Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

123. Kaset (Yeni eklenen)

 123 (09.09.1962) 70 dk (166)

Ahlâk mevzûu üzerinde devam etmekte. Her konuşmada tekrar ettiğim gibi mevzû iki mühim esasa ayrılıyordu; biri vazifeden doğan ahlâk, diğeri de aşktan doğan ahlâk. Vazifeden doğan ahlâkın menbaı akıl, aşktan doğan ahlâkın da mastarı kalp olduğunu izah etmiştik. Bir de aklı, kalbi, vazifeyi birkaç suretle tariflerini de yapmıştık. 

Ahlâkın bahsetmiş olduğu aşkın, romanda okunan aşk mânâsına olmadığını ve o incelik anlaşılmadıkça makam-ı insaniyete kadem basılamayacağını uzun uzadıya anlattık. Mânâya yaklaşmadıkça yalnız maddiyatta kaldıkça akla tamamen huzurun temin edilemeyeceğini de uzun boylu izah etmiştik.

Zira mânâ, ahlâk; hislerle aklın arasındaki taarruzu kaldırır, birleştirir. His, iradeye daha yakın olduğu içün ekseriyetle aklı mağlub eder. Akıl mağlub olunca zulüm başlar. Bilmem anlatabiliyor muyum acaba? İnce yerleri buralar. 

Mânâ, ahlâk; akıl ile ihtisasatın taarruzunu birleştirir,  kaldırır. Bunun ikisi birleşmeden vahdet-i vicdan olmaz. Vicdanlar birleşmedikçe cemiyette nizâm-ı intizam olmaz. Zayıf, kavîden hakkını alamaz. Zayıf, kavîden hakkını alamayınca ne olur? Zulüm içerisinde yüzer. O vakit insanlık çöker. 

Demek oluyor ki ahlâk; evvela insana, insan olduğunu beyan eder. O’na ait bir sıfat, ona ait Hakk’ın bir hibesi hediyesi... Tabii bu bir kayıt, fakat insânî bir kayıt. Bunun düşmanı çok olur. Kolay kolay yaklaşmazlar. Nefsine ait olan kapıları kapar. Kapayınca beşer isyan eder. İstemez. Bunu kabul edebilmek içün insanda “aşk” denilen bir cevherin, mânânın tecellisi şarttır. 

O tecelli ettiği vakitte marifet-i nefs başlar. Yani kendi aslını bilmeklik... Bir adam kendisini bilmeden, ne kadar malûmat varsa onun hepsine sahip olsa yine cahildir o. Evvela kendini bilmeli. Onun içün mânâ ilimleri de öyle demişlerdir: Marifet-i Hak, marifet-i nefse bağlıdır. Kendisini bilmeyen, Hakk’ı kat’iyen bilmez. 

Marifet-i Hak... Marifet-i Hak olursa, Hak marifeti başlarsa, senlik benlik kalkar. Senlik benlik varken Hak bilinmez. Hak da bilinmeyince ne olur? İnlemek başlar insanlarda. 

Bir daha söyleyelim burayı: Marifet-i nefs... Meselâ mânâ ilminde şöyle tarif ederler: “Men arafe nefsehû fekâd arafe Rabbehû.” Nefsini bilen Rabbisini bilir. Kendisini bilen, Rabbisini bilir. Kendisini bilmeyen, Rabbini bilemez. 

“İşte biliyorum ya kendimi; bugün tartıldım yetmiş sekiz kilo geliyorum, buğday renkli, ela gözlü, şu renkli saçlı...” Yok canım, sen o değilsin ki! 

Bunları uzun boylu anlattık. İnsan... Öyle diyorlar: Kendisini görebilmek. “O ne biçim gözdür ki, bakar da göremez?” der, Mevlânâ. “O ne biçim gözdür ki bakar da göremez? Kemiğe âşık olur.” Öyle diyor. Sen hangi sınıf mahlûksun? Bakıyorsun, göremiyorsun. 

Basar ve basîreti yok olan kimsenin Hak ile bâtılı farkta hükmü yoktur. Bir insan ki basarı da yok, basîreti de yok; mânâ, ona “insan” nazarıyla bakmaz. Zira o görmek demek, bâtılla Hakk’ı ayırmak demektir. Görmek demek: “Şu camdır, şu taştır, şu bardaktır, şu...” O değil o! Onu hayvan da görüyor. 

İnsânî göz... Anlatamıyoruz galiba? Değil mi ya? Köprünün üzerinden yürürken bir hayvana binersin, gidersin. O senden önce görür o deliği, durur orada. Kudret’in, mânânın bizden görmeklik içün ayırdığı, verdiği bir hususî göz var ki; o göz, Hak ile bâtılı gören gözdür. 

O göz kimde yoksa herhangi bir kimse ki Hak ile bâtılı görmez, ona ahlâk henüz “insan” demez. Hak ile bâtılı gören gözü yoksa... 

Evet, şu camdır, şu tahtadır, şu halıdır; ötekinin boyu uzundur, berikinin... Sen eşyayı... Hak ile bâtılı, onu görene insan diyor. 

Ve biraz da orada, Mevlânâ azıcık ağırca söyler. Demek ki kızmış. Neye kızmış? Kudret; seni insan yapmış da sen niçün insanlıktan istifa ettin, diyor. Yazık, günah değil mi? Mevcûdât içerisinde sana kıymet verdi, ilminde tuttu, birçok devrelerden geçirtti. 

Nihayet imzasını sana, bütün mevcûdât içerisinde -nasıl ki bir sâni’, en güzel masnûunun üzerine bir imza kor- Sâni-i Hakîkî de seni bütün mevcûdât içerisinde pek nazdar, pek niyazdar, pek nazenîn, pek nazlı olaraktan kendisine seçerek meydana getirdiği hâlde ve imzasını da senin o güzel yüzüne vaz ettiği hâlde... 

Bilir misin bu yüzde ne iş vardır? Bu yüz, hiç zulme divan durur mu? Bunun mesûliyeti ağır olur. Hiç bu yüz, âh ile lekelenir mi? Hiç bu yüz, hıyânetle süflîleşir mi? Neden? 

Kudret, her eşyayı yaratırken onu bizâtihi yaratmamıştır. Fakat insan da Zâtı ile tecelli etmiştir. Ve orada tenezzül ediyor da: “İki ellerimle yaptığım insana sen niçün boyun kesmedin?” diyor. O emir her gün tecellîdedir, o tatil olmamıştır. Ona böyle zihninde bir zaman verme, öyle bir zamanın vücûdu yok. O emir her an yerindedir. 

“Sen neden Ben iki elimle yapmış olduğum, imzamı koyduğum insana neden boyun kesmedin de insanı yıkan kimseye uşak oldun sen?” diyor. Her an tecellîdedir o. 

İnsanın büyük kıymeti var. İşte onun içün diyor ki Mevlânâ, kızıyor: “Eğer köpek değilsen neden kemiğe âşık oldun? İnsanlığı bıraktın da niçün sülük gibi kan içmeye müptelâsın? Ya sen insan diyerekten meydana gelmişsin. Köpek sîretli olmayaydın, yalnız tenini mi beslerdin? Nerede canını beslemeklik gıdan? Onu niçün alamadın sen. Yalnız bedeni hazlara mı âşık olurdun, köpek sîret olmasaydın?” Mevlânâ öyle diyor. 

“Kan mesâbesinde olan haramı mı yerdin?” Haram ne demek yani ya? Bu tabir, bu maddî bir tabir değil. Maddîleştireyim ben sana. Haram demek: Herhangi bir şey ki, bir insanın bedenine, edebine, ahlâkına, mânâsına zarar verir, ona haram der. Anlatabildik mi acaba? Ölçü bu. 

Bakarsın; bu şey benim bedenime zararı var veyahut mânâma zararı var veyahut ahlâkıma zararı var veyahut edebime zararı var. Yasak! 

Onun içün der ki: İnsan ol! İnsan ol da insanın da bir ayrılmış sınıfına gir. Sûret itibarıyla insan olup da henüz mânâsı tam insan olmayan Allah der ama Allah içün demez. Nâm içün der, sıkıldığı vakit der. Şân içün der, bir madde kor der. Fakat tam insan, Allah’a Allah içün “Allah” der.

Acaba anlatabildim mi? 

Bir imtihan edelim kendimizi. Çok zor. Ölçüsü var mıdır bunun? Vardır. Eğer Hakk’ın, Allah lafzının şân ve azametine kişi âlim olursa, onun büyüklüğündeki mânâyı tadarsa, onun nazarında az”, “çokkalmaz. Eğer nazarında herhangi bir kimsenin “az” veya “çok” denilen bir mefhûm kalmamışsa, o “Allah” dediği vakitte “Allah içün” demiştir. Ve illâ, gedâ mertebesindedir. Yazık! 

Tabii burası biraz… Bugün zevkim var da, mevzûun zevke taallûk eden kısmı biraz… Daha şöyle olgunca… İnsan istemez mi daha olgunca? Tabii, güzel şeyler evvela zor olur. Fakat içine girdikten sonra da zorluk kendiliğinden kalkar. Kendi kendine kalkar. Evvela zor olur. 

Geçen konuşmada söylediğim gibi, mânâya ait olan ahlâkçılar derler ki ve o ahlâkın tarifinde, o beyanda şöyle zikrederler:  Hüner, Dârüsselâm’a girmekle değil.” 

Ne demek Dârüsselâm? Yahu bunun şöyle bir örfün kullandığı bir tabiri kullanalım: “Cennet gibi yer” deriz. Ne demek cennet?

Konuşmaz mısın? 

Evvela bir insan tam ahlâklı olabilmesi içün, yani ahlâkın zevkini alabilmesi içün, muhasebe-i nefs ile yaşaması şart. Muhasebe-i nefs ile yaşamaya başlayınca hubb-ı gayr, kıyas-ı nefs çıkar. 

Ben size bunları anlattım. Bugün azıcık daha açıyorum. Cümle hâlinde veririm, bazen böyle münasebet gelince açarım. 

Hubb-ı gayr... Daha Türkçeleştir. Biz çok güzel konuşan bir milletizdir. Bizim darb-ı meselimiz her millette bulunmaz. Çok güzel konuşuruz. Hattâ bazı lisanlarda terceme bile edemezler, yoktur karşılığı onun.

Öyle mi? Evet. 

Meselâ: “Kuvvet Hak’tadır, Hak kuvvette değildir.” Bunun tam tatlı bir tercemesini hiçbir lisanda bulamazsınız.

Yapılır amma bu zevki vermez. Bu kadar tatlı olmaz bizdeki olduğu gibi. 

Meselâ, gencin faaliyeti, gençte bazen olacak hatalar, onların mazur görülmesi… İşte “delikanlı” deriz. Hiçbir lisanda yoktur. O ne kadar tatlı bir tabirdir o “delikanlı”! Anlatamıyor muyum yahu? 

Köklü bir millet olduğumuz içün biz, zengin. Her şeysi zengin, bol bol var. Gelmez karşılığı, o tadı vermez. Yaparsın tercemesini ama bu zevki alamazsın. Bu “delikanlı” tabirinin zevkini bulamazsın. “Hak kuvvette değil, kuvvet Hak’tadır.” Yapılır, fakat bu tonu bulunmaz. Bu eda bulunmaz. Bu şakraklık olmaz. 

Nereden girdim buraya? Unutturuldum. Hatırlatın bakayım. Bunun bizde tatlı bir karşılığı vardır dedim: “Evvelâ cânân, sonra cân” deriz biz. Ama biz bâzan bunu ters kullanırız. “Evvelâ cân, sonra cânân!” 

Tabii burada biz tam insandan bahsettiğimiz içün bugünkü mevzûda, azimet taraflarını tarif ediyoruz. Allah içün “Allah” diyeni tarif ediyorum. Nâm içün, şan içün, şu içün bu içün “Hak” diyenin tarifi değil bu. Ona “Tam İnsan” diyoruz işte: “Hazret-i İnsan.” 

Deden böyleymiş, böyle yaşamış. Ve bu zevk ile yaşadığı içün, Romalıların sekiz yüz senede taht-ı idarelerine, taht-ı tasarruflarına almış olduğu hâkimiyeti o varlığı, deden seksen senede almış. Tarih öyle gösterir. Ve o kahr ile yapmış, öteki lütuf ile yapmış. Bir de ara yerinde bir fark var; kılıçları kınına koyup, gönülleri fethetmek dedenin şiarındandır. 

Tarihte hiçbir hasım görülmemiştir ki kendi ibadethanesinde düşmanına dua etsin de “Bunları buradan çıkarma!” desin. Yok tarihte. Yalnız dedende var. Anlatamıyor muyum? Yaa! 

Medeniyet-i hakikiye sahip, gönül fethediyor. O varlığa sahip olabilmek içün insan, ebediyeti kabul etmesi şart. O ebediyeti kabul edebilmesi içün gönül âleminde terakki etmesi şart. 

Terakki deyince size bir şey daha anlatayım. Bunu iyi dinleyin. Lazım olur. 

Her fert, Kudret’in ayrı ayrı bir tecellîsine mazhar olarak bu âlem-i şuhûda geldiği içün, her ferdin fikrinde terakki ayrıdır. Anlatabiliyor muyum acaba? Gayesine göre ayrılır. Bazı adamda öyle gayeler vardır ki o gayeler haddizâtında bütün kötülüktür. Onun için tedenni, terakki mânâsına gelir. 

Binaenaleyh bir cemiyetin terakki edebilmesi içün; fertlerin, cemiyetin heyet-i umumisinin teneffüsünden almış olduğu huzurla, varlıkla ilerlemeye “terakki” derler. Yoksa bir ferdin keyfi, ötekinin kendisine ait olan gayesi, berikinin kendi kendine biçmiş olduğu şekil... O umumi terakki olmaz.

Yine anlatamadık galiba? 

Bâzan tedenniler de terakkiye kaydedilir. İşte ahlâk, derhal Hakk ile bâtılı fark ettiğinden dolayı, “Dur!” der. Mugalata yapma! Anlatabildim mi? Mugalata yapma! 

Hakk ile bâtılı fark edebilmeklik içün evvela “ebediyet” denilen o mânâya gönül vermek ve onu ağız ile söylemekle değil de, kendi vücûdunda ona müştak olmak, o zevki tatmak şarttır. 

İşte o zevkin adına cennet diyorlar. Anlattım mı?  O zevkin adına cennet diyorlar. O zevkten mahrum olup da "yok oluyorum" hasretinde yanmanın adına da cehennem derler.

Şimdi, o zevk-i cennettir. Binaenaleyh, ahlâk der ki: Cennete girmekle değil iftihar, cennet sana nail olmakla iftihar etsin. “Ben buna sahibim” diye cennet övünsün. 

Fuzûlî bu işin farkına varmış. Tabi varır, büyük adam o. 

Cennet-i irfâna dâhil olsalar uşşâk
Yarınki va’d olan hurî-i gılmânı neylerler?

Anlatabildim mi acaba? Ne kadar güzel söylüyor.

Cennet-i irfâna dâhil olsalar uşşâk
Yarınki va’d olan hurî-i gılmânı neylerler?

Bunların hepsi bize, Kudret tarafından bol bol istediğimiz kadar verilmesi hazırlanmış büyük mânâlar, büyük zevkler, büyük varlıklardır. Talibini arar, ihlâs ve vicdan arar. Rıza ister.

Rıza ne vakit bir adamda hâsıl olur? Sabırdan sonra. Sabır mertebesi tekemmül etti mi, rıza kapısı açılır. Sabrı size ben, kaç kısıma ayırıp anlatmıştım üç-beş konuşma evvel. O tekemmül etti mi, derhal bâb-ı rıza açılır.

Rıza açıldı mı, gönülde keder kalmaz. Razısın, kederin nerden olacak! Bizim inlememiz, rızaya ait olan bilgimiz, zevkimiz olmadığından dolayıdır. Ne kadar inlesen ne kadar kederli olsan, senin dediğin olmaz. Sen kendi dediğinle “Ben O’na kendimi razı ettiririm!” dersen, olmaz vallahi! Hiç, öyle bir şey yok. Kurmamış öyle bir âdet. Yapmamış. Senlik, benlik olduğu müddetçe olmaz o.

Sırr-ı tevhîd-i Hudâ’yı etme ifşâ müşrike
Anlamaz onu o kim der benliğiyle “sen” ve “ben”

Bir daha okuyayım, hafızanızda kalsın.

Sırr-ı tevhîd-i Hudâ’yı etme ifşâ müşrike
Anlamaz onu o kim der benliğiyle “sen” ve “ben”

Terk-i vâriyât ile söylesen Erinî, Erinî.
Len terânî demez ol yâr, Hüveydâ görünür. [1]

Terk-i vâriyât ile söylesen Erinî, Erinî.
Len terânî demez ol yâr, Hüveydâ görünür.

Belki içimizde bunun zevkini isteyenler olur. Anlatayım. Açayım biraz.

Cenâb-ı Musa, sırr-ı aşka müptelâ olan o Kelîmullah, "Erinî" dermiş. Mânâsı bunun, Türkçesi: “Göreyim seni! Göster bana kendini, göreyim.”

Maşûkundan aldığı cevap: “Len terânî” Göremezsin Beni. Kat’iyen göremezsin Beni!”

Şimdi diyor ki: “O'nu göreyim dediği vakitte, o tecellîde, Musa kendisinde bir vücûd görüyordu. Ve o görmüş olduğu kendi vücûduyla beraber O’nu görmek istiyordu.” Anlatabildim mi acaba?

Ona işareten diyor ki:

Terk-i variyetle söylesen “erini, erini”

(Sen orta yerden çıkarak, kendin olmaksızın “göreyim” desen)

“Len terânî” demez ol yâr (O Maşuk-u Hakiki “göremezsin” demez) Hüveydâ görünür.

Apaşikâr görünür. Anlatabildim mi acaba?

Diğer bir hakikat ehli de der ki:

Ne sâzend “len terânî” çün Kerîm eftûr-ı nevmîden 
Nemek-perverde-i aşkâm, zebân-ı nazm idi âlem.

Bu da çok tatlı: Diyor ki,

Ben aşk sahrasının çocuğuyum; oranın ekmeği ile tuzu ile büyümüşüm.
Maşûk’un “göremezsin” sözünden “görürsün” mânâsını çok iyi anlarım.

Biz şimdi yine gelelim mevzûumuza...

Demek oluyor ki, gerek vazife gerek aşk... Aşkın bir parça, bir noktasını anlattık. Romanda okunan aşk mânâsına değil, marifet-i nefs. Marifet-i nefs.

Şöyle kendi kendine kaldığın vakitte... Böyle hiç kalmaz mısın kendi kendine? Hadisâtın... Deniz bile dalgalanır. Çarpar çarpar bâzan, şöyle durur.

“Böyle kâğıt gibi bugün” dersin. “Ne güzel duruyor,” dersin. Bâzan simsiyah olur, böyle gelir, şakk, şırrak... 

O dalgalar kendine vücut verirler. “Ben varım” diyerekten...
Deniz güler:
“Ne sen varsın, ne ben varım!” der.
Zavallı kendi kendine biraz kabardı, havalandı. Havalandı, havalandı.
“Ben varım!” diye uçuyor amma birisi: “Dur bakalım!” der.
İşte bakarsın, bir vakit gelir, hiçbir şey yok. Ne köpük var ne siyahlık var. Onun adına, onun içün “dalga” derler. Dalga!

Hani bize de derler ya: “Dalgada mısın yahu?” derler.

Dalga demek:  Vücûdu olmayan şeye, hakiki bizâtihi vücûdu olmayan şeye dalga derler. Bizim de bizâtihi vücûdumuz olmadığı içün, biz de bir dalgayız ya!

Var mı bizâtihi vücûdun? Varsa, niye ihtiyarlıyorsun?
Neden gidiyorsun bu âlemden? Kalsana!
Dalga. Bizâtihi vücûdu yok.
Öyle kendi kendine kaldığın vakitte...
Malum ya, insanın içerisindeki derya kabarması, o deryaya benzemez.
Bâzan öyle kabarır, kaç bin âlemi toplar.

Sen elli-altmış kiloluk kan ve kemik torbasının içerisinde tek bir varlık mıyım diyerekten mi yaşıyorsun? Tek bir varlıksan...

Bâzan kavga edersin kendi kendinle. Bâzan hoşuna gider. Bâzan gülersin. Bâzan kızarsın. Bâzan hiç sesini çıkarmaz, böyle somurtur oturursun, çok fena. Çabuk geçsin. O bâb-ı rızâya hiç uğramayan adamlarda olur. Merdûd[2]  insanlarda olur.

Merdûd. Felaket.

Daima beşûş[3] (güler yüzlü) olmayı ister Kudret. Oluyor hepimizde. Hak affetsin. Oluyor, artık nispet dâhilinde... Bütün bütün kaplarsa çok fena.

Müşrik demektir. Ya, görüyor ya şurada “müşrik” dedi ya...
Nerede okudum o müşriği?

Sırr-ı tevhîd-i Hudâ’yı etme ifşâ müşrike.

Kendisinde bütün karanlığı toplayan adama müşrik derler. Müşriğin çok mânâsı var. Müşrik, muhakkak Hakk’a tutmuş da bir karşılık bulmuş mânâsına değil ya?

Kendi vücûdunda bulduğun bir tane şirk-i azâm, müşrik...

N’en vardı ki elinden aldı? Hangi mertebeden aşağıya saldı? Var mı hayatta iflas var mı? Var mı hayatta iflas? Öyle bir şey kaydetmiş misin?

İlk doğduğun gün, sineğini kovabilir miydin? Bir şeyini, ufacık bir şeyini izâle edebilir miydin? Ne kadar düşsen, ondan aşağı düşmezsin.

Binaenaleyh, iflas bu. 

Niye püf yapıyorsun? Niye üf yapıyorsun?
Verir, alır.
Geçen konuşmamda dediğim gibi: Alır verir, değil. Bizim bir şeyimiz yok. Vermiştir, alır.

Onun kolayı var, diyor ahlâk. “Ver o iğreti şeyi, O’nu al.” diyor. Fanîyi, bâkî ile değiş.

Sırr-ı tevhîd-i Hudâ’yı etme ifşâ müşrike
Anlamaz onu o kim der benliğiyle “sen” ve “ben”

Şirk...

Kaç vücut var? Oradan ayrıldık, buralara girdik. Şimdi bile öyle... Hem dinliyorsun hem muhakeme yapıyorsun hem bir yere gidiyorsun. Hem bir yerinde “doğru” diyorsun, bir yerinde “nasıl olur bu?” diyorsun. “Bu da bu kadar olur mu?” diyorsun. Birçok veriştiriyorsun. Tutuyorsun tutmuyorsun...

Zevkli tarafı var, zevksiz tarafı var. Bunların hepsi bir vücûtla olmuyor ki? Kaç tane vücût bir araya gelmiş, işte o. Bütün kâinatı muhîtsin, hulâsa.

O kendi kendine şöyle bir asûde kaldın mı, iç denizin kabarmamışken, düşün bir defa kendini. “Ahh, de! Acaba neyim? Bende ne vakite kadar bu gaflet kalacak? Ben ne vakit razı olacağım?”

Rızânın aslı, Hakk’a itimat etmektir. Bütün işler, bu görülen hâdisât, bütün umurun cereyanı: Halkın rızâsı ile Hakk’ın kazâsıyladır. Böyle gidiyor. Böyle kurmuş.

Teslim olursan, biraz rahat edersin. Ama “teslim olmak” demek, yatmak mânâsına değildir ki! Bu, iç âlemini kederden kurtarmak mânâsınadır. 

Konuşurken de korkuyorum. “Teslim ol” dedi acaba “Yatayım mı ben?” Yok, o mânâya değil! Anlatılması zor yerler. “Teslim ol” dedi. Efendim ‘teslim ol’ yat mânâsına değil! 

İçini kederden kurtar. Evvela madden üzerinde dur. Bir defa bedenini tahlil et. O bedenine vaki olan mânâdaki tecellîyi tahlile başladın mı, kendi güzelliğini, kendin görmeye başlarsın. O vakit, onu israf etmekten korkarsın. 

Bir defa bedenini tahlile başladığın vakitte, gözünü israf edemezsin ki lüzumsuz yere. Çocuğun eline verip radyoyu niye oynatmıyorsun? Bozar, diyerekten. Sen eğer bedenini tahlil etmemişsen, bu bedenin çocuğusun. Bozarsın bunu sen. Bozulur bu. 

Başladın mı tahlile... Başlarsın. Kulağını lüzumsuz bir şeyi işitmezsin ki, istemezsin ki! Kullanmazsın ki! Alet gelsin buraya kullanılmaz. Birer birer başladın mı tahlile, ondan sonra bu kaba iş dersin, bu herkesin bileceği bir iş. İyi ama buna gelen cereyanı bir anlayalım. Bakalım. Cereyanı anlayalım. 

Heh! Onu anlamaya başladın mı, tutuldun. Ondan sonra artık korkma. Ondan sonra başlarsın:

“Bilmem neye âşıkan utansın, bigâne-i aşk olan utansın.
Sevmekle beni utan diyorsun, sevmekse suçum, cihân utansın!” Dersin.

Bir şey yok. Her şeye sahip olursun. Deden de öyleydi ya! İlme mevzû verir, sanata model verir. Fikir, mâverâ-i akıl... Şeyler tamamen dolu. Akıl tıkanıyor. Akıl tıkandıktan sonra aşka müptelâ, sıkıyor derhal. Deden, nenen...

İşte onun içün derler ki: Ahlâklı insan; yalnız âlim değil, yalnız mütefennin değil, bunun ikisinin fevkinde bir “İnsân-ı Kâmil”.  Aklına mahkûm değil. 

Hani vardır ya bazı insan: “Amirim vicdanımdır, hâkimim aklımdır” der. O çok zavallıdır, o. Sonra bakarsın, birdenbire tökezler. Hepsi boşmuş, der. Eğer kibr-i nahveti varsa içinden, kendi kendine der, kendini yer. Biraz insafa gelmişse “Aldanmışım ben” der. “Sakın benim gibi aldanmayın!” der. 

İkinci Sultan Mahmut öyle demiş. İkinci Sultan Mahmut, ölürken çocuklarını çağırmış. O inkılapçı bir hükümdar ya... Söylüyor: 

“Ben gençliğimde, makâm-ı hükümdâriyyeye getirilmezden evvel, aklıma o kadar güvenirdim ki; zekâma, fetânetime, kıyâsetime, siyasetime o kadar mağrurdum ki...
Kudret, eğer beni bir gün kısmet olur da beni oraya getirirse; ben neler yaparım neler yaparım, neler yaratırım, neler yaratırım...

Eh, Kudret beni oraya getirdi.

Ben o keskin aklımı kullanmaya başladım. Nereye kullandımsa karşıma sarp bir kale geldi, vurdum kafamı. Ah o değilmiş. Düştüm. Oraya fikrimi vurdum; şaak dedi, tekrar düştüm. Oraya vura, buraya vura nihayet de gidiyorum.” demiş.

“İşte beş on dakikalık sayılı nefesim kaldı, zannedersem. Size bir tek vasiyetim var. Hakk’sız hiçbir şey yapmayın. O güvendiğiniz herhangi bir şey; hadisât putesi  içerisinde hüüp eriyip gidiyor, ortada hiçbir şey kalmaz. (Öyle diyor) Hele fukara kalbine ilişmeyin.”

Fukara kalbi, dilenci mânâsına almayın. Onlar çok zengin insanlardır. Ahlâkın tarif ettiği fakir, dilenci mânâsına değil. Ahlâkın tarif etmiş olduğu fakir, Hakk’tan mâadâsına zengin, Hakk'a karşı fakir. Kırık gönüllü.

Fukara kalbine her kim dokuna. Dokuna... Hakk'ın kılıncı... Okuyamadım hafızamdan çıktı dur getireceğim.

Fukarâ kalbine her kim dokuna.
Dokuna sinesi Allah okuna.
Fukarâ kalbine her kim dokuna.
Dokuna sinesi Allah okuna.

Düştü yere her kim ki kıldı bize adâvet[4]
Kim derd-i keşiz tîr-i kazayız[5], fukarâyız.
...

Dikkat olunacak bir nokta: Ahlâk ilk önce talim eder.

Bu kâinata nazar ettiğin vakitte, hiçbir şeyi küçük görme. Her baktığını, kendinde bulunmayan yüksek bir sıfat, Kudret tarafından giydirilmiştir diye bak. Çünkü onda büyük bir sıfat olmasa, gelmezdi. Bütün güzellikler, çirkinliklerin altına gizlenmiştir.

Sen cevizin yalnız yeşil kabuğunu görüp de, ısırıp da acıdır diyerekten atma. Sabret, azıcık o tekemmül etsin, biraz olsun. O yeşil kabuk tahta kabuktan ayrılmaklık zamanı gelir. O biraz ayrıldıktan sonra onu atarsın. Ondan sonra tahta geldi diyerekten yine atma. Biraz daha sabret. Tahta kabuğunu atarsın. Onun içerisinden bol vitaminli 600 küsur vitamini bulunan ceviz çıkar meydana yahu! 

Onu tutmuş Kudret, nerelere gizlemiş. İlk önce elini boyar, üstünü boyar. Leke yapar çıkmaz. Lekesi hiç çıkmaz. Ondan sonra bir tahta kabuğu vardır. Onu da atacaksın. Ondan sonra bir de zarı vardır. Zarı da çıkarırsan daha güzel olur. Lüb[6] derler ona, değil mi?

Demek oluyor ki, hiçbir şeye nazar-ı hakaretle bakmak hakkımız değildir.

Bir gün, kaç defa söyledim, fakat tekrarında insana tembih olabilir. Bazı insan bir söylenir uyanmaz, iki söylenir uyanmaz, on söylenir uyanmaz, saati gelir “rap” diye uyanıverir. Uyku da öyle değil mi ya? Dalgın yatıyor, şöyle bir yaparsın ”hımm” der, yine böyle yaparsın “hımm”, yine bi daha “ım”, en nihayet de bakayım, canım açar. Binaenaleyh demek ki uyandırıyor.

Uyanabiliyor insan. Bâzan bir defa söylersin uyanmaz, bir daha tesadüf eder uyanmaz, bir daha fakat bir gün bir hâli olur, uyanır. Bir netice alır. Bir gün güzel bir bakışla bakar, değişir.

Mürebbi-î ukul ve Mahbubü'l- Kulûb, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi olan Zât-ı Âli ile dostları bir gün bir sokaktan gidiyorlarmış.

(Çürümekte olan bir hayvan lâşesi görmüşler...) 

Gayet arifane bir ders verir: “Ne de güzel dişleri varmış!”
Yani eşyanın kemâline nazar edin, anlatamadım mı acaba? Kemâline...

Hatta biz bile, şimdi şu hâlde şöyle tartıldığımız vakit, Yetmiş seksen kilo, bunun yirmi otuz kilosu cifedir. Sonra hepsi cife olur, fakat şimdi hâlihazırda idrarı var, necaseti var, birçok çirkinlikleri var. Fakat bunlar bizim hiç nazarımızı celbetmez ve alakadar da değilizdir. Neyle?

Vech-i kemâlatı insaniyeye ile alakadarız. Her birimizin yüzüyle ile alakadarız.

Onun içün Kudret, bunun her gün bize dersini kaçırmıştır:
“Siz, mevcûdâtın kemâline bakmakla memursunuz.” Öyle bakacağız. Ama bizde öyle mi ya? Gıybet, ayıp.

Birkaç konuşma evveli söylediğim gibi: Ayıpları tahlil edenler, gaybları bilenden koku alamazlar.

Kim bilir gaybları? O. Bir şey koklatmaz insana. Ayıplarla meşgul olan bir camia, kalp birleşmesi yapabilir mi? İttihad-ı kulûb olabilir mi? Gıybetle meşgul olan bir varlıkta, kalp muhabbeti toplanmasına imkân var mıdır?

Hâlbuki kâinatta, ittihad-ı kulûbtan müessir hiçbir kuvvet yoktur. Kalpler birleştiği vakitte, madde tesir etmez haa! Zira o birleşen kalplerin sahibi Kudret’tir. Ta’tile uğratır.

Deden dövüşürken bâzan, ilmen kendisinden çok yüksek insanlarla da dövüştü. Kendisi birken, karşısında binler vardı. Fakat onların kalpleri, dedenin kalbi gibi bir ittihad hâlinde değildi. Dağınık kalpdi. “Püff” derdi, yıkılırdı. Sen şimdi topla bakalım, kalplerin bir mi? Ayrı ayrı mı? Ayrı ayrıysa çok acı. Ağla!

Kâinatta ittihad-ı kulûbtan müessir kuvvet tasavvur olunamaz. O ittihad, o birleşme, zerreleri afitap yapar, afitap. Neden? Kalp birleşince, Kudret’in artık… Ne bileyim ben, orda doğrudan doğruya tasarruf mutasarrıfı oluyor. O da Haşyetullah ile oluyor. Hak korkusu ile oluyor.

Birbirine bağlıdır konuşmanın şeyleri... Dedik ki: Birleşmiş kalplerden daha müessir kâinatta bir kuvvet olamaz,  dedik. E, kalpler nasıl birleşebilir? Bir sual bu: Hadi birleştir kalpleri bakalım! Nasıl birleşecek kalpler?

Kalpler ancak Haşyetullah ile birleşir. Başka bir ilacı var mı? Yok! Sahtedir. O birleşmiş gibi gözükür, yalan aldatmak içündür.

Zira Haşyetullah ile münevver kalp olanlar,  mecburdurlar kalplerini birleştirmeye. İlk ders oradan başlar. Allah der ki: “Benden korktun mu, mecbursun kalbini birleştirmeye.”  Bağlı birbirine. O vakit, kalp birleşti mi, Hudâ’dan mâadâ ne varsa batıl görünür. Hangi varlıkta kudrette Hak yok; batıldır, der. Ne güzel söylemişler: 

Ma'âni-i[7]  sutûru[8] kâinatı ezber et
Zira serâpâ[9] hıfza şayân bir kitâb-ı hayret eczâdır.
Okursan dide-i iman ile teslim edersin.
Hudâ’dan mâadâ her şeyde butlan[10] aşikârdır.

Hepsi... Bir daha okuyayım, bunu da kendim için okuyayım. Zevkime gitti.

Ma'âni-i sutûru kâinatı ezber et
Zira serâpâ hıfza şayân bir kitab-ı hayret eczâdır.
Okursan dide-i iman ile teslim edersin.
Hudâ’dan mâadâ her şeyde butlan aşikârdır.

Nerde debdebeler, nerde tantanalar, nerde Nemrutlar, nerde Firavunlar, nerde efendim o direkler üzerine şeyler, kuşlar yumurtlatıp da orada bir takım ahenkler yapan, nehirler üzerinde cennet kuran, nerde bunlar? Hepsi batılmış ki yok. Hak olsaydı dururdu. Anlatamıyor muyum? Ama Hak duruyor, değil mi ya? İşte: 

Okursan dide-i iman ile teslim edersin.
Hudâ’dan mâadâ her şeyde butlan aşikârdır.

Onun içün, saltanat ister misin sen? Herkes ister, ben de isterim. İster misin? Ama butlan olmayan tam bir zevk-i safâ, gel gönül tahtında sultan ol. Gönül tahtında sultan oldun mu, onun tacı düşmüyor. Almıyorlar ondan. Gönül tahtında. Onun içün hakir görme dedim ya!

Ehl-i hakikat daima daima, zahirdeki zayıf da olsa, hakikatte büyükse, ona dünyanın kuvvetiyle ölçerek kıymet vermez. Büyüğü, küçüğü dünya ölçüsüyle ölçmez. Anlatabildim mi? Çünkü dünya ölçüsü mahdut. Benim neremi ölçecek? Boyumu, gireceğim çukuru. Öyle değil o. O inceliği şurdan çıkarıyorlar. Bir misal vereyim de… 

Mecnun demiş ki... Mecnun, yani şöhret afak-ı cihan, asıl ismi Kays. Leyli'nin -Leyla’nın yani ya- köyünde dolaşan bir köpeği görmüş, öpmüş köpeği. Nâdân -Ebul Fazıl diyelim- böyle yani kendisinde bir şey yok da bütün faziletleri toplamış gibi zanneden adamlar vardır. Birisi onu öperken görmüş.

“Yakışır mı? (demiş) Yakışır mı? Böyle bir adi köpeğe nazar-ı muhabbetle bakarsın.”
O, ona cevap vermiş, Mecnûn. Zahir saati, vermez ama vermiş.
“Sen safi tensin yahu, demiş. Safi sûretsin. Sen safi sûretsin, tensin sen, ten!” 

Bunu birkaç konuşmadır söylüyorum, biliyor musunuz? Yine hatırlatayım size. Nasıl bu ceket, bu benim tenimin üzerine giyinmişsem, bunun bununla böyle mülakatı var. Fakat bu ceket, benim bu tenimden agâh değil. Bilmez benim bu tenimi. Bu ceket benim bu tenimi bilmez, fakat bu, bunun üzerine labis[11]. Bu ten, bu ceketi labis, giyinmiş.

Bu tenin de canı vardır. O can da bu teni giyinmiştir. Bu ceket nasıl bu tenin elbisesi ise, bu ten de o canın elbisesidir. Nasıl bu ceket bu tenden haberdar değilse, bu ten de o candan haberdar değil. Anlatamadım mı?  Anlatamadım...

İşte “sen tensin” dediği, Mecnun’un, o zavallı adama:

“Sen tensin yahu, sûretten ibaretsin. Ne olur biraz şöyle içeri gel, içeri! Benim gözümle baksana, içeri gel!” dediği o. “Benim gözümle bak. Evvela, bu köpek diye tahkir ettiğin varlık, benim Leyli’min mahallesinin hadimidir. Düşünsene, ne cins bir mevcûd ki, gelmiş de benim sevdiğimin mahallesini intihab[12] etmiş.”

Anlatamıyor muyuz? Biraz zevke taalluk eder burası, aşka taalluk eder. “Gelmiş, benim sevdiğimin köyünü seçmiş.” 

Mecnûn ki “Lâ ilâhe illâ” der idi
Teklîf-i şu'ûr eyleseler, “Lâ” der idi.
Ol mertebe meşgûl idi Leylâ ile kim.
“Mevlâ” diyecek yerde “Leylâ” der idi.

Bunun mânâsı hâşâ, Mevlâ’yı inkâr eder mânâsına değil. Mâdâm ki Hakk’sız hiçbir eşya yok... Bu varlık bizâtihi kaim mi? Değil. Bütün her zerrede Hak mevcûd. Fakat benim nazarım gaflette olduğu içün, ben o zerreyi görürüm de onda mevcûd olan Hakk’ı göremem.

O Leyli, her zerrede… O Mecnûn, her zerde de Hakk’ı gördüğü gibi, bilhassa o zerrelerin hepsini onun Leylâ’sı topladığından dolayı, ona derlermiş ki: “Gel aklını başına al!” Beladır. Ama sen sakın bunu taklit etme. Nasıl anlatayım ben sana? O öyle bir şey ki, ne vakit taklit edebilirsin? Böyle şeyleri anlatmak da biraz…

O şöyledir: Nasıl ilk mektebin talebesine bir cebir muadelesini yaptırırsa bir öğretmen, bir hoca, bir muallim… Maarif müfettişi gelir, bakar, der ki: “Müfredat programında ne bu yaptırıyorsun? Ne olacak sonra bu çocuk? Onu sen körlettin. Müfredat programında bu yok. Onun sınıfı altı sene sonra, sekiz sene sonra.”

Şimdi, mânâya, zevke taalluk eden şeyler de öyledir. Ben sizi yetişmiş zannederek konuşuyorum. Fakat bir misal vereyim de o teraziyle kendini ölç, kendimizi ölçelim. Bu ne vakit denir?  Bak şimdi, ne vakit dedi bunu? Yoksa hâşâ, Hakk’ı inkâr edip de bir maddeye tapan… Bir, öyle değil o. O mânâda değil. Söyleyim mi? İster misiniz? Vakit doldu ama… 

Mecnun, sahrâ-nişin[13] oldu, Kays yani ya. Babası hükümdar.  Öyle bir tecelliye mazhar oldu ki, vuhûş-u tuyûr[14] hayvanat-ı vahşiye feverân edenler, etrafında toplandılar. Benim etrafıma gelirse, beni parçalar. Seni bilmem. Beni derhal parçalar.

Hakiki insana her zerre âşık olduğu için, Mecnun’un hakikati meydana çıkmıştı. Hayvanat-ı vahşiye de ona müştak idi, gider dizinin dibinde yatardı böyle. Arslana baktığı vakit, kedi olurdu o. Sahib-i nazar. Saçlarında kuşlar oturur, sever onu. Ayrı bir iş.

Gördüler, babasına söylediler, dediler ki: “Yavrun acip bir hâlde, sahrâ-i bayâbanda.”

Evlat... Çıktı, aradı, buldu. Kendi âleminde. Yaklaştı, başladı nasihat etmeye:
“Bu kubbe altında Leylâ mı kalmadı? Neler istersen…”

O zannediyor ki böyle cismani, nefisten hâsıl olmuş olan şehvetten… Şehvet de iki kısımdır: Bir kısmı mübahtır, bir kısmı haramdır. Mübahı olmasa… Neyse, onu da bir gün anlatacağım size. Bu ne oraya, ne oraya. Onlar değil, bu iş başka! Bunun farkında değil, anlatıyor işte. 

“Benim, diyor. Ömrüm tükenmek üzere. Koca bir saltanat ellere, düşmanlara kalmak üzere.” Anlatıyor anlatıyor, anlatırken,
“Anlamıyorum, kimsin sen?” diyor.
“Babanım yahu! (diyor) Kimsini var mı?”
Bu esnada, birdenbire Mecnûn’un kolundan bir kan fışkırıyor. Bir damar böyle patlamış fışş, babasının yüzüne doğru böyle...

O esnada Mecnûn rikkate geçerek: 

Fassâd[15] neşterin aheste vur
Zira Leyli’nin kanı Mecnûn’un azasındadır.

Anlatabildim mi acaba? Meğer bir operatör tarafından bir ameliyat yapılıyormuş Leylâ’ya. Neşter vurulmuş. O senelerce, yıllık yerde ona neşter vurulurken, burdan Mecnûn’un da azasında, onun vurduğu yerden aynen kan fışkırıyor. Vücutta ikilik kalkmış. Anlatabildim mi? 

Fassâd, neşterin aheste vur
Zira Leyli’nin kanı Mecnûn’un azasındadır.

Onun üzerine babası bakıyor: “El-Hak! Allahaısmarladık. Bana dua et.” Demek onun da irfanı varmış. Bu bizim bildiğimiz saha değil. Mânâsına... Bu, bizim bildiğimiz saha değil. 

Onun içün:
Mecnûn ki “Lâ ilâhe illâ” der idi
Teklîf-i şu'ûr eyleseler (Hani babası aklını başına al diyor ya) “Lâ” der idi.
Ol mertebe meşgûl idi Leylâ ile kim.
“Mevlâ” diyecek yerde “Leylâ” der idi.

İlk mısra ile baş mısraı birleştir, neticede ne çıkar? Artık orası dursun, hepsini söyleyecek değiliz ya! Ama onun nazarında başka mevcûd yok. Şirke girme, yanlış anlama. Bunlar gayet tehlikeli yerlerdir. 

Firavun da “Ene’l-Hak” dedi, Mansur da “Ene’l-Hak” dedi. Firavun “Ene’l-Hak” dedi, İblis’in birinci sınıf rahlesine oturdu. Mansur “Ene’l-Hak” dedi, gitti Resulullah’ın dizine oturdu. Söz bir, neden öyle? Biri mânâsından söyledi, ondan söyleyen Hak idi; biri nefsinden söyledi, ondan söyleyen İblis idi. Anlatabildik mi acaba?  Onun ikisini birbirinden ayırmak zorca bir şeydir. 

O, ona öyle diyor: “Sen, diyor. Tensin yahu! Gel içeriye gel gel, benim gözümle bak. Bir defa senin şu hakaret ettiğin köpeğin zevkine bak, zerafetine bak. Hangi köyü, hangi kapıyı seçmiş? O, benim nazarımda kâinatın aslanlarının üstündedir.” 

Şimdi bunu alıyor Mevlânâ, diyor ki... Bu cümleyi alır, tahlil eder. Mevlânâca dikkat edin, der. Buradaki incelik: Ehl-i hakikat, ne kadar zahirden zayıf da olsa, ehl-i dünyanın fevkinde tanırlar o insanı. Anlatabildim mi? Bir adam; hakikate, mânâya, asla sahip bir varlıksa, zahirde cemiyette ne kadar zayıf olursa olsun, o ehl-i dünyanın fevkinde bir varlıktır, derler. 

Bugün asıl konuşacağım şeyleri size konuşamadım. Mevzû buraya girdi. İnsanı tarif edecektik, her vakit ettiğimizin haricinde bir tarifini yapacaktık. Kalp birleşmesinin ilaçlarının bir tanesini söyledik, diğerlerini söyleyecektik. Fakat sağ kalırsak, kısmet olur gelirsek söyleriz.

Bugünkü konuşma bu kadar yeter. 


[1] Seyyid Nigârî
[2] Merdûd: Geri döndürülmüş, kabul edilmemiş, reddolunmuş · kovulmuş
[3] Beşûş: Güler yüzlü, güleç, şen.
[4] Adâvet: Düşmanlık, hasımlık, husumet.
[5] Tîr-i kaza: Kaza oku. Kader.
[6] Lüb: Öz, iç.
[7] Maâni/ Meâni: Manalar, anlamlar.
[8] Sutûr: Yazı satırları, satırlar.
[9] Serâpâ: Baştan ayağa kadar, baştanbaşa, bütün, tamâmen.
[10] Butlan: Bâtıl olma, haktan uzak, boş ve temelsiz olma. Hükümsüz.
[11] Labis: Giyen, giymiş.
[12] İntihâb: Seçmek, seçim
[13] Sahrâ-nişin: Sahrâda, çölde oturan, çölde yaşayan.
[14] Vuhûş-u tuyûr: Vahşi yabani hayvanlar kuşlar.
[15] Fassâd: Kan alan kimse, hacamatçı

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017