefenninler bir araya gelsin, en ileri gelen kafalar içtima etsin, iktisatçısı
bir araya gelsin, her şekli, acaba bugün beşeriyetin iniltisini kaldırabilir
mi? Hayır, kaldıramaz. Acayip, kalkmaz ha kalkmaz. Onu şöyle yapsak bunu… Yok
azizim. Beşer fıtratın verdiği sermayeyi almadıkça huzura kavuşamaz. Nedir
o sermaye?
Biz... Şimdi, insanlık âlemi
birbirini sevmiyor. Sevmiyoruz birbirimizi. Görüşürüz birbirimizle fakat muhayyerdir[5](?).
Senin bana itimadın yok benim sana itimadım yok. İtimat olmayınca muhabbet olur
mu? Sevmeyiz. Sevmedikçe, kalp âlemi de daima nefsâni düşünceler, ihtiraslar,
hevâsât-ı hevâ ile dolar. İmkânı yok, Kudret’in talim etmiş olduğu fıtratın
bahşetmiş olduğu hakâyıke[6]
yaklaşamaz. İmkân yok ona.
Kalp delik delik olmuştur. Nereye
koysan, hangi bir hakikatin önüne koysan, dolar gibi durur, kaldırdığın an yoktur.
Mesela gayet güzel bir şeyi dinler, belki de ağlar. İçinden kararını verir,
heyecanını yapar, ağlar da hatta fakat on dakika sonra dışarıya çıktıktan sonra
hiçbir şey yok. Neye benzer; aynen demirin ateşe gösterilip de kuvvetli bir
körükle hararet verildiği vakitte nâr-ı beyza hâlinde kalır. Evet, o dakikada
ona demir diyemezsin. Çünkü ateş olmuştur. Nedir? O sıfat aldı yakıyor. Fakat
durur beş dakika sonra, tekrar soğur demir olur.
İnsan da eğer hakikaten o
muhabbet sermayesine malik değilse, o bir anlık nedameti, bir anlık ağlaması,
bir anlık tasdiki, aynen o demirin kızması gibidir. Biraz soğuduktan sonra
hiçbir şey kalmaz. Yine şekavet meydana gelir. Zararı kime? Kendine. Yazık
günah değil mi? Biz bu âleme nihayet işte… Az müddet az! Ömr-ü dünya bir
dakika, ömr-ü âdem bir nefes. Öyle değil mi?
Muhabbet. Muhabbetin olabilmesi
içün, zayıf ile kavînin anlaşması şarttır. Havas ile avamın muvâzenesi; birinde
hürmet olacak, birinde de merhamet olacak. Bunun ikisi bir araya gelecek,
muhabbet namındaki çocuk doğacak. Yüksek tabakada merhamet, aşağı tabakada
hürmet, bu ikisini Kudret birleştiriyor, muhabbet namında bir çocuk çıkıyor. E
bunlar orta yerden kalkınca, muhabbet yerine şekavet oluyor. Şekavet olunca ne
oluyor? E zayıf kavîden hakkını alamıyor.
Kanunlar insanı bir yere kadar
götürür. Ne yapsın? O kadar gelir elinden. Kanun; şu kötüye şunu yapacaksın,
der. O cezayı gösterir. Fakat o kötünün
burasına kadar gelir şu cebine kadar, ne var senin cebinde? Ne var senin
belinde, hangi alat-ı cariha ile geziyorsun? Bunu kimin içün taşıyorsun? Nefsin
içün mü taşıyorsun? Niçün? Buralarını yoklayabilir.
Fakat o kâfi değil ki! İnsanı
idare eden kalıbı değil ki, kalbi. Kalbine girebilecek kanunun adına ahlak
derler. Oraya sokabilecek bir meseleyi bulmak lazım. Nasıl girebilir. Bir
adam kendisinden nasıl utanır? Acaba kendisi kendisine tanıttırılabildi mi?
Beşeriyet manâdan uzaklaştıkça, Kudret
onu sıkar. Sermayede eksiklik var mı? Kudret’in vazettiği sermaye dört şeyden
ibaret değil midir? Toprak, su, hava, ateş. Sermaye bu değil mi? Zahiri
sermaye. Dünyanın bu toprağı aynı toprak, bu suyu aynı su, o havası aynı hava.
O güneş her günkü yerinden doğar, her günkü yerinden batar.
Mesai gece gündüz birleşmiştir. Yüz
sene evveli altı saat çalışırken bugün on sekiz saat çalışır. Yüz sene evveli
on nüfuslu bir ailenin bir adamı çalışırken bugün onu birden çalışır. Meğer
biri hasta olsun da evinde kalsın. Fen de yardım eder. Bir aylık yola bir
dakikada gider, yine sıkıntı içinde ömür geçer. Neden bu?
Sermayede eksiklik yok. Demek ki
bu işi bir perde verasından “Benim elimdedir!” diyen bir varlık var. Senin
şahsında da vardır o. Bazen böyle otururken bir kâbus basar. Nereden geldi o? Sıkılıyorum,
dersin. Ani birdenbire bir neşe gelir, nereden geldi? Gelişler gidişler nereden
idi? Bunların hepsi Kudret’in kaçırdığı birer derslerdir ki; insan başıboş
unutulmuş, mensi ve mühmel bir tarafa atılmış bir varlık değildir.
Hayatının filmi bir gün kendisine
gösterilecektir. Konuşuyorsun değil mi? Konuşmanın ne olduğunu bana anlatabilir
misin? Anlatamazsın. Bilen düşünür, düşünen konuşur. Konuşturan da bir gün konuşur. Mevzûu
birbirine bağlı. Onun içün gösterecektir sana.
Aynanın içinde görünen
herkesin kendi rengidir. Güzelin rengi aynayı hoş etmiştir. Aynanın hoşluğu
güzele güzellik vermemiştir. Anlatamıyor muyum acaba? Güzelin rengi aynayı
hoş etmiştir. Aynanın rengi değil.
Hah, şimdi mesela çocuk doğdu
diyelim. Ben bir insanım, Kudret bana bir insan vermiş. Ben Hakk’a muhatap olan
bir canın meydana gelmesine vesile olmuşum. Demek ki Kudret bana ilminde bu
kıymeti vermiş. Ben O’nun ilm-i ezelisinde bu kıymetle de yaşamışım haa. Şimdi o
verilen kıymet meydana geldi diye heyecan ile bir zevk almak vardır. Bir de
aman şimdi bu nasıl büyüyecek, bu nasıl olacak, bunun yemesi bir türlü, içmesi
bir türlü, yetişmesi bir türlü diyerekten, geldiğine geleceğine pişman etmek!
Bir de düşünüyor diyor ki: Yahu
ben insanım, demek ki Kudret bana ayrı bir imtiyaz da vermiş. Benim gibi bir
insandan, bir insanın tecelli edebilmesi içün, beni sun’-ı İlâhi fabrikasına
tezgâh yapmış. Ben sema makamında, annesi de arz makamında; bu sema ile arzın
birleşmesinden, Kudret’e muhatap bir can gelmiştir. Duramıyor zevkinden.
Anlatamıyor muyum acaba? Bu zevki tatmış, bu anı görmüş, muhabbet nedir duymuş.
Bir şey okuyacağım size.
Feyz-i ruhaniyet-i Seyyid Muhammed nur ile doğdu
Evci saadetten mihr-i tabanım Ali.
Çocuğunun adını Ali koyuyor. Öyle ya, insan insanın ayinesidir. Şu cism-i ayna denilen şeyleri kaldır, ben seni görmesem kendimi görebilir miyim? Sende beni görebilir misin? Kendini görebilir misin? İnsan, insanın ayinesi.
Şöyle bir konuşmada demiştim ki insan
tarifinde: Sende konuşanla bende dinleyen veyahut bende dinleyenle sende konuşanın
mecmûuna insan denir. Münasebet aldıkça insan tarifini bazân tekrar başka
başka şekillerde... Çünkü insan nâmütenâhi, tarifi bitmez ki, anlatmak
istiyorum.
Sende bir konuşan var, bende bir
dinleyen var. Bizde o kadar çok vücûd var mı? Oooo, kâinat bizde. Yahut bende
bir konuşan var, sende dinleyen var. Bunun ikisi birleşirse insan olur. Daha
biraz aç, bundan ne çıkar? Cibilli olarak… İnsanda cibilli olarak, bir mülkiyet
hassası vardır. Bir emel vardır. Ondan kurtulan var mı? O mevzû ayrı. Var, o
ayrı o. O ayrı.
Terk-i variyetle söylesen erinî erinî
Len terânî demez ol yâr-ı hüveydâ görünür. [i]
O ayrı. Mesela Kudret’e, Cenâb-ı Musa “göreyim seni” diyerekten hitap ediyor. Niyazı yalvarması o.
İnsan, bu âleme bir şey
bulmaya gelmiştir. Kendi aslını bulmadan gitmeklikten daha mahrumiyet var
mıdır insan içün. Niçün gönderildim buraya? Bilip, bulup, olmaya gelmiştir.
Ya en iyi bulunacak şey nedir? Aslıdır aslı, kendi hakikatidir. Bir insan kendi
hakikatini bulamadan giderse ondan daha mahrum adam var mıdır? Hakikatini
bulmak aşkı, o vazife bir kenarda dursun, dedikodu ile cehaletle ömrünü geçir.
Geçsin gitsin, ne işe yaradı?
Onu bulmaklık zamanı; sana
başkası ile adavete, kine, nifaka, ihtirasa, hasede, buğza, adavete, riyaya,
nifaka, şikaka meydan vermez ki. O muhabbet sende tecelli ettiği vakitte “aslımı
arayacağım” dersin. Şuna benzer. Hatta onun gibi de değildir. Tam bir vapura
doğru koşuyorsun -ki adi bir mesafe- yetişeceksin iki dakika var. Birisi
iskelede vuruyor; “kaçıracağım”, diyorsun koşuyorsun.
Hakk’ı bulmak vapura yetişmekten
de mi daha aşağıdır yahu!? Ondan daha
aşağı değil ya? Ondan daha bayağı mı? Hak ve hakikat peşinde koşmak, heyecanla ona
yetişeceğim diye çırpınmak, bir vapura yetişmeklikten daha mı küçüktür! “Aman
kusura bakma dersin! Son vapurdur gidiyorum.” dersin. “Bir mühim bir şey...”, “Yarın
konuşuruz”, dersin koşarsın.
Oğlu doğduğu vakitte bunu söylüyor.
Feyz-i ruhaniyet-i Seyyid Muhammed nur ile doğdu
Evci saadetten mihr-i tabanım Ali.
Sende ben görmekteyim asârı feyz-i Kudreti
Çok mudur çok mudur dersem sana mirât-ı Yezdânım Ali.
Hakk’ı gösteren benim
ayinem, ben sana bakıyorum da
Sende Hakk’ı
görüyorum dersem çok mudur?)
Çünkü sen yoktun, ben yoktum; beni kendisine insan yaptı ve bir de ayriyeten imtiyaz verdi de “senden de bu gelecek” dedi. Ben şimdi kendimi sende görüyorum çünkü seni Hakk’ın ayinesi dersem çok mudur?
Görüyor musun muhabbet insana ne
neşe veriyor? O muhabbette o çocuk nasıl olur? O aile nasıl olur? O şekilde
cemiyet tamamıyla anlaşırsa o varlık nasıl olur? Anlatamıyoruz galiba!
Dedik ki: Ten posttur, can
dosttur. Binaenaleyh suret itibariyle görülen kişiyi post bil, hakiki insanı
ara dedik. Ahlak bu talimi verir. Suret itibariyle görülen kişiyi post bil.
Ya sen gelmişsin buraya, bulmaya, olmaya. O hâlde hakiki insanı ara. Sana Hak
ve hakikati, lazım gelen o aşkı, o muhabbeti, o neşeyi verebilsin.
Malum ya insan ne şekilde
insan ile düşer kalkarsa, o kokuyu alır. Ahlak sârîdir, tabiat sâriktir. Tabiat
hırsızdır çalar, ahlak da sârîdir kapar. Sirayet eder. Şimdi ona işaret
ediyor. İnsan ara dedi ya.
Bende[7]
ol bir arif-i billâha manendi peder
Sakın hayatında bir şekavet hayatı
geçirme. İnsanlara “Ne vakit ölecekte kurtulacağız?” dedirtme! Ahh diye kendini
arat. Saltanat odur. Azamet odur. Vakar odur. Rütbe odur. Sana bütün beşeriyet
iştiyak etsin, aşk etsin ki ne vakit, aman nasıl ne yaparız giderse, desin.
Yoksa “Ne vakit gidecek yahu! Elinden dilinden kimse rahat etmedi!” diye
baktırtma onun içün.
Bende ol bir arif-i billâha manendi peder (Baban gibi bir arif insana git de zevk al)
Anla sultanlık nedir âlemde sultanım Ali.
(İşte rütbe de o, câh da o, masa da o, kasa da o, odur. O
zevki tat diyor. Anlatamıyor muyum?)
Mülhid-i[10] bed[11] meşrep olma, ben Müslümanım Ali.
Hem tarihi hem vasiyeti. Yani
benim elimden dilimden, kimse azar, kimse eziyet, zarar görmemiştir. Öyle
teslim olan bir adam.
Zıll-ı zaildir bu âlem, var
olan Allah’dır.
Öyle değil mi ya? Hani deden? Orta
yerde var mı? Nerede baban? Yok. Hep gölge, geçici.
Nan için, dûnane oğlum etme asla serfürû.
Nan için, dûnane oğlum etme asla serfürû.
Yani ekmek için alçak insana sakın yüzsuyu dökme.
Kendi sâyimle geçindim ben de insanım Ali. Anlatabildim mi acaba? Kimseden bir şey bekleme diyor, çalış.
Kendi sâyimle geçindim ben de insanım Ali
Sen dâhili bâb ol pir-i cihangirin müdâm.
Ben de üç yıldır onun kurbunda mihmanım Ali.
Hânemi feyz-i kudûmün etti bir dâr-ü sürûr
Sen doğdun, o kudûmünle, o feyizli kademinle, evimi bir dârü'l-
sürur eyledin.
Beyt-i mamur oldu göya kalbi virânım Ali.
Yadigâr-i ömrüsün Handi gibi bir şairin.
Yadigâr-i ömrüsün Handi gibi bir şairin.
Murisi şandır değil mi sence ünvanım Ali.
Ben sana bir şey bırakamadım diyor. Bende ne servet var ne saman[12] var, fakat benim şu feyizli anıma varis olmaklık senin içün büyük şan değil midir? Altında cevabı daha iyi geliyor.
Kenz-i[13]
lâ-yefnâyı[14]
dilden cevher efşânım Ali
Sana bir altın hazinesi, bir büyük
kasa bırakamadımsa, o gam değil. Neden?
Kenz-i lâ-yefnâyı[15]
dilden cevher efşânım Ali
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi demiştir ki: Bitmek tükenmek bilmeyen hazine almak ister misiniz? Nedir o? Kudret’le irtibatı yapıp, ezel âlemindeki verdiğine teslim olup, ona ait kanaatle yaşayarak, kanaatle elzemi birleştirip hiç kimseye boyun bükmemektedir. Ben Kudret’in o hazinesinden mücevher saçan bir insanım. Bu sana yeter, diyor.
Bu kadarı bize yeter, daha var
ama yeter şimdi. Buradan bir şey anlatabildik muhabbete ait. Bugünkü mevzûmuz,
ahlakın muhabbetine taalluk eden bahistir. Demek oluyor ki, evvela insan geliş
ve gidişindeki gayeyi düşünecek. Düşündükten sonra kendi vazife-i asliyesini
bulacak.
Tenine taalluk eden vazife var,
canına taalluk eden vazife var. Yani eski konuşmalarda tekrar etmiştim. Kalbin
vazifesi ile kalıbın vazifesini ayırmalı. Tabi buradaki kalp, malum ya insanın
dört türlü ruhu vardır.
İnsanda dört ruh vardır. Ruh-u
tabii, ruh-u bedeni. Ruh-u tabiinin yeri beden, ruh-u nebatinin yeri yer, ruh-u
hayvanisinin makarrı[16]
kalp, bu sadırda bulunan kalp. Bir de bu
kalbe taalluk eden bir nefs-i natıka var ki, ona ruh-u insani, ruh-u izafi
derler. O böyle cismani bir vaziyette tutulmaz. Diğerleri tutulur.
Şimdi buradaki söylediğimiz kalp,
ruh-u insanisidir. Yoksa sadrın orta yerinde; dört gözlü, kanı şöyle yapar böyle
yapar, o ruh-u hayvani ondan bahsetmiyoruz. O ruh ne bedenin içindedir ne de
dışındadır. Öyle mi? Yaa! O maddecilerin; insan kanı durunca ölür. İşte o ruh-u
hayvani, orada hep beraberiz, o ölür.
Ruh-u insaniyi konuşuyoruz.
Kudret’in: “Ben onu ruhumla menfûh[17]
ettim.” Ruh-u menfûh ile tekrim olunmuş olan ruhunu konuşuyoruz. O ayrı iş o.
Ruhun misali o. O hariçte mi? Değil. Dâhilde mi? Dâhilde de değil. Şöyle bir
misal vereyim de iyi anlayıverin.
Güneş doğar burası simsiyahken,
buraya tecelli edince o apaydınlık olur. Güneş odadan içeriye girdi, deriz.
Güneşin bizâtihi kendisi mi girdi içeriye? Güneş çekildi gitti, deriz. İşte
Kudret’in bize ait olan bir ruh-u menfûhu vardır. O tecelli ettiği vakitte bizi
istila eder, o istilada eğer kıymetini bilir de bir şey kapabilirsek kaparız.
Sonra çekilir gider. Anlatamadık mı acaba?
Ruh-u hayvani ile karıştırma.
Buna sahip olabilmek içün geliş ve gidişteki gayeyi duymak. En büyük esas o.
Onu duyabilmek içün fazileti menfaatin üstünde tutmak. Şerefe sahip olmak. Cemiyette
şeref başka türlü tarif edilir. Ahlakta şeref başka türlü tarif edilir. Mesela bazı
adam; benim şerefimle münasebeti yok, der. Nedir senin şerefin? İşte ben
cemiyette şöyle bir payeye malikim, böyle bir servete sahibim, böyle bir masaya
malikim, şunun sahibiyim filan... Ahlak güler.
Ahlakın tarifinde şeref başka
türlüdür. Orada nasıl tarif edilir şeref? Bak belle. Ahlaka göre şeref:
Kalplerde mahkûm-u zeval olan hissiyat-ı hamideyi meydana getiren, tekrar
meydana çıkaran adama şeref sahibi der, ahlak. Bir daha tarifini edeyim.
Yapayım.
Kalplerde mahkûm-u zeval olan
hissiyat-ı hamideyi, güzel hissiyatı, yeniden uyandıran adama, şeref
eshabından. Yoksa -parası varmış, şusu varmış-, kalplerde sönmüş olan ahlak-ı
hamideyi, hissiyat-ı hamideyi, meydana getirmeklik uyandırmaklık içün bir zevki
yok, o payeyi vermez.
Şeref payesi, çok muazzam bir
payedir o. Öyle kolay kolay vermez ahlak. Verir mi hiç? O bizim çook hakir
gördüğümüz insanda da olur, çoook büyük tanıdığımız insanda da olur. Fakat
cemiyet acayiptir. Cemiyet içerisinde zayıf bir vaziyetteyse, onda bir şeref
görmez. Ahlak, o ayrı bir iştir der.
Hangi bir kalpte mahkûm-u zeval
olmuş hissiyat-ı hamide varsa, onu meydana çıkarmaklık içün, uyandırmak içün
çalışıyor. İlmi ile çalışıyor, ahlakı ile çalışıyor, mânâsı ile çalışıyor,
maddesi ile çalışıyor. Güler yüzü ile çalışıyor. Çalışmanın her insanda
derecesi ayrılır, sınıfı ayrılır. Vaziyetine göredir. Çalışıyor. O onu
uyandırıyor. Çünkü nur-u basar olmazsa görmek kabil olur mu?
Bir adam göz nurundan mahrum
olursa, o adam eşyayı görebilir mi? Gönülde de nur olmazsa, kalp gözünde
basiret olabilir mi? Bunlar birbirine bağlı olan şeylerdir. Cehalet içinde
kalan gönülde, hakikatleri idrak edemediğinden dolayı, nur-u basiretten mahrumdur.
Asl-ı basiret kalbin nurudur. O nuru onun üzerinde açmak istiyor.
Karanlıkta nasıl göz görmezse,
cehalet içinde kalan gönülde yani doğru histen... Buradaki cehalet yanlış
anlamayın, örfün kullandığı cehalet mânâsına değil. Cahil demek, okuması
yazması olmayan demek değil ahlakın tarifinde. Doğru histen mahrum. Hisleri
doğru değil. Fıtrat-ı asliyesi bozulmuş.
İnsanın ruhunda bir
kabiliyet-i fıtriye bir istîdât vardır. O istîdâta nur-u basiret denir, o
bozulmuş. Kudret onu verirken herkese beraber veriyor. Onu esirgemiyor. Nasıl
bu gözlere rahatsızlık gelir. Haa, ona da ahlak pûtesine girmeyince rahatsızlık
gelir, birdenbire kararır.
Cenâb-ı Haydar öyle
buyurmuşlardır. Mâsiyet[18]
kalbin içine giren siyah bir
noktadır. Derhal temizlenmezse gayet süratle istila eder. Bir de istila
etti mi, görmez. İdrak olunacak şeyleri idrak edemez. Batılı Hak olarak kabul
eder. Hakkı batıl olaraktan kabul eder. Bela da burada. Görmeyip de kalsa kendi
kendine. Yook, ne kadar batıl olan şey varsa, onları Hak olarak kabule başlar.
Ne kadar da Hak olan şey varsa, onları da batıl itikat eder. Gayet fena!
Bunlar çabucak olur mu? Böyle
yani bir insan niyet etse: Ben hakiki bir insan olayım. Bazı insanlar der ki,
çünkü ahlak ruha hitap ettiğinden dolayı zor gelir ilk önce. Yok. Ufak bir azim
ile ufak bir sabır ile Kudret bunları insana verebilir.
Kudret, veremeyeceği şeyi
olmayacak şeyi katiyen teklif etmez. Bizim gibi değildir. Fatır, bizim gibi
değil. Biz icabında bir adama yük vururuz. O onu kaldıramayacağı hâldedir,
vururuz yine. Fakat Kudret öyle değil.
“Ben diyor, âlimim, hâkimim,
basirim, sem’iyim, bilirim, görürüm, işitirim, hükmüme galibim, sonra rahimim,
sonra kerimim, bir adam ne kadar yük kaldırabilir, onu bilirim. Ve emirlerim de
onun yapabileceği şeylerdir. Beşerin yapamayacağı bir şeyi, teklif etmeklik
benim zâtıma, nakize[19]
şey eder, verir ki ben ondan münezzehim. İnsan neyi kaldırabilir, Kudret onu
ona teklif etmiştir. Kaldıramayacağı şeyi teklif etmem.”
İnsanda nefs-i emmare denilen bir
iblis vardır. Sonra insan görünmeyen şeytandan korkmamalı. Görünen şeytandan
korkmalı, ahlakın tarifinde. Görünmeyen şeytan insana bir şey yapamaz o
kadar. Görünen şeytan fenadır. Görünmeyenden o kadar korkma. Görünen şeytan. Ne
demek o? Mesela münafık bir adam.
Şeytanın mânâsı: İnsanı Hak ve
hakikatten, -lügate bakacak olursanız şeytan, buud[20]
mânâsına gelir- uzaklaştıran şey. Hangi şey seni iyilikten, insanlığa
ait olan vazifelerden uzaklaştırıyor, iblistir. Bu. Bunun görüneni vardır,
görünmeyeni vardır. Görüneni, görünmeyeninden tehlikelidir. Hem uzaklaştırır hem
de alay eder sonra. Sahip olmaz. En fenası o.
Dedik ki: Nur-u basar olmazsa
bu eşyayı göremeyiz. Nur-u basiret olmazsa Hakk’ı ve hakikati göremeyiz.
Hak ve hakikati gösteren bu göz değildir. Bu gözdür. Bir şey anlatamıyor muyum?
Şimdi gözün vazifesi başkadır,
aklın vazifesi başkadır, aşkın vazifesi yine başkadır, ahlakın tarifinde. Akıl
gözün göremediğini görür. Fakat onun görgüsü de yalnız bu âleme aittir. Bununla
insan tamamıyla yetişemez. Bunun üzerinde, aklın âlemi başka, gözün âlemi
başka, bir de bunun fevkinde aşkın âlemi var. Tabi bu aşk, romanda okunan aşk mânâsına
değil. Her hafta tekrar ediyoruz ya tarifini.
Aşk ile yakîne vasıl
olunacaktır. O vakit ne oluyor? Aşka girince insan, gaye birleşiyor. Çifte gaye
ile yol alınmaz. İnsanda bütün mesaisini bir gayeye inhisar ettirdikten
sonra zorluk kalır mı? Şimdi biz niçün muvaffak olamayız? Bizde gaye bir
değildir. Hak ile batılı ayıramayız. Bir kısmı batılda bir kısmı Hakta! Fakat
gayeyi birleştirerek, gaye yalnız Hak ve hakikat olduktan sonra iş kolay kolay
gidilir. Bunu birleştirmeyen bir unsur vardır insanda, nedir o? Bir unsur
dedim, bir şey var. Bir tecelli var.
Nefs-i emmare denilen şey; insanın
iklim-i vücûduna çöreklenmiş, bir ejderha, yedi başlı. Hırs, tamah, kibir,
ucub, buğz adavet, riya, haset. Git, bir evde yıkım var, muhakkak bu
hastalığın bir tanesi vardır. Yahut bu hastalığın birkaçı ihtilât[21]
etmiştir. Bir cemiyette kavga var, git muhakkak bunlardan bir tanesi vardır.
İki camia muhakkak birbiri ile muhakkak
çarpışmaya başlamıştır. Bunların haricinde bir hastalık bulamazsın. Raporu
verirsin. Şu hastalıktan dolayı bunlar çarpışıyorlar. Şunlar birleşmiştir,
ihtilât yapmıştır, ondandır. Buna ne zehirli gaz para eder ne atom para eder. Belki
atomdan sonra çıkmış olan kuvve-i kahriye, ne o para eder, ona hiçbir şey para
etmez. Bunu ne yıkabilir? Bunu yalnız aşk yıkar.
Aşk, Kudret’in ismidir. Öyle
bir tecellidir ki aşk, sabrı bile yıkar. Orada vücut kalmaz. Ondan yıkar.
Senlik benlik kalmaz. Hiçbir şey kalmaz. Bu sefer nefs-i emmarenin dizgini
çekilir. Eski konuşmalarda bir misal vermiştim, o misali tekrar edeyim de
konuşmayı keseyim.
Arsız çocuklar olur bazân.
Şımarık. İleride cemiyete bir bela olur. Mesela bakarsın ki evin içerisinde
yetim bir kız var, yetim bir çocuk var. Alıp büyütüyorsun, on on iki yaşında.
Kendi çocuğu da şımarık. Sofraya otururken -onlar ekseriyetle hain olurlar- ayakkabısının
ucuyla diz kapağına bir vurur. Anası babası görür. Çocuk bir bağırır. Tabi canı
acıdı. Yetim kimse yok, sahip yok. Geberdin mi ne olmuş, der. O çocuk biraz
daha şımarır. Canın çıkmadı ya, der. Merdivenden iter, düşer takır takır filan.
Ağlamaya başlasa, anası babası bir daha vurur, niçün ağlıyorsun diyerekten. Ne
olmuş!
Ben bunları gördüm de söylüyorum.
Kavl-i mücerret değil. O tutturur, mesela yemek getirilir. Ben bunu yemem! Bazen
de bir tekme vurur sofraya. Ne istiyorsunuz?
Benim burada çocuğa okumuş
olduğum muhabbet bu değil. Biliyor musun burada Mülhid-i bed meşrep olma, diyor. Orasını anlatıyor,
öyle değil. O ona muhabbet değil o. Onun da hilkatinde var. Merhameti yok.
Acıma hassası yok.
Yer üzerindekilerine
acımayanlara bu mevcûdâtın sahibi: “Ben acımam” diyor. Bilâ-kayd ü şart
acımak. Acımak mevzûu kayıtlı değil. Yalnız zalime muâvenet[22]
mazluma ihanettir. Konuşurken de korkuyorum belki ters anlar diyerekten.
Bunlar da var. Bir adam zalim, buna yardım ettin mi mazluma hainlik etmiş
olursun. Zalime muâvenet, mazluma ihanettir. Bu kaideleri bilerek
yaşayacak.
Yemem, der. Tutturur, tepinir.
Başka bir yemek; onu da yemem, der. Şımarıklığından, başka bir şey değil. Şimdi
bu çocuk, bir defa bunu yemem dedi değil mi ya?
Bunu yiyeceksin! Yemedi, başka bir şey yok. Açlıkla başa çıkılır mı?
Kudret bile bir adamı kuvvetli terbiye edeceği vakit aç bırakırım, der. Onunla
başa çıkılmaz. İnat etti o öğün yemedi. Ertesi öğün yine yemek, yine yemem! “Bunu
yiyeceksin. Bil ki bu evde, sen rüştünü ispat edinceye kadar benim sözüm
dinlenecek.”
Deden böyle büyütürdü çocuğu. “Sen
rüştünü ispat edinceye kadar, benim sözüm olacak. Bunu kafana koy!” Av köpeği
bile yaratılışı itibariyle, avladığı şeyi yemek hassasına sevk-i tabisi onu
sevk eder. Fakat görmüş olduğu terbiye ile o avı avlar; içi titrer yiyeyim
diyerekten, vakti ile gördüğü terbiyenin tesiriyle götürür, efendisine teslim
eder. Bir köpek böyle terbiye olur da bir insan olmaz mı?
Bunu yiyeceksin. Yine yemedi. Üçüncü
zaman geldi, yemek zamanı, bakar ki artık aciz tahakkuk eder. Kendi kendine karar verir ki: Bana bundan
başka bir şey verilmeyecek. Şıpır şıpır yemeğe başlar. Ve ondan sonra karar
verir ki: “Evet benim sözüm, reşit insanın sözü gibi makul olmadıkça benim
dediğim olmayacak.” Hem çocuk rahat hem cemiyet rahat hem aile rahat. Tutturdu,
al para git al! Yine tutturdu, sus al para git al! Yarın parayı bulamazsa ne
yapar? O şekilde kartlaştı, kafasına vurur adamın parayı alır.
İhtirasât-ı nefsâniyesi bir türlü
tatmin olmaz. Çocuk beşikte başlar, beşikteyken başlar. Beşikteyken başlar
çocuk. Ama bunu da söylerken her bazı ara yerde misal getiririm. Bazı
istisnalar vardır. Mesela çocuk hastalıklarına müptela, hasta. E o hasta
olunca, mükellef olmayan akılsız gibi netice itibariyle. O ayrı. Onu ağlattın mı
ağlar katılır, ölür gider. O değil.
Hasta olan değil de, sağlam taş
gibi çocuk. Onun hakkında söylüyorum. Bir de maraz. Manevi bir maraza müptela,
o katılır gider. Onun içün yapma onu. O ayrı. Ne yapalım o, Hakk’ın bir çilesi
dersin çekersin. Öbür ki değil.
Şimdi karar verdi ya çocuk, üç
öğün de bana bunu vermediler, bunu vermediler, en nihayet bunu yiyeceğim ben. Açlık
başlayınca bir bak. İkinci sefer
tutturmak kalktı. O derdi ondan aldın. Kurtardın onu. Hem onu hem seni hem
cemiyeti.
Nefs-i emmare de böyle şımarık
çocuk gibidir. Daima kötülüğe sevk eder. İyilik tarafına götürürsün yapmaz.
Yaptırtmayacağım sana dersin, ruhun yediği yemeği gösterirsin. Nefsin yediği
yemek bu. İşte ruhun ki bu. Bunu kabul
ediyor musun? Bir iki üç, o da ihtiyaçlıdır. Ruhun yaptığı şeyi yapmaya
başlar. İşte mânâ ilminde ben nefsimi
Müslüman ettim, nefsimi teslim aldım.
Mesela Hazreti Muhammed öyle
diyor, aleyhisselat-ı vesselam diyor ki: “Nefsi öldürmek doğru bir şey
değildir, ben nefsimi Müslüman ettim. O olmazsa, beceremezsen nefsini öldür.”
Anlatabildik mi acaba? Nefis böyle teslim alınır, bu sefer ruhla beraber yaşar.
Artık sen tamamıyla hâllettin, gaye bire indi ve iki cihetten de âlemi hilkate
ait olan yüzünde halk, âlem-i kudrete ait olan yüzünü de Hak okşuyor.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Sadme: Çarpma, vuruş vurma, çatma.
[2] Dünüvv:
Ulaşmak, yakın olmak (dünya kelimesinin kökenidir)
[3] Deni: Soysuz,
alçak, ahlâksız. Dünyaya âit, fâni ve geçici.
[4] İstihlal: Helâl saymak. Helâlleşmeyı istemek.
[5] Muhayyer: Seçilmesi serbest olan seçmece, beğenmece.
[6] Hakâyık/Hakâik:
Hakikatler, gerçekler
[7] Bende: Samîmiyetle bağlanmış olan.
Hizmetçi. Hizmetkâr. Köle. Esir. Kul.
[8] Sâlik: (sulûk)
Bir yola girmiş olan, bir yol tutup onu tâkip eden kimse.
[9] İsr: İz,
ayak izi. Gidiş, meslek, tutulan yol.
[10] Mülhid: (İlhād)
İnançtan dönmek, inkâr etmek, dinsiz, imansız kimse
[11] Bed: Kötü, fenâ, çirkin
[12] Saman:
Servet. Zenginlik. Rahmet. Dinçlik. Düzen, tertip. Bir kimsenin varı-yoğu,
serveti.
[13] Kenz: Hazine.
[14] Lâyefna:
Bitmez, tükenmez. Fenaya gitmez. Yok olmaz.
[15] Kenz-i
lâ-yefnâ: Bitmez tükenmez hazîne.
[16] Makar: Oturulan, karar kılınan yer; merkez;
pâyitaht.
[17] Menfûh: Üfürülmüş,
nefh olunmuş.
[18] Mâsiyet:
Günah. İsyankârlık, asîlik, itâatsizlik
[19] Nakize: Birbirine zıt ve karşı olan,
zıt, karşıt. Çelişen.Tenâkuz
[20] Buud/Bu'd: Uzaklık.
[21] İhtilât: (Halt) 1-Bir şeyi bir şeyle karıştırmak 2- (Hastalık
için) Başka hastalıklarla karışma.
[22] Muâvenet: Yardım
[i] Seyyid Nigari
Terk-i variyyet ile
söylesin erinî erinî
Len terânî dimez ol
yâr-ı hüveydâ görünür (191/8)
Erinî erinî diyeriz
tâlib-i dîdârlarız
Feth kıl perde-i
maksûdumuzu yâ Fettâh (111/6)
Hayret-efzâ-yı tekellüm
‘âlem-i güftârda
Erinîden ben len
terânîden makãl eyler nigâr (195/4)
Ey dîde nazar kıl bir
gör kim nice bin tâlib
Erinî anı söyler hep
keşf-i kıbâb ister (156/8)
Tâlib-i cilvenem ey mâh
murâdım ammâ
Meskenim Tûr-ı tevellâ
erinî avradımdır (237/4)
Rabbi erinîden garaz
dîdâr-ı dilberdir hemîn
Yohsa kim tâliblere
sanman tecellâdır garaz(353/5)
0 yorum:
Yorum Gönder