118 (22.07.1962) 80 dk (161)
Ahlak mevzûu üzerinde devam etmekte. Mevzû iki esasa ayrılmıştı, birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın da menbaı kalp olduğunu her hafta tekrar tekrar söylüyoruz.
Kezâ akıl, kalp, vazife, aşk, bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû insan ile alakadar. İnsan nedir? Gelişindeki gidişindeki gaye nedir? Yokluk çölünden, varlık vücûd-u pazarına ne içün getirilmiştir? Mevcûdât kendisine neden müsahhar kılınmıştır? Gelmesinde gitmesinde ihtiyârı var mıdır? Bir veçhesi çok kudretli, bir veçhesi çok zayıf. Bu varlık nedir? Onun üzerinde konuşmalar yapıyoruz.
İnsan, mânâsı itibariyle tarifi beşerin takatine verilmemiştir. Beşeri bir kudret tamamıyla insanın mahiyetini, hüviyet-i mânâsını, cihet-i enfüsisini anlatamaz. Duyar hisseder fakat ifade edemez. Neden acaba? Zira insan naib-i Hak’tır. Enisi munisi Hak ve hakikat olduğu içün, kolay kolay tahlil edilemez.
Vak’a suret itibariyle görünüşü, o kan ve kemik torbasından ibaret oluş kısmı konuşulabilir, tartılır. Neticede boyunun uzunluğunda bir çukur kendisini istiap edebilir. Fakat kendisinde bir varlık vardır ki bütün kâinatı da o istiap eder. Mühim nokta bu.
Ee insan, bu kadar mütenevvi[1] çeşit çeşit ilme, muazzam nüfuza haiz, bir kuvve-i akliyeye, bir kuvve-i idrakiyeye malik; bunlarla bunun hakikatini anlatmak imkânı olmaz mı? Hayır. O çeşit çeşit suret-i zahiredeki bilgiler, o nüfuzlar, o kuvve-i akliyye, o kuvve-i idrakiyye, bu fani toprak içerisindeki mücadeleden ibarettir.
İnsanın bir içi var. Sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan bir varlığı var. Dur dediği vakit, durmayan bir akıntısı var. Daha daha insanın...
(Bunu, sofranın ekmeği gibi, her konuşmada tekrar ediyorum. Belki içimizde birisi o konuşmada bulunmamış olur. Buraları bilinmezse veyahut hatırlatılmazsa bilinir de hatırlatmak icab eder. Diğer konuşacağımız kısmı anlaması güç olur. Onun içün tekrar etmek mecburiyeti var. Hemen her konuşmada tekrarlıyorum.)
İki veçhesi var. Bir yüzü âlem-i hilkate nazır, bağlanmış. Yani bu gördüğümüz görmediğimiz bu mazâhir, hilkat âlemi, oraya raptedilmiş. Bir veçhesi de âlem-i kudrete raptedilmiş. Âlem-i hilkatte kendisine Kudret, aklı rehber olaraktan vermiş. Âlem-i hilkate gelince orada akıl, bir şey ifade edemez. Sahası var sınırı… Oraya kadar yol verilmiş kendisine.
Âlem-i kudret de aşk ona rehberlik edebilir. Tabi buradaki aşk romanda okunan aşk mânâsına değil. Ahlak ona, romanda okunan aşka “nefiste hâsıl olan muhabbet” der. Buradaki aşk, o mânâya değil.
Şöyle asude kaldığı vakit: Kıymetli
hayatın bir anını kendine hasr et, emri verilir ahlak tarafından insana. Hepimizin
işi var, gücü var, vazifesi var. O dünya denilen bu dâr-ı iptilada birçok
kendisine verilmiş vazifeler var. O hadiseler arasında...
Geçen konuşmamda söylediğim gibi hayat, ileride hesabı sorulmak ve alınmak suretiyle insana verilmiş iğreti bir sermaye demiştik. Hayatın ahlakta tarifi bu.
Hayat ne demek? İleride hesabı
verilmek suretiyle insana verilmiş müstear yani iğreti sermaye. Hayatın tarifi
bu. E bu geceyle gündüz birbirini takip eder. Bu biter, tükenir gider. E
insan da mensi ve mühmel bırakılmayacağı da aşikâr değil mi ya. Artık...
İnsanlar içün dört devir vardır bugüne kadar. Bundan sonra belki bir devir daha açılır. Bir fıtrat devri var. Fıtrât-ı ûlâ[2] derler ki o devirde mânâya iman; daha saf, daha pürüzsüz, daha rahat. Siz zanneder misiniz ki, iman sonradan zahir olmuştur? Bidayet-i hilkatle, insanın gelişiyle beraber doğmuştur, o fıtrât-ı ûlâda...
Mesela sizinle tarihin henüz mazbut olmayan bir devresine fikren seyahate çıksak. Bir sahra-i beyâbanda; baltası taştan, sarayı ağaç kovuğundan, elbisesi avladığı hayvanın derisinden, gıdası da o hayvanın etinden olan öyle bir devreye girsek. Fikren bir gezintiye çıksak görürürüz ki taştan yapılmış baltasını bir kenara fırlatmış, bir geniş ağacın kovuğunun önünde yatmış, hayvan postu ile kendisini örtmüş, düşünüyor. Acaba ne düşünüyor? Neyi düşünüyor?
Bilen düşünür, düşünen konuşur. İnsana ait bir vasıf bu. Kudret bunu insanlara... İnsan bildi mi düşünür, düşündü mü konuşur. Konuştu mu, Konuşturan kendisiyle konuşur. Bilmem anlatabiliyor muyum acaba? Ne konuşur? Öyle mütenevvi ulûmu yok. Muazzam bir nüfuzuyla milyonlarla insanları sürükleyebilecek bir kuvveti yok. Fakat düşünüyor.
Acaba bir ağır vergisi var da o vergiye ait olan serveti toplayamadı da, bunun günü bitiyor ne yaparım diye onu mu düşünüyor? Henüz köy teşkilatı bile yok. Yoksa bugün iş bulamadık yahut işimiz ters gitti. Çocukların nafakasını bu akşam çıkaramadık, ne yaparım diye onu mu düşünüyor? Daha aile teşkilatı yok. Neyi düşünüyor?
Kendinin iç âlemini düşünüyor. İsimlendirmemiş ama daha temiz. Cicili bicili kelimenin arasına girmemiş fakat daha muazzam, daha safiyane bir düşünüş. Kimim diyor, aslını arıyor. İsmini koyamıyor nihayet kendi kendine iç âleminden gelen bir sesle: “Var var!” diyor. İşte o “Var var!” dediği O’dur. Anlatamadık mı acaba?
Bu, bir gün anlatırım bu kaç devreye çıkmıştır. Bilinen beşerin hilkatinden bugüne kadar dört devreye çıkmıştır. Birinci devrede nasıldı? İkinci devrede nasıl? Üçüncü devrede nasıl? Biz şimdi dördüncü devredeyiz. İkinci devrede felsefesi başlamıştır beşeriyetin. Orada akıl, gönlünün bulduğuna balta olmaya çalışmıştır. Anlatabildik mi? Biraz buraları ağır amma ben onu diğer konuşmalarda açacağım. Üçüncü devirde ne olmuştur, bugün ne oluyor?
Netice itibariyle söyleyeceğim şey; insanın kendisinin bu âleme gelişinde kendisinin varoluşunda, bu tecellinin nereden geldiğini... Ben kendimi kendim mi yaptım? Kendisini yapan her şeyi yapar. Her şeye kadir olur. Acaba muhitim mi yaptı? Benden aciz. Kendinden aciz.
O hâlde, başlar: “Ben kimim, nereden geldim, ne olacağım, hayat memat nedir? Bu hadisat, bu mesaib, bu külfetler, bu sevinçler, bu ıstıraplar, bu musibetler, bu istirahatler, nereden gelir, nereye gider?”
Bunu gözünün önüne yığdığı vakitte kendisine: “İnan!” diye içinden bir vicdanın sesi gelir. Onu duyduğu vakitte kendisinde aslına bir iştiyâk hâsıl olur. O iştiyakın, o heyecanın adına “aşk” derler. O aşk Kudret’in adıdır. Anlatabildik mi? Bizim burada ahlakda bahsettiğimiz aşk, bu aşk.
Demek oluyor ki: İnsanın âlem-i kudrete bağlı olan veçhesindeki aradığını akıl değil, aklın sahasında değil, aşk
adama öğrettirir ve onun kemali kimde varsa ahlaka göre Hazreti İnsan ona denir.
Şöyle bir misal vereyim. Bir Hazreti İnsan
dedim, bir sınıf ayırdım insanlar içerisinde. Bunların hepsi bir değil mi?
İnsan olması hasebiyle bir fakat aldığı sıfatlar, gösterdiği kıymetler itibariyle
tabi ayrılır.
Cenin, anne karnındaki çocuk, gizli olup bize görünmediğinden dolayı “cenin” denmiş. Gizli mânâsına o. Anne karnında. Cenin denmesindeki illet biz görmüyoruz orta yerde onun mânâsı gizli. Mesela “cin” deriz. Bize gizlenmiş olan mahlûk demektir, ondan dolayı cin denmiştir.
Cenin, anne karnında harekete başlarsa…
Devreleri var onun.
Kudret, insana ders kaçırıyor. Nasıl zulme divan durursun yahu, diyor. Nasıl olur da aciz insana taparsın! Nasıl olur da seciye-i insanini ayakaltına atarsın! Nasıl olur da hayat-ı ebedini, bitmeyen hayatını, muazzam o bahtını, baht-ı sermedini, nefs-i emmarenin adi bir matahına değişirsin? Değer mi, diyor. Niye benimle bir irtibat yapmazsın? Bidâyetini, bidâyet-i hilkatini niçün düşünmezsin?
Evvela ismin yoktu, resmin yoktu, cismin yoktu, vesmin yoktu. Kendi kendini bilmezdin. Muhitin de senden haberi yoktu. Hiçbir defterde ismin bulunmazken... Kaç yaşındasın, otuz. Otuz beş sene evveli kendini bilir miydin? Bilenin var mıydı senin? Hiçbir yerde bir fotoğrafın filan var mıydı?
Sana isim verilmiş, hüviyet verilmiş, bu verilişinde de birçok devreler geçirmişsin. O ezelde verilen isminin bilinmesi içün sana bir suret verilmiş. Sen nihayet bir cevher-i insani iken o cevher-i insani olabilmesi içün, anâsır gömleğinden birçok şeyler, tecellilerden sonra, rahm-ı madere memur olan vücûd-u maneviye: “Doku bakalım, levh-u mahfûzdan şunun resminin kopyasını çek.”
Kan pıhtısı da et parçası da… Şimdi burda teşrih[3] anlatacak değiliz ya herkesin bildiği şey.
Fakat şöyle insan bir düşünecek
olursa, öyle pek semayı deler gibi bakmaz. Bidâyet-i hilkatine şöyle bir nazar-ı
iman ile... Ne yeri ezer gibi basar, ne insanın canını yakar, ne bir zerrenin
hatırını kırar. Böyle düşünecek olursa.
Malum ya zahiri vaziyet insanı değiştirir. Gaflette kalırsa adam, mânânın zevkini anlamazsa, biraz evveli konuştuğum bu aşkı tatmazsa, kendisine bir sahte benlik gelir. Oldum sevdası olur. Pazusuna güvenir, kuvvetine güvenir. Onlar hepsi geçer.
Mesela bir kumandan yüz bin kişilik bir orduya “arş” der. Üç harfin bir araya gelmesinden yüz bin kişilik ordu rap rap yürür. O kumandanın “a-r-ş" harfinin neresine gizlenmişti ki o nüfuz? O nihayet bir gün gelir o kumanda kendisinden alındığı vakitte çöpçüyü çağırsa bakmaz. Fakat ona Kudret, o anda nasıl bir tecelli yaptı da bütün iradeleri o kelimenin arasına getirdi diye eğer o insan düşünemezse zavallıdır. Düşünürse: “Bir yerden gelen varlıkla verdim. Binaenaleyh bu, bir günde benden alınır fakat ben yine o yere tam bir selam verdiğim vakitte manzume-i melekût: Sen insansın, ben sana selam vereceğim” der.
İnsanın kıymeti büyük. Malum ya melek, Âdeme secde etti. Neden secde etti? Âdem’de Hak vardı da ondan secde etti. Bir şey anlatabiliyor muyum?
Cenin... Mevzûu kaybetmeyelim burası nirengi noktası. Harekete gelince, onu anlatıyorduk. O devrelerde. Mevcûdât “kün” emrinin daire-i merkeziyesinin haricine çıkmasına imkân yok. Onun farkında olmayanlar mevcûdâta zulmederler.“Oluverin” emrinin haricinde bir zerre, Kudret bırakmamıştır.
Bütün varlık, “oluverin” emrinin merkezi dâhilindedir. Ve bu emir bir anda verilmiştir. Mevcûdât da bir an da olmuştur. Senin gelişinle Âdem ve Âdem’den evvelki âlem... Mesela daha henüz beşeriyyet, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin haber verdiği âdem devrelerine agâh değil.
Mesela mürebbi-i ukûl olan Zât buyurur ki: “İnnallâhe halaka Âdeme. Âdeme’l-malum bade miete miete elfe âdem.”
Sizin tarihen bilmiş olduğunuz Âdem, son Âdem’dir. Ondan evvel bu hilkat, sayıya girmeyecek milyonlarca âdem devresi getirmiş gitmiştir. Daha fen ilmi işte üç yüz bin senelik, beş yüz bin senelik, bilmem bir milyon senelik müstehâseler[4] işte âdem şusu busu ooo daha çok geridesin. Ne milyon ne milyar ne trilyon ne nüvilyon. Adet manzumesine girmeyecek devreler geçirmiştir bu, kaç bin devre âdem gelmiş kapanmış. Yeni bir de âdem devri, o da gelmiş o gelen devir adet manzumesine girmez.
Bu hilkati, bu kudreti, sen şöyle
ufacık bir şey mi zannedersin! Durur akıl. Onun içine girdin mi, içini çekerken
küçük dilini yutarsın. Yok oluverir. Kopar yerinden.
E kimi bu kadar bin sene evvel gelmiş.
Sevkiyatta geç kalmak, o sevkiyatın memuru ben değilim ki.
Nasıl insanları askere alırlar; birisi efendim hep birden toplanır, bir esnânın[5] efradı, işte bu kadarı filan günü gider, bu kadarı filan günü gider, bu kadarı filan günü gider. Kudret de öyle. O’nun hikmeti, meskûtun anh[6] onu biz bilmeyiz. Fakat bütün varlık ”Oluverin” emrinde onun merkezi dâhilindedir.
Kudret’in levh-i mahfûzundan her birimizin sureti çekildikten sonra, hilkatin sahibi olan, oraya memur etmiş olduğu o manzume-i kuvvâ-i İlâhiden bir kuvveye: “Çekil bakalım, bununla aramızda bir rabıta başlayacak” diye ruh-u menfûh ile bizi tekrim etmiş. Kıymeti buradan alıyoruz.
Kendisine izafe etmiş. İnsan damgasını basmış. Hareket de başlamış, anne karnında. Hareket başlayınca Kudret havâssını bahşetmiş. Onun içün nasıl anne karnında harekete geçince havâss[7] bahşedilmişse bu âlemde bir anne karnıdır; gel burada da bir hareket yap da bir mânâya doğru ahlak da teâliye doğru. Kudret burada da bir ayrı hususi bir havâss versin. Anlatabildik mi acaba?
Cenin, anne karnında harekete geçince havâssını veriyor. Görmek içün göz, işitmek içün kulak ve diyor “İnsaf et!” diyor. “Bir anın vardı görmüyordun, sana görmek içün göz verdim. O gözünle bana hain bakasın diye mi verdim! Bir anın var, bir devren var işitmiyordun, sana kulak verdim. Ben söylendiğim vakitte o kulağı tıkayasın diye mi verdim! Bir vücûdun vardı tutmuyordu, tutmak içün bir kuvve verdim. Mazlumu tutasın, o kuvvetle zalime elini siper edesin diyerekten verdim. Sen o kuvvetle mazlumu ezesin diye mi verdim!”
Bunlar birbirine hep bağlı. Öyle değil mi ya? Bir adam ne kadar sert konuşursa konuşsun ne kadar gönül kıracak bir şekilde cümlelere sahip olursa olsun; nihayet Kudret, onun dilini çene kemiklerinin arasında un ufak yapar.
Müşâhededen daha kuvvetli burhan olamaz. Tecrübeden sonra hâsıl olan ilimden daha ziyade irfan olamaz. Biz bunu hem müşâhade ediyoruz hem tecrübe ediyoruz, neden birbirimizi yiyoruz? Bu bir düsturdur. Müşâhadeden daha kuvvetli burhan olmaz. Tecrübeden daha büyük de irfan olamaz. Biz bunu, Kudret bize bunu her an bize müşâhade ettirir.
Ne kadar acı dile sahip olursa olsun çünkü insana hayatı mematı dil verir. Söz insana hayat verir, söz insanın hayatını alır. Anlatabildim mi acaba? Hayat verir, hayat alır, söz. Ehh sözünle vurdun, kırdın, yaktın. Fakat hüner, o dilini çene kemikleri arasında un ufak yaptırmamaktır. Yapmaz olmasaydı ya!
Ne olursan ol, yine seni orda yer yiyecek. Ve bu dilini de çene kemiklerinin arasında un ufak yapacak. Fakat yalnız ihtirâsât-ı nefsâniyesine kapılmış, yalnız mahsusat âleminde dolmuş, fikrini yalnız kendi hevesâtına tahsis eden, hevâ-i nefsaniyesi ipine bağlanan, hiçbir vakit benim bu söylediğim sözlerden bir şey anlamaz. Anlayamaz, kapalı!
Kudret de öyle diyor, kendisi. Kendi de öyle der. Beyan eder o sınıf insanı.
Gelelim mevzûmuzun an yerine. Görmek içün göz havâss, tutmak için el, tatmak içün ağız, koklamak içün burun, bunları veriyor. Fakat biz anne karnında bunlardan haberimiz var mı? Haberdar mıyız bunlardan? Yok. Neden? O anne karnı bunları kullanmaya müsait değil.
Anne karnındayken ağzın vardı kullanıyor muydun? Gözün vardı kullanıyor muydun? Kulağın vardı kullanıyor muydun? Burnun vardı kullanıyor muydun? Haberin de yoktu. Haberdar değildin, bilmiyordun kullanmıyordun. Çünkü o anne karnı bunları kullanmaya müsait değildi. Doğdun ikinci bir anne karnına düştün.
Burada yaşamış olduğun sahne bir annedir. Hepimiz doğacağız. Her fert doğacak “gel” emri ile asıl hayat başlayacak.
Nasıl anne karnında bize havâss verilmiş ve ondan haberdar değilsek ve doğduktan sonra bu âlemde hemen annesinin memesine yapışır kuvve-i zâika[8] başlar. İşte bütün kuvveler başlar işlemeye, çünkü bu sahada, o anne karnında verilen havâssın kullanılmasına müsaittir.
Burada da her insana Allah, havâss verir. Fakat bu anne karnı onları kullanmaya müsait olmadığı içün onlardan haberdar değiliz ve kullanamayız. Anlatamadık mı? Yarın doğacağız, o âlem bunları kullanmaya müsait olacak, burada verilmiş olan havâss orada işlemeye başlayacak.
Bir sual varid olur. Acaba bu âlemde bizim göremediğimiz kullanamadığımız o havâssı kulanan insan var mı yok mu?
Var. Benim göremediğimi görür, benim tutamadığımı tutar, benim yetişemediğime yetişir, benim gidemediğime gider. İşte onlara Hazreti İnsan derler. Ahlakta Hazreti İnsan tarifi bu.
Biraz sıhhatim müsait değil bilmem
anlatabiliyor muyum? Yoruldum ama.
Onun içün ahlak der ki: Şu kıymetli hayatın ne olursun bir anını da kendini düşünmek içün ayır, ona hasr et. O sinende çarpan kalbinin o cevelangâhı olan o ihtisasâtını kendisinden bir defa sor. Kendi kendine gel bir defa sor. Seni nerelere kadar götürüyor? O hayrette kalan kalp, bu anâsır âleminin heyecanının hangi noktasında sükûn bulabiliyor?
Bu küre üzerindeki eşyaya, taaa semasından süreyyasından başla; mansıbları, debdebeleri, servetleri, câhları, ünvanları, bütün alayişi nasıl buluyorsun? Öyle ya bir âlemde yaşıyorsun bunun semasına bak, etrafına bak, debdebesine bak, câhına bak, süreyyasına bak, semasına bak. Bunlar hepsi senin nazarında mahvoluyor mu olmuyor mu?
Kendi kendine gel bi defa bunun hesabını ver. Oluyorsa bugün nasılsa yarın da öyledir. Bir şey anlatamadık galiba, nazarlar acaip! Eğer oluyorsa, bugün nasılsa yarın da aynı neticeyi verecektir. Başka bir şey yok.
Hiç kendini, geçenlerin hâlinden ibret alarak bir sükûnete götürebiliyor musun? Halka arş azametinde bulunan insanlar, bu âlemde ne olmuş? Hepsi toprak üzerinde secdeye varmış, değil mi? Tav’an kafasını yere koymamış ama Kudret, kerhen tepeleye tepeleye koydurmuş değil mi? Secdeden maksat başını yere koymak demektir. Kudret, hiçbir kimseyi bırakmamıştır ki kafası yere değmesin. Onu her vakitte yapar, nihayet uyursun kafanı yere korsun. Kerhen secdedesin.
Halık’ı bırakarak kendilerine taptıranlar, bunların en ileri gidenlerinin akıbeti ne olduğunu düşündün mü der, ahlak. Kendine taptıranların en ileri gidenlerinin akıbetleri ne olmuştur? Sen niçün aciz insana taparsın, der. Akıbeti olmayan bir şey, neticesi olmayan bir şey.
Bunu idrak hususunda Kudret: İlim istemem, diyor. Benim ilmim yoktu da anlayamadım. Hayır, diyor. Bunu Ben senin kendi içindeki sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûduna olduğu gibi bildirtmiştim. Bu hususta âlim de cahil de müsâvidir. Hiç kimseyi kabul etmem, der. Anlatabildim mi acaba? Bunda mazeret yok hepsi müsâvidir. Bunu idrak hususunda, cahilin kalbiyle âlimin kalbi arasında bir fark yoktur, diyor Kudret.
İnsan, zaman-ı felaketinde kendisine babasından daha müşfik, anasından daha yâr, sevdiğinden daha kuvvetli sarılan büyük bir el arar, el! Ve bunu hemen hemen herkes hayatının bir anında belki tatmış olabilir. Tatmamışsa zavallıdır. İnsan zaman-ı felaketinde öyle bir el arar ki, o el; anasının elinden de daha merhametli, babasının elinden de daha müşfik, dostunun elinden de daha latif, daha kerim böyle bir el arar. O el de her an tecellidedir.
“Sen bu eli bıraktın da niçün bu ele cephe alan ele, el uzattın?” der. Diyor işte: Halka arş azametleri önünde sanki bir arş azametiyle yaşıyormuş gibi nice kendisine taptırtanlar vardır. Bunlardan akıbetlerinin ne olduğunu hiç mütalaa etmedin mi diyor. Bir an kendine gel de bütün hadisat arasında bir iç âlemine dal. Ne oluyorum diye düşün, der.
Bunu size iyi, daha iyi anlatmak içün bir şey okuyayım. Dinler misiniz? Onu okumazdan evvel, aklın tarifini yapıyorduk. Akla bir yere kadar misal verdik anlattık. Şunu da bil ki; “Amirim aklımdır, hâkimim vicdanımdır. Başka bir şey tanımam!” diyenler, bu hayatta çok mahrum olaraktan geçerler giderler. Güvenme hiçbir vakit kardeşim. Bazı insanlar vardır. “Ben tanımam der, ne mânâ tanırım ne ebed tanırım ne ezel tanırım. Ya? Benim amirim aklımdır, hâkimim de vicdanımdır.” Var mı acaba?
Sû-i istîmâl olunan bir kelime vicdan kelimesi. Vicdan... Üüüü, o bir Arapça kelime “bulmak” mânâsına. Vicdanın mânâsı: Bulmak. Neyi bulmak? Vicdan, Hak ve hakikatı bilende bile yok. Bulan da vardır. Sen onu öyle ufak bir şey mi zannedersin. Öyle herkesin ağzında, hepimizin ağzında dolaşır gider.
Evet insan bu âleme, bilip bulup olmaya gelmiştir. Neyi bilecek? Evvela sevecek taalluk edecek. Neye? Aslına. Taalluk ettikten sonra tahalluk edecek, onun ahlakını giyinecek. O ahlakı giyindikten sonra vücûd şaibesinden eser kalmaz. Kendisinden bir şey kalmaz. Kendisini bulamaz. Benlik denilen şey kalmaz.
Kendisi kalmayınca bu vücûdun sahibi, orta yerde seni bırakır mı? Sahibi tutar. Kendisi orada tahakkuk eder “Olur” işte. Bir şey anlatamıyoruz! Bu (vücûdun) senin mi? Benim ya! Yağma mı var, öyle mi zannedersin!? Kudret, adama hiçbir şey vermez, hep iğretidir. Yalnız keremi bol, bir şeyi almam demiş. İmanın varsa almam, diyor. Ondan mâadâsını, cayır cayır...
[9] وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ “Hakiki mirasçı benim, der. Ben mirasçıyım herkes bana bırakacak”
İnanan da inanmayan da, kabul eden de etmeyen de hepimiz ona çalışırız. “Yok, ben kendime çalışıyorum” Yook! Ya dalâle mazharsın, o ismin icabâtı neyse o hesaba çalışırsın. Ya hidayete mazharsın, o ismin iktizâsı neyse ona çalışırsın. Bu tezgâh açılmıştır, kendi hesabına çalıştırır. Çalıştırır, çalıştırır, çalıştırır; ondan sonra arş der, bir tekme vurur çukura.
Kâinatın serir-i saltanatına sahip olmuş olsan dahi “karşıki çukura!” dendiği an derhal! Kâtip yazısını yazarken, kadın tenceresini kavururken, âlim ilmini düşünürken, ne bileyim zalim zulmünü yaparken, mazlum bir yere büzülmüşken, hiç kimsede kıpırdanmak yok “gel” dedi mi tırık gider.
Kimseye bırakmaz. Hep O’nun. Ama o hayal gelmiştir kendi kendine bu malikhaneyi yapıyorum, buna çalışıyorum, şunu yapıyorum, buna çalışıyorum. O sevdayı vermese sende o zevk olmaz. Sana o sevdayı vermiştir. Gölge avına çıkarmıştır. Benim diye çalışırsın. O da, Kudret de tebessüm eder, güler.
O'na herkes O'na... Pazar O’nundur. Hakiki insan olanlar bunu idrak ederler. Bu mâdâm ki O'nun, ben bunun olduğunu idrak ederim. O’nun hesabına kendimi tutarım der, kâm alır. Sonra dikkat edin. Dikkat edin. Kudret diyor ki: Siz bu muazzam fabrikayı, insan denilen bu muazzam fabrikayı, eğer siz kendi kendime işletirim derseniz iflas edersiniz. Gelin bunu bana satın siz. Ben sizin hesabınıza, sizin elinizle işleteyim. (Tabirime dikkat et) Sizin hesabınıza sizin elinizle işleteyim. Bir netice alın.
Mesela bu fabrikada en muazzam alet diyelim, akıldır. Fakat ... büyüklenerek “yaratırım” sevdası ile bu işten netice almak istersen o akıl ki... Senin içün bir rehberdir; sana o kadar iz’ac vasıtası olur ki, o kadar seni iz’ac eder, o kadar müz’ic olur ki mazide geçirmiş olduğun ne kadar âlâm varsa elem ıstırap, onları senin önüne diker.
Zaten ömrüm şöyle geçtiydi, şöyle idi böyle idi... Bunun dedikodusuyla seni iç âleminde konuştura konuştura, yıka yıka, bu yetmiyormuş gibi de daha vukûu tahakkuk etmemiş, ne olduğu belli değil, ileride istikbalde gelmiş gibi ne kadar mahuf korkunç hadiseler varsa dokur. Şöyle olacak böyle olacak şöyle olacak, ikisinin arasında ezer ezer, seni aslına kavuşturtmadan geçirir gider.
Fakat onu Kudret’ine verecek olursan sende tılsımlı bir anahtar olur açılmayacak kilitleri açarsın. Onun içün: Akıl, hakikat-ı mutlakâyı ancak kendisinin kayıtlandığı derecede, kendisinin mukayyet olduğu müsaade nispetinde idrak edebilir. Onun haricinde bir şey yapamaz.
Onun haricinde ne yapar? Aşk yapar, iman yapar. Onun içündür ki iman ve mânâ hiçbir zaman şahrâh-i[10] medeniyette uçurum olmamıştır. Kim ki insanı mânâdan imandan “Efendim medeniyete manidir, şuna manidir, uçurum terakki ettirir!” O bil ki senin hürriyetini alacak. Seni kendisine esir edecektir de onun içündir.
Çünkü aşk ve iman, insana fıtrat-ı asliyesindeki hürriyeti verir. O hürriyeti nasıl çalsın? Bu şekilde çalmak içün söylenir. Hiç aşk ve iman, medeniyet uçurumu olur mu? Olmaz. Ne dedik? Herkesin akıbetini, şöyle insan iç âlemine gelir de bulunduğu, ikbalinde hud’a idbarında fecia gizlenen, hezar aşina bir acuzeye benzeyen... Bu dünya öyledir.
Bu tarif, Cenâb-ı Hayder’indir.Öyle tarif eder. Yalnız yanlış anlaşılmasın. Dünya dendiği vakitte de bu gördüğün mazâhiri anlama. Hak’tan gafil eden ne varsa dünya odur. Seni Hak ve hakikatten hangi şey alıkoyuyor işte dünya odur. O alıkoyan şey de zahirde çok tatlıdır, fakat içinde semm-i katil vardır. Hezar aşina bir acuzeye benzer. Dirliği kısa. Hezar aşina bir acuze ne demek? Sana güler yüz gösterirken gözüyle başkasına işaret eder. Birisinin gönlünü yaparken diğerinin gönlünü kırar. Yaa, hezar aşina. Onla iş olmaz.
Meyl eyleme ol yâre ki ağyâr eli değmiş.
Efsürde olan gülde letâfet bulunur mu?
Merhun-u dil-ü hasret olan hatır açılmaz
Medyun olan âdemde şetâret bulunur mu?
Meyleyleme ol yâre ki ağyâr eli değmiş.
Pejmürde olan gülde letâfet bulunur mu?
Merhun-u dil-ü hasret olan hatır açılmaz.
Medyun olan âdemde şetâret bulunur mu?
Nefsine borçlu adam… Nefs-i emmaresine köle olmuş, onda Hak ve hakikat şetâreti aranır mı? Köle yaşıyor. Olmaz. İnsan şöyle gerek fikren gerek tarihen şöyle gerisine doğru bir nazar edecek olursa, kendinden evvel gelip geçenler içinde öylelerini görür ki saltanatın, ikbalin kusrasına varmış. Halka arş azameti satmış, fakat nihayet yere secde etmiş. Şimdi aslını bırakarak onlara tapanlara sormalı. Hiç dikkat etmedin mi ne oldu? Ya... Onun içün şimdi bunu okuyacaktım.
Biz ne Rüstemler ne Sam u Güstehemler görmüşüz.
Bunlar tarihte azametiyle şevketiyle şöhret afak-ı cihan olmuş olan insanların isimleri.
Biz ne Rüstemler ne Sam u Güstehemler görmüşüz.
Sagârından ayrılıp göçmüş ne Cem’ler görmüşüz
Sufe benzer çok leyali leyali-i keder seyreyleyip
Muhtın-i leyli felaket sufi demler görmüşüz.
Nevbahar hüsnüne mağrur olmasın cânân
Ki biz revnâkı solmuş hezaran gonca-femler görmüşüz.
Öyle değil mi ya? Sen o basmış olduğun yere öyle hakaretle basma. İki konuşma evveli söylediğim gibi, ya bir dilaranın yanağıdır ya bir gonca-fem dudaktır yahut bir arslanın göbeğidir. Bunlar hepsi bize ibrettir. Zaten topraktan bir feyz almayan, kalbine bir nur, bir zevk, bir mânâ duymayan hiçbir şeyden almaz.
Toprak insan içün en büyük rehberdir. En
büyük dersi toprak verir insana. Neden?
Mesela İmam-ı Ali’ye Ebû Turab denmiştir. Toprak Babası. Bilir misin neden dendi, Toprak Babası? Onu yanlış anlarlar da işte bir gün yatmış, yatarken yüzüne toprak sürülmüş. Cenâb-ı Fahr-i Âlem yüzünü silmiş de: “Âh Ebû Turab, ah Ebû Turab!” O remiz o. Asıl mânâ o değil.
Âlem-i ebediyette adama sorarlar: Nâri mi yaşadın turâbi mi yaşadın? İblis nârdandır, insan turabdandır. Anlatabildim mi acaba? O bazı mânâ verenlerde oranın inceliğinin farkında değildir mesela âlem-i maâdda insan zalim, kendi kendine dövünecek.
[11] يَا لَيْتَن۪ي كُنْتُ تُرَابًا ”yâ leytenî küntü turâbâ” (Nebe,40) Aaahhh nolaydı olaydı da keşke toprak olaydım.
O bildiğin o toprak mânâsına değil. Toprak ahlaklı olaydım. Ateş gibi yaktım kâinatı, adam olamadan geldim. Anlatabildim mi? Aaah, nolaydı olaydı da keşke toprak ahlaklı olaydım.
Ona Resul-u Zişân’ın Ebâ Turâb demesindeki illet: Sen hilkatin mâ-bihi’l-iftihârısın[12] Düşmanına merhamet elini uzatırsın. Herhangi bir kimse sana ne yapmış olsa yine bana ait olan bir varlığınla kereminle tecelli edersin.
Bir remizdir, bir misaldir. Öyle değil mi ya? En kuvvetli sevdiğin olur gözünü kapadığı vakitte burnunu tıkarsın iki gün sonra, aman kaldırın dersin. Toprak: “Bana getir, der. Benim sineme ver ben basarım.” Tükürürsün, pislersin, işersin, cifeni gömersin, hakaretle basarsın yine sana lazım gelen muameleyi yapmaz.
Yine nân-ı nimeti sana böyle o Kudret’in ismini alarak el dokunduğu vakitte solacak bir vaziyette olan o filize meydan verir. Çık şu insana kavuş, der. Nimet olaraktan sana kavuşturur.
Sen de toprak ahlaklı ol demek mânâsınadır. Anlatabildik
mi acaba?
Ateş ol. Ne olacak yerini küle bırakacak. Kâinatta hangi ateş vardır ki yerini küle bırakmamış? Zalim nefis ihtiyarlayınca mazlum olur. Dişleri dökülen kurt, koyunlara çobanlık eder. Zalim, kendi budundan kebap yapıp yiyen adama derler. Tarif edilmiş.
Bergüzârı yâr bilmişiz etmişiz hüsn-ü kabul.
Yârdan ümid edilmez sitemler görmüşüz.
Size bunu ben tahlil edecektim amma
bugün hâlim yok.
Ta ebed tabiri bitmez söylesek bir anının
Biz bu rüya-yı taayyünde ne demler görmüşüz.
Senin bu yaşamış olduğun âlem, bir taayyün-ü rüya âlemidir. Sen bana bunun ilmen bu âlemin rüya olmadığını isbat edebilir misin? Rüyada gördüm, diyorsun. “Evlendim, çoluğum oldu, çocuğum oldu. Şu bahçeye sahip oldum yahut beni götürdüler yahut bir gayr-i hakkın masum idim dinlemediler...” Ter içinde uyanırsın, şöyle dövdüler, böyle hapsettiler. Ne oldu? Rüya. Oradaki rüya da buradaki neden bakalım rüya değil mi? Yarın uyandığın vakitte “yahu bir rüyadan geldim” demeyeceğin ne malum senin. Sen ne zannedersin bu âlem-i Kudret’i.
Bergüzâr-ı yâr bilmişiz etmişiz hüsn-ü kabul.
Yârdan ümid edilmez sitemler görmüşüz.
Daima hayatın sadmeleri geldiği vakitte Kudret’in bana iltifatıdır. Onun içün biraz evveli ahlakta Hazreti İnsan dediğimiz kimseler daima ellerini açarlar: Hilkate vereceğin belaya bizi siper yap, derler.
Mesela Fuzûlî, ne keremli adam. Dua ediyor. Biz, ödümüz patlar.
Ya Rab bin belâya müptela kıl beni
Hani bazı insan der ki: Efendim bela okuma, bela okuma! Sen okusan ne gelecek ben okusam bana nerden gelecek. Hadi seni karıştırmayayım da kendime... Bela, Kudret’den tecellisi iktizâ eden bir hâldir ki onu kim güzel karşılar, kim güzel elbise giydirirse Allah onu ona verir. Bana vermez, bana musibet gelir. Kudret muhafaza etsin.
Bela, Hazreti İnsan arar.
Efendi arar bela. Onun içün öyle
demişler.
El-belâ ale’l-enbiya, sümme’l-evliya, sümme’l-emsal fe’l-emsel
Bela, evvela Kudret’in insanları
zulmetten nura çıkaracağı insanlara gelir. Ondan sonra onların varisi olan Hak
dostlarına gelir. Ondan sonra ala merâtibihim gider.
Zaten buna talib olan insanlar kendilerinde çok sürûr gördüler mi bir sıkıntı gelmedi mi derhal başını yere kor: “Yarabbi ben Firavun neşesinde yaşıyorum, sakın beni Firavun yapmayasın!” çünkü Firavun’un ömründe bir defa başı ağrımamıştır. Hiç! Bir defa ağrımamış. Taa son demine kadar.
Son deminde o “gel” emrini aldığı vakitte zeki herif, şeytan gibi dönüyor. Zaten hilkatte hiçbir insan yoktur ki, hiçbir hain yoktur ki dönmesin. Efendim nerden döndü? Koma haline geldi, geçti gitti o. Tık dediği vakitte zaman mekân yok.
Zaman mekân senin telakkine göre. Yok. Onun olmadığını da Kudret, dersini kaçırmıştır. Mesela biraz evveli söylediğim gibi rüya görürsün; şu olur bu olur, şu olur bu olur. Sen onu bu âlemin sahnesine dökecek olursan o olan şeyler elli senede olmaz. Sen onu sekiz saniyede görmüşündür. Anlatamadık mı? Fatır, Rahim, Kerim, sevdiği adamların ayağı kaymasın diye bu âlemde yaşarken ufak birer misaller verir. O sevdiklerinin anlasın diye diğerleri de istifade eder yürür gider. Duyabilirse.
Tepelenirken: Amentü bi Rabbi Harune ve Musa, dedi. İman ettim demiyor. Bak şeye, inceliğe. Belki benim imanımı kabul etmez yani sen nasıl bulabildin de iman ettin? “Ben Musa’nın ve Harun’un iman ettiği Rabb’e iman ettim” dedi. Anlatabildim mi inceliği? Der demez, Kudret: “ağzına çamuru tık!” dedi.
Onu yanlış anlatırlar sokak çamuru değil. “Hayatında irtikâb etmiş olduğu zulmün kesafetinin filmini çek gözünün önünde! Bu kadar can yaktın, bu kadar insan inlettin, bu kadar hilkati ezdin. Bundan sonra mı bana yüzünü çeviriyorsun. Tepele!” Yoksa kim vardır ki o “Hadi bakalım gel!” emrini aldıktan sonra “Bana bir an müsaade et de senin dediğin gibi olayım” demesin. Var mı öyle bir şey? Öyle bir şey yok.
Ta ebed tabiri bitmez söylesek bir anının
Biz bu rüya-yı taayyünde ne demler görmüşüz.
Eşkimiz mey, nâle ney ahımız şem-i münir
Var ol hicran şebi senden keremler görmüşüz.
Biz içki içeriz amma bizim içkimiz gözümüzün yaşıdır. Biz böyle içki içeriz. Kalp meyhanesinden taşar, burun tulumbasıyla sızlayarak çıkar, göz kadehine gelir, onu içeriz. Bize öyle mey getir. Eşkimiz mey nâle ney. Biz musiki dinleriz ama bizim neyimiz kendi ahımızdır. Kendi ahımızdır. Bacamız da kafamızdır, kuş burda tutamaz, diyor. Yuva yapamaz. Fuzûlî’nin dediği gibi.
Verseydi ah-ı mecnûn feryâdımın sedâsın
Kuş mu karar ederdi başındaki yuvade
Ferhade zevk-i suret Mecnûna seyr-i sahra
Bir rahat içre herkes ancak benem belâde (İftihar ediyor)
Verseydi ah-ı mecnûn feryâdımın sedâsın
Kuş mu karar ederdi başındaki yuvade
Malum ya Mecnûn bir emir oğludur. İsmi Kays’dır. Aşkı sebebiyle sahra-i bayâbanda vuhuş ile hembezm olmuş. Hayvanat-ı vahşiye, Hazreti insanı görünce ehlileşiyor. Anlatabildim mi? Sohbet istiyor. Ehlileşiyor. Gelmiş başında kuşlar yuva yapmış. Konmuş. Konar mı yahu? Konar ya!
Bu asırda (on beş, yirmi sene evvel öldü) herkesin bildiği bir Hafız Sami Efendi vardı. Hafız Sami. Meşhur. Kudret, ona öyle bir seda vermiş. Vermiş ama tecellii acayip. İstediği vakit okuyamaz. Canım nasıl istediği vakit. Canım senin başına gelmedi mi yahu? Konuşurken unuttum, dersin. “Biraz sonra aklıma gelsin de söyleyeyim” Nereye gitti, nereden gelecek?
Nasıl konuşurken sana “unuttum” diye
durduruyorsa o da okuması içün izin vermeyince okuyamıyor adam. Yalnız nısfu’l-leylden
sonra yirmi sene Edirnekapı mezarlıkları oradaki insanlara yaramış. Nısfu’l-leylden
sonra oraya gider, mezarlığın içerisine bir okur. Bülbüllerin sekizinin onunun
tepesinde dinlediğini görenler vardır.
Verseydi ah-ı Mecnûn feryâdımın sedâsın
Kuş mu karar ederdi başındaki yuvade
Ne kadar nazik. Kalbî sözdür bunlar. Söz iki yerden çıkar. İki yerin mahsulü olur. Bir kafa mahsulü olur, dimağ. Bir de kalp mahsulü olur. Dimağ mahsulünden de parlak söz çıkar fakat bir sefer dinlersin, iki sefer dinlersin bir daha birisi söyledi mi “onu ben biliyorum” dersin. Kalpten olursa her seferinde dinlersin. Her anında ayrı bir zevk alırsın, ayrı bir mânâ tahsil edersin. Bunlar da öyle kalbî sözler.
Verseydi ah-ı Mecnûn feryâdımın sedâsın
Bendeki ah sedasını Mecnun’un kafasında kuşlar yuva yapmışlar diyorlar. Eksikmiş diyor eksik. Niye? Eğer benim aşkımın dumanı ile başını baca yapıyor. Oradan o seda çıkmış olsaydı, onun sıcaklığında kuş konamazdı ki. Anlatamıyor muyum? Konamazdı yanardı.
Verseydi ah-ı Mecnûn feryâdımın sedâsın
Kuş mu karar ederdi başındaki yuvade
Mecnûna seyr-i suret. Evet.
Mecnûn ki Lâ ilâhe illâ der idi
Teklif-i şuûr eyleseler Lâ der idi.
Ol mertebe meşgul idi Leylâ ile kim
Mevlâ diyecek yerde Leylâ der idi.
Bir gün de bunu anlatayım size ara yerde geldi çıktı.
Her biri olmuş kefen eshâbının iclâline
Biz cihanda sernigûn olmuş âlemler görmüşüz.
Ne olur, ne muazzam azametler azametler olur. Nihayet sernigûn olmuş bir âleme sarılır, bir âleme çekilir götürülür. Biz bunların hepsini gördük diyor.
Kâfir-i aşk olayım der görse ruhullah tapar
Mabed-i tekvinde öyle sanemler görmüşüz
Hor görme her dil-i virâneyi ey sath-ı nazâr
Biz yıkık yerlerde çok bağ-ı iremler görmüşüz.
Yeter mi? Bu kadar yeter değil mi? Netice neydi? Netice hulâsa, bu konuşmamızın hulâsası, geliş ve gidişteki gayeyi duymak. Bu âleme gelmek ve gitmekteki gayenin ne olduğunu tatmak...
Binaenaleyh ah almadan yaşamak... Mevzû bu. Ahlakta. Kudret insanın nispeten isterse her günahını affeder. Her kabahatını setreder. Fakat “ahh” var ise ne affeder ne setreder. Ah almadan yaşamaya bak. Ne yap yap, ah alma. Gönül kırma, küçük görme mevcûdâtı. Ne güzel söylüyor bak.
Hor görme her dil-i virânı
Yıkılmış olan bir gönül sahibini; vaziyet-i içtimâide bir makamı yok, bir rütbesi yok, zahirde bir şeysi yok diye hor nazarla bakma.
Hor görme her dil-i virânı ey sath-ı nazar
Bayağı gözlü, işin iç tarafını göremeyen. Bakmak başkadır, görmek başkadır. Sath-ı nazar demek, bakıp da göremeyen demektir.
Hor görme her dil-i virânı ey sath-ı nazar
Biz yıkık yerlerde çok bağ-ı iremler görmüşüz.
İnsanın bakarsın bir anda bütün manevi kazançlarını maddi kazançlarını alır götürür. Hiç belli bile olmaz. Nereden geldi nereden gittiğini bilemezsin. Bakarsın ki: “Şunlar bana bu musibetler niye isabet etti!” Ya deden yapmıştır ya dedenin babası yapmıştır ya o yapmıştır. Nerden vuruuuur, nerden çıkar. Nerden vurur nerden çıkar.
Kimseyle istihza etme, senle istihza ederler. O fiili sana şey eder. Sonra Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle demiştir. “Bir kimse bir kimsenin kusurunu tahkir ile ta’yib ederse kendisi o fenalığı yapmadan katiyyen ölmez.” diyor. Onu ne yapar yapar, Kudret sana yaptırtır.
Onu tahkir etmeden, ta’yib etmeden, kendi
kendine: “Ben olsaydım, ben yapsaydım, bana yaptırılsaydı, ya benden bu fiil
sadır olsaydı. Beni Kudret muhafaza etti de bu benden sadır olmamış!” diye
gönlünü bük. Ondaki çirkinliği de haberi olmadan almaya çalış.
Zaten ahlakta terbiye öyle... İlk önce böyle kafasına vurur gibi söylemeyeceksin. Biz de öyledir maalesef çok kabadır. “Sen şu çirkinliği yapıyorsun!” der. İlk önce nefs-i emmaresine dokunur. Yapmayacağı da varsa nefis orada öyle düşman kesilir ki inadına yapar. Öyle değil hâlbuki onun biçimini bileceksin. Onun biçimini bileceksin. Bak eski konuşmalarda misal getirmiştim.
Bir zât, dostlarına ders vermeye çıkıyor. Demiş, şöyle bugün hava iyi kale dışarısına çıkalım. O vakit kale dışarısında da bostanlar çok. Bostanlar çok. Bakla zamanı. Veli Ağa isminde birisi bakla ekiyor. Durmuş, Veli Ağa, demiş. Şimdi beş on kişide dostu var. İnsan yetiştirme şekline bir misal veriyorum. O adamın kafasından hiçbir vakit çıkmaz. Misalli oldu mu ders, yapılacak iş, çıkmaz.
“Bu ektiğin tarla ne kadar, demiş
bakla verir?”
“İşte okka zamanı, demiş bin küsur
okka verir.”
“İnşallah bereketli olsun.” demiş
geçmiş.
Biraz ilerde Koço isminde birinin
bostanı komşu o da bakla ekiyor.
“Usta Koço, demiş bereketli olsun.”
“Sağ olunuz teşekkür ederim.”
“Bu ektiğin tarla, bu bostan ne kadar
bakla verir?”
Gülmüş: “A efendim, demiş. Kudret bana
kuvvet verdi çalış diye emretti. O’nun verdiği sıfatı O’na göstermek içün ben
ekerim. Vergi O’na ait, ne kadar verirse o kadar verir.”
Dönmüş demiş ki: “Bunların hangisi
arif? O mu arif bu mu arif? Onun mu irfanı var, bunun mu irfanı var?”
Şimdi bu insanın kafasından hiçbir
vakit çıkmaz. Birisinde sahte bir benlik var. “Bunu ben yaptım bu kadar alacağım.”
diyor.
Öteki: “Kudret bana bu kuvveti
verdi, ben o kuvveti verdi diyerekten O’na hamdedeyim diyerekten çalışıyorum. Bakalım
kendi ne verecek.” diyor. Bir şey anlatamıyor muyum?
Biraz daha ileriye gitmişler. Şimdi motorla sulanıyor ya o vakit beygirin gözünü bağlarlar, beygirin gözünü, dolap... İçinizde bilen yahut bilmeyen bilmem var mı yok mu dolap; böyle suyu alır, kovalar vardır, o kovadan o kovaya öyle gider.
Demiş: “Şu beygir gözü bağlı, yol kat ediyorum değil mi der.” demiş. Saatlerden beri boyuna yürüyor dönüyor. Ben şu kadar yol kat ettim, der. Kalbi bağlı olan, kalbinin gözü bağlı olan adam da hayatta yaşadığı müddetçe ben yaşıyorum yol alıyorum, der. Bu dolaptaki beygire benzer.”
Bu da insanın aklından hiç çıkmaz.
Onu dedikten sonra: “Hakiki insan neye benzer bilir misiniz?” demiş.
“İşte bu dolaptan çıkan suya benzer, bu
kovalara benzer. Bu kovalar suyu alır, hiçbir vakit kendisine mal etmez, aldığı
gibi verir. Hakiki insan da Kudret’ten alır, öyle kendine mal etmeden verir.”
Anlatabildik mi acaba?
Haydi, bu akşam bizde kalın bakalım, demiş. Bizde yiyelim yemeği. Evdeki hadimine demiş ki: Bu gece ışığı mumla aydınlattırınız. Mum. Üç beş tane mum uyandırın, şimdi mum yanıyor sofranın bir tatlı deminde bir sohbet esnasında:
“Hakiki insan neye benzer bilir misiniz?” demiş.
“İşte şu muma benzer. Bu mum, etrafıma aydınlık vereyim hem yanar hem neşr-i envâr eylerem. Etrafıma ışık vereyim, aydınlık vereyim diye, kendini feda eder yakar. O ışığından da kendi istifade etmez. Hakiki insan da ona benzer, demiş. Öyledir. Çünkü hakiki insan, her şeyin fani olduğunu idrak eder. Bâki’nin ancak Bâki olduğunu duyar. Onun içün insanlığa nafi olur ve onun içün öyle demişler.
Mutrib fani hüü bezm-i sâki fâni
Sen kimlere oldunsa mülâki fâni
Bunu ben bir vakitler daha size okumuştum. Münasebet aldığı içün tekrar ediyorum ama çok güzeldir hafızanıza alın.
Mutrib fani hüü bezm-i sâki fâni
Sen kimlere oldunsa mülâki fâni
Kime mülâki oldunsa hiçbirisi kalmadı, geçti değil mi?
Geç kesret-i sûrîye-i âlemden geç
Allah ancak bâki vü bâki fâni.
Baki olan ancak Allah’dır. Allah’tan başka her şey fanidir. Bir daha okuyayım. Kendim içün okuyorum bunu da. Benim de hakkım var ya bu ağzımla okur bu kulağımla dinler zevk alırım.
Mutrib fani hüü bezm-i sâki fâni
Sen kimlere oldunsa mülâki fâni
Geç kesret-i sûrîye-i âlemden geç
Allah ancak bâki vü bâki fâni.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Mütenevvi: Çeşit
çeşit, çeşitli, muhtelif, değişik, türlü türlü.
[2] Ûlâ/Ula: Birinci,
ilk, evvel
[3] Teşrih: Bir
meseleyi bütün yönleriyle inceden inceye tetkik edip açıklama, açma. Anatomi
ilmi.
[4] Müstehâse:
Geçmiş
jeolojik devirlerde toprak tabakalarına gömülüp kalmış hayvan, bitki
kalıntıları veya izleri, fosil, taşıl
[5] Esnân (tekili
SİNN) Yaşlar.Askerlik çağına girenlerin yaş grupları, askerlik çağı.
[6] Meskûtun
anh: Sükût edilmiş. Söylenmemiş, hakkında konuşulmamış. (Hikmeti,
meskûtun anh: Hikmetinden sual olunmaz, anlamında)
[7] Havâss: Hassalar,
duyular. Nitelikler, keyfiyetler.
[8] Zâika: (Zevk.
den) Tatma.Tat alma kuvveti-hassası
[9] Hicr suresi
23’ncü Ayet-i Kerime وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪
وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ Meali Elbette biz diriltiriz ve biz
öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.
[10] Şahrâh/Şehrâh: En büyük, en doğru
ve açık yol. Selâmet yolu.Yolların
şahı.
[11] Nebe Suresi 40 ‘ Ayet-i Kerime اِنَّٓا
اَنْذَرْنَاكُمْ عَذَابًا قَر۪يبًاۚ يَوْمَ يَنْظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ
وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَن۪ي كُنْتُ تُرَابًا Meali: Biz
sizi yakın bir azap ile uyardık. O gün kişi ellerinin ne takdim ettiğine
bakacak ve kâfir diyecek ki: "Ah ne olaydı, ben bir toprak olaydım."
[12] Mâ-bihi’l-iftihâr: Kendisiyle
övünülen, iftihar edilen, şeref şan sebebi kimse veya şey.
0 yorum:
Yorum Gönder