Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

107. Kaset (Yeni eklenen)

 107. (08.04.1962) 70 dk (154)

Ahlak mevzû üzerinde devam etmekte. Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın da menşeinin kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl gerek aşk, vazife, bunların hepsi mânâ-i insaniye ait birer vasıf olmaları hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar.

Zahirde görünüş itibariyle, etten kandan kemikten yapılmış gibi tecelli eden, nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığabilen insan; iç yüzü itibariyle, bütün eşyanın hakikatine agâh olabilecek bir kabiliyette, Hakk’a muhatap olabilecek bir sıfatta, en büyük varlık onun kalp şehrinde bir nokta olacak kadar geniş bir varlıkta meydana gelmiş bir can. Bunu nasıl hâlletmeli? Bunu beşeri kudretle hakikatini anlatmak, imkân dahilinde değil.

106. Kaset (Yeni Eklenen)

106 (01.04.1962) 77 dk (153)

Ahlak mevzûu üzerinde devam etmektedir. Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl. Aşktan doğan ahlakın da mastarı, menşei, membaı kalp olduğunu söylemiştik. Tabii buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil.

Her konuşmada tekrar ettiğim gibi, buradaki kalp de elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasına taalluk etmiş olan, sadrımızın ortasında mahruti yüz şekil, o kalp değil. O vücûd-u hayvanimizin kalbi. Vücûd-u insanimizin kalbi. Bizde kaç tane kalp var? Üüü!

İnsan, beşeri takatle hakkıyla tarifi bulunmayan can. Öyle bir varlık. Suret itibariyle nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığabilir fakat vicdan-ı kibriyasına gelince, mânâ-i enfüsisine gelince, bu sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûduna gelince, o, kâinatı ihâta eder. O vücûdunun kalbi. Yani insan öyle ufacık bir şey değil.

34. Kaset

034 (22.02.1959) 80 dk (83)

Zira nefisten hâsıl olan muhabbete şehvet, ruhtan hâsıl olan muhabbete aşk denir. Ruhta muhabbet hâsıl olursa, insan kendisine dört tane sual sorar. “Ben kimim?” der. “Nereden geldim, ne olacağım, nereye götürüleceğim?” Bu dört suali kendine tevcih eder. Ruhta muhabbet hâsıl oldu mu bu sualler zaruri olarak insanda tecelli eder. Ve ahlaka göre de bu sualler tecelli ettikten sonra bir kimse makam-ı âdemiyete kadem basmış olur. Yoksa bu lacivert kubbenin altında hayvan da yer içer tenasül eder,  insan da yer içer tenasül eder. Bunu hayvandan ayıran sıfat-ı mümeyyizesi, kendisine sormuş olduğu bu dört sualin neticesinde alacağı cevapla karşılaşmasından ibarettir.

035. Kaset

 035 (01.03.1959) 76 dk. (312)
Ahlak iki esasa ayrıldı. Biri vazifeden doğan ahlak, biri aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın membaı akıl, ışktan doğan ahlakın mastarı kalp. Ahlak mevzûunda konuştuğumuz aşk, aşk-ı a’dâli[1] değildir. Aşk-ı imanidir. Yani beşer asude kaldığı vakitte, kendi enfüsüne doğru yol aldığı zaman; aslını, mebdeini, mevlidini, maâdını, içindeki sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz varlığı ile aramaklık zevkine ahlakta aşk denir. Bilmem bir şey anlatabildim mi? Ve bunun üstünde de kâinatta bir zevk yoktur.

Âlemde aslını bulmak, maâdını aramak, kendi hakikatini taharri etmek iman zevkinin üstünde hiçbir zevk bulamazsınız. Bu aşklarla mücehhez olmayan kalp, ahlak böyle tarif eder.  Bu aşklardan haberi olmayan kalp nedir biliyor musunuz? Şüphelerin mel’abegâhıdır[2]. Şek ve şüphe ile geçen ömür de ne kadar muz’iç[3] olduğunu herkesin insafı kendisine tasdik ettirir. Bugünkü konuşacağım yerin rüknü bu.

36. Kaset

036 (08.08.1959) 92dk. (313)

Söylemiştik; gerek aşk gerek kalp, tabi buradaki aşk dendiği vakitte romanda okunan aşk değil. İman aşkı. A'dâli aşk mânâsına değil. Ahlakın tarif etmiş olduğu ışk; aslını, mebdeini, mevlidini, maâdını, kendi hakikatini taharri etmeklik içün hâsıl olan bir tecelli.

·         Her konuşmada hemen hemen bu cümleleri tekrar ediyoruz. Yine söylediğimiz gibi, sofranın yemeği değişir ama ekmeği değişmez. Bizim mevzûun da bu söylediğim beş on cümle, ekmeğidir. Bunun üzerine o bina, bu temelin üzerine oturtulacaktır.

Binaenaleyh, iş doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadardır. İnsan dendiği vakitte iki veçheye malik olan, iki âleme taalluk eden bir varlık olduğunu yine anlatmıştım. Bir yüzü âlem-i kudrete, bir yüzü de âlem-i hikmete döndürülmüş, alaka kesbettirilmiş. Kudret tarafından o şekilde gönderilmiş. Yani hepimiz iki âleme bağlı birer varlığız. Âlem-i hikmet için akıl verilmiş, âlem-i kudret için de ışk verilmiş. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Dünya âleminde, bu mezâhirde bu sahne-i şuhûdda, kaç türlü ismi vardır buranın biliyor musunuz?

37. Kaset

037 (15.03.1959) 95 dk (211)

Vazifeden doğan ahlak, aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakında mastarı kalp.

Aşk, kalp, vazife, akıl, bunların heyet-i umumisi mânâ-i insaninin birer vasfı olması dolayısı ile mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile suret ve sireti, zahiri ve batını, Hakk’a muhatap olan canla meşgul.

·         Bu cümleleri her konuşmamda tekrar ediyorum, iki sebebe belli. Biri, yayılsın.

Ruha hitap eden şeyler ağır olur. Nefse hitap eden şeyler gayet kolaydır, hoş olur. Binaenaleyh, buraları da ruha hitap eden noktalardır. Bunu insanlık âlemine sevdire sevdire hazmettire hazmettire yayacak olursanız, kalpteki gayeyi, geliş ve gidişteki insani vazifeyi yapmış olursunuz. Bunu yayma şekilleri muhatabın isti’dadına bağlıdır. Muhatabı tutarsında şunu böyle yap bunu şöyle yap, dedin mi tutmaz o. Öyle değil. Bunu yayabilmek için evvela, insan kendisi söylediği sözün hâmili olacak. Söylediği sözün hâmili olabilmesi içün evvela yalanı terk edecek. Görüyor musunuz ne kadar zor yerleri var işin?

İlk iş, ahlak mefhûmunda ilk ders, adama yalanı terk ettirmektir.

38 Kaset

 038 (22.03.1959) 36 dk. (316)

Hilkatte aslolan muhabbet olması hasebiyle, insanın aslına karşı bir iştiyakı olur, daha doğrusu şevki. Şevk ile iştiyak arasında fark vardır. İştiyak, insan sevdiğini doğru gördüğü vakit tatmin olmak. Şevk, daha ziyade akmak. Anlatabiliyor muyuz acaba? Binaenaleyh, insanın hakikatte sevdiği yer birdir, Allah,  Hak. Muhabbet O’nun en büyük sıfatı olması hasebiyle, insanlar diğer şeyleri sevseler dahi kayıttır. Hakikatte yine sevgilerin heyet-i umumisi oraya gider. Fakat bu âlemde gafil olduğu içün onu kayıtlar da ayağı kayar, göçer geçer, gider. Şimdi bize lazım olan yer bu mevzûda insan asûde kaldığı zaman, kalabilirse...

·         Bunu her konuşmada tekrar ediyoruz ki yayılsın diyerekten. Malum ya ahlakta en büyük vazife yalnız bilmek değil, bildiğini bildirmek. Öyle bildirecek ki belli etmeden bildirecek. Bir de vardır ki nefsi hırpalayarak bildirir, o tutmaz.

Birisinin hatasını gördün, “Şu şöyledir, bu böyledir.” diyerekten başladın mı nefsine vurmaya, nefis öyle azgın bir şeydir ki inadına aksine gider.

39. Kaset

039 ( 29.03.1959) 105 dk (85)

… Ümmü’l-Kitab ismini almıştır. Bütün imtihan Fatiha-ı Şerife’nin içerisinde geçecektir.

[1] وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ۟  

İslam dini nedir, diye sorulacak olursa bidayeti de Fatiha’dır, nihayeti de Fatiha’dır. “Lâ temmet es-salât illâ bi'l-fatiha. Fatiha okunmadan namaz tamam olmaz.” emri verilmiştir. Demek ki birçok incelikleri camî. En zor ayet-i kerimesi:

[2]  اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ   Ayet-i kerimesidir. Ramazanda herkes hatim indirir. Güzel, fakat Kur’an’ın hepsini ancak Hazreti Muhammed okuyabilir. Onun için Cenab-ı Hak:

[3] فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْاٰنِۜ    Buyurmuştur. “Kur’an’dan herkes nasibini alsın.” Kısmeti neyse onu alabilir. Hatim indirmek demek, her okunan ayetin mânâsını kendi vücudunda tatbik etmek demektir.

 اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ    Dedik, tatbik edebildik mi edemedik mi? Eğer etmişsek bu ayeti hatmettik, ikinci ayete geçeriz.

33. Kaset

 033 ( 15.02.1959) 63 dk (141)

... İstînâs[1] ile geçer. Bak ne büyük Kitaptır, ne nazik usuller vardır. Kur’an-ı Mübin de bir yere gireceğin vakitte “izin al” demiyor da “izin al” mânâsına ama istînâs ile geçiyor. Onu bizzat Cenab-ı Peygamber izah etmiştir. “Niçün burada istînâs ile geçiyor biliyor musunuz?” diyor. Nezaketen size “buyurun” der. Sen onun iznini yalnız ağzından değil ruhundan da al, diyor. Anlatabildim mi? Dostundur “Ah yarım saat sonra gelseydi, şimdi ben ona lazım gelen hürmeti yapamayacaktım.” Annen dahi olsa baban dahi olsa istersin ki, mesela şöyle bir huzur vereyim, bir rahat vereyim. Bunları sezin. “Yahut bugün değil de yarın gelseydi.” Sana buyurun, dedi ama senin yine dostun, seni istemediğinden dolayı değil. Sana lazım gelen kıymeti o anda yapamayacağından dolayı, senin bir arzuna hizmet edemeyeceğinden dolayı, senin o dakikada geldiğini değil, o dakikada sana izin veriyor amma... Anlatamıyor muyum ya? İstînâs, ruhundan da istînâs, mânâsından da istînâs.

32. Kaset

032 (02.05.1959) 100 dk (145)

Mevzû iki esasa ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın membaı, annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da annesi kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl, aşk, kalp, vazife, bunlar mânâ-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle, mevzûun en büyük rüknünü insan mefhûmu teşkil etmektedir.

İnsan. Tarifi güç olan, anlatılması zor olan kısım da burası. İnsan nedir? Zahirinden bakıldığı vakit; altmış, yetmiş, seksen, yüz, neyse bir sıklet. Nihayet iki metre uzunluğunda çukura girebilir. Fakat mânâsı veçhesine bakılacak olursa, birçok varlığı muhit. Gelişinde gidişinde ihtiyârımız yok, elimizde bizim diyecek de bir medarımız yok. Bununla beraber Kudret birçok varlığı bize müsahhar kılmış. Emanetini bize vermiş. Kendisine muhatap tutmuş. Mevcudat içerisinde bir hususiyet bahşetmiş. Kendi sıfatlarıyla mücehhez kılmış.

31. Kaset

031 (01.02.1959) 80 dk. (78)

Bir vazifeden doğan ahlak, diğeri de aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın membaı akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp olduğunu söylemiştik. Tabi her konuşmada tekrar ettiğim gibi; ahlak mevzûunda aşkın mânâsı, romanda okunan aşk mânâsına değil. Kalpte sadrımızın ortasında, mahruti yüz şekil, dört odalı, işte hepinizin bildiği, kanı, şusu busu neyse onları izah edecek değiliz ya. Bu da değil, o vücud-u hayvanimizin kalbi.  Vücud-u insaninin kalbi var. Onun içün Allah da der ki, bazı şeyleri söyler söyler, söyler, nihayetini şöyle bağlar:

 [1] لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ   Bu söylediklerim kimin kalbi varsa ona aittir.

105. Kaset

105 (25.03.1962) 85 dk (152)

Konuşmalarımız ahlak mevzûu üzerinde devam etmektedir. Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlak için menşe akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın da annesi kalp olduğunu söylemiştik. Fakat ahlakın tarifindeki aşk, romanda okunan aşk mânâsına olmadığını da anlattık.

Ruhta hâsıl olan muhabbete aşk, nefiste hâsıl olan muhabbete şehvet denir. Bunun ikisini birbirinden ayırt etmek, biraz güçse de herkes, kendi iklim-i vücûdunda bu tecelliyi görebilir. Kalp de öyle. Buradaki kalp, iklim-i vücûdumuzda, yani elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasında, sadrın orta yerinde mahruti yüz şekil, bir et parçası dört gözlü işte kanın devrelerini yaptıran, o vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de ona taalluk eden bir vücûd-u insanimiz vardır.

104. Kaset

104 (18.03.1962) 75 dk (151)

Konuşmamız ahlak mevzûu üzerinde devam etmektedir. Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın da menşei kalp olduğunu söylemiştik. Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil.

İnsan asûde kaldığı zaman, kendi içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudu ile baş başa olduğu vakit, kendi kendisine birkaç sual sorar. Ben kimim, der. Nereden geldim, der. Bu âleme gelmekteki gayem nedir, der. Nereye götürüleceğim, der. Ve bu suallerin cevabını vicdan-ı kibriyasından, mânâ-i ihtivasından almaya çalışır. Yani aslını taharri etmek, aramaklık heyecanı başladı mı, o kimsede aşk başladı demektir.

103. Kaset

103 (11.03.1962) 60 dk (150)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak denmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesinin akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakında menşeinin kalp olduğunu söylemiştik. Gerek kalp, akıl, vazife, aşk bunlar mânâ-i insaniye ait birer vasıf olmaları hasebiyle, mevzû daha daha insan mefhûmu ile alakadar.

İnsan... Her hafta tekrar ettiğim gibi, her konuşmamızda söylediğim gibi; insan sureti zahiresi ile elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret. Fakat mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası bütün kâinatı muhit. Zahir görünüşü iki metre uzunluğunda bir çukurun içerisine girer. Fakat iç görünüşüne bütün kâinat girer. Nasıl anlatayım? Bir yüzü âlem-i hilkate çevrilmiş, bir yüzü âlem-i kudrete bağlanmış. İki veçhesi var. Âlem-i hilkatteki varlığına, Kudret aklı ihsan eylemiş. O varlığında bu sana rehberlik etsin, demiş. Âlem-i kudretteki varlığına da Kudret, aşkı imanı bahşetmiş. Bu da senin elinden tutsun, Bana getirsin,  demiş.

102. Kaset

 102 (04.03.1962) 70 dk. (149)

… Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl gerek kalp, vazife, aşk, bunların hepsi mânâ-i insaniye ait birer vasıf olmaları hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar.

İnsan; gelişinde gidişinde ihtiyârı olmayan, birçok vazife ile mükellef olarak bu âleme sevk edilen bu can. Bir sureti var bir de hakikati var. Sureti itibariyle dünya denilen bu iptila âlemine bağlı, bu mazâhire. Elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret olan vücûdu ile bu sahne-i şuhûda alakalanmış. Sireti itibari ile de mânâsı itibariyle de hakikati itibariyle de âlem-i kudrete bağlı.

101. Kaset

101 (18.02.1962) 65 dk (147)

Akıl. Aşktan doğan ahlakın da, menşei kalp olduğunu izah etmiştik. Ufak birer tariflerini yapalım, tekrar edelim, ana mevzûa geçelim.

Akıl, hissin galatlarını tashih eden bir kuvve. Meçhulden malumu çıkaran bir varlık. Mesela hissin galatlarını tashih eden bir kuvve dedik. Güneşi şu kadar görürüz. Hâlbuki güneşin bulunduğumuz âlemden ne kadar büyük olduğunu akıl tashih eder. Medar-ı tekliftir. Hayır ve şerri bizâtihi bilmez. Bildirildikten sonra işe yarar.

İnsanın bir veçhesi âlem-i hilkatte, bir veçhesi âlem-i kudrette. Âlem-i hilkatte olan veçhemizde akıl bize rehberdir. Âlem-i kudrete gelince akıl orada tıkanır. Bizim de bir yüzümüz âlem-i kudrete raptedildiğinden dolayı, burada kullanacağımız bir varlık vardır. Beşer bu varlığı layığı ile... Kelimesini bulup söyleyemiyorum, tam mânâsı ile sağlamadığından dolayı, bugün bütün dünya sekenesi huzursuzdur.

100. KAset

100 (04.02.1962) 62 dk (18)

Ahlak mevzûu üzerinde devam etmektedir. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın membaı kalp olduğunu da söylemiştik. Gerek akıl, aşk, kalp, vazife, bunlar mânâ-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle, mevzûun en mühim rüknünü insan mefhûmu teşkil ediyor. Fakat beşeri takatle de insanı hakkıyla tarif etmek imkânsızdır. Nasıl tarif edebilir ki, şu anda her birinize, ayrı ayrı tecelliler olmuştur.

99. Kaset

 099 (146) 73 dk (28.01.1962)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakında menşeinin kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl, aşk, vazife, kalp, bunların hepsi mânâ-i insaniye taalluk eden birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. İnsan.

Tabi, her konuşmamda tekrar ettiğim gibi; buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil. Aşktan doğan ahlak dedik. Burayı izah ettikten sonra geçelim.

98. Kaset

 098 (144) 85 dk (21.01.1962)

Annesinin kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl gerek vazife aşk, bunlar mânâ-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle, her hafta tekrar ettiğim gibi, mevzûun aslını insan mefhûmu teşkil ediyor. İnsan. Düşünen ki -düşününce bilir- bilen, bilince de konuşur, konuşan. Öyle değil mi? Düşünen bilir. Bilen de konuşur. Konuşan elbette bir gün de birisiyle konuşacak.

97. Kaset

097 (266) 80dk (14.01.1962)

… Diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesinin akıl olduğunu, aşktan doğan ahlakın annesinin kalp olduğunu izah ettik. Gerek akıl, kalp, vazife, aşk, bunlar mânâ-i insanîye ait birer mefhûm olması hasebiyle mevzû daha esaslı olarak insan mefhûmundan, insandan bahsediyor. İnsan. Her hafta tekrar ettiğimiz gibi her konuşmamızda söylediğimiz gibi, yine bazı cümleleri tekrar edeceğiz. Ondan sonra ana mevzûa gireceğiz.

96. Kaset

096 (07.01.1962) 70 dk (006)

Vazifeden doğan ahlakın membaı annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarının kalp olduğunu her konuşmamızda tekrar ediyoruz. Gerek akıl, aşk,  vazife, kalp, bunlar mânâ-i insanînin birer vasıfları olması hasebiyle, asıl konuşma mevzûumuzun en büyük rüknünü insan mefhûmu teşkil ediyor.

İnsan nedir? Görünüş itibariyle et kan kemik torbasından ibaret, seksen yüz kiloluk bir sıklet taşıyan, nihayet iki metrelik bir çukura sığabilen bir varlık. Fakat iç cephesine bakılacak olursa, enfüsü mütaala edilecek olursa, orasıda nüshâ-i kübra. Kendisi de kendisinin üzerinde şaşıyor. O ne acı bir azim ki ekseriyet, kendi hüviyetinin hakikatini anlamadan ağyâr ile meşgul olarak, kendi içerisindeki hazineyi açmadan, hariçte define arayarak, kendi varlığındaki büyüklüğü göremeden, binâ-i zâtisindeki azamete erişemeden, hariçte büyüklük aramak, kendisine oradan bir büyüklük getirmeye çalışıyor. İşin zavallılığı da bu.

095. Kaset

 095 (132) 76 dk. (31.12.1961)

… Sualler sorar. Oluşunu hayretle karşılar. Hilkatine nazar eder. Hilkatine nazar edince, etrafa doğru açılır. Kendisindeki varlığın kendisinin mi yaptığı, bu varlığın nereden geldiğini, acaba kendisinin kim olduğunu, hakiki hüviyet yalnız nüfus kağıdı olmayıp da bir başka bir hüviyet nedir, diye araştırma sırrı başlar. Anlatabildim mi?

094. Kaset

094 ( 24.12.1961) 109 dk (7)
Mânâmız ahlak mevzûu üzerinde devam etmekte. Her konuşmada tekrar ettiğim gibi, mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Biri vazifeden doğan ahlak, diğeri de aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da annesinin kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl gerek aşk, kalp, vazife, bunların hepsi mânâ-i insanî mefhûmu altında toplanması hasebiyle, mevzû esasen insan mefhûmu üzerinde gidiyor.

93. Kaset

093 (134) 72 dk (10.12.1961)

Eski konuşmalarımda söylediğim gibi, bizim bu âleme gelmemizde gitmemizde ihtiyârımız yok. Öyle değil mi? Şöyle zaten, insanı teâli ve terakki ettirecek ilk düstur, kendisini aramasıdır. Kendini aramaya başladığı vakitte -derin değil, şöyle sathi bir vaziyette- içinde sessiz, bizsiz, sizsiz konuşan vücûdu ile baş başa kalırsa: Yahu ben buraya gelirken bana bir şey sormadılar, bilmiyorum bile.

Var mı içinizde bu âleme gelirken, “Beyefendi sizi bir âlem-i şuhûda sevk edeceğiz, teşrif eder misiniz?” Sormazlar. Giderken de sormuyorlar. İstersen kâinatın serir-i saltanatı senin olsun. Adet manzumesine girmeyecek kadar servete malik ol. Fakat sormuyor sorulmuyor, âdet olmamış. “Beyefendi bir âlem-i berzâh vardır. Sizi biz, böyle çevire çevire bir yere götüreceğiz.”

92 Kaset

092 (10.12.1961) 75 dk (133)

Aslını görmeye mani olacak birçok şeyler vardır. O perdeleri yırtan şeyin adına ahlak denir. Herkes bir iptilaya müpteladır. Belayı bal yapamazsa zavallı olaraktan gider. Şöyle bir düşün kendi kendine. Ya elemin var ya emelin var, değil mi? Ya eleme sahipsin yahut emele veyahut her ikisine de. Bunun arasında insan bir şeye nail olmak, faniyi baki ile değiştirmek... Kâr edenler onlardır. Neden onlardır? Düşün, yirmi yaşındasın. Ortaya bir şey koy, yok. Elli, yine yok. Onu ne kadar yükseltirsen yükselt bir şey yok. O hâlde zavallılık değil midir?

91. Kaset

091 (30.07.1960) 70 dk. (36)

Aşktan doğan ahlakın da annesi kalp olduğunu, her konuşmamızda tekrar etmekteyiz. Bittabi ahlakın bahsettiği aşk romanda okunan aşk mânâsına değil. Onu da hemen hemen her konuşmada tekrar etmekteyiz. Yine bir nebze uğrayalım geçelim.

İnsan asûde kaldığı zaman, kendi enfüsü ile baş başa olduğu an, bir an içün hadisattan kendisini azâde kıldığı vakit, iç âlemiyle bir konuşma yapar, sorar. “Ben kimim?” der. “Nereden gelmişim?” der. “Bana bu kadar yük neden vurulmuş?” der. Çünkü malum ya herkes yüklü olarak buraya gelmiştir. Kudret, herkesi masiyetinden yakalamıştır.

88. Kaset

088 (089 ve 090) 47 dk (27.03.1960)

İnsan kendi mânâsı ile baş başa kaldığı zaman, hilkatindeki gayeyi düşünür. Bugünkü beşeriyetin dünya üzerinde huzursuz yaşamasındaki en büyük amil, hilkatindeki yani yaradılışındaki gayeyi unutmasından ileri gelmiştir. Hilkatindeki gaye unutuldu mu muvâzene-i hâl olmaz. Muhasebe-i nefis de kalkar. Ee muhasebe-i nefis kalkınca tabiatıyla kâinat; kavî, zayıfı ezmeye başlar. Allah’a sarılmaz, kuvvete sarılır. Hedefi fazilet saymaz, menfaat kabul eder. Hayatın sermaye-i Hak olduğunu bilmez, cidal diye tarif eder.

87. Kaset

087 (315) 83 dk (20.03.1960)

Bir veçheside mânâ âlemine teveccüh eder. Yani insan âlem-i hikmetle, âlem-i kudrete taalluk ettirilmiş bir can. Suret itibariyle elli atmış kiloluk bir kan kemik torbası. Fakat iç âlemine girildiği vakitte, bütün varlık onun içerisinde zerre kadar kalıyor. Onun içün kendisine Naib-i Hak denmiş. İşte zor yeri burası. Bu mevzûun en zor yeri bu. Bunu lisan ile kelime ile harf ile elfaz ile anlatmak pek beşeri takatin dâhilinde değil.

86. Kaset

086 (314) 85dk (13.03.1960)

Kalp membaından, tecellisini söylememiz, insanın da iki âlemle alakası olduğuna binâendir. İnsan, sureti itibariyle; et, kan ve kemik torbasındaki veçhesi itibariyle âlem-i hikmete bağlıdır. Mânâsı itibariyle ki, o mânâsının merkezi de kalptir... Tabi kalp dendiği vakitte, ahlakın tarifindeki kalp, vücûd-u hayvanimizin kalbi değil. Yani sadrımızın sol tarafında mahruti yüz şekil, dört gözlü, işte kanın şusunu busunu yapan o kalp, vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de içimizde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan bir mânâ-i vücûdumuz var. Onun kalbi de o kalbe taalluk etmiş. Burada zikrettiğimiz kalp, bu kalp. İşte o kalbimiz de âlem-i kudrete bağlı.

Âlem-i hikmette, dünya denilen bu dâr-ı i

85. Kaset

 085 (52) 87dk (06.03.1960)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın mastarı, membaı, annesi, akıl olduğunu; aşktan doğan ahlakında neşet ettiği yer, kalp olduğu söylenmişti. Gerek akıl -ki, hissin galatlarını tashih eden kuvveye denir- gerek aşk, tabi bu ahlakın bahsetmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk mânâsına değildir. (Ses oluyor ben konuşamam.) Ahlakın bahsetmiş olduğu aşk romanda okunan aşk mânâsına değil.

84. Kaset

084 (69) 55 dk (28.09.1960)

Akıl öyle bir nur-u Rabbanidir ki; hissin galatlarını tashih eder, meçhulden malumu çıkarır, yalnız âlem-i hikmette geçer. Beşer ise yalnız âlem-i hikmetle alakadar değil. Âlem-i kudretle de alakadar olduğu içün, akıl onun bütün ihtiyacına kâfi gelmediğini anlattık. Tabi âlem-i hikmet dendiği vakit; bu üstünde bulunduğumuz,  dünya denilen dirliği kısa, ikbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenmiş olan sahne. Daha doğrusu üç günlük hayatın, ebedi hayata vasıl olabilmesi içün bir iskele.  Öyle değil mi? Bunları söylemekten maksat insan mefhûmuna geçmek içündir.

83. Kaset

 083 (292) 54dk (21.02.1960)

İçinde; sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan varlığı ile baş başa olduğu an, kendisine birkaç sual tevcih[1] eder. Evvela; ben kimim, der. Nereden geldim? Nereye getirildim? Nereye götürüleceğim? Gelmemdeki gaye nedir? Gelmede gitmede ihtiyârım yok. Benim, benim diyecek elimde bir medârım yok.

Öyle değil mi, hiçbirimize sorulmadı. “Beyefendi bir sahne-i şuhûd vardır, dünya denilen bir dâru'l-belvâ[2] vardır. İkbalinde hud’a, idbârında fecia gizlenmiş olan o sahneye gider misiniz?”  Burada da kâinatın serir-i saltanatına sahip olsa, gine götürülürken “Nasıl bir hayat-ı berzâhiye vardır, teşrif eder misiniz?” diye sorulmaz.

82. Kaset

 082 (291) 69dk (14.02.1960)
Huzur içinde yaşamak.
En büyük alîl,[1] bu tarifin doğurmuş olduğu gayenin haricinde yaşadığından dolayıdır. Hilkatindeki gayeyi idrak etmiyor, masası olanın da huzuru yoktur, kasası olanın da yok, ilmi olanın da cehli olanın da. Hep bir huzursuzluk. Mevzii konuşmuyorum, bütün dünya sekenesinde.

(Fısıltı kesilsin, öksürmeler) 

Mevzûun en güç kısmı, insan tarifi olan kısmı. Beşeri takatle insan tarif edilemiyor. Geniş bir varlığa sahip; bir veçhesi çok kuvvetli, bir veçhesi de gözüyle göremeyeceği bir varlığın pençe-i kahriyesinde mahkûm olacak kadar da zayıf. Suret itibariyle bir çukura istiâp edecek kadar, boyunun uzunluğunda iki metre uzunluğunda bir yeri kaplayacak kadar bir vücûdu var. O vücûdunu bırakıp da diğer vücûdunu ele alacak olursak bütün kâinat içerisinde bu mühim muamma, bu geliş gidiş... Şöyle otururuz, bir akıntı var. Kaç vücûd içeride mevcut? Mühim bir mesele. Bir yandan konuşuruz, bir yandan başka bir yerle temas ederiz. İç âleminde oradan oraya telefonlar gider gelir, cevaplar, evetler, hayırlar… Bunları hangisi yapıyor?

81. Kaset

 081 (274) 91 dk (30.01.1960)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılır. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek kalp, aşk, tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil.

80. Kaset

080 (273 a-b) 94 dk (23.01.1960)

Mevzû, esas itibariyle ikiye ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye[1] edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakında mastarı kalp, membaı kalp olduğunu söylemiştik.

Gerek akıl, kalp, vazife, aşk… Tabi buradaki aşk da biliyorsunuz romanda okunan aşk mânâsına değil. Neyse tekrar tarif ederiz. Bunların hepsi mânâ-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar. 

86. Kaset

086 (314) 85dk (13.03.1960)

Kalp membaından, tecellisini söylememiz, insanın da iki âlemle alakası olduğuna binâendir. İnsan, sureti itibariyle; et, kan ve kemik torbasındaki veçhesi itibariyle âlem-i hikmete bağlıdır. Mânâsı itibariyle ki, o mânâsının merkezi de kalptir... Tabi kalp dendiği vakitte, ahlakın tarifindeki kalp, vücûd-u hayvanimizin kalbi değil. Yani sadrımızın sol tarafında mahruti yüz şekil, dört gözlü, işte kanın şusunu busunu yapan o kalp, vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de içimizde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan bir mânâ-i vücûdumuz var. Onun kalbi de o kalbe taalluk etmiş. Burada zikrettiğimiz kalp, bu kalp. İşte o kalbimiz de âlem-i kudrete bağlı.

79. Kaset

079 (290) 66 dk (09.01.1960)              

… Hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile naib-i Hak olan mevcûd ile alakadar. Binaenaleyh insan nedir?

Geçen hafta yaptığım tarifte; insanın cismi var, hacmi var, ebadı var. Bu veçhesine, bu cephesine bakılacak olursa meadinle[1] müşâreketi[2] var. Diğer bir yüzüne bakıldığı vakitte neşv ü nemâ[3] bulur. Büyür, letafetleşir, fersudeleşir[4] hüsn-ü an[5]a sahip olur. Birçok çehreleri var. Bu yüzüyle de nebatat[6] ile müşâreketi var. Diğer bir veçhesini tetkik edersek; vurur, kırar, ezer, yakar, tepeler, gazap eder... Bununlada hayvan ile müşâreketi var.

75. Kaset (a,b)

 075 a-b (215 a-b) 80 dk (13.12.1959)

... Diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın menşei kalp. Gerek akıl, kalp, aşk, vazife, bunlar mânâ-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle,  mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. Ve tarifi güç, anlatılması zor. Çünkü hakikati beşerin takatıyle anlatılması imkânı olmayan kısım da burası.

Evet, insan dendiği vakitte, suret itibariyle elli altmış kiloluk, bir kan ve kemik torbasından ibaret bir yığın göz önüne gelir. Fakat onun mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası, öyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret değil. Belki bütün kâinatı muhit. Zahirde sureti iki metrelik bir çukuru kaplayabilirse de mânâsı -orada durmak lazım- sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan bir vücûdu var. Mesela şu anda hem dinliyorsunuz hem konuşuyorsunuz. Birçok hâtırât hutur[1] ediyor. Bunlar hangi vücuttan geliyor, nereden gidiyor?

78. Kaset

078 (289) 64 dk.(02.01.1960)

Ahlak mevzûu üzerinde devam etmekteyiz. Mevzûu iki esasa ayırmıştık. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın menşei, membaı, mastarı, akıl. Aşktan doğan ahlakında annesi kalp. Tabi buradaki aşk romanda okunan aşk değil.

76. Kaset

 076 (240) 93 dk (20.12.1959)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmiştir. Vazifeden doğan ahlakın menşeinin akıl olduğunu,  aşktan doğan ahlakın da mastarı menşei, annesi kalp olduğunu söylemiştik. Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil.

İnsan, hilkatine nazar edecek olursa kendini aramaklık, aslını bulmaklık heyecanını kendinde görürse yani asûde kaldığı zaman, şu elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasının içerisinde gizlenmiş büyük bir mânâ var. İçinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan bir vücûd var. Durmadan akan bir derya var. Bidâyetine elimi atıyorum bulamıyorum. Nihâyetine uzanıyorum göremiyorum.

74. Kaset

 074 (309) 60dk.(06.12.1959)

Menşei, memba-ı kalp. Gerek akıl, kalp, vazife, aşk. Tabi, ahlak mevzûundaki aşk, romanda okunan aşk olmadığını, birçok defa anlatmıştım. Yine ana hatlarını kurduktan sonra tekrar edeceğim o tarifi. İşte vazife olsun aşk olsun; akıl, kalp, bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar.

İnsan.  Suret itibariyle elli-altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüken ve bu suretini nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura istîâb edeceği bilinen, fakat o mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan vücûdu bütün kâinatı muhit. Zor olan kısmı da burası…

73. Kaset

073 (311) 60 dk (29.11.1959)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı, birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp. Gerek aşk, vazife, kalp, ahlak; bunlar mânâ-i insaniye ait birer vasıf olmaları hasebiyle, mevzû daha şumûllü olarak, insan mefhûmu ile alakadar.

Hilkatte hususi bir imtiyaz almış olan insan nedir? Bittabi[1]  tarifi en güç olan da bu kısım. Zira insan; suret itibariyle nihayet altmış, yetmiş, elli, seksen kiloluk, kan ve kemik torbasından ibaret bir varlık. Zahiri görünüşü iki metre uzunluğunda bir çukur istiâp edebilir, alır. Fakat, o içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdunu, o vicdan-ı kibriyasını, bir bölü iki metrelik bir çukur -İki milyon metrelik saha da- alamaz. Bütün saha orada fındık tanesinden çok nokta kadar kalır. Onun içün, bir veçhesi âlem-i kudrete, bir yüzü âlem-i kudrete, bir yüzü de âlem-i hikmete talik edilmiş olan insan...

Nedir bu insan?

72. Kaset

 072 (310) 94dk (22.11.1959)
 …Akıl bunların hepsi, mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar.

İnsan nedir? Hilkatindeki gaye nedir? Bu âleme gelip gitmesinde kendisinin bir ihtiyârı var mıdır?

Bütün varlık, seması ile arzı ile encümü[1] ile bütün mevcûdât kendisine müsahhar kılınmış. Zahirde bir cilm-i sağir[2], nihayet elli-altmış, seksen-yüz kiloluk bir kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözükür ve o gözüken varlığı nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığabilir. Fakat içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdu, o mânâ-i ihtivası, kendisini arada sırada hesaba çeken hâkimi -ki ona vicdan-ı kibriyası derler- o da kâinat-ı muhit. Bir cephesi ile çok acz içerisinde, bir veçhesi ile de bütün kudretler kendisine tevdî edilmiş bir varlık içerisinde. Ee bu varlığı hâmil bulunan insan; nedir bu? Nereden gelmiştir? Nereye gidecektir?

71.Kaset a ve b

 071-a (276-a) 15.11. 1959 (60 dk.)

Hiçbir mevcûd yok. En zor kısmı; teni var, canı var, iki âleme talik edilmiş, iki âlemle alakadar. Bir veçhesi âlem-i kudrete, bir veçhesi âlem-i hikmete. Âlem-i hikmete ait olan suretinde insan biraz bir şeyler belleyebilir fakat âlem-i kudrete taalluk eden kısmı çok derin. Suret itibariyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası gibi gözükür, nihayet o sûrî vücûdu iki metre uzunluğunda bir çukura sığar fakat mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası bütün kâinatı muhit. Böyle bir varlık, beşeri takatle tabi tarif edilemez.

70. Kaset

070 (284) 65 dk. (08.11.1959)
Mevzû, başlıca iki esasa ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın membaı akıl, aşktan doğan ahlakında mastarı kalp olduğu söylenmişti. Gerek aşk gerek kalp, vazife, akıl, bunların hepsi mânâ-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. Ve en zor kısmını da burası teşkil ediyor. İnsan...

069. Kaset

 069 (02.11.1959) 62 dk.(306)

Mevzû, başlıca iki esasa ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da memba-ı kalp. Gerek akıl, vazife, aşk, kalp, bunların hepsi mânâ-i insaniye ait olan birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile meşguldür. Ve tarifi güç olan kısımda anlatılması zor olan yerde insan.

Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil. Ahlakın tarif etmiş olduğu aşk.

68. Kaset

068 (25.10. 1959) 56 dk. (307)

Aşktan doğan ahlakın da membâ-ı mastarı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek vazife, akıl, aşk, kalp… Tabi, buradaki aşkı anlıyorsunuz, romanda okunan aşk değil. Ahlakın tarifindeki aşk; insan asûde kaldığı zaman, bir an içün alâik-i[1] kevniyeden[2]-[3] şu dünya denilen sahnedeki hadisattan bir an kendisini kurtarıp da, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdu ile baş başa kaldığı vakit, kendisine sualler sorar. Bir mebde[4] aramaya başlar. Evvela “Ben kimim?” der. Buna cevap ister. Nereden geldiğini sorar. Nereye gideceğini düşünür. Geliş ve gidişte ihtiyârı olmadığını, elinde hakikat itibariyle neticede hiçbir medârı bulunmadığını… Yine, Kudret onun dersini kaçırmıştır.

067. Kaset

 067(143)18.10.1959 (65dk)

Mevzû iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp. Gerek akıl gerek ışk, kalp, vazife; bunların hepsi mânâ-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû esas itibariyle insan mefhûmu ile…

Suret itibariyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gözüken, nihayet sureti boyunun alacağı kadar bir çukura girebilen, fakat mânâ-i ihtivası ve vicdan-ı kibriyası kâinatı muhit olan insanı, layıkı ile de anlatmak beşerî takatın sahasına da pek girmiyor. Onun içün en zor, tarifi en güç, anlatılması çok müşkül olan yeri bu mevzûun, insan mefhûmudur.

066. Nolu Kaset

 066 (11.10.1959) 57 dk (235)

Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı membaı kalp. Gerek akıl, aşk, kalp; bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. Her hafta tekrar ettiğim gibi; tarifi, anlatılması güç olan kısım da bu kısım.

İnsan; zahirde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüküp, nihayet sûrî vücûdu, iki metre uzunluğunda bir çukura istiâp edebilecek kabiliyette. Fakat mânâsına gelince, vicdan-ı kibriyası, mânâ-i ihtivası, bütün kâinatı muhit. Kalp denilen bir varlığa sahip. Tabi buradaki kalp... Sadrın içerisinde sol tarafta mahruti yüz şekil, dört gözlü, o kalp vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de ona taalluk eden bir kalbimiz var. Ahlakın bahsettiği kalp o.

65. Kaset

 065 (04.10.1959) 85dk(88)  (1)

Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl, aşk, vazife, kalp; bunlar mânâ-i insaniyenin birer vasfı olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar. Elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüken, zahiri kalıbı nihayet iki metre uzunluğunda bir çukuru dolduran insan nedir? Gelmede gitmede ihtiyârı yok, bir cepheden çok kavî bir cepheden çok aciz, vicdan-ı kibriyası, mânâ-i ihtivası bütün mevcûdâtı muhit. Zahirde bir cirm-i sagir[1] fakat iç yüzünde de nüsha-i kübra.

64. Kaset.

064 (27.09.1959) 64 dk (048)

Mevzû iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da menşei, mastarı kalp. Gerek akıl, kalp, aşk, vazife, bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar.

İnsan... Ve layıkı ile anlatılması güç olan kısım da burasıdır. Zira insan, zahirde şöyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözükür, mânâda enfüste bütün varlığı muhittir. Şöyle gözünüzü kapayın, bir an içün kendinize doğru, içinize doğru… Kelime bulamıyorum ki, anlıyorsunuz ne demek istediğimi. Bir yürüyüş yapın, bir akıntı. Nereden gelir, nereye gider? Bu ten, kaç vücûda sahiptir. İçerde görüşmeler var, kabul var, kabul etmemeler var. Evet diyor, hayır diyor, sonra bir an içerisinde, ne kadar muhtelif tecellilerde bulunuyor. Acaba anlatabiliyor muyum? Hesaba girmeyecek, hitap edilmeyecek surette, bir varlık. E bunu nasıl insan tarif edebilir?

063. Kaset

 063 (20.09.1959) 67 dk (208)

Vazifeden doğan ahlakın annesi, menşei, mastarı akıl. Aşktan doğan ahlakın da membaı kalp. Tabi, ahlakın bahsetmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk mânâsına değildir. Vak’a her konuşmada tekrar ediyorsak da, yine sofranın ekmeği gibi olduğundan bu tarifleri tekrar edeceğiz. Gerek vazife, aşk, akıl, kalp, bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû bütün ağırlığı ile insan mefhumudur.

İnsan nedir, hilkatindeki gaye nedir? Bu âleme  geliş gidişinde kendi ihtiyârı var mıdır?

62. Kaset

062 (13.09.1959) 57 dk. (239)

Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da annesi kalp. Akıl, hissin galatlarını tashih eden kuvveye denir. Mesela güneşi bu kadar görürüz, böyle. Güneşin bulunduğumuz âlemden ne kadar büyük olduğunu tashih eder akıl. Yalnız, insan yaratılışı itibariyle, iki âlemle alakadardır. Âlem-i kudret, âlem-i hikmet.

Âlem-i hikmet, bulunduğumuz sahne. Dünya denilen dâr-ı belvâ. Dirliği az, öyle demişler. Ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes. Belki ondan da az ya. Bu sahnede, bu sahada işe yarıyor. İnsana râhî[1]benlik, rehberlik yapabiliyor. Fakat insanın bir veçhesi de âlem-i kudrete taalluk edilmiş. Bir eli âlem-i kudrette, bir eli âlem-i hikmette.

061. Kaset

 061 (06.09.1959) 70 dk. (212)

İnsan âsûde kaldığı zaman, kendi iç âlemiyle baş başa bulunduğu an, kendisine birkaç sual sorar. Sualin birincisi: Ben bu âleme nasıl çekildim geldim? Nereden çektiler beni?

Tûr[1]larını arar. Bu aramada sun’-u[2] Rabbânî meydana gelir.  Şurayı çizeni görünce, ilk gördüğümüz zaman hayretle bakarız. Cisimden kesafetten yapılmış, fakat senelerce evvel konuşulmuş bir şeyi bize naklediyor. Bu ihtirâ’ın[3]  karşısında bir saygı duyarız. Ne muazzam şey, deriz. İnsanın varlığı konuşmasıdır. Sözü sesi bitince adamı götürüyorlar. Öyle değil mi? Kıymetli bir annen var, çok sevdiğin bir dostun var; konuşmasını, herhangi bir sedasını buraya almışsın. Bu, o âleme gittikten sonra onun aksi geldiği vakitte, bir heyecan duymaz mısın? Duyulmaz mı? Ee bu ihtirâ’ın karşısında hürmetle eğilince, bunu dinleme kabiliyetini verenin karşısında neden isyan edersin?

60. KAset

 060 (30.08.1959) 50 dk (232)

… Ebûzer-i Gıfâri’nin karısı, hâlet-i ihtizârda[1] ağlıyor. (Ebûzer):Emr-i Hak gelmiştir.  Beni, bırak kendi hâlime.” demiş. O bir an vardır bazı insanlarda. Ağlarken dönmüş. “Niçin huzurumu bozuyorsunuz? Cananıma gidiyorum yahu! Hem şimdi görüşüyordum.” demiş.

Bir öyle vardır, bir de dişlerinin arasında dilini ısıraraktan ters tarafa bakaraktan geçmek vardır. Anlatabildim mi? Tersine bakar, geçer gider. Hepsi bu üç günlük hayatta olacak. Bunu söylemekten maksadım; hani dedik ya insan kendi kendine kaldığı vakitte, gelişindeki gayeyi içine sordurttururlar. Eğer içimizde sormamış kimse varsa, bu andan itibaren kendi kendisine sorsun. Sen kimsin, desin. Nereden geldin, niye getirildin, getirilmende ki gaye nedir?

59. Kaset

 059 (23.08.1959) 65 dk (233)

Birine vazifeden doğan ahlak diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da aslı, mastarı kalp. Gerek vazife, ışk, akıl, kalp -her hafta tekrar ettiğim gibi- mânâ-i insanînin birer vasıfları olması hasebiyle mevzûun merkezi, an yeri doğrudan doğruya insan mefhûmu oluyor. Ve tarifi güç olan, anlatılması zor olan kısımda insan mefhûmu.

Biliyoruz ki bu sahne-i şuhûda bu dârû'l[1]-belvâya[2]-[3] dünya denilen bu mihnethaneye, diğer ismi dârû'l-gururdur, bunun. Neyse, niçün dârû'l-gurur denmiş, sonra inşallah anlatırım. Bu dârû'l-gurura, ikbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenilen bu sahneye bizi getirirlerken sormadılar. Var mı içimizde birisine hiç sorulmuş? “Beyefendi, bir âlem-i şuhûd vardır, teşrif eder misiniz?” Sormadılar. Giderken de sormazlar.

058. Kaset

 058 (16.08.1959) 51 dk. (280)

.....

Fakat, yine biraz bahsederek ana hattımıza geçeceğiz. Allah, bilinmesini...

Bu tariflerin keyfiyeti meçhul. Müşâhhas olaraktan size gösterilebilecek beşerde takat yok. Fakat bazı şeyler duyulur da anlatılmaz. Bilmem anlatabiliyor muyum? Hissedersin de hissettiğini anlatamazsın. Bu onun en başında gelir.

Allah, kendisinin bilinmekliğini istemiş. Öyle buyuruyor. “Bilinmekliğimi istedim, sevdim.” Bunu anlatırken İmam-ı Ali Keremallahu zâtehu Hazretleri, dinleyenlerden biri sormuşlar: “İyi ama Allah nerede?” Bir sual sormuşlar. “Nerede yok iken Allah vardı.” diyor. Bir şey anlatabildim mi? “Nerede” yoktu, Allah vardı. Allah  Ma’ruftur, ma’lum değildir. Hadisat ve tasavvurattan münezzehtir. Her şeyinde kayyumiyet-i zâtiyesi meşhûttur. Mevcûdât  onunla kaim, onun aşkıyla daimdir. Vücudu ile mevcuttur. Kanaatime göre, en güzel tarifi yapıyorum. İyi dikkatle, içinden bir şey çıkarmak, bir mânâ tahsil etmek, yalnız kulağı verip de bir sel halinde akıtmak değil de nedir diye, duyarak dinlerseniz, bir şey anlatabilmiş olur kanaatindeyim. Vücudu ile mevcuttur. Zaten bütün vücutlar O’dur.

057. Kaset

 057 (09.08.1959) 60 dk (230)

Suret-i zâhirede elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası. Etten, kıldan, kandan, kemikten toplanmış bir kütle. Fakat mânâ-i enfüsisine doğru gidildiği vakitte, akıl duracak. İçinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz bir konuşanın var. Şu dakikada hem konuşuyorsun hem dinliyorsun. Sizi dinlemez, o kadar vücutla doludur ki mânâ-i insanî, bütün kâinatı muhit. Bir anda hayra hüküm veren var içinde, şerre hüküm veren var. Hayra doğru yürü diyen var, şerre doğru yürü diyen var. Öyle bir harp meydanı ki öyle bir meydan ki o sahne arşta da yok. Her yerin hududu vardır. Her sınırın ölçüsü vardır. Semavatın arşın, ferşin, her yerin. Fakat insan hudutsuz.

Hudûtsuz düvel olmaz, fakat senin hüsnün hudûda sığmıyor asla.

56. Kaset

056 (02.08.1959) 70 dk (87)

Her hafta tekrar ettiğim gibi, vazifenin menşei akıl, aşkın da menşei kalp. Akıl, aşk, kalp, vazife, bunların hepsi, mânâ-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle, mevzûun esasını insan mefhûmu teşkil ediyor.

İnsan... Anlatılması güç olan da tarifi zor olan da burasını izah etmek. Zira insanın bir veçhesi, âlem-i kudrete taalluk ettiğinden dolayı beşeri takatla hakkıyla tarif etmeklik imkânı yoktur. Mesela kendi kendimiz üzerinde biraz duralım. Aklımız var, deriz. Bunu bize gösterebilir miyiz? Âsârını gösteririz başka. Fakat cevher-i aklı görebilir miyiz? Şu şu işler olmuş da Hakk’ın bir nuru olan insana en büyük bahşâyiş-i süphânisi olan nur-u Rabbani olan akılla bu iş meydana gelmiş, deriz. Fakat kendi hüviyetini?

55. Kaset

055 (296) 64 dk. ( 26.07.1959)

Ahlak mevzûu üzerinde devam etmektedir. İtibarı ile ikiye ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın menşei yani çıkmış olduğu yer; akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp. Gerek kalp olsun, gerek akıl, vazife, aşk, bunların hepsi mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması dolayısı ile mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar.

54. Kaset

 054 (19.07.1959) 70 dk. (271)

Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakında aslı, membaı, mastarı kalp. Her hafta tekrar ettiğim gibi, tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil.

İnsan asûde kaldığı zaman, kendi aslını bir taharri[1] hâsıl olur. Cismaniyeti itibariyle, altmış, yetmiş, seksen kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret olan vücudu nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığar. Fakat vicdan-ı kibriyası, mânâ-i ihtivası bütün kâinatı muhit. Bir an gelir sevinir, bir an gelir yerinir, güler ağlar infiâlât.[2] Birçok hadisat kendisinde tecelli ediyor.

52. Kaset

 052 (05.07.1959) 80 dk. (295)

Ahlak mevzûu üzerinde devam etmektedir. Mevzû, başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Tabi buradaki aşk romanda okunan aşk değil. Ahlakın tarifindeki aşk.

İnsanın geliş ve gidişinde ihtiyârı yoktur. Her hafta tekrar ettiğim gibi, bu imtihan sahnesi olan, ikbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenen dirliği kısa, bazen insana yüz gösterir gibi davranır fakat o yüz göstermesinde de hile vardır. Bazen de insandan kaçar gibi şekil alır, onda da hikmet vardır. Yani hülâsa bu dâr-ı iptilaya, dünya denilen şu sahneye, bizi getirirlerken sormamışlardır. “Beyefendi bir âlem-i şuhûd var teşrif eder misiniz? Hanımefendi bir âlemi maâd var gider misiniz?” Böyle şeyler sorulmadan bir geliş, gidiş var. Esasen insan burasını düşünecek olursa, bugünkü dünya sahnesinde görülen huzursuzluk…

53. Kaset

 053 (12.07.1959) 80 dk. (142)

Zâtının bütün isimlerine mazhar olabilecek bir tecellide bu sahne-i şuhûda getirildiğinden dolayı öyle mensi mühmel bırakılmayacak.*

(*Ses kaydının ilk dakikasındaki konuşmalar birbirine karışmış, mevcut hâliyle çözebildiğimiz kadarını aktardık.)

Vak'a beşeri takatle kudretle insanın hakikati, tarif edilemez. Bugün biz daha bir rüyeti tarif edemiyoruz. Konuşmayı tarif edemiyoruz. Konuşuruz da konuşmanın ne olduğunu anlatamayız. Ee görürüz, görmeyi tarif edemeyiz. O yapılan tarifler göz. Ben gözü sormuyorum ki. Görme nedir? Fiil-i rüyet. İnsanın iki âlemle alakası var. Onun için tarifi layığı ile mümkün değil. Fakat hiç tarif edilmeden de geçilmez ya.  İnsan, onları hisseder kendi vücudunda. Mânâ-i ihtivasında, vicdan-ı kibriyasında onları bulur.

51. Kaset

051 (21.06.1959) 88 dk (227)

… Menşei akıl, aşktan doğan ahlakın annesi kalp. Gerek akıl, kalp, ışk, vazife, bunlar mânâ-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle mevzûun en büyük rüknünü insan mefhûmu teşkil ediyor. İnsan...

50. Kaset

  050 (14-06-1959) 94 dk. (297 No’lu Band)

 Mevzû esas itibariyle ikiye ayrılmıştı. Vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak demiştik. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da annesi kalp. Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil. İnsan asûde kaldığı zaman, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudu ile baş başa olduğu an, bir an içün alaka-i kevniyeden kendisini ayırdığı vakit, mânâ-i ihtivası ve vicdan-ı kibriyasıyla konuşmaya başladığı zaman, kendisine birkaç sual sorar. 

49. Kaset

 049 (06-07-1959) 75 dk. (300)

 Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın mastarı kalp. Gerek akıl, kalp, vazife, aşk... Tabi bu aşk, romanda okunan aşk değil.

Her hafta tekrar ediyoruz ya: İnsan asûde kaldığı zaman, kendi iç âlemiyle baş başa olduğu an, birkaç sual kendisine tevcih[1] eder ve o tevcihi yaptığı vakitte de bütün yükleri gider. 

Ben kimim?” der. “Ben suret itibariyle elli altmış kiloluk bir kan kemik torbası gibi görünüyorum amma bu torbanın içerisine taalluk eden bir mânâ var. O nedir?” der. “Benim suretim vak’a bir çukurun içerisine sığabilir. Fakat benim bir mânâ-i ihtivam, bir vicdan-ı kibriyam var. O nedir? İçimde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz bir konuşan var. Gelmemde gitmemde ihtiyârım yok! Nereden geldim, nereye götürüleceğim? Bu âlemdeki vazifem nedir?” Bu suallerin cevabı, enfüsünden[2] gelmeye ona başlar. Derken aslını aramaklık zevki doğar. İşte onun adına aşk derler. Anlatabildim mi acaba? 

48. Kaset

048 (01.03.1959) 78 dk (237)

Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, Aşktan doğan ahlakın membaı kalp. Vazife olsun, akıl, kalp, aşk, bunların hepsi mânâ-i insaniyenin vasıfları olması dolayısı ile mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile insan hüviyeti ile mânâ-i insan ile alakadardır.

·   Her konuşmada tekrar ediyoruz. Fakat mevzûun ana hattı olduğu münasebeti ile yine tekrar edeceğiz. Sofranın ekmeği, yemek değişir de ekmek değişmez.

47. Kaset

 047 ( 31.05.1959) 53 dk. (305)

.......  taalluk eden mânâsı nedir?

Kesafeti, sıkleti, sureti, boyunun alabileceği kadar iki metre uzunluğunda bir çukura girer sığar da kendi mânâsına neleri alır?

İşte bu, en güç mevzûyla alakadar bir müessese. İki veçhesi var insanın; bir veçhesi âlem-i hilkate nazır, bir veçhesi âlem-i kudrete çevrilmiş. Âlem-i hikmetle, âlem-i kudrete raptedilmiş. Âlem-i hikmete taalluk eden sahasında akıl geçiyor, fakat akılda nihayet bir yere kadar geliyor. “Senin durak yerin burası deniyor.” Oradan ileriye yol verilmiyor. Beşeri şaşırtan şey, hilkatindeki varlığı yalnız âlem-i hikmete bağlı zannıdır. Ve o âlem-i hikmete bağlı olmak zannı ile zavallı boynunu inceltir. Hâlbuki âlem-i kudrete ait olan ömre nispeten, âlem-i hikmette ki ömrü bir andır, bir dakikadır.

46. Kaset

 046 (24.05.1959) 84 dk (226)

… olduğu zaman, kendini arama zevki hâsıl olur.

“Ben kimim, nereden geldim, niçün geldim, niye getirildim? Benden beklenen nedir? Nereye götürülüyorum? Gelmemde gitmemde ihtiyârım yok. Dünya denilen bu imtihan âlemine, bu mihnethaneye, ikbalinde hud’a idbarında fecia gizlenen bu sahneye, dirliği kısa olan bu eve, beni getirirlerken sormadılar. Sayılı nefesim bittikten sonra götürürlerken de sormuyorlar. Acaba ben kimim? Kendim kendimi mi yaptım? Muhitim beni mi yaptı?” Böyle bir enfüsi konuşma olur.

Ahlak der ki: Henüz bu konuşmaya başlamamış makam-ı insaniyete ayak basmamış kimsedir. Çünkü hayvan da yer içer, tenâsül eder. Nihayet insan da yer içer, tenâsül eder. Hayvanla insanı ayırabilecek bir sıfat-ı mümeyyize var. O da olanı görmesidir.

45. Kaset

 045 (17.05.1959) 46 dk (225-a)

… Ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın membaı kalp. Tabi buradaki ahlakın tesmiye etmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk değil.

İnsan asûde kaldığı zaman bir an içün, alayık-ı kevnîyeden soyunarak kendi içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuştuğu varlığı ile baş başa olduğu zaman, kendisine birkaç sual sorar. Havasımızla idrak edebildiğimiz edemediğimiz, gözümüzle görebildiğimiz göremediğimiz, bu geniş varlık içerisinde Kudret bana kıymet vermiş, beni de bu pazara sevk etmiş. Yokluk çölünden varlık vücudu pazarına beni de göndermiş. Acaba ben kimim? Ben neyim? Benim gelmede gitmede ihtiyârım var mı?

·         Bunu her konuşma tekrar ediyorum ki, mevzûun temeli.

44. Kaset

 044 (10.05.1959) 62 dk. (303)

Menşei; annesi yani ya akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp. Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil. O Ahlakın tarif etmiş olduğu aşk, insanın bu âleme niye geldiğini bildiren mânâya denir.

Bugünkü beşeriyetin inlemesi, gayesini unuttuğundan dolayıdır. Görüyorsunuz ki insanlık âlemi; en yüksek kafaları topluyor, en iyi bilenleri, mütefekkirleri birleştiriyor, muazzam iktisatçılar lazım gelen tezgâhlarında çalışıyor, fakat beşerin huzurunu temin edemiyor. Bugünkü akılla beşer huzura kavuşamıyor. Hülâsa bu, tek kelimeyle anlatmak isterseniz. Evet, akıl çok teâli etti. Aklın meydana getirdiği asar çok ileri gitti, fakat beşerin kalbinde de huzurunu veremedi. Herkes bir kabz hâlinde “Sanki diken üzerinde oturuyor.” tabiri, bir hakikat gibi görünmeye başladı.

40. Kaset

040 (05-06-1959) 60 dk (279)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın membaı kalp. Gerek vazife gerek aşk gerek akıl, kalp, bunların hepsi mâna-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle, mevzû esas itibariyle doğrudan doğruya insanla meşgul.

İnsan. Evvela insan nedir? Bunun bir sureti var, bir içi var, bir hafâsı[1] var, bir mânâsı var. Zahirde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret. Bu görünüş vücudu nihayet iki metre uzunluğundaki bir çukura sığar fakat bunun bir vicdan-ı kibriyası var. O olmasa vücut olmaz, vücut olmasa vicdan bulunmaz. Onun mânâ-i ihtivaisi bütün kâinatı muhit. Bu geniş varlık nedir? Burayla meşgul işte ahlak.

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017