Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

121. Kaset (Son eklenen)

 121  (26.08.1962) 70 dk (164) 

Ahlak mevzûu üzerinde devam etmekte. Mevzû, başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın menbaı akıl olduğunu aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp olduğunu söylemiştik. 

Bunların her konuşma tariflerini yapıyoruz. Gerek akıl, aşk, kalp... Fakat her konuşmadaki mevzûa temel olması hasebiyle tekrar etmek mecburiyeti de oluyor. 

Akıl, hissin galatlarını tashih eden kuvve. Kalp; Kudret’in, kendisini tecelli ettirmesi içün insana bahşetmiş olduğu ayine. Bu tarifi yapmamıştım, bugün veriyorum. Onun içün kalbi iman ile kavî olan kimse daima tazedir, diye tarif eder ahlak.  Gençtir, der. Kalbi iman ile kuvvetlenmiş olan kimse her an gençtir, der. Her zaman hürdür, der. Neden? 

Zira iman; insanı, nefs-i şehvetin esaretinden kurtarır. E insan hür olabilmesi içün, evvela kendi nefsinin, nefs-i emmaresinin kayıtlarından kurtulması şarttır. Malûm ya o hürriyeti aldıktan sonra insan münevver olabilir. Onu almadan münevver olmaz. Hani münevver adam, münevver adam diye birçok daima dolaşır. 

Münevver adam kime denir? Hangi adam ki kalbini, nefsinin esaretinden kurtarmış hür olmuştur; o hürriyet, onu münevver etmiştir. Çünkü o, nur-u basiretle nur-u hikmetle münevverdir. Yoksa münevver olmak demek, yemesini içmesini biraz bilmek, biraz tarz-ı terabbusunda[1] böyle böyle olmak, o münevverlik değil. 

Münevverin tarifini geçen konuşmada yapmıştık. Hür olur. Hür olunca o hürriyet, onu Hakk’a yaklaştırır. Esaretten kurtulunca, aslına kavuşmaklık içün bir heyecan gelir. O heyecanın adına da aşk derler. O aşk ile yoğrulan suratı/sureti, hiçbir ayine çirkin göstermez. Acaba anlatabiliyor muyuz? 

Bütün kayıtlardan kurtulur, benlikten soyunur. Hatta ne güzel bir misal vermişlerdir. Bülbülün, gülün karşısında kanadı var mı yok mu farkında değildir, derler. Eğer insanda Maşuk-u Hakiki’sini, aslına ait olan kendisinin ne olduğunu idrak ederse aslı işte o, aslı. Aslını bulması, bulunca sahte benliğinden soyunur. 

Benlikten soyunduktan sonra zulüm orta yerden kalkar, hased gider, kin gider, buğz gider, adavet gider, riya gider. Bunların hepsi sahte benlikten insana gelen hastalıklardır. Bunlardan kurtulur ve o hiçbir vakit, o sahaya tekâmül etti mi insan, öleceğim diye gam yemez. Onun gamı nedir biliyor musun? “Aah, mânâm fevt[2]  oluyor mu?” der. 

Onun içün ahlakın ilk emri budur, insanlara der ki: Öldüğünüz için gam yemeyiniz, fevt olan mânânız içün çok üzülünüz. Bir şey anlatabiliyor muyuz? Kimin mânâsı fevt olur? Hep bunlar ölçülüdür, dikkat edin. Bugün ölçülü ölçülü söylüyorum. Yani ölçülü demek birbirine bağlı, bir cümle diğer cümleyi açıyor.

Dedik ki: Mânâsı fevt oldu. Ne bileyim benim mânâm fevt oldu mu olmadı mı?  Ben bunu nasıl anlayayım? Terazisi var. Mânânı fevt ediyor musun, yok ediyor musun etmiyor musun? Eğer sözlerin Hakk’a talip de işlerin halka ragıpsa mânân fevt oluyor. Sözünle Hakperest geçiyorsun. Hep daima “Hak, Hak” şöyledir böyledir diyorsun, fakat işinde daima halka rağbet... Hak’la alakası yok işinin sen mânânı fevt etmektesin. Yanıyorsun yani ya. Ölçü bu. O sözü halka... 

Ee Hakk’ı talip gibi de efali halka ragıp olanlara şöyle bir misal verirler: 

Sadık görünür kisvede erbâb-ı hıyânet
Sadık görünür kisvede erbâb-ı hıyânet
Mürşid sanılır vehlede eshâb-ı dalâlet
Ekser kişinin suretine sîreti uymaz
Yâ Râb bu ne hikmettir bu ne hâlet.

Anlatabildik mi acaba? Bir daha okuyayım, belki hoşuna gider.

Sadık görünür kisvede erbâb-ı hıyânet
Mürşid sanılır vehlede eshâb-ı dalâlet
Ekser kişinin suretine sîreti uymaz
Yâ Râb bu ne hikmettir bu ne hâlet.

E bunu ben nasıl sezebilirim nasıl anlayabilirim? Eğer hakikaten gençsen, ama neyle genç? Biraz evvel söylediğim, kalbini imanın kuvvetiyle taze kılmışsan ona Kudret bir nur takmıştır, sıkarsın derhal anlarsın. Onun içün denmiştir ki: İnsanı, iyi veya kötü...

Bazı adamlar vardır “Ben o işi yok ederim” der. Fikir yok olmaz. Dikkat et! Onun içün demişlerdir ki: Sen o adamı niye yok ediyorsun, fikrinden vazgeçirmeliydin. Fikir, yok olmaz. Fikrinden vazgeçirmeliydin.

İnsanın boynunu vurmakla fikri ölmez. Ya o fikir, bir dimağdan bir dimağa elektrik gibi geçer veyahut o fikir yeniden icat olur. Anlatamıyor muyum acaba? O mânâyı muhafaza edebilmeklik içün, bu sahne-i şuhutda insan, çok metin olması lazım gelir. O metanetini de maddesinden tedarik edemez. Madde çürür. “Demir gibi” derler, fakat paslanır dökülür. “Taş gibi” derler; ocağa konur, yanar, şekilden şekile girer. 

Madde dayanmaz, mânâ dayanır. Mânânın da muhafazası imandır. Sen eğer, hemen hemen her konuşmada tekrar ettiğim gibi: Yükünü imana yükleyemezsen çok çabuk ezilirsin. Bu sahne öyle kurulmuş. 

Burada sayılı nefesin ‘ohh’u ancak son nefestir. Ondan evvel yok. Hani böyle ooohh, der. Hiç bulundun mu bu âlemden gidenin yanında? Öyle çırpınır çırpınır filan bir vaziyette bakarsın ki çok ızdırap içindesin, dersin. Fakat son nefeste ıstırap tamamıyle kalkar, gözler mahmurlaşır, her an bir başka bir tecelliye mazhar olur, gider. “Ohh” nefesi ondan evvel öyle yok. O hâlde satılma! 

Size bir, büyük bir insanın bir şeysini söyleyeyim. Burdan şey edelim cümlesini. Der ki: “Yetimin beşiğinin boncuğu yağmur taşıdır.” Hani beşiklere bir nazarlık yaparlar ya hani bir süs yaparlar. “Yetimin beşiğinin boncuğu yağmur taşıdır.”                                                

Yani yetim çocuk, beşikteyken eğlencesi, daima ağlamakladır. Yetim. Gönlüne aksediyor onun. Bilmese de aksediyor o tecelli oluyor onda. Daima onun eğlencesi ağlamakladır. Cananından, canından. Canından! 

Âşık da canını, cananına verdiği içün ondan uzaklaştığından dolayı hakikatte ona yetim derler. Hakiki yetim. Feragat etmiş. O da daima ağlamaklan ömrünü geçirir. Anlatamıyor muyum acaba? 

Fakat o gözyaşı ne pahalı bir incidir bilir misiniz? Onu ancak Allah satın alabilir. Öyle yaşın varsa çok pahalıya sat. Onun içün büyük Peygamber de öyle demiştir. Beşeriyetin Fahri Ebedisi: İhtenimüd-dua inder-rikka. 

Böyle burnunun direği sızlayarak kendinden... Burnunun direği sızlamak demek, kendinden geçersin. O yaş geldiği vakitte ne masan kalır ne kasan kalır, ne rütben kalır ne câhın kalır. İşte ondan dolayı makbul.  O gelir gelmez senin benliğin elinden gider. Orda bir an olur, o çok sürmez, çok sürse kâinat yıkılır. O bir tarfetü'l-ayn’dır.[3] Öyle bir an gelir, o anı kaybetme. Gelir gelmez çal kapıyı, der. Kudret boş çevirmez, çalmasını bilebilirsen. Çal. 

Gelelim mevzûmuzun an yerine. Dedik ki, işte vazifeden doğan ahlak, aşktan doğan ahlak; birisinin menbaı akıl, birisinin ki aşk, kalp. Kalbi tarif ettik. Bugünkü tarifi unutmayın. En güzel tarifi.  Bunların heyet-i umumisi mânâ-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle mevzûun en büyük rüknü, esasını insan mefhûmu teşkil ediyor. İnsan... 

İnsan nedir? Hiç düşündün mü kendini? Ben neyim, diye. Belki düşündün; rütbeni, zenginliğini, fakirliğini, aczini...  O değil, o düşünme değil o. Şöyle kendini bir düşündün mü? Nereye gidiyorum, ne olacağım, niye getirildim? 

Ruh, sırf nurâni bir fıtrat olduğu içün, nurâni bir fıtrat olduğu içün, nur ile ünsiyeti vardır. Nur deyince biz aydınlık mânâsı anlarız ekseriyetle, ışık. O ışık, başka ışık. Zulmetin mukabili olan, karanlığın karşılığı olan bir ışık değil. Başka bir şey. 

Bir daha söyleyeyim. Ruh, sırf nurâni bir fıtrat olduğundan dolayı nur ile enis olabilir. Yalnız onun enisi olabilir. İşte o nurun adına ahlak denir. Anlatabildim mi acaba? Ahlakın bugün yeni bir tarifini yapıyoruz. 

Onun içün ruh, insana der ki: Ben sende olduğum müddetçe kat’iyen madde ile huzur bulamazsın. Ben senden gideyim ondan sonra ne halt edersen et. Fakat ben sende bulunduğum müddetçe sen kat’iyen madde ile huzur bulurum dersen,  vermem o huzuru, der. Bulamazsın. Nâmütenâhi servete malik olsan, en büyük kâinatın serir-i saltanatına sahip olsan, ben sende olduğum müddetçe sen mânàya sahip olmadıkça kat’iyen huzur bulamazsın. Bir yere şahid olacaksın, der. Vazifeni bileceksin der, ruh. 

Senin bu âleme gelmekteki bütün gayen: Kudret’in ilminde durman, nihayet birçok devirler turlar ikmal ederek bu sahaya gelmen, dünya sahnesine geliş ve gidişindeki gaye, bir şehadet mevzûudur, der. Şehadet. 

Henüz bir yaprağın hüviyetini bilmezken, bir damla suyun mahiyetini anlamazken, herhangi bir zerrenin neticesindeki varlığın inceliklerine agâh değilken; Kudret, her insanın fıtratına, kendisini aramaklık ve kendisini kabul etmeklik mânâsını rekzetmiştir. Bunları bilmezken vacibü'l-vücûdu bilmeklik hassası her insana verilmiştir. 

Bir yudum suyu bilmezken, ufak bir yaprağın hüviyetini tahlilden acizken -ne bileyim ben- herhangi bir eşyanın bir zerresinden ufak bir malumatı yok iken, fakat “VAR!” diyordu. Bir vacibü'l-vücûdu ikrar ediyordu. Ve o ikrar edilmedikçe o mânâ kabul edilmedikçe kat’i hürriyet gelmez. Allah kabul edilmedikçe dünyanın hiçbir yerinde demokrasi kurulmaz. Olmaz. Hürriyet namı altında tatlı esarete sevk edilir. İmkân yoktur. Zira insana hürriyet, hür olmaklık ancak Allah’dan gelir. O vermiştir. Anlatamıyoruz galiba? 

Bir şehadet meselesi içün gelmişizdir hepimiz. Netice bir şeyi beyan etmeye, öbür tarafta o maddeler, o câhlar, o rütbeler, o cidaller, o cihadlar bunların hepsi işin teferruatı, işin saltanatı, yoksa asıl geliş o. Bu şehadeti layıkıyla yapan, makam-ı tabiatta kalmaz. İncelik bu. Makam-ı tabiatta kalmayınca ne oluyor? Kayıttan kurtuluyor. Kayıttan kurtulunca ne oluyor? İşte hür oluyor. Hür olunca yalnız bir yere itimat ediyor. O itimat etmesinin adına...  Neyse orası dursun, uzun sürecek. 

Bütün kalbini Hakk’a raptettiği dakikada kendisine istiklal veriliyor. Kendisine istiklal verildiği vakit her şeyin bir yerden geldiğini anlayınca zulüm denilen şeye el uzatamıyor. Benim mâ-fevkim var, diyor. Anlatabiliyor muyum? 

Zulüm kolay kolay kalkar mı? Sen, zalimi böyle lafla orta yerden kaldırabilir misin? İnsanın cibilliyetinde tahakküm vardır. Tahakküm bir nevi zulümdür, fakat her insanda değişir. Bazısı Firavun kadar zalim olur, bazısı Nemrud kadar zalim olur, bazısı Ebu Cehil kadar zalim olur. Fakat her sahada hepimizde o firavunluk veçhesi vardır. 

Onu ancak Kudret’in vermiş olduğu istiklal kaldırabilir, adamı. Anlatabildim mi acaba? Gücün yeter hizmetçiye hakaret edersin. İşte zalimsin. Gücün yeter en ufak bir insana hakaret edersin. Ama istiklalin tamı verildi mi ne mâ-fevkine karşı köpek ne mâdûnuna karşı kurt olmazsın. Çünkü hep bir yerden geliyor. Öyle olursa: “Bu ruh-i kâinatta yekvücut olarak yaşarsam bana insan derler." dersin. Anlatabildim mi? 

Eğer, birisini yaralarsam, birisini incitirsem, ben kendi cismimde bir yara açıyorum. Birisini incitirsem ben kendi gönlümde bir rahne yapmışım. İşte ahlak, bunların reçetelerini verir, ilaçlarını verir. İnsansan şu şekilde gideceksin, der. Bunları öğreten şeyin adına ahlak denir. (Yoruldunuz mu?) 

Öyle sözle kalkmaz o işler. Sözle kalkmaz! Kim ki Hak ve hakikatten uzaklaşır, şeytan ona hem-kâse olur. İblis, kâsesini hazırlar. Onun kafası Hak ve hakikat uğrunda yorulmaz. O kafa çorba kâsesi olur, çorba! Anlatabiliyor muyum?  Ve onun sâyesinde[4] yaşar. 

Kolay şey değildir. İnsan olmak kadar zor bir şey var mı? Mesela iki üç konuşma evvel söylemiştik.  Tevekkülü onu miskinlik mânâsına almayacaksın. Anlattık ya, o her adamın kârı mı o? Hakk’a itimat demektir o. Hakk’a itimat, birinci sınıf insanın işi. O’na itimat edince işte istiklalini alıyor. Bana inandı, diyor. Bana itimat etti, diyor. Verelim bunun istiklalini. Bu Naib-i Hak’dır. Tam bir hür olsun, diyor Kudret. 

E istiklalini aldıktan sonra artık gider de zalimin karşısında tam bir hür adam, tam bir istiklale sahip olan adam uşak olur mu? Uşak olmayınca zalim ne yapabilir? Zalim herkesten acizdir. Zalim zulmünü uşağı ile yapar. İşte ruh, fıtratı itibariyle sırf nurâni bir tecelliye mazhar olduğundan dolayı, enisi de nur olduğunu söyledik. O nurun adına ahlak derler, dedik.

Ahlak, Kudret tarafından bir ilm-i İlâhidir ki, insan onun sâyesi altında yaşayabilir. O sâyede. O sâyeye girdi mi kendi hakikatını layıkıyla teemmül[5] eder. Hadisat beynine vurmaz. Sâye altında çünkü hiçbir şeyin tazyiki yok. Anlatabiliyor muyum? O serbest kalır.

Ruhunun aradığı nurun aguşuna kendini atarsa ne olur? Kalbinde itminan, hatırında huzur, fikrinde sükûn olur. Bir cemiyetin de yaşayanlarının kalbinde itminan olursa, hatırında yani hatır demek hayalinden, ruhundan, kalbinden hatta nefsinden gelen şeylerde huzur olursa, nefsini de adam etmiş. Nefsinden gelende huzur, hayalinden gelende huzur, ne bileyim hatırından gelende huzur olursa, fikrinde de sükûn bulunursa cemiyet her an teâli eder, her an terakki eder.

Daimi yekvücut olaraktan yaşar. Ne bileyim, Kudret onun elinden alır, alabildiğine yürür götürttürür. Onun öbür tarafındaki şeyler dedikodudan ibaret olur.  Kıylükâl! Boş cüzdanın kimseye faydası olmaz. Aç boş cüzdanı anlat dur, ama içinde bir şey yok kardeşim cüzdanın! Bakıyorum yok. Boş cüzdanın kimseye faydası olmaz.

Deden öyle yaşardı. Deden, aşktan doğan ahlakın salikleriydi. Sen dedeni sakın küçük görme. Her sahada tekâmül etmiş. İlme mevzû vermiş. Sanata model vermiş. Elini uzatmış düşmüşe. Bire on dövüşmüş. Hiçbir vakit tercih imtihanında kaybetmemiş. Malum ya Kudret, ilk önce kendinin tercih olunduğunu ister. Beşer bunu her an geçirir.

Buraya çok dikkat etmek lazım gelir.

Daima her an “Beni tercih edebiliyor mu?” der. Tercih etmek; Hak ve hakikatin peşinde koşmaktır. Zira Allah’u Teâlâ, Hak Teâlâ’dır. Anlatabildik mi acaba? Tercih bu. “Beni tercih edebiliyor mu?” Tercih edebilmesi Hak ve hakikatin peşinden koşabilmesi. Hak ve hakikatin peşinden koştu mu, Kudret’i tercih etti.

Zira Allah’u Teâlâ, Hak Teâlâ’dır. Görüyor musun isminin güzelliğini? Daima söyleriz biz bunu ama farkında değilizdir. Birçok şeyler bize mânâ dolu bir tek kelimeyle bırakılmıştır, fakat biz onun farkında değilizdir.

Muhabbet esaslarını kaybettik, kaybettikten sonra yıkıldık. Yürümüyor, olmuyor. Sebebine gelince: Kudret bizden ikdamı[6] görecek, O bize ikbal edecek. Senin niyetine bakacak, evvela niyetin ne? Malum ya, o niyetinin neticesinde yapacağın işler ne? Bunları sende görecek. Fail-i Hakiki O’dur. Sen değilsindir. Görecek, gördükten sonra iyi veya kötü...

Ressam, gayet iyi resim yapar da kötüsünü yapamazsa iyi sanatkâr değildir. Allah da hem hayrı halkeder hem şerri halkeder. Allah’dır çünkü. Onu yapmazsa olur mu Allah? Adi bir ressam bile iyi bir şey yapar da kötüsünü yapamazsa sanatında mahir değildir. Hem iyisini yapabilir hem kötüsünü yapabilir. Kudret de istîdâda göre hepsini tecelli ettirecek. Bakacak senin vaziyetine.

Bir vakit dünyayı biz imar ederdik. Dedemiz. Dünyanın varisiydik. Biz imar ederdik. Çünkü bu mevcûdât, Kudret’indir. Her vakit söylüyorum ya, inanan da inanmayan da bilâ-kayd ü şart, iyi veya kötü, zahidi şakisi yalnız ona çalışırız. “Yok canım, ben kendime çalışırım!” Öyle yağma mı var. Şu kadar bir şey vermez. Şöyle şöyle nokta toz vermez vallaha! Şu kadar.

Kurmuştur sahneyi, açılmıştır pazar. Çalıştırır, çalıştırır müfredat programı bittikten sonra “Git çukuru doldur bakalım”, der. “Haa, bana uzanan dilin de çene kemiklerinin arasında un ufak olsun bakalım!” der. Yer, adamı yer. Öyledir o. Âdeti öyle O’nun. İnanan inanmayan, kabul eden etmeyen hepsi oraya çalışır. “Kendime!” Yok, vermez!

Yalnız, işte bir keremi var. “Hepsini alırım, diyor. Eğer samimi bir imanı varsa o mevkûftur, onu almam.” Anlatabildim mi acaba? Ve ondan da büyük servet yok. Câhı da alır, güzelliğini alır, kuvvetini alır. Ne bileyim ben servetini alır, malikânesini alır, heyet-i umumisini. Çünkü O’nun. Vermiş, alıyor. Hani alan da O veren de O, değil. Veren de O, alan da O. İlk önce alma sonra verme, yok. Senin yok bir şeyi…

Nem var idi ki laf edem özümden
Mahveyle beni benim gözümden.

Demişler. İşte bu. Sen kaç yaşındasın? Kırk. Kırk bir sene evveli kendini biliyor musun? Neredeydin sen, nen’e sahiptin, kim tanıyordu, hangi muhitte bilinirdin, hangi defterde yazılı idin? Büyük Kitap resmen ilan eder. Öyle kuvvetli dersler kaçırılır ki:

هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ  der. [7]

“Ben seni sun'-ı İlâhi fabrikama tezgâh yapmışsam da o kadar da geniş selahiyet vermedim ya! Orada kendi istediğim boya ile boyayacağım. Senin boyanla değil!” Hani en akıllı bir adam, istediği şekilde bir insanla evlensin de; şu boyda, şu ende şu biçimde, şu kadar müktesebat-ı ilmiyeye sahip, bu kadar fikre malik bir çocuk meydana getirsin. “Yook!” diyor.

هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ 

Ben istediğim şekilde boyayacağım. Beyefendi senin dediğin şekilde değil.

Fakat bunların hakikatini, ahlak bildirir. Zira ahlak; insana, âlemin ve âdemin hakikatini bildirir. Neden bildirir? Ahlakın menbaı bir zattır. 

Hilkat yokken kader nakkaşı semavatın tezyinatını vurmamışken, hiçbir şeyden eserden esirden bir şey bilinmezken, o mânâ-i kül, ahlak-ı kül idi, oradan dağıtıldı. O bildirir. Ama suret elbisesini çıkarmadan, beşeriyet libasından soyunmadan iç âleme adamı sokmazlar. Dalamazsın. O hamama girmeyince de âlemin hakikatını -temizleneceksin ki göreceksin- anlayamazsın. 

Ten candan, câme[8] tenden agâh değildir. Burasını söyledim de yukarılarını söylememiştim iki konuşma evvel. Ten candan, câme tenden agâh değil, ne demek? Bu benim câmem yani bugünkü tabirle bu ceketim, bu tenimden agâh mıdır? Bilir mi bunu bu? Bunu giymişim ama bu bunun üzerinde. İşte bunu istilâ etmiş.

Nasıl bu ceket, bu gömlek, bu tenimden agâh değilse, bu tenim de benim canımın gömleğidir, canımdan agâh değildir. Anlatamıyoruz galiba? Onun içün işin hakikatine gir. 

Ne güzel söylemişler. Ekmek almaya gittim; ekmekçinin hüsnünü gördüm, ekmeği almaktan vazgeçtim. Unuttum, diyor. Bağa geziye gittim; gülistanı gezdim, gül koklayım derken bağbanın hüsnünü gördüm, unuttum. Kuyuya suya gittim; Yusuf çıktı ab-ı hayatı içtim. Neylerim ben bu suyu, diyor. 

“Şunu biraz daha açmaz mısın?” Bugün hâlim yok. Sıhhatim iyi değil o kadar. Bir neşeli günümde açarım inşallah. Yüz konferans değer söylenecek olursa. Bu cümlenin içerisinde bütün hakikatlar anlatılmış. Şu üç cümle içinde. 

Ekmek almaya gittim; ekmekçinin hüsnünü gördüm, ekmek almayı unuttum. Canımı o hüsne verdim. Bağa geziye gittim, gülistana girdim; gül koklayım derken bağbanı gördüm, hüsnüne âşık oldum unuttum. Susadım kuyuya yaklaştım; Hz.Yusuf çıktı ab-ı hayatı içtim, neylerim başka suyu. 

İşte bu cümlenin içerisinde bugünkü konuştuğumuzun tafsilatı var. Daha özgü bir şekilde ama benim anlatacak takatim yok. Ama buraya kadar anlattığımızdan inşallah zevk edindik. Bildiğiniz şeyler ama işte konuşuyoruz. Yalnız ahlakın verdiği bir söz var, bir şey var, bir kıymetli bir cümle var. 

Bütün istibdatların, bütün zulümlerin en büyük esası, erbâb-ı kuvvetin, zahirde kuvvete sahip olan şahsiyetlerin, kendi fevklerinde olan Kudret-i İlâhiyeyi kendilerinden yüksek bir Kudret’in varlığına layıkıyla inanmayışlarından olur.  Anlatabildik mi acaba? Kendinin fevkinde bir Kudret-i Mutlaka olduğuna inanan adam, hiç zulüm yapabilir mi? İmkân var mı ona? Hem inandı da hem yaptı. 

Taa konuşmanın bidâyetinde demiştim ki, “Mânâyı ifnâ[9] edenler” der ahlak. Orayı tarif ederken dedik ki: Sözüyle Hakk’a talip de efaliyle halka ragıb. O sınıfa girer. Anlatabildik mi acaba? Son sözün tahlilini şimdi burada bu cümle ile yaptık. İnsan ebediyet ve ikinci hayat neşet-i saniyeye iman etmedikçe huzura kavuşmasına imkân yoktur. Buna imkân yok. 

Burada ilm-ü fen, fikr-i felsefe tevakkuf[10] etmiştir. Akl-ı beşer hayretler içerisinde kalmıştır. Henüz erbab-ı hakikat kapıları açılmamıştır. Daha o kadar ilerlememiştir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Onun içün kudret elden gitmeden eğer hakiki bir varlık, güzel bir birlik, şu üç günlük hayat içün temiz nefes almak değil. Bir geçişimiz var bizim. Geçeceğiz biz yahu! Geçeceğiz. 

Kudret, bunun bu asırda dersini kaçırıyor. Ruh ilimleri epeyi yol almış. Birçok meçhulleri halletmeye çalışıyor. Bunları zanneder misin ki beşer fevkalâdeliği ile bulmuş? Hayır. Kim bilir Fatır-ı Mutlak, mevcûdât-ı beşeriyye içerisinde hangisini tutmuş sevmiştir de onun şöyle ayağı kaymak üzerindedir, onun ayağını kurtarmaklık içün binlerce kafaya onu ilham etmiştir. O yoldan onu kurtar diye. 

Öyledir o. Hakk’ın âdetidir. Bir kişiyi sever, milyarla adamı meşgul ettirir. Çağrıyor ruhu. Ruh değildir gelen fakat bir varlığın olduğunu ispat ettiriyor. Ruhun nasıl bu âlemde böyle bir sıfatı varsa gittikten sonra da orada bir vücûd-u muktesebe-i manevisi vardır, odur. Yoksa Âlem-i Emir, âlem-i halka uşak olmaz. Fakat kapıyı kapamıştır ki sen inkâr edemeyesin diye. Anlatabildim mi acaba? 

Bazı bir şey sorarsın; tepelerler bizi, der. Sırrı sana verir miyim,  der yoo! İşte anladın ya bir şey var, haa! Bocala o “var"ın içerisinde. Erbab-ı hakikat henüz mestur/kapalı. İstikbal yolları ise nâ-madud, sayısız yani ya. 

Bu karanlığı izale edecek bir tek ilim var ona da nur-u nübüvvet derler. İnanırsan inanırsın, kazanırsın. İnanmazsan da kendi hâlinde kalırsın. Açık sana söyleyim. Anlatabildim mi? Beşer işte kamere çıkacak şunu olacak, bunu olacak bunlar olacak. Bunlar o kadar büyük bir şeyler değil. 

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi diyor ki: Âlem-i arşın amelesinden birisi merak etti Kudret’le ünsiyet peydah et gezeyim diye. Sen bu âlemi ne zannediyorsun? Senin bilebileceğin bir sene ile anlatayım diyor bir dostuna. 

Ne kadar beşer adet biliyorsa o adedi koysun. O bildiği adedin, binler, ne kadar beşer varsa o beşerin de ne kadar bildiği adet varsa onların heyet-i umumiyesini yekûn etsin. O yekûnla ona bir seyir verdi Kudret; bak bakalım, dedi. O seyir, o adet senesi ihtiva ettiği hâlde gitti gitti bir ölçüye girmeyecek derecede gayet bir şey... Aciz kaldım “nooldum” dedi. Bir kudret daha vereceğim, bir daha, bir daha o senin görmüş olduğun varlığın nihayeti yoktur, dedi. Henüz daha fen, buralara girememiştir. Fen buraya girememiştir. Fen daha bu sahalarda yol alamamıştır. Bir gün gelir alır. 

E bu kadar büyük varlığın içerisinde insan kendisine bir sahte varlık vererek “Ben yaratırım, ben vururum, ben kırarım, ben ezerim!” Bilmem, o imkân var mıdır? Demek oluyor ki ahlak, vicdani bir tahallukle sığınılacak İlâhi bir ilimdir dedik değil mi? Sığınılacak. Neden öyledir? 

Bak şimdi kendi kendine sor. İnsan, mâdâm ki zevkini okşayan bir cürümle baş başa kalmaklık fırsatını bulur mu bulmaz mı? Bulur. O fırsatı bulduğu vakitte burada hangi vâzı-ı kanunun maddesi geçer? Anlatamıyor muyum yahu? Hangi vâzı-ı kanunun en keskin bir maddesi burada geçebilir? Geçemez. O fırsat dakikalarında, o insan, o vâzı-ı kanunun maddesinden kurtulur. O hâlde, o hâlde ahlak... 

Beşeriyet bugün bu kadar ilmi var, müktesebatı var, bu kadar ne bileyim mesaisi var, bu kadar fenni var. Ve dünya kuruldu kurulalı beşeriyet bugünkü servete malik olduğu vakitte hiçbir zaman olmamıştır. Âdemin hilkatinden bu güne kadar beşerin elindeki servet olmamıştır. Fakat inlemesi neden? Mâdâm ki insan, bir hususi, bir umumi iki maske kullanabiliyor, kullanırsın değil mi istersen? Suratında iki maske kullanabilirsin. O maskeleri kullanabilirken hangi vâzı-ı kanunun maddesi senin üzerinde tesirini gösterebilir? Ahlak! 

Ahlak, konuşmanın bidâyetinde söylerken demiştim ki: Hürriyet insana Allah’dan gelir. Allah’dan geldiği vakitte Cenâb-ı Hakk’ın birçok esması var, bu hürriyeti “Adl”   ismiyle takyid eder. Hürriyet, adaletle kayıtlanmazsa beşeriyet için nafi olmaz. Onun hakkında esaret olur. Adaletle tahdit edilmiş olan hürriyetten ancak demokrasi payidar olabilir. Başka türlü payidar olmaz. Esas terazi bu. Demokrasiyi muhafaza edebilmek içün,  medeniyet ahlak esaslarına dayamak, rabtetmek, maddeyle olmaz. Hiç yok. 

Ne irfandır veren ahlaka ulviyet ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden kesilmiş farzedilsin havf-i Yezdan’ın
Ne irfanın kalır tesiri kat’iyyen ne vicdanın.

Ama bu korku nasıl korku biliyor musun? Bunu söylerler de korkuyu bilmezler. Bu korku ne bileyim ben zalim bir emirin gaddar bir müstebidin, canavar bir hükümdarın; ezici, kahredici, yıkıcı korkusu… O değil! Bu korku tatlı korku. Nasıl korku bu. O işin inceliklerine girmiş, o inceliklerinden Kudret’in yanında kendisinin bir mevkii olduğunu tatmış: “Gözünden düşersem!” diyor. Anlatabildim mi?

“Allah beni isminde tutmuş, ilminde tutmuş. Bana kıymet vermiş, devreler ikmal ettirmiş. Bana konuşma hakkı vermiş, seninle konuşacağım demiş. Düşünme bahşetmiş. Fikir biliyor musunuz aklın üstündedir. Fikir aklın verâsında. “Bunları bana ihsan etmiş, binaenaleyh ya bu kadar benim kıymetim var, bu kıymetten ben atılırsam!” korkusu. Anlatamadık mı acaba? Korku bu korku.

Hem öyle bir korku ki zamim-i bakâ istiyor. Bakâ. Heves ettiğimiz yenilikler teceddüdler, ölüm gibi acı bir tebeddül olmamalıdır, der ahlak. Belle burayı. Bazı teceddüd vardır, bazı yenilik vardır ki o teceddüd, o yenilik, terakki değildir. Tebeddülden ibarettir ve o tebeddülde de acı bir ölüm vardır, der.

Fakat bunlar nur-u basiretle hâlledilir. Cehalet içinde kalan gönülde hakikatlar idrak edilmez. İdrakin selbedilmesi bir nevi körlüktür. Ahlaka göre cehalet, kalbin ölümüne sebeptir. Cehalet, doğru histen mahrum olmak demektir. Nasıl ki nur-u basar olmazsa gözün nuru olmazsa, görmek kabil olmaz, kalp de böyledir.

Kalpte de nur-u basiret olmazsa idrak olmaz. İdrak olmazsa, ne bileyim gözle görülebilecek şeyler var,  konuştum bunları. Akılla bilinebilecek şeyler var, aşk ile yakine vasıl olacak şeyler var.  Aklın bildiğini, göz göremez. Gözün âlemi başka, aklın âlemi başka, aşkın âlemi de yine başka. 

Onun içün Fûzûlî ne güzel söylemiştir. 

Kad enarel aşkı minhacel Hudâ
Kad enarel ışku minhacel Hudâ
Salik i rah-i hakikât ışka eyler iktidâ

Yaa! Buradaki aşk, tabi anlıyorsunuz romanda okunan aşk değil. Tarifini yaptık bidâyette konuşurken. O aşk. Yine hürriyet kelimesi üzerinde, ahlakın tarifi üzerinde duruyoruz. Bugünkü mevzû o. Bir tarifini daha yapayım. Bir sıfatını daha söyleyim.

İnsan; kendisinin, bir Kadir-i Mutlak’ın eseri olduğunu idrak edemezse... Dikkat et tabire. İnsan; kendisinin, bir Kadir-i Mutlak’ın eseri olduğunu idrak edemezse kat’iyen hürriyetin kıymetini bilemez. O kıymette bilinmeyince demokrasinin hakikatı kurulamaz. Anlatamıyor muyum yahu? O hakikat kurulamayınca ne oluyor işte? Birtakım nazariyeler meydana geliyor, birtakım şekiller meydana geliyor.

Hakk’ın taksimatı vardır. Cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd. Taksimat, kısmet-i ezelide herkese verilmiş bir şeydir.

Bazı acaip nazariyeler vardır. Efendim ahlak insanlarda vicdanen müsavatı kabul eder. Mânâda müsavat. Vicdanda. Diğer sahada müsavat olur mu? Sen yüz kilosun ben elli iki, elli kiloyum. Kes bana ver yirmi beş kilosunu bakayım! Fıtratla harp olur mu? Ben yüz yirmi kiloyum, sen seksen kilosun nasıl müsavat yapacaksın? Kes bakalım bu cismi. Bir şey olmaz.

Vicdanlarda. Ahlakın, mânânın, beşeriyete vermiş olduğu müsavat, yapmış olduğu ikram; kalptedir, der. Mânâda. Vicdanda. Burada, cemiyet içerisinde en hakir görülenle en büyük görünen “ikisi birdir” der.

Bunu da en güzel misalini İslam verir. İbadet şeklinde verir. Namazda en yüksek rütbeli bir adamla cemiyette en fakir bir adam yan yana durur. Burası bir huzurdur,  der. Burada rütbeler mülgadır,  der. Bilmiyoruz hangimizin O'nun yanında büyük olduğunu. Orada herkes dilenci; o da elini açıyor, o da elini açıyor. Bak ahlak nasıl düzeliyor.

Beşer, malum ya daima iyiliği gördüğü yere yani bir maddi menfaat görmüş olduğu bir yere hürriyetini vermeye âşıktır. Tabirime dikkat et. O aşkı, o pis aşkı, o pis şekli yıkmak içün günde beş defa bu esası kurmuştur. O esas kurulduğu vakitte herkes bir kapıya gitmiştir. Eğer duyarak kılarsa: “Yahu ben bunun minneti altında niye gideyim. Bu da benim gibi dilenci, istiyor baksana! Bu asıl istenilen yerden istesem ya ben!” Anlatamıyor muyum yahu?  

Esas gayet güzel kurulur.  “Burada filan adam var sen biraz geride dur!” Yok. Dinlemez. Vicdanlarda müsavatı veriyor. Ayırmıyor. İnsansın değil mi, diyor. İnsan, müsavisin. Madde kısmına gelince olmaz.

İki üç konuşma evveli anlatmıştım, iki defa. Bu zannederim üçüncü veya dördüncü oluyor. Kudret, insanların cibilliyetine bazı hassalar ihsan etmiştir. Burayı çok dikkatle dinleyin. Bulamazsın bu söyleyeceğim şeyi. Bunlardan bir tanesi de temellük hassasıdır.

Mülkiyet, temellük, sahip olma. Bir şeye sahip olmak. Beşerin fıtratında var bu zevk. İspatı gayet kolay. Henüz temyiz kudreti yok, mini mini bir çocuk. Sekiz aylık, on aylık bir yaşında. Bir şey aldı eline; ver dersiniz, vermek istemez. Tepinir. Niye?

Kudret, onun fıtratına vermiştir ki: “Sen bu sahne-i şuhutta bir şeye sahip ol.” Anlatamıyor muyum? Vermez, döversin ağlar. İlle alacak onu. Onun ne olduğunu bilmeden yine vermez. O hassa verilmiş. Şimdi sen bu müsavatı yapacağım diyerekten, bu mülkiyet, bu malikiyet, Kudret’in vermiş olduğu bu sıfatı nasıl selbedebilirsin?

Bazıları diyor ki; bu şeyi müdafaa ederken, bunun yani ilmi şeklini konuşurken, efendim o alındı mı, hariçte iş meydana gelmez! Gelir. O öyle, o dava öyle hallolmaz. Mesela insanda zürriyet, fıtratın vermiş olduğu bir hassadır. O, ona ait verilmiş olan bir zevktir. Fakat adamı hadım yaparsın; yine yüz kiloyu vurursun, taşır götürür. Şu kitabı yaz dersin, yazar. Fakat neden o adamın fıtratına verilmiş olan, o zürriyet tecellisini kaldırdın? O başka, işin görülmesi başka. Anlatamıyor muyum yahu? O ayrı iş o, haa!

Ahlak böyle müsavat ile değil de maddi müsavat ile değil de vicdani müsavatı verdikten sonra, havasla avam muvâzenesini yaptırttırır. O muvâzene ile cemiyet-i insani de düşmüş olmaz. Fakir, zengine dost olur, hatta ortak olur, hatta kardeş olur. Hatta zenginin servetinin artması içün elinden geleni yapar. Neden? “Ben bununla hissedarım” der. Öbürkünde elinden alınır, aldatılır amma zaman gelirse birbirini boğar.

Mânânın vermiş olduğu, ahlakın vermiş olduğu düsturda birbirinin gözünün içine muhabbetle bakar. Anlatabildim mi acaba? Bu, iman aşkıyla olur. Hani söyledik ya: Kudret’ten gelir insana hürriyet. İmanın fevkinde bir şey var mıdır?  Var. Ama onun şimdi burda lüzumu yok. Daha üst.

Dirayet, Allah dostluğu, mertebe-i imaniyenin fevkindedir. Zira, zevk-i Muhammedi de Veli, her şeyden fanidir. Anlatabildim mi? Bu da ilk söylediğim sözdür. Belle ve zevk edin.

İnsan, içini fethetmek lazım, içini. İçini fethedebilirse iş olur. İçini. Öyle demişler. İçini niye fethedemiyorsun? Elinde aaah anahtarı yok mu? Geçen hafta ah ipliğini söyledik. Bu hafta, ahh anahtarını söylüyoruz. Hatırlar mısınız bilmem ki?

Günah kuyusundan, hata kuyusundan insan, ancak ah ipiyle çıkabilir. Çıkarsın kurtulursun. Öyle diyor. İçini niye fethedemiyorsun? Elinde ah anahtarı yok mu? Yoksa sizde nısfü'l-leyl olmuyor mu? Sizde gece yarısı olmaz mı, diyor. Gece yarısı oluyorsa elinde de bir ah anahtarı varsa, niçün içinin kapısını açamıyorsun?

Bugünkü konuşma bu kadar yeter.

~~~~

(Nişan Nikâh Merasimi Konuşması)

Evlenmek istiyorsunuz ve evlenmenin nişanlanmasını talep ediyorsunuz. Nişanlanma, evlenmenin başlangıcı. Fakat bunun mânâda, hakikatte ne olduğunu size anlatayım da daha feyizli olsun. Yalnız bir halka takmak ve halk arasında “İşte bunlar nişanlıdır” dedirtmek mânâsına değil.

(Çok fena. Sükûnet olmayınca...)

Fikir hürriyeti var. Onu düşündünüz mü? Yoksa böyle bir, her insanda olur bir heves. İşte “Ben de evleneceğim, ben de nişanlanacağım.” Böyle mi yoksa bunun hüviyetine hakikatine agâh olarak...

Şimdi siz değişiyorsunuz, bu andan itibaren; eğer samimi iseniz, kalpleriniz böyle acabasız bir şekilde bir hukuk tedarik etmeklik ile doluysa bu andan itibaren değişeceksiniz. Ne sen eski şeklinde bir kimse olarak kalacaksın ne sen eski şeklinde bir kimse olarak kalacaksın. Bunları kabul ediyorsunuz değil mi?

Tabi bu sizin ikrarınızı evvela Allah dinler. Bu gayet zor. Bunlar incelenmediği içün görüyorsunuz ki cemiyette geçinmeler olmuyor. Bu bahis, öyle bir ev almak, bir bağ almak, bir mülk almak gibi değil. Burada şimdi Hakk, hepimize bakıyor, Cenâb-ı Hak, nazar-ı sübhanisi ile arşdaki memuruna da emir vermiştir. Tescil et bakalım, diyor. Yoksa bizim aramızda ne olacak, halkayı al tak, çıkar. Bunun bir iç yüzü var.

İç yüzü şu: Cenâb-ı Hak, bu mevcûdâtı halk etmesindeki illet, hikmet, sebep marifet içündür. Mevcûdât, Kendisine arif olsunlar içündür. Onun içün der ki: “Ben irade ettim, sevdim, muhabbet-i zatiyemle muhabbet ettim. Bu kâinatın aslı olan Benim Muhammedim tecelli etti. Bu tecellideki anı bütün mevcûdât anlasın diye bir nikâh müessesesi kurdum.”

Şimdi sizin bu mevzûatınıza Hz. Muhammed de dâhil oluyor. O, zor o. Çok tatlı fakat çok mühim. Senlik benlik kalkıyor. Kendi iradeleriniz, doğrudan doğruya Hakk’ın iradesine bağlanıyor ve manen nereye gönlünüz bağlanmışsa Hakk da O Hakk’ın sizin üzerinizde ne tecellisi varsa Hakk’ın iradesinde siz fani olmaklığa söz veriyorsunuz.

Nişanlanmak demek; ben artık mübalatsızlıktan ayrılıyorum, Hak ve Hakikatte fani olacağım. Kâinatta nikâhsız hiçbir zerre yok. Maddi manevi. Görüyorsunuz ki her şeyi Kudret,  zevcli yapmış. Su, iki gazdan teşekkül eder. Biri zevc biri zevce. Elektrik, müspet menfi kutup. Yer, gök. Biri zevce biri zevc. Sema, zevc. Arz, zevce. İkisinin tecellisi birleşir; nebatat, gıda meydana gelir. Hep böyle.

 İşte ona binaendir ki Resulullah:

“...Evlenenler dinlerinin yarısını yapmışlardır. Yarısı içün çalışsınlar.

Demek oluyor ki nikâh müessesesine girmeyen insan, tam bir insan değildir. Tam olarak Kudret kaydetmiyor. Nikâh müessesesine girmedi mi tam bir insan olaraktan kaydetmez. Kadın, erkeğin cüz-ü mütemmimi. Şöyle bir misal vereyim size. Bak iyi anlayın bu bahsi.

Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’i halk etti. Evvela ervah halk olundu. Birçok nimetlerine müstağrak kıldı. “Kani misin, memnun musun, tam huzur içinde misin?” Tabi mahlûk, Âdem. Şükrediyor, hamd ediyor. Fakat Allah, serâir-i zevâhir-i hafâyâ’ya da muttalidir ya, iç âlemine. O ne kadar kani ve memnun hâlini gösterse dahi...

Dedi ki O da: “Daha serbestsin. Bir itaba mazhar olmayacaksın. Seni muhtar kıldım. İçini söyle. Ben bilirim,   bütün mevcûdât duysun.”

 “Kani değilim Ya Rabbi!” dedi.

Keyfiyeti bizce meçhul. Resulullah’ın verdiği haberde, aldığımız malumata göre, bir hâl geçirdi. O bir tecellide Havva’yı yanında buldu. Kendi iklim-i vücûdundan Havva zahir oldu. O da onun zahiri oluş tarzının farkında değildi. Baktı ki Havva yanında.

“Nasıl memnun musun hâlinden?”
”Çok memnunum Ya Rabbi!”
Acaba bişey anlatabiliyor muyum bu şeyden?

Konuşacağım mevzûu, tabi bu anlattığım tecelli, tamamıyla hâlletmiştir. Uzun boylu izahına geçmeyeceğim. Şimdi demek oluyor ki sizde değişiklik başlıyor. Öyle bir hukuk tedarik edin ki, ilk günü ile son günü arasında fark olmasın. Anlatabildim mi? Amiyane bir tabirdir, bu manevi konuşmaya yakışmaz amma anlatmak içün söyleyeceğim. Müminlerde,  hakiki evlenenlerde balayı olmaz, onların her anı bal-ı hakikidir. Anlatabildim mi acaba? Nâmütenâhi, on gün, bir ay, bir sene, iki ay, üç ay... Öyle değil.

Taa nâmütenâhi ne demek? Huzur-u izzet-i Barî’ye çıkılacak o yola, öyledir. Siz bu niyetle evleniyor musunuz şimdi?  Nişanınızı bu niyetle mi istiyorsunuz? Onu iyi düşünün. Burada bana söz verin, ona göre ben bunu yapayım. Hani “olursa olur, olmazsa ne yapalım”  böyleyse nefese de yazık, mânâya da yazık. Hakk’ın şehadetine de yazık. Öyle. Değişiyor şimdi.

Bir defa değişiyorsunuz. Kendi hesabınıza bir şey kalmıyor. Sinirler, asap masap bunların hepsi derhal geçip gidiyor. Asker olursun; biçimsiz bir şey yaparsın, kumandan lazım geldiği şekilde sana hakareti yapar. Yine böyle durursun, orda hiç sinirin çıkmaz meydana. Hiç yok.

İki taraf için de böyle. Kadın içün de erkek içün de. Şimdi burada kumandan Allah. Onun verdiği kumanda, askerdeki verilen kumandanın kumandası gibi de değil. Onu daima karşınızda görerek sinirinizi atabilecek vaziyete geliyor musunuz? Geliyorsunuz.

Böyle olduğun an, bu nikâhı doğrudan doğruya bu nişanı, ileride nikâh olacak tabi, bu nişanı Hakk dinler. Bunu tespit eder. Bunun nikâh olduğu vakitte de yalnız belediye kaydıyla kalmaz.

Hudâ der ki âlem-i arşa: “Onu ben imzaladım.”
“Şöyle bir suçu olmuş.”
“Benim imzaladığım bir nikâh müessesesine mensup olan bir iştir. Ben bazen silerim” der.

Çalışkan bir çocuğun mektepte bir cam kırması, mesela o mektebi temsil edebilecek, o mektepteki müktesebat-ı ilmiyeyi hariçten biri geldiği vakitte o mektebin muallimlerini, heyet-i idaresini, öğretenlerinin yüzünü ak edebilecek bir talebe; bir cam kırdığı vakitte heyet-i idare onun üzerine yürümez. Üzülse dahi; üzülme o yapılır, der. Fakat, her an haydutlukla vaktini geçirmiş biri de camı kırarsa, tazmin ettirmeye kalkarlar.

Hakk’ın yanında da insanlar öyledir, o şekilde yaşarsa; Hakk, seyyiatını siler de hasenat diye alır.

Siz, şimdi bu şekilde birbirinizle nişanlanmaya şu insanlar arasında söz verdiniz. Bu söze de... Değil mi, evet söz verdiniz. Bu söze de Hak şahit oldu. Bizde şahit olduk. Birinizde Hz. Fatıma’nın, birinizde de Cenâb-ı Ali’nin sırrı tecelli etsin. Hak yardımcınız olsun. Allah’a, Resulullah’a, dine hadim zürriyet meydana gelsin. Cemiyet, netice itibariyle insaniyete hizmet edecek yavru meydana getirmiştir. Bunlar Sun'-ı İlâhinin insan dokuma tezgâhı olmuşlardır. Hak namıyla birbirleriyle birleşmişlerdir. Onun içün demek oluyor ki, bu nişan halkasına, biz diyelim ki bir TEVHİD HALKASI, bak bunun neresinden başlasanız baş yok. Siz öyle bir şekilde birleşin ki...

Kur’an der ki, evlenen insana;  o kadar kibar, o kadar nazik lisanla söylemiştir ki hiçbir yerde söylenmemiştir.

Birbirinizin elbisesi oldunuz, diyor.
Hakk'ın tarifini biz konuşalım.

Yani bu andan itibaren siz onun elbisesi oldunuz, o sizi giyiniyor. O da sizin elbiseniz oldu sizi giyiniyor. Yani iki vücûtta bir ruh olarak yaşamaklık zevkini Hak size ihsan etsin. Takalım. Hadi Bismillah. Allah mübarek etsin. Uğurlar olsun.


[1] Terabbu: Bağdaş kurarak rahatça oturma
[2] Fevt: Yitirme. Bir şeyi bir daha ele geçmeyecek şekilde kaybetme.(Mecazen) Ölüm, mevt.
[3] Tarfetü’l-ayn: Göz açıp kapayıncaya kadar geçen zamân.
[4]Sâye: Gölge. Yardım. Destek. Himaye.
[5]Teemmül: İyice, etraflıca düşünmek. Derin derin düşünmek.
[6]İkdam: Gayret ve sebat ile çalışmak. İlerlemeye gayret etmek. Devamlı çalışmak. İlerlemek.
[7] Ali İmran Suresi 6. Ayet-i Kerime هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ  Meali Sizi, rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur. Kendisinden başka tanrı olmayan, şan, şeref ve hikmet sahibi olan O'dur.
[8] Câme: Elbise, çamaşır. Giysi. Sevb, libas.
[9] İfnâ: Yok etmek.Tüketmek. Mahvetmek. Kıymetini kaybetmek.
[10] Tevakkuf: Durma, duraklama.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017