Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

120. Kaset (Yeni Eklenen)

120 (18.08.1962) 70 dk (163)

Ne dedik: Ahlakta üç şey var; biri hubb-u Hak, ikincisi hüsn-i ihtiyâr, üçüncüsü zevk-i bakâ.

Bu zevk-i bakâ nasıl olur, mesele burada. Cisminde mevcûd olan, bütün zerrât-ı mutasarrıf bulunan şu cisminde, mevcûd bir varlık var ya senin bütün zerrâtını tasarruf ediyor, kullanıyor. Sen, o bütün zerrâtını kullanan, cisminde mevcûd olduğunu cahil de olsan -zahiri cahil- inkâr edemediğin orada en büyük âlim olduğun bir husus vardır. Ve burda herkes birdir. En yüksek ilme intisâbı olanla hiçbir şey okumamış olan, ikisi müsâvi.

Benim cismimde benim vücûdumu tasarruf eden, her zerrâtın mutasarrıfı olan bir şey var değil mi? Ne diyorsun adına? Ruh diyorsun. Ve senin müdebbirin hâkimin olduğunu da ilmin olsa da olmasa da gayet kuvvetli bir iman ile tasdik ediyorsun. Görmediğin hâlde,tutamadığın hâlde, fotoğrafını çekemediğin hâlde. Öyle değil mi, gördün mü, tuttun mu? Fakat onu, böyle yakinen o kadar kuvvetli imanım var ki benim vücûdumda tasarruf eden...

İşte âlem de bir vücûttur, onun da bir mutasarrıfı vardır. Onun ruhu da Allah’dır. Zevk-i bakâ bu. Anlatabildik mi acaba? Zevk-i baka. Şimdi bu işler...

İnsanın iki veçhesi vardır, her konuşmada söylerdik, bu konuşmada söylemedik. Bir veçhesi âlem-i  hilkate bağlı, bir veçhesi de âlem-i kudrete bağlı dedik. Âlem-i hilkate bağlı olan veçhesinde akıl. Ten âleminde akıl, can âleminde aşk. Nasıl anlatayım? Can, tenden agâh değildir, ten de candan agâh değildir. Bunun farkında olmazsan bu işlerin zevkine varamazsın.

Daha iyi anlatayım. Şu ceket, şu gömlek, ben bunu giyinmişim. Fakat bu gömlek, benim tenime tam tamamına irtibat etmiş. Tamamen sarınmış, bundan agâh mıdır? Haberi var mı bunun? Yok.  Fakat buna ittisali var. Bununla beraber yaşıyor, bununla beraber geziyor, bununla beraber şimdi konuşuyor, bununla beraber bu tecellide bulunuyor, fakat bundan haberdar değil.

Bu ten de benim ruhumla beraber, benim canımla beraber ama canımdan haberdar değil. İşte maddenin kesafetinde bulunanlar candan haberdar olmayıp da yalnız bu tenin kesafetinde bulunanlardır. Anlatamadık yine! Bu ten benim canımdan haberdar değil. Onun içün âlem-i kudrete taalluk eden kısımda aşk insana yol verir. Aşk! Tabi bu aşk, romanda okunan aşk değil. Bu aşk… Biraz hâlim yok, burasını her vakit anlatıyoruz, burası dursun da...

Bu aşk der ki: “Ey âdemoğlu, der. Beni saydetmek[1] istersen beni avlamak istersen, bana talip isen, sen o benlik vadisinde gezersen, beni zor avlarsın sen. Ben öyle yerlere gelmem. Sen bana sahip olmak istersen fakr-u fenâyı ihtiyâr et.”

Buradaki fakr-u fenâ; dilencilik mânâsına değil, züğürtlük mânâsına değil. Sahte benliğinden vazgeç, Hak da boşal, faniyi bakiyle değiş, dedik ya...

(Konuşmanın bidayetinin misalini veriyorum da onun içün sizi oturttum kusura bakmayın tam giderken.)

Fakr-u fenâyı ihtiyâr et, demek odur. Halka şam’alık[2] yapma. Yani ne demek istiyorum? Bundan vazgeç. Aşk mumunun, aşk ışığının pervanesi ol. Sen, “onun ışığıyım“  diye dava açma. Gel ona pervane ol, orda yan da lazım gelen şey sana açılsın. Anlatabildik mi acaba? İşte bu kadar.

Abidan-ı Mustafa’yız. Biz Hüseynilerdeniz.
Nur-u çeşmi Murtazayız biz Hüseynilerdeniz.

****

Efendim şimdi dinleyeceğimiz eser; Yüksek Ahlak Derneğinin kıymetli reisi ve mümtaz hatibi Şemseddin Bey’den alınan bir kasidedir. Bu kaside, İstanbul’da yaşamış büyük velilerden İbrahim Kuşadalı Hazretlerinindir. Kasidenin tümünden bir özet olarak alınmış sözleri de şudur:

Vârını dildâra veren vasl-ı hicrân istemez
Hâne-i kalbinde Hakk’dan gayri mihmân istemez.
Vech-i yâre dûş olan âlemde seyrân istemez
Hâne-i kalbinde Hakk’dan gayri mihmân istemez.

Bu eser nihavend makamında bestelenmiştir.

Vârını dildâra veren vasl-ı hicrân istemez
Hâne-i kalbinde Hakk’dan gayri mihmân istemez.
Vech-i yâre dûş olan âlemde seyrân istemez
Hâne-i kalbinde Hakk’dan gayri mihmân istemez. [i]

****

Ahlak mevzûu üzerinde devam etmekte. Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesinin akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın da membaının kalp olduğunu anlatmıştık. Gerek akıl, vazife, kalp, aşk bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olmaları hasebiyle mevzûun esas rüknü insan mefhûmu üzerinde devam etmekte. İnsan.

İnsan nedir? Ve zor olan kısmı da bu. Vak’a görünüşü itibariyle bir kan ve kemik torbasından ibaret gibi görünürse de vicdan-ı kibriyası, o büyük mânâsı beşeri takatle anlatabilecek şekilde değildir. Neden?

Zira her konuşmamda tekrar ettiğim gibi insanın bir yüzü, bir vechesi âlem-i kudrete bağlı, bir veçhesi de âlem-i hilkate merbuttur.[3] Âlem-i hilkate ait olan kısmında nispeten insan bir şeyler anlatabilir, fakat âlem-i kudrete taalluk eden kısmında bir şey anlatamaz. Duyar, herkes onu hisseder; orada âlim, cahil, fazıl, arif hep bir.

Herkesin içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan bir varlık var. Bu yüklü gelen, malum ya insan bu âleme yüklü olaraktan gelir. Hepimiz öyle mi? Evet. E büyük bir masaya sahip olan, geniş bir kasanın maliki olan… O da mı öyle? O daha fazla yüklü. Acaba bu yükünü nasıl götürecek?

Ne vakit insan, genç ve dinç kalabilir? Hem şahsiyetini hem umumi insaniyeti... Bir şahsi bakâsı vardır, bir de insanlık bakâsı vardır. Kendisi de oraya ait olmak üzere. Bu bakâyı nasıl temin edebilir bir kimse? Ahlakın uğraştığı nokta bu.

İnsanlar doğumları ile dalgasız denizden dalgalı denize düşmüş demektir. Amiyane bir tarif ile anlatmak icab ederse, insan doğumu ile dalgasız bir denizden dalgalı bir denize düşmüş. Şimdi bu denizde ben kendi kulaçlarımla yüzerim de kenara çıkarım derse; pek zavallıdır, çıkamaz. O kadar geniş sahası var ki kesilir.

Fakat bu denizin ortasında muazzam bir gemi vardır. Buraya ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz, iltimassız, yalnız ihlas ve tevekkül denilen bir bileti vardır. Kim gösterebilirse derhal alırlar. Orada sınıf farkı yoktur. Siz aşağı kamaraya gideceksiniz, öteki yukarıya çıkacaktı, senin biletin kaçıncı derecedir. Kaç kuruşluk yerde oturacaksın, yok!

Herkes müsâvi, diz dize oturabilir. Öyle bir gemi. Nasıl insan, uzun bir yolculuk, büyük bir seyahata çıksa bir gemiyle. Teşkilatı muntazam, sarsıntısı yok. Her şeysi yerinde, yer içer, gider yatar, sabahleyin haberi olmadan sahile yaklaşır. Öyle değil mi? Bir de denize düşer de boğulur da sahile çıkar. Şişer, sahile çıkar. Şimdi bu, harici bir misal.

Hakiki insan, bu kesret denizinde... Bunun dalgaları vardır; birine “Celal” derler, birine “Cemal” derler. Allah’ın sıfatları, biri batırır biri çıkarır.

O dalgaların içerisinde: “Ben o gemiye binmem. Benim amirim aklım, hâkimim de vicdanımdır. Kulaçlarım da gayet yerinde… Ben kendim çıkarım!”  Zor çıkarsın. Üçüncü kulaçta kesilirsin. O deniz, bu denize de benzemez. Bu denizde müsabakaya çıkılır ama o denizde müsabakaya çıkılmaz. O denizin dalgası acaip.

Şöyle bir misal daha vereyim size.  Umur-u bahriyeden mütebahhir bir kaptan, deniz ilminde gayet ilmi geniş, bilgisi büyük bir kaptan; şöyle bir bakar semaya şöyle bir bakar şeye, o tecrübesi bilgisi itibariyle havanın vaziyetine agâh. Kudret, ona o ilhamı vermiş. Bir sahile yaklaşır, giderken bakar vaziyete “denizde dehşetli bir bora olacak” der, bir sahile yaklaşır, girer.

Siz bakarsınız ki, ne bir rüzgâr var ne bir karaltı var, kâğıt gibi deniz. “Kaptanın bir dalaveresi var, dersin. Burada kim bilir ne alaveresi var, ne dalaveresi var ki gemiyi buraya yaklaştırdı. Yok, şöyle olacakmış, yok böyle olacakmış, bundan daha güzel hava mı olur?” der kızarız.

Fakat o ulum-u bahriyye de mütebahhir olan o kaptan: “Sizin dediğiniz gibi değil, der. Gürültü çıkarmayın, beni dinleyin!” Onun kokusu çıkar. Bir de bakarız ki bir saat sonra renk değişmiş, simsiyah dalga kabarmış. Aman ne hoş, deriz.

İşte bu kesret denizinde böyle kaptanlar vardır. Bunların ahlak gemileri vardır. Onlar, ulum-u bahriyye-i ahadiyette mütebahhir kaptanlardır. Gelin, der. Kudret elden gitmeden, perde-i gaflet açılmadan, zamanı fırsat bilin de hep böyle gitmez bu âlem.  Ömür denilen sermaye-i hayat insana ariyet verilmiş bir nimettir. Bunun nihayet bir hesabı vardır.

Kâinat; her zerresi bir nizam-ı intizam ile onu yapan güzel tanzim etmiş, güzel tanzif etmiş, güzel tenzih etmiş. Ama insanda da çöreklenmiş bir ejderha vardır, o daima dürter. İhtirasat-ı nefsaniyen kabarmış, fırsat elinde; vur, kır, yak! Bundan başka bir şey yok!” der. Kurtaramazsan felaketle mahrumiyetle neticelenir. Kurtarabilirse kâm alır, geliş ve gidişteki gayeyi duyar.

Binaenaleyh demek oluyor ki: İnsan, icabında en büyük marifethaneleri bir anda zulm ile berbat-ı harab ettiği gibi, en büyük zulümleri de bir anda nura müstağrak kılabilecek şekilde hasletlere malik olan candır. Hepsi bu insan namı altında toplanmıştır.

Sözü, hayat verir, hayat alır. Anlatabiliyor muyum? Onun içün kıymeti çok büyük. Sözü yok mu, hayat verir hayat alır. Kendisinde bu kadar büyük bir tecelli var. Fakat hepsi eğreti.

Bakarsın ki bir kumandan, yüz bin kişilik bir orduya bir “arş” der, rap rap yürür o ordunun yüz bininin birden iradesi gider. O da, kendi de farkında değildir. O, “A” ile “R”ye, “Ş”ye nerden o kudret taalluk etti de, o yüz bin kişi birden gidiyor. O kendi kendine der ki: “O işte bende...”  Yok kardeşim bu da bir cereyan geldi, senden tecelli etti gidiyor fakat günün birinde, o hâl o sıfat senden alınır, çöpçüyü çağırsan yüzüne bakmaz. Çöpçü bakmaz.

Kudret, ne dersler kaçırmıştır insana bilir misin? İşte o dakikada o kuvvet, o kudret varken “Kudret bana sıfatını verdi, beni kullanıyor. Ben yok O var.” diyerekten kafanı şöyle kalbinin üzerine diktin mi, ahlak müessesesinden “ebed ebed” der. Mâ-fevk Kudret’i tanıdın sen zulüm yapmazsın, der.

İstibdat, zulüm ne vakit olur bir insanda? Ne vakit ki kendinden büyük bir kudret tanımamaklık hasleti başlarsa olur. İnsan ne vakit ki kendisinden büyük bir kudret vardır diye içinden -ağzından değil- içinden: “Benden büyük vardır” diye bir kudret kendisini istila ederse zulüm yapabilir mi? İstibdat yapabilir mi? Ona imkân var mıdır? Kin besleyebilir mi?

Kin, cehennem sıfatıdır. Sahibi de yanar, kini de yanar, hepsi yanar. Olmaz. Neden? “Benden büyük bir Kudret var.” dedin mi hepsi erir. Hased durabilir mi bir adamda? Yalan durabilir mi? Buğz durabilir mi? -İmkân var mı bunların?- Bunların hiçbirisi duramaz.

Fakat neden oluyor bu? Ağzıyla söyler de hâliyle söylemez. Onun içün derler ki, mânâ ilminde: İman ettin, ağzınla ettin ama elin iman etti mi senin? Etti. Niye bu kötülüğü yapıyor bu elin. O hâlde elin, daha henüz münkirdir. Bütün aza-i cevarihin imanı şarttır. Anlatamıyor muyum acaba?

“Efendim ben en kuvvetli inanmış bir adamım!” Neye inandın sen? Bu ayağın inandı mı? İnandı. Niye gitti bu kötülüğe? Demek ki bu inanmamış. Bu gözün inandı mı? İnandı. Niçün baktı o kötülüğe? Demek ki hiç inanmamış. Anlatamıyor muyuz? Bunların hepsi birbirine bağlı.

O inandığı dakikadan itibaren aşk tecelli eder. Aşk tecelli ettiği dakikadan itibaren bütün mihnetler zevk olur. Yoksa bu âlem mihnet âlemidir. Aşk tecelli etmedikçe o yükü sen taşırsın. Mihnetin zevkini alamazsın sen. Onun şeysi bile var değil mi ya? Musikiye bile geçmiş.

Mihneti zevk etmedir âlemde hüner. Onu sen öyle dinliyorsun ama onu söyleyen adam, o dolgun adam söylemiş onu. Gelir elbette zuhure neyse hükm-ü kader. O öyle uydurma bir şey değil.

Gaye bire inkılâp edecek. Çünkü aşk geldi mi ikilik kalkar. Aşk kabil-i tecezzi[4] değildir, kabil-i inkısâm[5] değildir, parçalanmaz. Bizde ahlak mefhûmu, mânâya inanmaklık onun içün biraz zordur. Bir kısmını kabul eder, bir kısmını kabul etmedi mi sahtekârdır o. Umumi birden olacak.

Cüz’ünden feragat, küll’ünden feragat hükmündedir. Bir parçasından fâriğ[6] oldu mu hepsini attı demektir. Bir kısmını yaparım, bir kısmını yapmam, olmaz. Çünkü aşk, kabil-i tecezzi değildir. Tabi buradaki aşkı anlıyorsunuz değil mi, romanda okunan aşk değil. O başka. Ona ait bir şey okuyayım daha iyi anlaşılsın.

Çeşminin neşvesi yok câm-ı muhabbette bile
Hüsnünün şulesi yok gonca-i cennette bile. (Gördün mü aşkı?)
Çeşminin neşvesi yok câm-ı muhabbette bile
Hüsnünün şulesi yok gonca-i cennette bile
Tarf-u ruyünde açılan güldeki nuşin alevin
Görmedim şemmesi gonca-i vuslatta bile
Bin sabahı tarab-ı vusla verilmez aşkın.
Öyle âlemleri vardır şeb-i firkatte bile

Hepsini tahlil etmek lazım. Uzun iş. Bize lazım olan yer şurası; yukarılarını anlatsam beş on konferans sürer.

Mihnet-i aşkının ezvâkına pâyân olmaz.

Bak, o aşkın mihnetinden aldığı zevkin pâyânı[7] yok diyorum.

Mihnet-i aşkının ezvâkına pâyân olmaz.
Başlasam yazmaya, bitmez ebediyette bile.
Şevkinin öyle semâlar yaratan Kudret’i var.
Ki güneşler doğurur istese, zulmette bile. [ii]
Cem’den evvelki alev sagarının sarhoşuyum.
Ben ayılmam ebeden kabr-i sükûnette bile.

Uzun. Bu kadarı yeter. Buraya nerden girdik. İnsan bu âleme yüklü gelmiştir. Hepimiz yüklü. Bu yükü, ben kendim taşıyacağım da götüreceğim dersen, altında ezilirsin. Yükü imana yükleteceksin. Ona yükleten, daima gençtir, daima dinçtir, vicdanı daima müsterihdir. İçinde oturan hâkim tarafından mahkûm olmamıştır.

Binaenaleyh hayatın elemleri, kederleri kendisi üzerinde tesirini yapmaz. Hadisatın geçmiş olan bütüün vaziyeti onun üzerinde zaaf meydana getirmez. Anlatabildik mi acaba? O hâlde hilkatin bütün serâirini bilir. Bunu bildiği içün, daima bunların hâlli üzerinde kendisini kullanır. Serâir-i hilkate, hayatın bunlara bağlı olduğunu bildiğinden dolayı, bunları tahlille vaktini geçiren adam ne olur? İlm-i irfana sahip olur.

İlm-i irfana sahib olunca ne olur? Zulüm kalkar, dedikodu kalkar, hased kalkar, kin kalkar, buğz kalkar, adâvet kalkar, riya kalkar, yalan kalkar, üüü işte terakki böyle olur. Bunların hepsi birden olacak, terakki olacak. Kudret, açmamış öyle bir kapı, yapmamış. Âdeti değil.

Terakki demek, beşeriyeti huzura kavuşturmak demektir. Ahlaka göre terakki. Geliş ve gidişindeki gayeyi alarak, sayılı nefesini ooh diye tüketmek demektir. Yok ... Geçen konuşmada size demiştim ki, bir tevekkül anlattım. İnsanlara Kudret, tevekkül denilen, ruhlarına hususi bir sıfat vermiştir. Kuvvet-i ruhiyye denir onun adına. O her adamda yoktur.

İttikâl[8] ile tevekkülü ayırmalı. Biri mezmum, biri efendide olan bir iş. Herkeste olmaz. Kuvvetli irade lazım. Herhangi bir iş yapacağı vakitte, yapılacak o vazifenin, o işin doğrudan doğruya yapılacağı zamanında kuvvetli bir şekilde Allah’a itimadı olmak.

Allah’a itimadı oldu mu, benim karşımda gelip de divan durmaz. Benim karşımda divan durmadı mı, senin karşında divan durmadı mı, yalnız Allah’a itimadı oldu mu hürriyetini satmaz. İşte o adam, bütün kâinata karşı istiklal-i hürriyet eylemiştir. Mâadâsında hürriyet yoktur. Anlatabildim mi acaba? Ahlakın dövündüğü nokta bu. Burasını söylememiştim geçen konuşmada. Hatırladınız mı? Burayı söylemedim. Onun içün her adamda bulunmuyor.

Kuvvetli itimadı oluyor. Hakk’a kuvvetli itimadı oldu mu, Kudret-i kâmiliyeye itimadı olduğu an başka bir yer tanımıyor. Tanımış olduğu yer de olacak olursa şöyle olur; sırr-ı vahdet tecellisi ile olur ki “Burada Hakk var da ben O'na boyun kestim.” der. Hakk’ı orada müşâhede eder.

Hakk’dan ayân bir nesne yok. Bu iş biraz zorcadır. Nazarında Hakk’ın vücûdu varken “Hak” derse bir adam zavallıdır. Nazarında Halk’ın vücûdu varken “Hak” derse yine zavallıdır. Ama o tekâmül eder eder de bütün eşyada eşyanın sahibini görürse tabi o vakit onun veçhesi değişir. O yine Hakk’a karşı boynunu kesmiş olur. Anlatabildik mi acaba?

Nazarında Hakk’ın vücûdu var, halkın vücûdu yok. Buralar gayet ince yerlerdir. Yoksa insan bu ahlakın, bu aşkın, bu mânânın bağına bağlanmadı mı bu âlem adamı çarpar. Üüüü! Haberi olmadan insan çarpılır, geçer gider. Gönlünü bir yere bağlar, o bağladığı yer de çürük olur gider. Onun içün de bir şey okuyayım sana. Yoruldunuz mu dinliyor musunuz?

Zîver ârâ-yı vücûd olmadan ol nur-u mübin
İntizac eylemeden âb-ı hâba ateş-u tin.
Yoktu manzume-i Şems’in harekâtından eser
Ezkâr-ı nâmütenâhiye varan hükm-ü kader
İlim afakını aydınlamadan nur-u ezel
Bu kazada ne eser vardı muhakkak ne esir.

Anlıyorsunuz bunları herhalde bu açık. Türkçe bu.

Müstenir oldu tenimden nice bin şems-i münir.

Bize nihayetleri lazım. Buraları da lazım ya.

Mümkün olmaz buluna bud-ı mücerredde cihat
Ya vehm-ü ya faraziyat-ı beşerdir bu sıfat
Hadisat mütevaliyen zaman mevhûm
Ne zaman var ne mekân hepsi hayal-i mevhûm
Hep gelip geçmiş olan vakıâ-i cûş a cûş.
Safhâ-i âlem-i imkânda müebbet menkûş.

Ne cinayet yaptınsa hepsi yazılmıştır kardeşim. Ne kadar güzel bir şey yaptınsa hepsinin fotoğrafı çekilmiştir. Yaptığın fiilinin güzelliğinin güzelliğini Kudret, memuru tarafından tezyin et, der. Kötülüğünü de o biçimde yap, der. Anlatabildim mi acaba?

Hep gelip geçmiş olan vakıâ-i cûş a cûş.
Safhâ-i âlem-i imkânda müebbet menkûş.
Ne bidâyet ne nihâyet aranır eşyada
İstihâlât-ı şuûndur görünen dünyada.
İnkılâbât-ı cihândan müteessir her mevcûd.
Hiçbir vech ile kabil değil olsun nâbûd.

Hiç yapılan bir şeyin yok olmasını bekleme. Kaybolur mu? Yook olmaaz! Hiç olmaz. Sesin de mahpus, sedan da, edan da, hututât-ı vechiyen de, hafif konuşman da, sert bağırman da, lisân-ı hâlin de, lisân-ı kâlin de... Lisân-ı hâl, lisân-ı kâl dedim de; hâl lisânı, Kudret’in nazarında daha kıymetlidir.

Bazı insanlar der ki: “Bir şey söylemedim. Şu kadarcık bir şey söyledim, bundan uzun boylu iş çıkardı. Ne dersiniz siz?” Diye bana sorarlar. Konuşurken ben yanında değildim, derim. Fotoğrafını çekmedim ki senin. Kimbilir sen konuşurken ya burnun şiştiyse ya kaşlarının tümü ters döndüyse, bunlar hep konuşmadır. Evet, bu kelime harfler bir araya gelince bir mânâ çıkmaz ama ya hâlindeki konuşman değişmişse. Onların hepsini nakşediyor Kudret.

Safhâ-i âlem-i imkânda müebbet menkûş.

Ebedi nakşedilmiştir. Hiç silinmez.

Zî-hayatın harekâtı ebediyen dâin.
İnşaât-ı ziyâ mürtesemin de dâin.
Her cisim ayrılarak unsur olur ahir-kâr.
Moleküllerle atoma dağılır her neki var.
İnşâ ile olur sonra esire müncer.
Hem tekâsüf ederek madde gelir şekli diğer.
Ot gibi ferd-i beşer hep yaşayıp solmadadır.

(Bizim okuyacağımız yer asıl burası)

Ot gibi ferd-i beşer hep yaşayıp solmadadır.
Heyecanlarla koşup mahv-ı harab olmadadır.

Ne vakit, şeyin dediği gibi, en yüksek ahlakçılardan, ismi gelmedi hafızama gelirse size söylerim. “Yokluk çölünden varlık vücûd-u pazarına bir kefen tedarikine gelmiş olan beşer, ne vakit aklını başına alacaksın.” diyor.

Hani ya kazancın nerde? Kaç tane gönül kazandın sen? Kazanç o. En büyük kazanç o. Kendini yokla kaç yaşındasın? Elli. Acaba ben bir kırık kalp satın alabildim mi alamadım mı? İflastasın yahu! Niye? Hak onun içerisindeydi alsaydın onu alacaktın. Başka yerde yok Hak. Elini aç boyuna dua et, deniyor... Gafiller göklerde, arifler gönüllerde arar. Boyuna aç, elli sene yaptın yaptın da! Hayır, yapamadın ki, hayrını göresin. Öyle diyor.

Ediyor böylece kanun-u tabiat cereyân.
Nakilim ben bunu fen söylüyor istersen inan.
Kimsenin kalbini incitme sakın âlemde. Anlatabildik mi acaba?
Kimsenin kalbini incitme sakın âlemde
İz bırak iyilikle kalb-i ben-i âdemde.

Mest-i mansıb olarak masana, câha onun verdiği sarhoşlukla mest olarak devlete mağrur olma.

Mest-i mansıb olarak devlete mağrur olma
Bir temâşâ-i film uğruna makbur olma.

Film bu, geçer gider. Buraya girmezden evvel dedik ki: Beşer, bu âleme geldiği vakit kendisi vazifeyle gelir. O vazifesi büyüktür. O yükü beşeri takati ile götüremez. Kudreti yetmez. Bunalır. Onu imana verir. O imana verdiği vakitte vecid[9] gelir kendisine. Gençlik, dinçlik, kuvvet, kudret.

Size bir maddi misal vereyim daha iyi anlarsınız. İçinizde meydan harbi yapanlar varsa onlar daha iyi bilirler. Ama yok o adam, şimdi yok. İçinizde meydan harbi... Şimdi mesela der ki cezbe nedir, vecid nedir?Aklın verâsında[10] onlar. Akıl bir kenarda duruyor. Malum ya bir yere kadar o.

O meydan harbi olduğu vakit, düşmanla karşılaşınca, süngü harbi başlar. Bir sessizlik kaplar. Yalnız kasaturanın, süngüye takılı olan kasaturanın, bir hartı hurtudur o. “Hart hurt, hart hurt” yetişmez o şey. Dişiyle kulağını koparmak ister. İşte o bir maddi cezbedir. Anlatabildim mi acaba?

Bunun bir de mânâ-i aşka taalluk olan cezbesi vardır ki kâinat dar gelir, ufak gelir ona. Hiç keder görmez orda o. Anlatamıyor muyum acaba? Akıl yok orda şimdi. Akıl olsa hart hurt olur mu öyle yerde? Olmaz. Akıl gitti. Akıla dediler ki: “Sen bu sahadan çekil bakalım. Senin yerine cezbe gelsin.” Nasıl maddede böyle oluyorsa mânâda da böyle olur. Aşkta da böyle olur. Sen git derler ona,  yerine başkası gelsin. O vakit hilkatin bütün serâirleri, nazar-ı tefekküre alınır.

Tefekkür, aklın üstündedir. Akıl, tefekküre muhtaçtır. Anlatabildim mi acaba? Tefekküre muhtaç. Onun içün Büyük Kitap der ki: Efelâ yetefekkerun. Söyler söyler de Efelâ yetefekkerun”  onun mânâsı:  Olanı görün, demektir. Tefekkür, olanı görmek demektir. Anlatabildik mi acaba? Türkçe mânâsı: Olanı görmek. Tefekkür, olanı görmek. Yapılacak işin sonunu düşünmek. O ne ile oluyor? Olanı görmekle oluyor.

Bir misal vereyim size bunu, eskiden vermiştim ya. Hulafa-i Abbasiye zamanında, Bermekiler o günün hükümdarına çok yakın olmuşlar. Herhangi bir nirengi nokta varsa muhakkak orada Bermekli var, o işin başında.

Caferi Bermeki’de onların en ileri gelenlerinden. Çok hukuku var o günün emiri ile. Saltanat zamanı. Bir gün demiş ki, o günkü emir: Şöyle bir gezinti yapalım canım sıkılıyor, demiş. Yapalım, demişler. Şehrin haricine çıkmışlar geziyorlar. Bir bahçede güzel elmalar var. Kokusu güzel, renkler güzel.

Caferi Bermeki’ye demiş ki: “Yahu şu elmalara imrendim!” demiş.
“Efendim koparalım da (demişler) değerinin birkaç mislini koruz, bağlarız.  Sahibi de memnun olur. Değeri birse yüz koruz.”
Atlamışlar bahçeye. Emir uzanmış yetişememiş. Caferi Bermeki uzanmış o da yetişememiş.
Caferi Bermeki’ye demiş ki: “Bin omzuma da kopar bunları.” demiş.
“Nasıl olur felan!”
“Bırak şimdi, bin omzuma kopar.”
Binmiş omzuna artık bir hususiyet var aralarında.
Elmayı koparırken bağban/bahçıvan uzaktan bakmış, öyle koşuyor ki, öyle yıldırım gibi. Halife demiş ki: “Eyvah! Demiş. Ya bu herif bir de nâdân bir adamsa, bizi burada anlamaz hırsız diyerekten demiş, ister misin bir fenalık etsin.” Renk atmış adamda.

Koşarak gelmiş hemen o günün merasimi neyse ne şekilde selam veriliyorsa ne şekilde tazim, hürmet, tevkir yapılıyorsa aynını yapmış karşısında durmuş.
“Efendim toplayayım, demiş. Hizmette kusurum var mı?” demiş.
Meğer bahçe kendisine aitmiş. Bilmiyor. Kendisinin bahçesiymiş.
“Burası kimin?”
“Sizin, demiş. Zat-ı devletinizin ben de bahçıvanınızım. Memnun oldum.” demiş.
“Yok, demiş. İşte biz burda bir iki tane yiyeceğiz. Nereye taşıyalım. Teşekkür ederim. Fakat (demiş) hoşuma gitti senin nezaketin, muamelen filan hizmetin de makbul. Ne arzu edersin, benim kudretim taalluk ettiği bir hususta sana yapmaklığımı?”
“Sağ olun bir şey istemem. Yok yok!” demiş. Üçüncü sefer ısrar edince.
“Mademki demiş and verdiniz ısrar ettiniz, benim Bermekli olmadığıma dair elime bir ferman verin, demiş. Bu bahçıvan Bermekli değildir, yazarsınız ismimi böyle bir ferman verin.”
Caferi Bermeki’nin rengi atmış tabi sadrazam onun yanında. Gözünden kaçmamış emirin. “Yok, demiş. Ben demiş, kendisine hürriyet verdim. Ne gözünle öyle hain hain bakıyorsun?
Peki, demiş. Ver kalemi kâğıdı, yazmış “Bermekili değildir” basmış mühürü. “Al, demiş. Noolcak sanki!”
Öpmüş koymuş cebine.

Zaman gelmiş onlar ordan ayrılmışlar. Diyar diyar gezerken bir mezat yerinde gayet giranbaha bir mücevher. Hafızam aldatmasın, yakut mu zümrüt mü öyle bi şey, iri bir şey. Hoşuna gitmiş almış.
Aldıktan sonra demiş ki: “Bunun üzerine ben bir yazı yazdırayım da yüzük yaptırayım.” demiş.
  “Peki!” demişler.
“Burda en iyi hakkek kim var?”
Demişler: “Filan yerde bir hakkek vardır amma kimsenin dediğini yazmaz. Kendisi ne isterse yazar. İsterseniz götürelim.” demişler.”
“Nasıl şey o?”
“Kellesini alsanız yazmaz!” demişler.
Gitmiş mütevâzı bir adam oturmuş öyle, önünde ufak bir rahlesi var.
“Bu demiş, gayet giranbaha bir taştır kıymetli bir şey.”
“Evet demiş, biliyorum. Böyle çok taşlar benim elimden geçti.” demiş.
Farkında değil o. Öyle çok taşlar dediği yani ona taş atıyor o. Senin gibi çok taş geldi gitti benim elimden. Olgun bir adam o. Nasıl adamsa.
E demiş: “Buna bir şey yazdıracağız.”
“Korsunuz demiş, benim içime ne gelirse yarın yazarım.”
“Benim söylediğim...”
“Bizde usül öyle değildir, demiş. Başka hakkeklere götürün.”
Caferi Bermeki’ye demiş ki: “Ne dersin yazdıralım mı ister misin, demiş. Bu bir acayip bir şey yazsın da güzelim taş berbat olsun.”
“Siz bilirsiniz!”
“Bırakalım bakalım.” demiş, bırakmışlar.
Yazmış. Taşın üzerinde yazıyor.
“Yapacağın işin sonunu düşün!”
Bu kadar yazı. Ertesi günü gelmiş yazdın mı? “Yazdım.” Hoşuna da gitmiş, memnun etmiş çıkmış. Yüzük yaptırmış.

Ara yerden birkaç sene daha geçmiş. Her sene hacamat olurmuş, arkasından kürek ucundan, operatör kan alıyor. Yine mevsimi gelmiş kan alacak. Onun bir ölçüsü vardır bu elin şu parmağı olanca kuvveti ile uzanılır arkaya, bu parmağın ucu nereye temas ederse kanı oradan alırlar. Hacamatta usül o.

Uzanınız demiş, tam böyle uzanıyor uzanıyor arkası soyunmuş. Tam parmağını oraya koyarken operatör bakmış ki taşın üzerinde: “Yapacağın işin sonunu iyi düşün!” Elinde şey var o alet-i cariha, ufak bir tereddüt geçirmiş. Onu bırakmış çantadan başka bir tane çıkarmış.
“Niçün onunla yapmadınız?” demiş.
“Efendim daha keskinini...” demiş.
“Evvelce niye düşünmediniz?” Hem senin rengin değişti. Kızardın!” demiş.
Hayır, demiş. Yook, demiş.
“Rekâket geçiriyorsun bir iş var. Hakikati söyle sana hiçbir şey yapmayacağım.” demiş.
“İmkân yok.” demiş.
“Sen bir şeyi atlatıyorsun?”
Demiş: “Efendim, alçak bir adammışım, adi bir insanmışım, nankörmüşüm, nâdânmışım. Siz beni nan içinde müstağrak kıldınız amma işte benim cibilliyetim bozukmuş. Beni iğfal ettiler, sizi imha etmekliğime beni ikna ettiler. Birçok madde teklif ettiler. Bermekiler ittifak ettiler. Sizin imhanız içün, beni alet ettiler. Ben bu vasıtayla bu ilk önce kullanacağım neşter zehirliydi, şu kadar müddet sonra siz hayatınıza nihayet verebilirdiniz. O yüzüğünüz, demiş. Yapacağın işin sonunu iyi düşün, diye orda okudum...” ...
Efendim topluyorlar, e bahçıvanda Bermekli hemen gitmişler “Gel buraya!”
“Yook, demiş. Bak fermana mührü görüyor musun: Bermekli değildir.” diyor.
Demişler: “Efendim hepsini topladık yalnız sizin fermanınız var. Bir bahçıvan var mührünüz var orda, ‘Bermekili değildir’ diye...”
“Haa hatırladım, demiş. Çağırın bakalım o adamı acaba bu kötülük bana taa o günden mi hazırlandı, o biliyor mu idi?” Çağırmışlar, demiş ki: “Anlat bakalım sen neden bu ‘Bermekili değilsin’ diye istedin o günde böyle bir şeyler?”
“Yok demiş, o gün öyle bir şeyler yok!”
“Peki demiş, sen nereden anladın?”
Demiş: “Kudret’in âdetidir. Her ikbalin bir idbarı vardır. Her yükselmenin bir tepetaklak olması vardır. Bu yükselmek manevi bir yükselmek değil ki, demiş. O manen, aşken, kalben nihayet sûrî birtakım yükselmeden ibaret. Baktım ki, demiş. ... Siz mahiyetinizde kullandığınız adamları omzunuza bindiriyorsunuz. Yok, ağaca çıkarıyorsunuz, yok sehpa olıyorsunuz. Bu ne kadar yükselmektir. Bunun bir ters tarafı olacak. Ben de Bermekiliyim gürültüye giderim, diyerekten ‘Bermekili değildir’ diye bir ferman aldım sizden.” demiş.

Anlatabildim mi acaba? 

Buraya nerden girdik. Tefekkür, aklın verâsında, akıl ona muhtaç. Onun içün Büyük Kitap da öyle der. Efelâ yetefekkerun”.
Her kötülük düşüncesizlikten ileri gelir. Tabire dikkat et. Ahlakın tarifinde budur. Her fenalık düşüncesizlikten ileri gelir, der. Düşünme insanı itidale sevk eder. Düşününce nihayet beş havas... İnsanda var ya beş his, dış hisleri, bunlar harekete gelir. Harekete gelince düşünce, kalbin pasını alır. Ayine-i safâdâr olan kalp Kudret’in cilası ile tecelli eder. Nihayet mehbit-i ilham olur. Çeşm-i hakayık, çeşm-i hakikat, çeşm-i insaniyet başlar, insanlara huzur gelir. Bunların heyet-i umumisi netice itibariyle ahlak pûtesinde olur.
Levh-i mahfuz kitabı olur, kalem-i alâ da hâdimi olur. O adam ak alınla imrar-ı hayat eder ve huzura da ak alınla gider. Gelmekteki gaye de bu değil mi? İşte ne oluyor? Kaç yaşındasın?  Otuz. Koy ortaya bir şey. Yok! On misli daha yaşasan yine bir şey koyamazsın. Ne içün bir gönül almıyoruz? Bu günden itibaren başla. Bu konuşma bir vesile olsun, hayatta. Sen bir kırık kalp satın alacağım, de.

İki çeşm-i sirişk-i efşân ver, kalb-i virân al.
Eğer tükenmez hasra gelmez daimi irâd lazımsa.

Her akarın kiracısı çirkin olur. Vergisini tedarik edemezsin,  gelirler, damı çöker, tamiri olur. Fakat öyle bir akar al ki onun kiracısı Allah olsun, daima irâdı alsın.

İki çeşm-i sirişk-i efşân ver, kalb-i virân al.

Ne güzel söylüyor. Ey iki gözüm, diyor. Bak maddeye dökmüyor da gel sirişk-i[11] efşân ver. Şöyle gözyaşını akıt bir kalb-i virân al. Çünkü gözyaşının müşterisi Allah’tır. O öyle bir incidir ki onu hiçbir varlık sahibinin hazinesi alamaz onu, kudreti yetişmez ki öyle bir inci o. Ancak Hâlık’ın hazinesinden alınabilir o alırsa alabilir, başkasının serveti yetişmez. Onu da onun içün oraya bağlamış.

İki çeşm-i sirişk-i efşân ver, kalb-i virân al.
Eğer tükenmez (bitmez yani ya) hasra gelmez (kayıtlanmaz) daimi irâd lazımsa.

Nerdeee! Anamızın nafakasını vermiyoruz. Çocuğunun nafakasını vermiyor. Öyle değil mi? Seksen yaşında baba evladından nafaka dava ediyor. Hâlbuki biz tarihin en eski efendisinin çocuklarıyız. Bizim vakfiyelerimizi açarsanız ağlarsınız. Ecdadın vakfiyelerine bakacak olursan, her mahallede seksen sırık ciğer, doksan sırık işkembe, bilmem şu bu, insanlara değil de hayvanlara vakfetmişler.

Gazetelerde okuyorsunuz daha bu seneleri yazıyorlar. Medeniyetini taklit ettiğimiz âlemde deliyi cin çarpmış diye yakarlarken, biz şifahanelerde, şifahane derdik tımarhane de demezdik de, şifahanelerde darüşşifa denirdi kibar isim. Şifa evi. Şifahanelerde musiki ile tedavi ettirirdik. Ve oraya musiki heyeti girsin diye senin deden vakfiyye, vakıf para bırakmıştır, filan şifahanede deliler şu musiki heyeti ile tedavi olsun diye.

O senin medeniyetini taklit ettiğin sahaya; bir asır, bir buçuk asır evvel sarayında yüznumara bile yoktu. Sen öyle muazzam köklü, öyle mükellef, ilme mevzû verecek, sanata model verecek, karadan gemi yürütmüş, tarihte devre açmış, ilimlere mevzû vermiş, sanatlara model vermiş adamın çocuğusun. Değil mi ya?

Avrupa tahsili güzel, güzel amma geliyor bir ecnebi bir kızla burda Fatıma’yı beğenmiyor. Nasıl Türkoğlu’sun? Ağır değil mi? Senin deden bire on dövüşmüştür. Bire on dövüşmüştür. Senden çok servetliydi, çok zengindi, çok kuvvetliydi. Bütün o huzuzat-ı nefsaniyyesini tatmin edebilecek üüü neleri neleri vardı.

Fakat HAK var derdi.  Ben şehvet-i mağlub-u şehvet değilim, derdi. Bana Kudret’in açmış olduğu güzel kapı, çirkin kapıyı açmaya zaten ihtiyaç bırakmaz, derdi. Hududu dairesinde zevkini de yapardı, safasını da yapardı, acıma hissini de tatbik ederdi, ilmini de meydana kordu, ne bileyim ben. Kütüphaneler milyonla asârla doludur. İlimlere mevzû vermiştir.

Sen  “yaratırım sevdasında” gezersin amma hangi ilme mevzû verdin kardeşim? Hangi fenne model verdin söyle bakayım. “Ben de şu fenne model verdim, şu sanata model verdim. Ben de bu kitabı yazdım. Avrupa kürsüsünde şu kitabım okunuyor.” Ama dedenin kitabı okunuyor bak.

Amerika’da “Mesnevi günü” yapıyorlar. Papa: “Mevlana’nın günüdür, diyor. Âlem-i Hristiyaniyet namına karşısında hürmetle eğiliyorum.” diyor. Tebrik ediyor. Hürmetle eğildiğini arz-ı ubudiyet ediyorum, diyor. Hz.Mevlana da: Ben bu feyzi Cenâb-ı Muhammed’den aldım, diyor. Bunlar birbirine bağlı şeyler. Zenginsin sen. Servetinden haberin yok. Çok zengin. Gayet zengin.

Medeniyetin kökü sendeydi. Yanındaki komşusunun aç olduğunu bilerek kendi karnını doyuranı, insan diye kabul etmeyen bir mânâya sahibim derdi, ona göre düşünürdü. Kaskatı değil. Ama işte o mânâ ahlakına sahipti.

Beşeriyet her ne zaman ki bir feyiz görmüştür kâinatta, muhakkak hassasiyet-i ahlakiyyenin cezbe-i neşvesinde görmüştür. O çıktıktan sonra gözükmez bu iş. İmkânı yok. O çıktı mı canavarlar bizden utanır. Canavar utanır. Çünkü canavar, açken adamı parçalar.

O neyden alıyordu nerden alıyordu o feyzi nerede okumuştu onu? O ne zevk idi. Oğlunu cepheye gönderir alnından öper: “Şehadet haberini alayım. Arkandan vurulursan bu emdirdiğim      süt haram olsun.” der. Bu nerden almıştı bu anne? Nerde büyüdü bu nasıl şeydir bu? Bu hangi kitap verdi buna bu zevki? Bu, evlat bu! Kendisine de benzemez. İnsan kendisini feda eder fakat evlat? Başka bir şeye benzemez ki evlat.

Bu böyle durulacak şey değil bu. Bunun üzerinde, böyle geçilecek şey değil, üzerinde durulacak bir mevzû. Kapıdan giderken alnından öpüyor “Ben senin cam-ı şahadet haberini işiteyim. Eğer arkandan vurulursan benim bu emdirdiğim süt, sana haram olsun.” der. Bu nasıl denir bu iş? Ne gördü de bunu diyebildi? Bu ne parayla denir ne malikâneyle denir. Bilmem ki. Bu zevki nasıl alabildi?

Bu sermaye sonra insan ayakaltına alınabilir mi? İşte ona iman sermayesi derler. Yükü bak nereye yüklüyor ve nasıl yaşıyor? Bakâ zevki olmasa bunu diyebilir mi bir adam? Demek ki cemiyette insanın bir huzura kavuşabilmesi içün evvela vicdanından ebed sedasını duyması şarttır. Bu sedayı duymadıkça katiyyen ne muhabbet olur ne muhabbetullah olur, ne Cemal mefkûresi olur, hiçbir şey olmaz. Hiçbir şey olmaz.

Bire on dövüşür.  Sekiz saat dövüşür. Medeniyetini taklit ettiğimiz âlemin adamı “Vazifemi yaptım!” der, “Yetiştireydin!” der. Senin Mehmetçik saatle dövüşmez ki saati yok ki.

Çünkü aşk da saat yok. Aşkın saati olur mu? Aşkın zamanı olur mu, aşkın mekânı olur mu?

Ekmeği yetiştiremezsin “Allah” der doyurur. Ayakkabısını gönderemezsin nasırından çarık yapar, gine dönmez geri. Bu zevk nasıl, bu nasıl bir iş bu? Görülmemiştir. Ecnebi tarihleri yazar, düştüğü vakitte şehit düşerken burada ufak bir tebessüm olurmuş, burada bir pembelik olurmuş. Derhal gezerken harp meydanını bu Türk derlermiş kaldırın bunu. İsmi cismi sorulmadan bu filancadır bunu kaldırın. Ayrılıyor orada. Neden? Çünkü onun mânâsını alan el başka.

Kırk defa size anlattım, şehit ne demektir. İşte o son anında, son anında herkesi melekü’l-mevt kabz-ül ervâh olan Kudret’in manzumesinden kuvvasından bir kuvva olan o güzel. Biz onu tuhaf deriz    “Azrail gibi ne dikildin” deriz. Ne kadar gücenir.

Azrail’den güzel bir şey var mı? Onun güzelliğini görmesen sen canını verebilir misin? Kendini unutursun onu gördüğün vakitte. Ve en kötü adam bile onu görürken verirken böyle güler. O bütün ölenlerin içerisinde, ölenin yanında hiç bulundun mu sen? O elemlerle kıvranırken o gözükür gözükmez elemlerin hepsi gider. Hayran olarak, mest olarak verir. O kadar güzeldir adamına göre. O kayıtta var. Adamına göre.

Şehitte öyle olmuyor. Şehitte o tecelli ettiği vakitte onda da tecelli ediyor, şehit diyor ki: “Hayır sana vermem. Ben aramda nâmahrem istemem. Ben, O'nun hesabına bu canı veriyorum kendi alsın göreyim bakayım kendini!” O vakit. İşte şehit denmesindeki illet bu. Bizzat Allah kendisi mülâki oluyor. Anlatamadık mı? O ayrı o. Onun tadı başka.

Ama o anne, o tadı nasıl duydu da evladına bunu söylüyor. O tadı nasıl duydu? Duyar ya! Kıymet-i hayata, kıymet-i kâinata agâh olunca o tad duyulur. Onlara agâh oluyor o. Biz zannediyoruz ki herhangi bir şeyi böyle beş on satır bir şey okumaklan cicili bicili konuşmakla oldu. Üüüü! Olur muymuş o.

İş satırda değil sadırda. Sen kendi bilgini şöyle bir düşün; sahiplerine ver bakalım, kendi malını koy orta yere. Neyine güvenirsin?  Efendim ben şu kadar şey bilirim. Güzel amma bildiklerinin hepsini ver ehline ver kendininkini koy orta yere. Filanı aldın, filandan öğrendin. Filanı aldın, filandan öğrendin. Filanı aldın, filandan öğrendin. Filanı aldın, filandan öğrendin. Zât-ı âlinizinki?

Âlemin malıyla ne övünüyorsun? Bankanın veznedarına benzer. Banka, önünde öyle veznedarın, binlikler böyle durur durur. Böyle sayarken o bir tuhaftır. İnsana bir hâl geliyor galiba, bir tuhaftır. Kalemi de var kırmızı kalemle şöyle iter filan fakaat demetin bir tanesi hafifleyip de yanlış saymışsa bir kırmızılık geçirir, bir hoplar. O âlemin parası hesabına, kendinin değil.

Kendini bilme ilmini öğrenmemişse bir adam, boş cüzdan gezdirmeye benzer. Boş cüzdanın insana faydası olmaz. İlim kendini öğrenmek demektir. Kendini öğrenmek demek: Marifet-i Hak demektir. Marifeti Hakk’ın neticesinde ne meydana gelir biliyor musunuz?

Her ilmin bir neticesi vardır. O ilmin neticesinde İnsan hakkı meydana gelir. Anlatabildik mi acaba? Bugünkü konuşmanın an yeri bu. Bir adam kendini bilmedikçe kendini bilme ilmini bilmedikçe istediğin kadar kanun oku, istediğin kadar satır oku, kendine ait olan kendini bilme ilmini bilmedin mi Hakk’ı bilmezsin.

O Marifet-i Hak tahakkuk etmedikçe hilkati, kâinatı bilmezsin. Onu bilmedikçe serâir-i insanı bilmezsin. İnsanı bilmedikçe insan hakkını bilmezsin. Netice itibariyle tecavüzler başlar, zulümler başlar, ihtirâsât-ı nefsaniye başlar, hasedler başlar, buğzlar başlar, adavet başlar, başlar başlar artık nihayet işte insanlar huzursuz yaşar.

E zaten ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes. Orta yerde hiçbir şey yok.

Bütün mevcûdiyet Hakk’a bağlı olmazsa varidat-ı akliye şirke götürür adamı. Tabire dikkat et. İlk söylediğim cümledir. Bütün mevcûdiyetimizle varidat-ı akliye Hakk’a bağlanmamışsa, o akıl adamı şirke götürür. Ne yapar o vakit?

İyilikleri meydana çıkarsın diye Kudret tarafından verilmişken, kötülüklerin çıkmasına engel olan şeyleri kaldırayım da o çıksın diye tersine çalışır. Ama Hakk’a bağlanacak olursa hem varidat-ı tezâyüd[12] eder hem vahdet-i ruhiyye meydana gelir.

Öyle bir intizam olur ki bu sayede yalnız bakâ-i nev’i değil bakâ-i şahsi de meydana gelir. Anlatabildik mi? Ne demek bakâ-i şahsi? Bak mesela bakâ-i şahsi demek; herhangi bir insanın iyi insanlar tarafından ismi anıldığı vakitte gönülde sıcaklığı duyması demektir. Anlatamıyoruz galiba?

Bu kâinata Firavun da gelmiş, Musa da gelmiş. Firavun’un şahsiyeti de anılır, fakat bir soğuklukla anılır. Fakat “Musa” dendiği vakitte bugün milyarla insan, milyonla insan peşinden gidiyor. Bu kâinata Ebu Cehil de gelmiş, bir şöhret bırakmış. Muhammed Aleyhisselam da gelmiş. Birisinde bir soğukluk devam ediyor, birisinden bir sıcaklık devam ediyor. Anlatamıyor muyum acaba? İşte ona bakâ-i şahsi derler.

Bir de bakâ-i nev’i vardır ki; insanlığa yapmış olduğu hizmetle, insanlığın bakâsına hizmet. Demiş olduğum şekilde; o varidat-ı akliye Hakk’a bağlanaraktan bir birlik olacak olursa oradaki varidat artıyor, arttığı vakitte o insanın hizmeti, hem bakâ-i nev’isine oluyor hem bakâ-i şahsisine oluyor. Anlatamadık mı?

 Bu kadar konuşma yeter.



[1] Sayd: Av, şikâr. Avlama, avlanma.
[2] Şam’a/Şem'a: Işık, çıra. Mum. Muma batırılmış fitil.
[3] Merbut: Bağlı, bağlanmış, raptedilmiş.
[4] Tecezzi: Küçük parçalara ayrılma, bölünme.
[5] İnkısâm: Bölünme, kısımlara ayrılma, parçalanma.
[6] Fâriğ: Vazgeçmiş, terketmiş, el çekmiş.
[7] Pâyân: Son. Nihâyet.
[8] İttikâl:   Allah'a tevekkül etme, güvenme, dayanma.
("Tevekkül" ile aynı kökten olan "ittikâl" biraz da tembellik içeren ve boşa gidebilecek bir güvenme ve dayanmayı ifade eder.  Hiçbir çaba sarfetmeden: "Ben Allah'a güvendim; çalışmama, sebeplere riayet etmeme gerek yok" tarzı davranış tevekkül değil, ittikâl'dir. Ve mezmum görülmüştür.)
[9] Vecd/ Vecid: Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hâli. Yüksek heyecan, coşku. İştiyâk istiğrak hâli.
[10] Verâ: Öte, ötesi, Arka, art. Geri.
[11] Sirişk: Gözyaşı.
[12] Tezâyüd/Tezâyüt: Ziyadeleşme, artma, çoğalma.


[i] Vech-i yâre düş olan âlemde seyrân istemez
Cânını cânâne teslîm eyleyen cân istemez

Bu misâfirhânenin fânîliğin fehm eyleyen
Hâne-i kalbinde Hakk'dan gayrı mihmân istemez

Gerçi zâhir 'ilminin nef'i de vardır tâlibe
Lîk esrâra erenler sûrî 'irfân istemez

Zâhidâ 'ârif neye kılsa nazar Hakk görünür
Şekki yokdur 'ârifin âyât u bürhân istemez

Cennet içre tamudan korkmaz Hakk'ın 'âşıkları
Hak budur erbâb-ı 'aşka hûr u gılmân istemez

"İrci'î" âvâzı erdi mürg-i cânım sem'ine
Bî-karâr oldu anın'çün derd ü handân istemez

Mâsivallahdan mücerred oldu İbrâhim bugün
Vârını dildâre verdi vasl u hicrân istemez

Kuşadalı İbrâhîm Halvetî
Kuddise Sırruh

[ii] Çeşminin neşvesi yok cam ı muhabbette bile/
Lalenin şulesi yok gonca i cennette bile.
Yok yüzünde açılan güldeki nuşin alevin
Olmaz böyle alev bade-i vuslatta bile

Bin sabah tarab-ı vasla verilmez aşkın
Öyle âlemleri vardır şeb- firkatte bile

Mihnet-i aşkının ezvakına payan olmaz
Başlasam saymaya bitmez edebiyette bile

Cemden evvelki alev badesinin sarhoşuyum
Ben ayılmam ebeden kabr-i sükûnette bile

Şevkimin öyle semalar yaratan kudreti var
Ki güneşler doğurur istese zulmette bile

Savrulup cevre çıkan zerrelerim özler onu
Beni kül etse Yakub-ı ateş hasrette bile

Ararım hep onu Muhyi sorarım hep onu ben
Açar açmaz gözümü subh-ı kıyamette bile

 

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017